Çarşamba, 30 Safer 1446 | 2024/09/04
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Mucize, sadece nebilere ve resullere ait olan harikulade olaylardır. Ancak alimler, sık sık "keramet" kelimesini tekrarlıyorlar, onu pek çok şekilde tanımlıyorlar ve bir çok ayeti ve hadisi de bunlara delil olarak getirmeye çalışıyorlar. Soru şudur: Keramet diye bir şey var mıdır? Varsa nedir? Eğer varsa bu mesele hususunda yeterli bir açıklama istiyoruz. Eğer yoksa mesela Ashab-ı Kefh, Ashab-ı Uhdud, Ömer İbn-ul Hattab'ın, "Ey Seriye, dağa doğru!" sözünün yanı sıra Sa'd İbn-u Ebi Vakkas'ın Dicle Nehri'ndeki kıssasına ve bu husustaki pek çok örneklere nasıl bir cevap vereceğiz?

Cevap:

1. Allah Subhânehu, kainatı, insanı ve hayatı insanın değiştiremeyeceği veya ihlal edemeyeceği kanunlar ve özelliklerde yarattı:

لا الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ "Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yürürler." [Yasin 40]

وَفِي الأَرْضِ آَيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَفِي أَنْفُسِكُمْ أَفَلا تُبْصِرُونَ "Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde nice deliller vardır. Hiç görmüyor musunuz?" [Zariyat 20-21]

هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَلِكَ إِلا بِالْحَقِّ يُفَصِّلُ الآَيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ إِنَّ فِي اخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا خَلَقَ اللَّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لآَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ "Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona bir takım yörüngeler takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir hak olarak yarattı. O, bilen bir kavme ayetlerini açıklamaktadır. Gece ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın göklerde ve yerlerde yarattığı şeylerde elbette ittika eden bir kavim için nice deliller vardır." [Yunus 5-6]

إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ "Biz, yakın göğü, bir süsle, yıldızlarla süsledik." [Saffat 6]

وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ "Andolsun ki biz, gökte bir takım burçlar yarattık ve seyredenler için onu süsledik." [Hicr 16] Ve benzeri ayetler.

2. Allah Subhânehu mahlukatı, kendilerine takdir ettiği fıtri imkanlara göre yaşama hazırladı. Mesela insan, kuş gibi cismiyle havada uçamaz ve deniz yaratıkları gibi cismiyle suda yürüyemez. Keza insan, karada ayakları üzerinde yaşar. Dolayısıyla bu kanunu ihlal ederek ayaklarıyla suda yürüyemez veya havada uçamaz.

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ "Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi bir ümmettirler. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler." [el-En'âm 38]

وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ "Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir." [en-Nur 45]

3. Aynı şekilde Allah Subhânehu, eşyaya da ihlal edemeyeceği özellikler yerleştirdi. Mesela ateş, yakar. Dolayısıyla ateş olduğu sürece Allah'ın onda yarattığı yakma özelliğini Allah Subhânehu kaldırmadıkça hiçbir kimse kaldıramaz. Aynen Allah Subhâneh'unun İbrahim [Aleyhi's Selam]'i ateşten kurtardığı gibi. Zira ondan yakma özelliğini kaldırmıştır ki Allahuteala şöyle buyurmuştur:

قُلْنَا يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلامًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ "Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol! dedik." [Enbiya 69]

Diğer eşyalardaki özellikler de böyledir.

4. Daha sonra Allah Subhânehu, kainatın içerisinde onun tabii kanunsal gerekliklerine göre yaşamamız için bu kainatı bizlerin hizmetine verdi ve bu kanunların her iptali verilmiş olan bu hizmetle çelişir. Dolayısıyla buna muktedir olan sadece Allah Subhânehu'dur. Eğer Allah Subhânehu, bu kanunlara ilişkin bu iptali bize bildirmişse ona iman ederiz. Yok eğer Allah Subhânehu, bunu bize bildirmemişse bu, kainatın bizlerin hizmetine verilmesi kapsamına girer.

وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ "İçinden taze et yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi hizmetinize veren O'dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsunuz. (Bütün bunlar) O'nun lütfünü aramanız içindir. Umulur ki şükredersiniz." [en-Nahl 14]

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الأَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَيُمْسِكُ السَّمَاءَ أَنْ تَقَعَ عَلَى الأَرْضِ إِلا بِإِذْنِهِ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ "Görmedin mi, Allah, yerdeki eşyayı ve emri uyarınca denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi. Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten korur. Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir." [Hacc 64]

أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلا هُدًى وَلا كِتَابٍ مُنِيرٍ "Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin hizmetinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine de, insanlar içinde, -bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken- Allah hakkında tartışan kimseler vardır." [Lukman 20]

وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلا لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ "Güneş, ay ve yıldızlar emrine amade kılınmıştır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!" [el-Arâf 54]

وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الأَنْهَارَ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ "Denizde yüzüp gitmeleri için gemileri hizmetinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı." [İbrahim 32-33]

5. Allah Subhânehu, resuller gönderdi ve onları risaletlerinin doğruluğunu kanıtlayan mucizelerle, yani harikulade olaylarla destekledi. Böylece Allah Subhânehu, bazı kanunları iptal ettirmekte ve bu harikulade olaylar kimin tarafından ortaya koyulmuşsa onun gönderilmiş bir nebi olduğuna iman etmeleri için insanlara meydan okusun diye bunları resulleri tarafından gerçekleştirmektedir.

Mesela Allah Subhânehu, camit bir asayı gerçek şekilde, yani insanların gözleri önünde bir sihir şeklinde olmayan canlı bir yılana dönüştürmüştür. Bunun içindir ki sihirbazlar, asanın gerçek bir yılana dönüştüğünü gördüklerinde Musa Aleyhi's Selam'ın alemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilen bir Nebi olduğuna iman edenlerin ilki olmuşlardır. Çünkü onlar, bir beşerin böylesi harikulade bir olayı gerçekleştiremeyeceğini idrak ettiler. Bu harikulade olayın bir benzeri de Musa Aleyhi's Selam ile kavminin suya doğru hareket ederek denizi yarmalarıdır... Yine İsa Aleyhi's Selam'ın ölüyü diriltmesi ve Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Arapların güç yetiremediği bir şekilde Arapça kelamını konuşması da böyledir... Resul ve nebiler tarafından gerçekleştirilen mucizeler malum bir husus olup delilleri de malumdur.

6. İnsanların nebiler ile resullerden başkaları için isimlendirdikleri kerametlere gelince; Allah Subhânehu'nın kullarından bir kulunu herhangi bir amelde dikkat çekici bir şekilde muvaffak kılmasıdır. Bu da bazen harikulade, yani kainat kanunların aksine olan bir olay olur, bazen de harikulade bir olay olmayıp sadece bu muvaffakiyetin azametinden dolayı insanlarca böyleymiş gibi tasavvur edilen bir olay olur.

Harikulade bir olay olursa Allah Subhânehu, bunu bize bildirir. Çünkü kainatın insanın hizmetine verilmesi hakkındaki nasslar, ammdır. Yani kainat kanunları kapsamına girer. Dolayısıyla bu hizmete verilmesinin iptal edilmesi, özel bir durum içindir. Yani kainat kanunlarının ihlal edilmesi özel bir hal içindir. Dolayısıyla da özel bir nassa gerek duymaktadır.

Dolayısıyla Allah Subhânehu'nun bu kula ait kıldığı bu muvaffakiyetin harikulade bir olay olduğuna dair bir nass varit olduğunda ona iman ederiz. Harikulade olay olduğuna dair bir nass yoksa bu, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın yarattığı kainat kanunlarının kapsamında sadece Allah Subhânehu'nun bir muvaffakiyeti olur.

Bunun içindir ki beklenmedik bir anda ve bir kişi getirmeksizin Meryem Aleyhi's Selam'a gelen rızık, yani harikulade bir rızıktır. Dolayısıyla ona iman ederiz; çünkü Allah Subhânehu, onu bize haber vermiştir.

كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَا مَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ "Zekeriyya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" der; o da: Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine hesapsız olarak rızk verir, derdi." [Âl-i İmrân 37]

İşte nebiler ve resullerden başkası için olup harikulade olaylar hakkında kitap ve sünnette varit olan nasslar da böyledir. Dolayısıyla bunlara geldikleri şekilde iman ederiz. Yani bu nasslar, subuti ve delaleti kati olarak varit olmuşlarsa bunları kesin olarak tasdik ederiz. Yok eğer subuti ve delaleti kati olarak varit olmamışsa kesin olmayan bir şekilde tasdik ederiz.

Ashab-ı Kefh, Ashab-ı Uhdud ve Meryem Aleyhi's Selam kıssası gibi nasslarda zikredilen harikulade olaylar hakkında belirtilen olaylarının cevabı işte budur... Zira bunlar, Kur'an-il Kerim'de varit olmuştur dolayısıyla bunlara iman ederiz.

Ancak Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in vefatından sonra ondan işittikleri halde rivayet etmedikleri delili ifşa eden sahabenin icmaası dışında ve Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hayatında bazı sahabeleri, Allah'ın muvaffakiyet sayesinde onlar tarafından gerçekleştirilen harikulade bir olay boyutuna ulaşan sözlerinde ve fiillerinde isimlerini belirterek metheden hadisleri dışında rivayet edilen nasslar kesilmiştir. Dolayısıyla muayyen konumlarda kendileri tarafından gerçekleşen sözler veya fiillere dair ilgili kişileri tanımlayan nasslar varsa geliş şekillerine göre, yani sabitliğine göre kesin yada kesin olmayan şekilde bunları tasdik ederiz.

Ancak kitap ve sünnette kim oldukları belirtilmeksizin bazı Müslümanların bunların dışında yapmış olduğu filler ve sözlerin hepsi harikulade olaylar değildir. Bilakis bunlar, Allah Subhânehu'nun muttaki kullarının amellerinde başarılı olmaları, düşmanlarının şerrinden kurtulmaları ve benzeri hususlarda onları muvaffak kılması olup kainat kanunları kapsamına girer.

7. Ömer [Radıyallahu Anh] tarafından "Ey seriye dağa doğru!" sözünün ifade edilmesi ve Allah Subhânhu'nun bunu bu askerlere ulaştırarak düşmanlarına karşı zafer kazanmaları hususuna gelince; Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Ebu Davud'un Ebi Zerr [Radıyllahu Anh] kanalıyla tahriç ettiği şu hadiste şöyle buyurduğunu söylemiştir:

سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ إِنَّ اللَّهَ وَضَعَ الْحَقَّ عَلَى لِسَانِ عُمَرَ يَقُولُ بِهِ "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu işittim: Allah, söylesin diye hakkı Ömer'in lisanına koydu."

Yine Tirmizi, İbn-u Ömer kanalıyla Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir:

إِنَّ اللَّهَ جَعَلَ الْحَقَّ عَلَى لِسَانِ عُمَرَ وَقَلْبِهِ "Allah, hakkı Ömer'in lisanına ve kalbine koydu."

Ahmed, İbn-u Ömer kanalıyla Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir:

إِنَّ اللَّهَ تَعَالَى جَعَلَ الْحَقَّ عَلَى لِسَانِ عُمَرَ وَقَلْبِهِ "Allahuteala, hakkı Ömer'in lisanına ve kalbine koydu."

Bunun içindir ki bizler bu hadisleri alır ve Ömer'in "Ey seriye, dağa doğru!" şeklindeki sözünü, rivayetin sabitliğine göre kesin yada kesin olamayan şekliyle tasdik ederiz. Bu da resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in mezkur hadislerine binaendir.

8. Sa'd İbn-u Ebi Vakkas [Radıyallahu Anh]'ın nehri geçmesi hususunda varit olanlara gelince; yine geliş şekline göre rivayetin kesin yada kesin olmayan sabitliğine göre bunları da tasdik ederiz. Çünkü Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Sa'd'ın şahsını methetmiştir. Zira Ahmed'in Müsned'inde, Abdullah İbn-u Amr kanalıyla tahriç ettiği hadiste Salavatullahi ve Selamuhu Aleyh şöyle buyurmuştur:

أنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ أَوَّلُ مَنْ يَدْخُلُ مِنْ هَذَا الْبَابِ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ الْجَنَّةِ فَدَخَلَ سَعْدُ بْنُ أَبِي وَقَّاصٍ "Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurdu: Bu kapıdan ilk giren kimse cennet ehlinden olan kişidir. Derken Sa'd İbn-u Ebi Vakkas girdi."

Yine İbn-u Hıbban, İbn-u Ömer kanalıyla şöyle dediğini tahriç etmiştir: Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in yanında otururken şöyle buyurdu:

يدخل عليكم من ذا الباب رجل من أهل الجنة "Sizin üzerinize şu kapıdan girecek olan cennet ehlinden olan adamdır." Derken Sa'd İbn-u Ebi Vakkas göründü.

Yine Hakim'in Müstedrik-il Sahihiyen'in'de ve Beyhaki'nin Nübüvvetin Delilleri kitabında geçtiği üzere Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellm], Sa'd'ın duasına icabet etmesi için Allah Subhânehu'ya dua etmiştir. Nitekim İbn-u Hıbban, Kays İbn-u Ebi Hazım kanalıyla şöyle demiştir: Sa'd'ın şöyle dediğini işittim: Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], bana şöyle dedi:

اللهم استجب له إذا دعاك "Allah'ım sana dua ettiğinde ona icabet et."

Hakim, Müstedrik'inde bu hadis hakkında, "bu hadisin isnadı sahihtir" demiştir.

Nehir geçidindeki şehirlerin fethedilmesi sırasında nehrin geçilmesi rivayetinde ise Sa'd, askeri alarma geçirerek şöyle demiştir: "Dünya sizi helak etmeden önce düşmanla cihat edilmesi görüşüne vardım. Dikkat edin! Onlara doğru bu denizi yarmaya azmettim." Ardından Allah Subhânehu'ya dua etti ve askere şöyle seslendir: "Deyiniz ki: Allah'tan yardım isteriz, ona dayanırız, Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, muhakkak ki Allah velisine yardım eder, dinini galip kılar, düşmanını hezimete uğratır, Aliy-yul Azim olan Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur." Ardından harekete geçti, geçitteki insanları takip etti ve onları atlarıyla birlikte kuşattı...

Her ne kadar bazı rivayetlerde ileriye açınılmaması halinde nehirde atın sırtına ulaşacak şekilde sığ yerler olup ileriye açınılması (sığ olan yerlerin dışına çıkılması) halinde suyun oldukça yükseldiği, özellikle de nehrin Sa'dı yuttuğu sırada nehrin belirli sığ yerlerinden geçmiş olabilecekleri geçse de şehirlerin fethedilmesi rivayetinden Sa'dın ve askerilerin, nehrin suyu kabarık olduğu bir haldeyken nehre daldıkları anlaşılmaktadır.

Nitekim bazı rivayetlerde onlardan birisinin nehri geçerken boğulduğu geçmektedir. Zira İbn-ul Kelbi, Selil İbn-u Zeyd'in: "Irak'ın fethedilmesine şahit olduğunu ve Müslümanların şehirlere doğru giderken Dicle'de boğulduğunu ve ondan başka kimsenin boğulmadığını" zikretmiştir. Yine et-Taberi, Taberi Tarihi'nde Müslümanların hepsinin Dicle'yi sağ salim geçtiklerini ancak Ğargada adında Barak'tan bir adamın sarışın renkteki atının sırtından düştüğünü, bunun üzerine Gaga'a İbn-u Amr'ın atının yularını ona uzattığını onun da eliyle tutarak geçtiğini zikretmiştir.

Yani orada, boğulan kimse de vardır atının sırtından düşüp ardından Gaga'a'nın elinden tutup kurtulan kimse de vardır...

Ancak ister harikulade bir olay isterse bir maharet olsun önemli her halükarda Sa'd'ın duasına icabet edilmiş, onun da nusret ve düşmanın hezimete uğratılması için dua etmiş olmasıdır... Yine Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Sa'dın cennet ehlinden olduğunu ve duasına icabet edilmesi için ona dua etmiş olmasıdır. Dolayısıyla bizler, bu hadisleri alır ve geliş şekliyle sabitliğine göre kesin yada kesin olmayan şekilde rivayeti tasdik ederiz.

Velhasıl:

-Kainat, kanunlarına ve özelliklerine göre insanın hizmetine verilmiştir.

-Bu kanunlardan ve özelliklerden herhangi birisinin iptal edilmesi kainatın insanın hizmetine verilmesi hakkındaki amm nasslara ilişkin bir tahsistir.

-Dolayısıyla herhangi bir harikulade olayın tasdik edilmesi bir nassı gerektirir.

-Eğer burada bir nass yoksa olaylar, Allah'ın mahlukatı üzerine yarattığı fıtrata göre cereyan eder.

-Eğer burada bir nass varsa nebilerin birer mucizesi ve nebiler dışındakilerin -haklarında nass varit olan- birer kerameti olarak geldiği şekliyle ona iman ederiz.

-Bunun dışındakiler, yani haklarında bir nass varit olmayanlara gelince; takvası her ne olursa olsun Müslüman bir kimsenin yaptığı dikkat çekici herhangi bir amel yada söz, ne harikulade bir olaydır ne de kainat kanunlarının ihlal edilmesidir. Bilakis bunlar, amellerinde başarılı olmaları veya düşmanlarının şerrinden korunmaları bakımından Allah Subhânehu'nun kullarına yönelik bir muvaffakiyetidir.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Burada kimi insanlara isabet eden ve cinlere atfettikleri bir takım hastalıklar var. Keza cinleri gördüğünü, onları işittiğini, onlara emirler verdiğini, pek çok işi onların yardımıyla gerçekleştirdiğini veya onların insanların hizmetine verildiğini iddia eden kimseler de var. O halde insanlar ile cinler arasında hissedilen somut bir ilişki var mıdır?

Cevap:

1. Bizler açısından cinler mugayyibattandır. Dolayısıyla bizler onları göremeyiz. Allah Subhânehu şöyle buyurmuştur:

يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لاَ تَرَوْنَهُمْ "Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." [el-Arâf 27]

Yani İblis ve onun taifesi demektir. Diğer bir ifadeyle cin demektir. Zira iblis, cindendir.

إِلاَّ إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ "İblis cinlerdendi." [Kefh 50]

2. Onlarla olan ilişkimizde asıl olan şudur ki onlar, vesvese vermeye muktedirdirler. Allahuteala şöyle buyurmuştur:

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ "Derken şeytan onlara vesvese verdi." [el-Araf 20]

Ve şöyle buyurmuştur:

فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ "Derken şeytan ona vesvese verdi." [Taha 120]

Burada şeytan, iblistir ki o, cinlerdendir.

3. Şeytanların, isteyerek şeytana uyması dışında insanın üzerinde mücbir bir hakimiyeti yoktur. Allahuteala şöyle buyurmuştur:

وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الأَمْرُ إِنَّ اللَّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ إِلاَّ أَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي "(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaadetti, ben de size vaadettim ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir hakimiyetim yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz." [İbrahim 22]

Ve şöyle buyurmuştur:

فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآَنَ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آَمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُمْ بِهِ مُشْرِكُونَ "Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır." [en-Nahl 98-100]

4. Allah Subhânehu'nun açıkladığı bu aslın dışında herhangi somut bir ilişki, kendisine has olan bir nassa muhtaçtır. Dolayısıyla böylesi bir duruma ilişkin bir nass olduğunda bu nass uyarınca bu duruma iman ederiz.

Mesela Süleyman aleyhisselamın cinler üzerindeki hakimiyeti, onlara emretmesi ve nehyetmesi gibi... Bu durum hakkında nass varit olmuştur ki dolayısıyla ona imana ederiz. Nitekim Allahuteala, en-Neml suresinde Süleyman aleyhisselam hakkında şöyle buyurmuştur:

قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ قَالَ عِفْريتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ "(Sonra Süleyman) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir. Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi." [en-Neml 38-39]

Ve şöyle buyurmuştur:

وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَاءُ مِنْ مَحَارِيبَ وَتَمَاثِيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍ اعْمَلُوا آَلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ "Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman'a (onun emrine) verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdık. Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!" [Sebe 11-12]

5. Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], bir muamelenin cinle ilişkisi olduğuna dair "vahiy" yoluyla özel bir nass varit olmadığı sürece herhangi bir somut vakıayı beşeri muameleler babına göre çözerdi ve her vakıa bu şekildeydi. Mesela öldürülmüş bir adam bulunduğu zaman hakkında bir nass varit olmadığı sürece dikkatler onu cinin öldürdüğüne çekilmez. Hakeza Hayber'deki öldürülen adamın olayında insanlardan onu kimin öldürdüğüne dair araştırılma yapılmış ve dikkatler cinlere çekilmemiştir:

Muslim, Sahih'inde şunu tahriç etmiştir: Abdullah İbn-u Sehl ve Muhayyisa, telaşlı bir şekilde Hayber'e doğru yola çıktılar. Derken Abdullah İbn-u Sehl, bir kimsenin öldürülüp bir kuyuya yada dağa atıldığını haber verdi. Bunun üzerine bir Yahudi gelerek vallahi onu siz öldürdünüz dedi. Onlar dediler ki: Vallahi onu biz öldürmedik... Ardından mesele Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e intikal edince şöyle dedi:

إِمَّا أَنْ يَدُوا صَاحِبَكُمْ وَإِمَّا أَنْ يُؤْذِنُوا بِحَرْبٍ فَكَتَبَ رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْهِمْ فِي ذَلِكَ فَكَتَبُوا إِنَّا وَاللَّهِ مَا قَتَلْنَاهُ "Ya arkadaşınızın diyetini öderler yada savaş açmış olurlar. Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], onlara bu hususta bir mektup yazdı. Onlar da vallahi onu biz öldürmedik şeklinde bir mektup yazdılar."

Kıssa meşhurdur ve olayın araştırılması hususunda ne yakından ne de uzaktan bunun bir cin işi olduğu konusuna girilmemiştir.

6. Binaenaleyh madem ki herhangi bir olay hakkında cinlerle somut bir ilişkinin olduğunu zikreden bir nass varit olmamıştır o halde cinler ile insan arasındaki ilişki bir vesvese ilişkisinin ötesine geçemeyecek şekilde kalır.

Madem ki Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in rısaleti, risaletlerin sonuncusudur ve ondan sonra vahiy kesilmiştir o halde yeni bir nass yoktur. Bunun içindir ki bizler ile cinler arasında somut bir ilişki yoktur. Bilakis sadece vesvese ilişkisi vardır. Ayrıca dediğimiz gibi kişi isteyerek icabet etmediği sürece kişi üzerinde cinlerin vesvesesinin bir hakimiyeti de yoktur.

Raşit Halifeler dönemindeki somut hususlar da bu şekilde çözülmekteydi. Zira öldürme veya hırsızlık veya hastalık veya dolandırıcılık gibi herhangi bir somut vakıada dikkatler cinlere çekilmezdi. Bilakis insana çekilirdi. Çünkü özel bir nass varit olmadıkça cinlerin ilişkisi bizzat vesvese ilişkisidir. Madem ki Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den sonra özel bir nass yoktur o halde somut vakıaların hepsi cinlerden değil insandadır. Zira onların dünyası bizim dünyamızdan farklıdır ve bizlerle olan ilişkileri sadece vesvese ilişkisidir.

Binaenaleyh insan hastalandığında konunun cinlerle bir ilgisi yoktur. Bilakis hastalık, İslam'da geçene göre, yani tedavi ile tedavi edilir:

İster deva hadiste geçtiği gibi somut olsun ki Usame İbn-u Şerik kanalıyla şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e geldim ve adeta ashabından çıt çıkmıyordu. Selam verdim sonra da oturdum. Derken oradan buradan Arabiler gelerek dediler ki: Ey Allah'ın resulü tedavi olmalı mıyız? O da dedi ki:

تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلاَّ وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ الْهَرَمُ "Tedavi olunuz. Zira Allah [Azze ve Celle], bir tek yaşlılık dışında şifasını yaratmadığı hiçbir dert yaratmamıştır." Yani ölüm dışında demektir. [Ebu Davud tahriç etti]

İster deva, Muslim'in müminlerin annesi Aişe [Radıyallahu Anhe]'den tahriç ettiği hadiste geçtiği gibi dua ve rukâ (efsun) yaptırmakla olsun.

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ كَانَ يَرْقِي بِهَذِهِ الرُّقْيَةِ أَذْهِبْ الْبَاسَ رَبَّ النَّاسِ بِيَدِكَ الشِّفَاءُ لاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ أَنْتَ "Resulullah, şu şekilde efsun yapardı: Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider. Şifa senin elindedir. Senden başka onu keşfedici yoktur."

İsterse Kur'an'dan veya sünnetten benzeri dualar veya onlara uygun herhangi bir dua ile olsun.

Ancak hastalığın şifa bulması amacıyla kendilerinin cinlerle ilişkisi olduğunu iddia eden kimselere başvurmak dolandırmak ve paralarını batıl yolla yemek amacıyla sıradan insanları kandıran deccallerin yaptığı, bir dolandırıcılık ve aldatmadır.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Bizler, Kitleleşme kitabının 6. sayfasının son kısmında şöyle diyoruz: "İslamcı hareketler üzere kaim olanlar, açık-genel bir şekilde İslam'a davet ediyorlar..."

Soru şudur:

a-    Açık-genel bir şekilde İslam'a davet etmek ne demektir? Örneklerle birlikte bu nasıl olmaktadır?

b-    Hareketlerin İslam'a açık-genel şekilde davet etmelerinin caiz olmadığına dair deliller nedir?

Cevap:

Açık-genel şekilde davet, ona kendisinden olmayan şeylerin girmesine mani olacak şekilde berrak ve sınırlı olmamasıdır. Bilakis davete muhalif olmadığı veya maslahat olduğu yada benzeri gerekçeler altında diğer fikirlerin kendisine gireceği kapıları aralamış olmasıdır.

Dolayısıyla fikri berrak, mefhumları vazıh ve hedefleri sınırlı olmayan bir davet sahibi kimse, demokrasinin bir küfür nizamı olduğunu, sosyalizmin İslam'dan olmadığını ve meclis tarafından yapılan yasamanın bir cürüm olduğunu asla idrak edemez... Aynı şekilde başkalarında olan bilim ve sanayiden hangisinin alınmasının caiz olduğunu ve hayat hakkındaki hadarat ve mefhum gibi şeylerin alınmasının caiz olmadığını da asla idrak edemez... Bu kimse salatı kılabilir ve oruç tutabilir... Bu da İslam'a açık bir şekilde davet ediyor olmasından dolayıdır. Nitekim İslam devletinin son zamanlarında Müslüman alimlerin Batıdan bilim, sanayi ve icadın alınmasının caiz olması ile hayat hakkındaki hadaratın ve mefhumların alınmasının caiz olmaması arasını ayırt edememelerinin açık olduğu anda İslam ümmetine isabet eden şey de işte buydu.

Yolca onların misali, kültür ile bilim ve hadarat ile medeniyet hususunda İslam ile Batı arasını uzlaştırma fikrini taşıyan gurup gibidir. Bu kişiler ise kalkınma veya ıslah veya muasır alimler olarak isimlendirilmiştir. Açık İslam anlayışı, işte bu alimler yüzünden ortaya çıkmıştır. Böylece İslam'ı anlama kapısı arkasına kadar aralanmış, İslam'dan olmayan şeyler İslam'a girmeye başlamış ve İslam'ı anlama hususundaki şeri kaideler bir denetleyici ve şeriatın dışına çıkmayı engelleyici olmak yerine bu kapıyı açan bir anahtar haline gelmiştir. Böylece onlar nezdinde İslam, mevcut toplum ve egemen fikirle uzlaşsın diye nasslarının taşıyamayacağı şekilde tefsir edilmeye başlanmıştır. Bundan dolayı da bu bakış açısıyla örtüşsün diye "zamanın ve mekanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez", "adetler muhkemdir" ve "Müslümanların güzel olarak gördüğü Allah katında da güzeldir" gibi şeri dayanağı olmayan külli kaideler ortaya çıkarılmıştır... Pek çok şeri nassı da savunma cihadı ve çok eşlilik ancak gerekçelerle olur sözü gibi bunların iptal edilmesini kast eden bir tefsirle tefsir ettiler...

Bu, açık şekilde davet hakkındadır.

"Genel" şekilde olmasına gelince; çözümlerinin detayları olmaksızın İslam'a genel olarak davet etmeleridir. Mesela "Çözüm İslam'dır", "Her iki dâr da kurtuluşu gerçekleştirecek olan İslam'dır" ve "En güzel nizam İslam'dır" ve benzerlerini söylemektedirler. Ardından kendilerine İslam'ın hayat nizamlarına ilişkin çözümleri ve İslam'ın nizamlarını tatbik edecek İslam Devleti hakkında sorulduğunda susup kalmaktadırlar. Keza kendilerine mevcut nizamların İslam nizamına nasıl dönüştürüleceği sorulduğunda da şaşırıp kalmaktalar, kekelemekteler ve etraflarına bakmaktadırlar. Bu senden uzak olmasa da temiz çıkmak için rüzgarla yarışmaya kalkışırlardı.

Açık-genel bir şekilde İslam'a davet edilmesinin caiz olmadığının deliline gelince; bu, Allah Subhânhu'nun kitabında ve Resulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in sünnetinde ayrıntılı bir durumdur. Nitekim Allah Subhânehu şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الإِسْلامُ "Allah katında din ancak İslam'dır." [Âl-i İmran 19]

وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ "Her kim İslam'dan başka bir din ararsa bu ondan asla kabul edilmeyecektir." [Âl-i İmran 85]

Aynı şekilde hüküm, ekonomi, evlilik ilişkileri, kafirlerin dost edinilmemesi, zina edenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi ayetlerini zikrettiği gibi İslam nizamlarının, bunlara başkasının karışmadığı birer seçkin nizam olduğunu da açıklamıştır...

حَتَّى يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ "Sonunda habisi temizden ayıracaktır." [Âl-i İmran 179]

ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِنَ الأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَ الَّذِينَ لا يَعْلَمُونَ "Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. O halde sen ona uy; bilmeyenlerin hevalarına uyma." [Casiye 18]

لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا "Sizden her biriniz için bir şeriat, bir de metot kıldık." [Maide 48]

Allah Subhânehu'nın kitabı ve Resulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in sünnetinde bunların dışında pek çok şey vardır.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Ekonomik kriz, tüm dünyayı yiyip bitirmeye devam etmektedir. Mesela Amerika'nın birçok devlete özellikle de Çin'e büyük borçları vardır. O halde Amerika, dolar basarak Çin'e olan borçlarını kapatabilir mi yoksa IMF kanunları buna engel mi olur?

Cevap: Amerika, IMF'nin onayıyla veya gizlice, hatta onun onayı olmadan "alenen" kağıt para basabilir. Zira IMF üzerinde fiili nüfuza sahip olan Amerika'dır. Dolayısıyla sahte gerekçeler göstererek meselenin hakikatini gizleyebilir ve bunu da IMF'ye dayandırabilir! Ancak böylesi bir yöntemle kağıt para basılması, doların değerinin düşmesine, dolayısıyla enflasyona, yani fiyatların yükselmesine yol açar. Bunun içindir ki baskın bir çıkarı olmadıkça Amerika, buna yeltenmez.

Mesela haberler, petrolün varil fiyatının 150 dolara kadar yükselmesine neden olan ve "arkasında Amerika'nın olduğu" petrol spekülasyonları sırasında Amerika'nın "iki (2) ila dört (4) trilyon" arasında kağıt para bastığını aktardılar. Dolayısıyla Amerika, rezervlerine eklemek üzere doğrudan veya dolaylı şekilde petrolün en büyük oranını satın alabilmek için bu kağıt paraları basmıştır ki o, bunda fiyatların yükselmesi ve doların düşmesinin ötesinde kendisi için bir çıkarın olduğunu görmüştür. Ancak Amerika, küresel ekonomik krizin tırmanmaya başlamasıyla bunu durdurmuştur. Çünkü Amerikan piyasaları, pek çok şirketin iflası, borçların artması, üretimin ve tüketimin düşmesi nedeniyle artan enflasyonu kaldırabilecek bir durumda değildi.

Amerika'nın büyüyen bir ekonomik karşılığı olmaksızın şu anda kağıt para basması imkansızdır ve bu da görünür gelecekte devam edebilir.

Ancak Amerika, herhangi bir zamanda karşılıksız para basımında kendisi için bir çıkar görürse bunu yapar. Zira diğer devletlerin rezervine oranla büyük oranda nakdine tahakküm eden tek devlet olmasının yanı sıra IMF üzerinde fiili nüfuzu vardır.

Binaenaleyh Amerika, ödemesi gereken borçları kapatmak için şu anda para basmış olsa bile şu iki sebepten dolayı bunun hiçbir faydası olmaz:

Birincisi: Çünkü kağıt paranın değeri düşecektir. Zira piyasaya sürülen para miktarı ne kadar artarsa değeri de o kadar azalacaktır. Dolayısıyla alacaklı ile borçlu arasında ekonomik sorun meydana gelecektir. Mesela alacaklı olan devlet de Çin gibi büyük bir devlet olduğunda bu, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri etkileyecek ve Amerika'nın ekonomik krizini olduğundan daha fazla arttıracaktır. Hele ki Amerika ile Avrupa, krizi yalnız başına bırakmayıp ondan çözümüne katkıda bulunmasını istemişlerken.

İkincisi: Ekonomik bir karşılığı olmayan piyasaya sürülmüş kağıt paranın artması Amerika içerisinde emtia fiyatlarının artmasına yol açacaktır ki Amerika'daki ekonomik piyasalar bunu kaldıramaz...

Tüm bunlardan dolayı Amerika'nın büyüyen ekonomik bir karşılığı olmaksızın yeni bir kağıt para basması en azından görünür gelecekte beklenmemektedir.

Ancak dediğimiz gibi bu bir muhtemel olarak durmaktadır. Zira Amerika, siyasi yada ekonomik olsun muhtemel bir çıkarının olduğunu gördüğünde hem dolarının dünyanın pek çok devletin rezervine yayılması hem de IMF üzerindeki fiili nüfuzunun dürtüsüyle bunu yapacaktır.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: İçtimai Nizam kitabının "Kadına Bakmak" bölümünde şöyle geçmektedir: "Bir kadınla evlenmek isteyen kimse, halvette bulunmaksızın ona bakabilir. Câbir, Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

إذا خطب أحدكم المرأة فإن استطاع أن ينظر إلى ما يدعوه إلى نكاحها فليفعل. قال: فخطبت امرأة فكنت أتخبأ لها حتى رأيت منها ما دعاني إلى نكاحها فتزوجتها "Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediğinde, onu nikahlamaya götürecek yere bakma imkânı varsa yapsın." [el-Hâkim tahriç etti ve Muslim'in şartına göre sahih dedi]

Yine 48. sayfanın sondan bir önceki paragrafında şöyle geçmektedir: "Yani mümin erkeklerin gözlerini sakındırmaları vaciptir. Ancak dünürcü erkekler müstesnadır. Zira bunlar, dünürcü olmak istedikleri kadınlara bakabilmeleri için gözlerini sakındırmayabilirler. "

O halde nişanlıdan maksat nedir? Kadınla nişanlılık sonrası mı yoksa kadınla nişanlılık öncesi midir? Eğer kadınla nişanlanılması öncesiyse nişanlı, bir kadın üzerinde karar kılana kadar bir o kadına bir bu kadına bakan kimse mi yoksa muayyen bir kadını nişanlamaya karar veren kimse midir?

Cevap:

Lügatte [إذا] şart edatı, mazi fiile karine olarak geldiğinde fiili yapmayı ifade etmesinin yanı sıra yapma hükmünde, yani yapılmak üzere veya yapma esnasında olanları da ifade eder.

Yani bu, fiilen veya hükmen fiili yapma olmak üzere her ikisini de ifade eder. Ancak o ikisinden birini belirleyecek olan bunlara dair varit olan karinedir.

Mesela şu ayet-il kerime:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُءُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَيْنِ "Ey iman edenler! Salatı ikame etmeye kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız." [Maide 6]

Buradaki "إذا قمتم" [kalktığınız] zaman ifadesi, salat için kıyama kalktığınızda gidin ve abdest alınız demektir. Fiilen salatı eda ettiğiniz zaman gidin ve abdest alınız demek değildir. Çünkü abdest, salattan önce gelir.

Hakeza "Sizden biriniz evlenmek istediğinde" ifadesi de nişanlanmak istediğinde anlamına gelen fiilen veya hükmen evlenmek istenmesi halini kapsar.

Ancak fiili yapmayı istemenin fiilin yapma hükmüne girmesi için fiili yapmayı isteyenin fiili yapmada ciddi olması şartı koşulmuştur. Aksi takdirde mana bunu kapsamaz. Bunun içindir ki "Maliki, Şafi ve Hanbeli" olmak üzere Cumhur-ul Fukaha, nişanlının bakmasının meşru olması için kadına bakan kimsenin kadını nikahlamayı isteyen, icabet etmesini belirgin bir şekilde ümit eden olmasını veya kadının nikahına icabet edeceğini veya zannı galiple icabet edileceğini bilmesini şart koşmuşlardır. Hanefiler ise diğer şartlar olmaksızın kadının nikahının istenmesi şartıyla yetinmişlerdir.

Velhasıl; bakmanın kendisine caiz olduğu kimse fiilen veya hükmen evlenecek olan kimsedir. "Hükmen" kelimesinin manası, kendisiyle evlenmesi için kadınla nişanlanmakta ciddi olmasıdır. Yoksa bir kadın üzerinde karar kılınıncaya kadar sırf birine ve diğerine bakmak için değildir. Çünkü açıkladığımız gibi "evlenmek istediğinde" ifadesinin anlamı fiilen veya hükmen kastettiği kadınla nişanlanmaya yönelmiş kişidir. Yoksa fiilen veya hükmen nişanlanmada ciddi olmaksızın gözden geçirmek için değildir. Bu da Allah Subhânehu'nun hakikatini bildiği bir durumdur ve saklı olan hiçbir şey ona gizli kalmaz. Dolayısıyla fiilen veya hükmen nişanlanmak için bir bakış olmadığında kıyamet günü bundan sorulacaktır. Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Anayasa Mukaddimesi'nde şöyle geçmektedir: "Madde-140- Ümmetin fertlerinden her bir ferdi, kamu mülkiyeti kapsamında olanlardan faydalanma hakkına sahiptir. Devletin, tebaanın geri kalanı olmaksızın bir kimsenin kamu mülkiyetlerini sahiplenmesine ve veya işletmesine izin vermesi caiz değildir."

Kitaplarımızda şu hadis varit olmuştur:

المسلمون شركاء في ثلاث... "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar..."

Şu hadis de varit olmuştur:

الناس شركاء في ثلاث... "İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar..."

Soru aşağıdaki şekildedir:

Söz konusu madde, faydalanma hakkının ümmetin fertlerine ait olup tabiyet taşıyan kimseler veya tebaanın fertlerine ait olmadığını ifade etmektedir. Aynı şekilde hadislerden birinin Müslümanları, diğerinin insanları ifade ettiği de mülahaza edilmektedir. O halde bizler, ammın has üzerine hamledilmesi kaidesi ile amel edip rivayetlerin birinde geçen "insanlardan" maksadın Müslümanlar olduğunu mu anlamış oluyoruz? Böylelikle (hakkında birbirine destekleyen delillerin varit olduğu üzere kamu hizmeti dışında) zimmet ehlinin kamu malında hakkı olmamakta mıdır, yoksa bu meseleye ilişkin başka bir anlayış mı vardır? Allah sizleri mübarek kılsın.

Cevap:

1. 140. madde şunu ifade etmektedir: "Ümmetin fertlerinden her bir ferdi, kamu mülkiyeti kapsamında olanlardan faydalanma hakkına sahiptir. Devletin, tebaanın geri kalanı olmaksızın bir kimsenin kamu mülkiyetlerini sahiplenmesine veya işletmesine izin vermesi caiz değildir."

"Ümmet" kelimesi müşterek lafızlardandır. Yani birçok manası olup bir, cemaat, Müslümanlar, tebaa ve din... manasına gelir.

Mananın tahdidi ise karine vasıtasıyla olur.

Bizler bu metinde ümmet kelimesiyle açık bir şekilde "tebaa" kelimesini kastettik. Zira maddenin sonunda şu ifadeyi zikrettik: "...tebaanın geri kalanı olmaksızın..."

Bu, maddenin metninin anlaşılması açısındandır.

İki hadisin anlaşılması ve iki hadiste geçen "insanlar" ve "Müslümanlar" lafzından kastedilenin tebaa olduğunun istinbat edilmesi açısından olana gelince; aşağıdaki şekildedir:

2. Tahsis, beyan demektir. Mesela hem amm bir lafız hem de ondan daha amm bir lafız varit olduğunda bakılır: Eğer birinci amm lafız, daha amm olan ikinci lafzı beyan eden ise onun için bir tahsis olur. Yok eğer değilse her ikisi de tahsis yoluyla beyana muhtaç olarak kalırlar. Dolayısıyla amm, daha amm olanın fertlerinden bir fert olur.

"İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar..." ve "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar" hadislerinin ilkindeki "insanlar" kelimesi, ikincisindeki "Müslümanlar" kelimesinden daha ammdır. Ancak iki nass da başka bir beyana ihtiyaç duymaktadır. Çünkü "Müslümanlar" kelimesi "insanlar" kelimesini tahsis eder derseniz dolayısıyla bu husustaki şeri hüküm, kamu mülkiyeti Müslümanlara ait olmuş olur ki bu doğru olmaz. Çünkü kamu mülkiyeti, Müslümanlara ait değildir. Zira İslam devletinin dışında yaşayan, yani tebaasından olmayan Müslümanın kamu mülkiyetinde hiçbir hakkı yoktur ve bu da gayet açıktır.

Bunun için deriz ki "insanlar" amm bir lafızdır ve "Müslümanlar" onun fertlerinden bir ferttir. Ardından hem insanlar hem de "insanlar" lafzının fertlerinden bir fert olan "Müslümanlar" lafzı için tahsis yoluyla bir beyanı araştırırız ki böylece Büreyde hadisini buluruz:

... ثم ادعهم إلى التحول من دارهم إلى دار المهاجرين، وأخبرهم أنهم إن فعلوا ذلك فلهم ما للمهاجرين وعليهم ما على المهاجرين، فإن أبوا أن يتحولوا منها فأخبرهم أنهم يكونون كأعراب المسلمين يجري عليهم الذي يجري على المسلمين، ولا يكون لهم في الفيء والغنيمة شيء إلا أن يجاهدوا مع المسلمين "...Sonra onları kendi dârlarını muhacirlerin dârına çevirmelerine davet et ve onlara, eğer bunu yaparlarsa muhacirler lehine ve aleyhine olanların onlar için de olacağını haber ver. Eğer onu muhacirlerin dârına çevirmeye karşı çıkarlarsa onlara, Müslümanlara uygulananların kendilerine uygulandığı Müslüman Araplar gibi olacaklarını ve Müslümanlarla birlikte cihat etmedikleri müddetçe feyde ve ganimette hiçbir hakları olmayacağını haber ver."

İşte bu hadis, Dâr-ul İslam'a dönüp devlet tabiyeti taşımayan bir kimsenin Müslüman olsa bile tebaanın haklarından her hangi bir hakka sahip olmayacağı hususunda sarihtir. Yani "insanlar" ve "Müslümanlar" lafzı Büreyde hadisi, yani tebaa ile tahsis edilmiştirler.

Böylece şeri bu husustaki hükmün, kamu mülkiyeti Dâr-ul İslam'da yaşayıp tabiyet taşıyan kimselere ait olduğunu anlarız.

3. Bu, soruda zikrettiğiniz iki hadisten şeri hükmün istinbat edilmesi açısındandır ki o da aşağıdaki şekildedir:

"İnsanlar" hadisi ammdır.

"Müslümanlar" hadisi ammın fertlerinden bir ferttir.

Büreyde hadisi: "İnsanlar" ammını tahsis edendir. Yani ister Müslümanlardan isterse gayrimüslimlerden olsun sadece tebaadan olan kimselerdir.

4. Ancak zimmet ehline intibak eden sarih nasslar da vardır ki bunlardan biri şudur:

Yollar kamu mülkiyetindendir. Tirmizi, Âişe [Radıyallahu Anha]'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

كان على رسول الله ثوبان قطويان غليظان، فكان إذا قعد فعرق ثقلا عليه، فقدم بَزٌّ من الشام لفلان اليهودي، فقلت لو بعثت إليه فاشتريت منه ثوبين إلى الميسرة... "Resulullah'ın üzerinde pamuktan kalın iki elbise vardı. Oturduğunda üzerindeki ağırlığından dolayı terlerdi. Derken falan Yahudi için Şam'dan kumaş geldi. Dedim ki: Keşke ona haber gönderseydin de rahat iki elbise alsaydın."

İslami Devlet'te yaşayan bu Yahudi, ticareti için Müslümanların yollarını kullanıyordu ve yollar bir kamu mülkiyetiydi.

Sahabe, Şam Nasranilerinin Müslümanlarla birlikte Şam nehirlerinden içmeleri üzerinde icmaa etmiştir. Aynı şekilde hem Irak ve Bahreyn'de Mecusilik üzere kalanlar hem de Mısır'daki Kıptiler Nil'den içiyorlar, sulanıyorlar ve hep birlikte ormanlardan odun topluyorlardı.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: "Değişim", insanın kontrol ettiği dairede midir? Şayet durum böyleyse insan, zamanın ve mekanın değişimine tahakküm edebilir mi? Dolayısıyla zaman uzar ve değişim meydana gelmezse bu, değişim için çalışanların hatalı olması mı demektir? Yoksa "değişim", insanı kontrol eden dairede midir? Şayet böyleyse o halde: إِنَّ اللَّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Muhakkak ki Allah, bir kavimde olanı değiştirmez, tâ ki onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe!" [er-Ra'd 11] ayet-il kerimesinin medlulü nedir?

Cevap: Soruda geçen "değişim" kelimesinden maksat "değişim için çalışmaksa" evet değişim insanın kontrol ettiği dairede yer alır ve bu husustaki şeri hükümler vazıhtır.

Yok eğer değişimden maksat: "onu gerçekleştirmekse" bu doğru değildir. Çünkü değişimi gerçekleştirmek insanı kontrol eden dairededir. Dolayısıyla bazen insan, ciddiyet ve gayretle çalıştığı halde arzulanan değişim istendiği gibi meydana gelmeyebilir. Bazen de değişim kısa yada uzun bir zaman geçtikten sonra gerçekleşebilir ...

İnsan, amelinden dolayı muhasebe edilmeden önce kendisini muhasebe etmelidir ki kusurları telafi etsin, ciddileşsin, gayret göstersin, bu üslubu alsın, şu üslubu terk etsin, sulukunda bulanıklık gözlemlediğinde onu değiştirsin ve Allah Subhânehu ile bağını güçlendirsin.

Ancak tüm bunlar, şerden hayra ve batıldan hakka değişim için çalışmanın gerekliliğini gerektiren şeri hükmün edası içindir.

Ancak bunun şu yada bu yerde bugün yada yarın malum bir zamanda yakinen gerçekleştirilmesi insanının kontrol ettiği dairede değildir. Bilakis bu insanı kontrol eden dairededir.

Bunun delili ise Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in siretinden ve fillerinden dolayıdır. Zira Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Mekke'de gönderildi ve orada on senenin üzerinde çalıştı. Buna rağmen değişim meydana gelmedi... Burada Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in çalışmasında hata etmiştir diye bir şey söz konusu olamaz.

Ardından o gurup Mekke'ye geldi... Birinci ve İkinci Akabe Biati gerçekleşti... Musab [Radıyallahu Anh], bir sene içerisinde Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Mekke'de gerçekleştirdiğinin çok çok üzerinde olan Medine'de bir değişim meydana getirdi. Oysa Musab'ın çalışması, kesinlikle Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in çalışmasıyla kıyas edilemez... Ardında devlet Mekke'de değil Medine'de kuruldu...

Binaenaleyh değişim için en güzel muhkem bir amelle çalışmak, üslupları ve imkanları güzelleştirmek ve birçok mekanda çalışmak... tüm bunlar insanın kontrol ettiği ve muhasebe edileceği dairedir. O halde yol uzasın yada kısalsın insan değişim için ciddiyetle çalışmalı, yolun zorlukları azmini kırmamalı, musibetler onu pes ettirmemeli ve engeller azmini zayıflatmamalıdır. Aksine dimdik olan sıra dağlar gibi hak üzere sebat ederek yüce dağlar şeklinde dosdoğru kalmalı, en güzel muhkem amelinden dolayı gece-gündüz kendisini muhasebe etmeli, Allah'a dayanmalı, kendisine nusret vermesi ve lütufta bulunması için gece-gündüz O'na dua etmelidir...

Değişimi gerçekleştirmeye gelince; bizi kontrol eden dairededir. Dolayısıyla bizler, bugün yada yarın şu zamanda yada şu mekanda onu gerçekleştiremeyiz. Bunun içindir ki yolun uzaması veya zorlukların üst üste binmesi durumunda karamsarlığa veya ümitsizliğe kapılmamız doğru değildir. Aksine çalışmaya devam etmeli, sadakati, ihlası, ciddiyeti ve gayreti elde etmeye çalışmalı, üslupları güzelleştirmeli ve gözden geçirmeliyiz... Muhakkak ki Allah, salihleri iktidar kılacaktır.

Yine yolun uzaması, insanın değişim için çalışmasının illa da başarısız veya hatalı olduğu anlamına gelmez. Zira Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Mekke'de değişim için çalışmış, kendisine karşı koyulmuş, birçok kez nusret talebinde bulunmuş, ancak onlar bunu reddetmiş, hatta bazılarının tepkileri kanlı olmuştur... Ardından Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in gönderildiği Mekke'de değil de Medine'de nusret meydana gelmiştir... Hiçbir kimse, Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], başarısız yada hatalı olup Musab [Radıyallahu Anh]'ın çalışmasında kusursuz olduğunu aklının ucundan bile geçirmesin!

Şu ayet-il kerimeye gelince:

إِنَّ اللَّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Muhakkak ki Allah, bir kavimde olanı değiştirmez, tâ ki onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe!" [er-Ra'd 11] Şeri bir hükme ilişkindir ki o, arzulanan değişim için çalışan bir kimse ciddiyet, gayret, sadakat ve ihlas ile çalışmalıdır. Zira Allah Subhânehu, değişimi tembeller ve uyuyanlar için değil bilakis ciddiyet, gayret, sadakat ve ihlas ile çalışanlar için gerçekleştirecektir.

Velhasıl:

1. Arzulanan değişim için çalışmak bir farz olup insanın kontrol ettiği dairededir.

2. Değişimi bugün yada yarın şu veya bu mekanda gerçekleştirmek insanı kontrol eden dairededir. Bunun içindir ki vaat edilen nusret geciktiğinde ümitsizliğe kapılmak veya oturmak caiz değildir.

3. Yolun uzaması çalışanların illa da hatalı olduğu anlamına gelmez. Bilakis bu, Allah Subhânehu'nun şöyle buyurduğu gibidir:

إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا "Kesinlikle Allah emrine galiptir. Allah, her şey için bir kader koymuştur." [et-Talâk 3]

4. Allah Subhânehu, değişimi tembeller ve uyuyanlar için değil bilakis sadık ve muhlis şekilde çalışanlar için gerçekleştirecektir. Allah, Veliyy-ut Tevfîk'tir.

 

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Ülkemizde bir savunma avukatı olarak görev yapmak caiz midir? Bizim burada ülke çapında ünlü avukatlardan biri sayılan ve bu ününden dolayı televizyona çıkan iyi bir üstaz var. Bu kişi, bazı mazlum kimselerin savunma avukatlığı görevini üstlenmektedir... Burada bazı kardeşler, böyle bir görevin caiz olup olmadığını sormaktadırlar. Savcı hakkındaki şeri hüküm, savunma avukatlığı hakkındaki şeri hükümden farklı mıdır? Ayrıca savunma avukatı, kişinin hak sahibi olduğuna kanaat getirir ve rüşvet gibi meşru olmayan bir araç kullanmaksızın bunu elde etmesi zorlaşırsa bu durumda hakkın hak sahibine döndürülmesi maksadı güttüğü sürece bu caiz midir?

Cevap: Avukatlık görevi açısından olana gelince:

1. Avukatın "savcılık" görevini yapması caiz değildir. Çünkü onun bu görevi, şeriat tatbik edilmediği sürece yasa ve suçlama bakımından otoriteyi savunmayı gerektirir. Bunun içindir ki otoritenin vekilliğini yapmak caiz değildir ve avukatın bir savcı olarak görev yapması için herhangi bir mazeret aranmaz. Zira bu haramdır.

2. Savunma avukatının savunması, şeriata göre kişinin sabit olan hakları hususunda mazluma yardım etmek üzerine olursa görevini yapması caizdir. Ama şeriata göre değil de beşeri hukuka göre sabit olan haklarsa bunları savunmak caiz değildir.

Mesela İslam, hak kelimesini söylemesinden dolayı zulme maruz bırakılan ve hapse atılan bir kimsenin savunulmasını ve onun hapisten çıkarılmasını gerektirir. Bunun içindir ki savunma avukatının bu kimsenin üzerindeki zulmü kaldırmaya ve hapisten çıkarmaya yönelik görevi, sahih olan vacip bir görevdir.

Mesela İslam, hırsızlığa maruz kalan bir kimsenin çalınan malının ona iade edilmesini gerektirir. Bunun içindir ki bu kimsenin çalınan malını almak için savunma avukatının onu savunması caizdir.

Mesela İslam, bir kısmı peşin geri kalanı taksitle olmak üzere bir bedel karşılığında evini satan ve evi satın alıp eve oturduğu halde müşterinin bedelin bir kısmını ödeyip geriye kalanı reddetmesi veya inkar etmesi halinde satıcının müşteride olan hakkının ona iade edilmesini gerektirir. Bunun içindir ki müşterinin inkar ettiği evin bedelini almak amacıyla savunma avukatının onu (satıcıyı) savunması caizdir.

Böylece savunma avukatının zulmü kaldırmaya ve sahibi için şeran sabit olan hakları geri döndürmeye yönelik görevi, sahih bir görevdir.

Ancak şeriata muhalif olduğu halde beşeri hukuka göre kişinin bir hakkı sabit olursa savunma avukatının onu savunması caiz değildir:

Mesela bir kişi, akdi batıl olan bir anonim şirketine ortak olur ve ortaklara yönelik kar dağılımı sırasında hissesine göre kendisine verilen karın, hak ettiğinden daha az olduğunu görürse bu durumda savunma avukatının, beşeri hukuka göre sabit olan bu hak şeriata muhalif olduğu sürece sahibine geri döndürmek amacıyla bu hakkı savunması caiz değildir. Çünkü bu şirket, batıldır ve bunun sonucunda oluşan karları da şeriat ikrar etmemektedir. Müslüman için vacip olan bu şirketten ayrılmasıdır.

Mesela bir kişi, belli bir faiz karşılığında parasını bankaya yatırır ancak banka, üzerinde anlaştıkları faiz oranına göre kendisine daha az para verirse bu durumda savunma avukatının, bu hak beşeri kanuna göre sabit olup şeriat göre muhalif olduğu sürece kişiye geri döndürülmesi amacıyla bu hakkı savunması caiz değildir. Zira onun için bu hak, faizli bankaların onayladığı beşeri hukuka göre sabit olsa da şeriata göre sabit değildir. Müslüman için vacip olan bankayla girdiği bu faizli muameleyi iptal etmesidir.

Böylece zulmün kaldırılması ve şeran sabit olan bir hakkın sahibine döndürülmesi için olduğunda savunma avukatının görevini yapması sahihtir. Ancak savunma avukatının görevi, beşeri hukuka göre sabit olup şeriata muhalif olan sabit hakların savunulması amacıyla olursa caiz değildir.

Ancak savunma avukatı, şeran sabit olan bir hakkın sahibine iade edilmesi amacıyla hakkı sahibine döndürmek maksadıyla olsa bile rüşvet yada benzeri bir şey vermek gibi meşru olmayan araçlar edinirse bu caiz değildir. Çünkü elde edilmesi istenilen maslahat ister hak isterse batıl olsun rüşvet haramdır. Çünkü rüşvetin haramlılığı hususunda varit olan nasslar, sadece batıl olan maslahatın elde edilmesiyle illetlendirilmiş şekilde gelmediği gibi sadece batıl olan maslahatın elde edilmesine mahsus olmayan genel bir şekilde gelmiştir. Bu da nasslarda açıktır:

Ahmed, Edu Davud ve İbn-u Mace, Abdullah İbn-u Amr'dan Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

لعنة الله على الراشي والمرتشي "Allah'ın laneti, rüşvet verenin ve rüşvet alanın üzerine olsun."

Ahmed, Sevban'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

لعن رسول الله الراشي والمرتشي والرائش يعني الذي يمشي بينهما "Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], rüşvet verene, rüşvet alana ve ikisi arasında gidip gelerek rüşvete aracılık edene lanet etti."

İşte bu hadisler geneldir. Dolayısıyla bir hakkın yada bir talebin hakkı için olsun yada olmasın her rüşveti kapsayacak şekilde geneldir. Ayrıca rüşvetin haramlığı hususunda gelen bu nasslar, rüşvetin haramlığını herhangi bir illetle illetlendirmemiştir. Ne bunlarda ne de herhangi başka bir nassta illet yoktur ki rüşvetin haramlığına dair bir illet istinbat edilsin...

Bunun içindir ki savunma avukatının kastı, kendince rüşvet olmaksızın hakkı sahibine döndürmenin zor olduğu hakkı sahibine döndürmeyi kolaylaştırmak için olsa bile rüşvet alması caiz değildir.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER