Salı, 22 Cumade’s Sânî 1446 | 2024/12/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü
Askerî Darbe Nedir? Türkiye'nin Darbelerle İmtihanı!

بسم الله الرحمن الرحيم

Askerî Darbe Nedir?

Türkiye'nin Darbelerle İmtihanı!

Türkiye’de 15 Temmuz Cuma günü yapılan darbe girişimi sonrasında birçok kişi askeri darbenin ne olduğunu merak etti. Peki askeri darbe nedir, Türkiye’de ne zaman askeri darbe oldu? Nasıl çıktı ve sonuçları ne oldu?

Askerî darbe, bir ülkede silahlı kuvvetler mensuplarının silah zoru ile ülke yönetimine el koymasıdır. Hükümetlerin, ekonomik ve sosyal sorunları çözmekte başarısız oldukları iddiası, cuntacılar tarafından askeri darbelerin başlıca sebebi olarak gösterilir.

TSK iç güvenliğin tehdit altında olduğunu ifade ederek zaman zaman sivil yönetime müdahale etmiştir. Bu müdahalelerde temel hukuki dayanak TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde yer alan "Madde 35 - Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır." hükmü olmuştur. Ancak 12 Eylül Darbesi'nin yargılanması için hazırlanan iddianamede bu maddenin darbeye meşruiyet kazandırmayacağı ve hiçbir kanun maddesinin Anayasa’nın üzerinde olamayacağının altı çizildi. Devlet düzeninin temel kurumlarından TBMM ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için 35. maddeyi gerekçe göstermenin hukuka aykırılığa kılıf bulma gayreti olduğu aktarıldı.

Zaman zaman ordu tarafından hükümetlere verilen muhtıralar da darbe benzeri sonuçlar doğurabilir.

Darbe sonrasında ordu, kurulacak hükûmetin şekli sorunuyla karşı karşıya kalır. Latin Amerika'da darbeden sonra değişik rütbelerden oluşan cunta yönetimi oldukça yaygındır. Afrika'da ve Türkiye'de ise cunta ile birlikte çalışacak devrimci bir meclis oluşturma ve bu meclis üyelerinin de cunta tarafından seçilmesi yöntemi yaygın olarak kullanılır. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile yönetimi ele geçiren cuntalar olan Milli Birlik Komitesi ya da Milli Güvenlik Kurulu, ülkeyi mutlak biçimde yönetmiş aynı zamanda Kurucu Meclis ya da Danışma Meclisi adıyla cunta tarafından seçilen sivil temsilcilerin olduğu ancak MBK ya da MGK karşısında bir hayli zayıf bir de meclis oluşturulmuştur. Türkiye'de askerî müdahaleler, TSK´nin kurumsal olarak ya da bazı subayların kendi başlarına inisiyatif alarak sivil yönetime yaptığı müdahalelerdir.

Türkiye 1950 yılındaki demokratik seçimlerle çok partili hayata geçiş yapmıştır. TSK, iç güvenliğin tehdit altında olduğunu ifade ederek bazen bazı yasaların geçmesini engellemek ya da geçirmeye zorlayarak, bazen de Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerini istifaya zorlayarak ya da alaşağı ederek demokratik sivil yönetime müdahele etmiştir. Bu darbe ve muhtıralar bazen emir komuta zinciri içinde (12 Eylül Darbesi gibi); bazen de emir komuta zinciri dışında sadece bir grup subay tarafından ( 27 Mayıs Darbesi gibi) planlanmış ve icra edilmiştir.

TSK 1960 ve 1980 yıllarında iki kez yönetime el koymuş, 1971 ve 1997 yıllarında ise hükümeti istifaya zorlamıştır.

27 Mayıs Darbesi

27 Mayıs Darbesi, 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbedir. Ayrıca 27 Mayıs Askerî Müdahalesi ya da 27 Mayıs İhtilâli olarak da adlandırılır/anılır. Darbe; emir komuta zinciri içinde yapılmamıştır; 37 düşük rütbeli subayın planları ile icra edilmiştir. Kritik mevziler bu subayların ellerindeki asker ve silahlarla önce ordudaki komuta kademesinin etkisiz hale getirilmesi ile ele geçirilmiştir. Sonra cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri tutuklanarak, Darbeden sonra darbeyi planlayan ve icra eden 37 düşük rütbeli subay ve Emekli Orgeneral, Cemal Gürsel'in oluşturduğu Millî Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi.

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koydu.

12 Eylül Darbesi         

12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, TSK´nin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî müdahaledir. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.

12 Mart Muhtırası

12 Mart 1971 tarihinde TSK´nin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek hükûmetin istifaya zorlandığı askeri müdahaledir.

28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı olduğu iddia edilen süreçtir. Yaşananlar, çeşitli kaynaklar tarafından post-modern darbe olarak adlandırılmıştır.

27 Nisan e-muhtırası

TSK adına Genelkurmay Başkanlığı'nın Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısı ile 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23:20'de yaptığı, lâiklikle ilgili açıklamadır. Bu açıklama bazı siyasetçi ve gazeteciler tarafından bildiri internet aracılığıyla verildiği için "e-muhtıra" olarak da adlandırılmıştır.

28 ŞUBAT 1997- POSTMODERN DARBE

28 Şubat sürecinin başlaması irtica söylentilerinin toplum içinde yayılması ve özellikle bunun terörden daha tehlikeli olmasının belirtilmesi bu konuda ordunun dikkatini çekmiştir.

Yapılan çalışmalarla ülke içinde irticaya karşı kamuoyu oluşturulmak istendi, üniversite rektörlerine, medyaya, yargıya ve patronlara bilgiler verildi. Kamuoyunda oluşturulmak istenen etki toplum içinde pek etkinlik gösteremedi ama diğer çevrelerde işe yaramıştır.

28 Şubat sürecinin temelini Başbakanlık Kriz Yönetmeliği ve Milli Güvenlik siyaset belgesinin Refah-Yol tarafından imzalanması olmuştur.

Parlamento devre dışı bırakıldı MGK baskın organ haline geldi ve yasama organı oldu.

GELİŞİM SÜRECİ

12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan siyaset sovyetler birliğinin yıkılması ve komünizmin çökmesi Türkiye’de sağ partilerin güçlenmelerine neden oldu ve Refah Partisi 1995 genel seçimlerinde 1. parti oldu. Seçimlerin ardından 1996 yılında kurulan Anap ve DYP koalisyonu Refah Partisi’nin güven oylaması hakkında Anayasa Mahkemesine başvuruda bulundu. Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996'da TBMM'de yapılan oylamada güvenoyu almayı başardı.

28 ŞUBAT SÜRECİNİ TETİKLEYEN OLAYLAR

2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan sırasıyla Mısır, Libya ve Nijerya'yı ziyaret etti. Libya'da, Kaddafi'nin bir çadırda Erbakan ile yaptığı görüşmede sarf ettiği sözler muhalefet ve basın tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıktı. Başbakan Erbakan 'fasa fiso' dedi, Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, aydınlık için bir dakika karanlık toplumsal eylemi için "Mumsöndü oynuyorlar" dedi.

Kayseri'nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasında, Türkiye'de henüz gerçek demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmeye zorladığını söyledi.

O günlerde bu değimi hızlandıran faaliyet ve hareketliliklerin bazıları şöyle;

5 Şubat'ta Sincan'da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı.

11 Şubat'ta Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da yapıldı.

18 Haziran'da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti. 

19 Haziran'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a vermesi. 

30 Haziran'da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D hükümetini kurdu.

Ve 15 Temmuz Darbe girisimi (Kalkışması)

14 Ağustos 2001´de Recep Tayip Erdoğan tarafından AK Parti´nin kurulmasıyla birlikte Anadolu halkının İslami duygularını okşaması, göstermiş olduğu performans ve halk tarafından belirgin bir şekilde görülen hizmetler, sosyal hizmetlerin ve bürokrasinin istenilen seviyede olmasa da eskiye nazaran daha iyiye gitmesi AK Parti ve Erdoğan´ın halkın sevgilisi haline gelmesinde büyük rol oynamıştır ve sonraları ise yıllardır İslam beldelerinde yaşayanlar Erdoğan´in nezdinde sanki Osmanlı Halifelerinde Abdulhamid´in izlerini görmeye başlamışlardır. Öyle ki Erdoğan'a Halifeliği bile yakıştırmışlardır.

Her seçimde birinci parti olarak çıkması AKP´yi daha da güçlü yaparken onu durdurma ve kapatma niyeti ile Mart 2008’de dava açılmış ama kapatma davasi AKP´nin lehine sonuçlanmıştır.

15 Temmuz akşamına gelindiğinde AKP´nin hiç beklemediği bir olaya şahit olundu; yıllar boyu kol kola oldukları cemaatin bir kalkışmasıyla karşı karşıya kalmışlardır!

Halkın top yekun sokaklara inmesiyle birlikte canı pahalarına vatanı müdafaa etmişlerdi. İlk saat ve günlerde her birinin dilinde tekbirler, minarelerden yükselen salalar ve salavatlar Müslümanlara güç kuvvet vermişti.

Tabi ki hiç kimse "Demokrasi ve Laiklik" için sokaklara çıkmamıştır. Bu ümmet Çanakkale'deki RUH'u temsil etmekteydi, çünkü oradaki RUH bir annenin oğluna şu vasiyeti gibiydi "oğlum, canınla kanınla küffara karşı savaş, ta ki seni toprak kucaklayana kadar. Yeter ki HİLAFET / HALİFE'ye zeval gelmesin." İşte ümmetteki RUH bu ruhtu.

Hükümetin bu kalkışmayı ABD´nin emriyle cemaatin yaptığını işaret etmesi ki bu hedef saptırmaktan başka bir şey değildir, sanki suçluyu bulmuş gibiydiler!

Madem ki bu "Kalkışmayı" ABD'li general yönetti ve arkasında da ABD ve FETÖ vardı, niçin o ABD'li General TBMM'inde ağırlandı ve bu da yetmemiş gibi ABD Dışişleri Bakanı Türkiye'yi ziyaret etti! Alın size bir fırsat: onları tutuklayın ve onların karşılığında da FETÖ lideri Fethullah Gülen´i isteyin, sonrasında İncirlik'i kapatın ve bütün sömürgeci güçleri Türkiye’den kovun. Nihayetinde ÜMMET'in sesine kulak vermiş olur ve ecdadın(m)ızın yoluna gelmiş olursunuz ve sonuç olarak da Peygamber efendimizin minhacı üzere olan HİLAFET'i ilan etmiş olursunuz.

Kim tutar seni?

Lakin, tereddütlerim var tabi ki ne kadar da bu ümmete en güzel düşüncelerimi muhafaza etsem de görünen manzara aslında pek iç acıcı değil çünkü ilk haftası hariç ikinci haftadan itibaren "Tekbir ve Salavatların" yerini konser havası bürümüş bulunmaktaydı!. İşte bu tablo yine Çanakkale'yi hatırlatıyor; Çanakkale 18.03.1915'de zaferle taçlanırken 13 Kasım 1918 – 6 Ekim 1923 arası İstanbul işgal ediliyordu. Akla gelen soru "hani Çanakkale geçilmemişti?".

15 Temmuz ÜMMET'in direnişi. Sonrası? İşte o sonrasında endişeler başlıyor. Ne hazindir ki işgalcilerin sistemini benimser hale gelmiş hatta tek çare olarak Demokrasi ve Laiklik görülmekte! İşte bu çirkin senaryoların panzehiri yine minarelerden okunan EZAN ve SALAVATLAR olacaktır.

Yüce Rabbim bu ümmete tekrar "Liva el-Ukâb"ı İstanbul surlarında dalgalandırmayı nasip etsin. Amin.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Salih Kayadibi

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.

yukarı çık

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER