Perşembe, 22 Cumade’l Ûlâ 1447 | 2025/11/13
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in Onuruna Saldıran Bir Kimsenin Hak Ettiği Ceza Sadece Ölümdür Haçlıların Papası, Taraftarlarının Irak ve Afganistan'da Milyon Küsur Müslümanı Katletmesini ve Guantanamo Tutuklularına Yönelik Va

Batı, ajan yöneticiler, sivil toplum kuruluşları ve Haçlıların papası, hep birden Pakistan mahkemesi tarafından küfür kanununa göre suçlu görülen Asiye Bibi'yi savunmak için seferber oldular. Haçlıların Papası, Asiye Bibi'nin akıbeti için timsah gözyaşları dökerken Irak ve Afganistan'da milyon küsur Müslümanın topluca katledilmesini, Batının Guantanamo ve Ebu Garip hapishanelerinde Müslümanlara yaptığı işkence, zulüm ve vahşeti görmezden gelmektedir. Batının ve Pakistan'daki laik lobinin istediği hukukun üstünlüğü bu mudur? Haçlı ordularının ruhani lideri Papa 16. Benedik, Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onuruna yapılan saldırının cezası hakkında dedikodu yapacağına eşcinsellik ve çocuklara cinsel tacizde bulunmak gibi rahiplere açılan davaları çözerek kendi işine bakmalıdır.

İslam şeriatına göre Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onuruna yapılan saldırının cezası, ölümden başka bir şey değildir. Zira Nebi Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], Mekke-i Mükerreme'yi fethettiğinde, "Kabe'nin örtüsüne yapıştıkları halde" birkaç kişinin öldürülmesini emretmiştir. Nitekim Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onuruna saldıran bu kişilerden biri, Kabe'nin örtüsüne yapıştığı halde Müslümanların öldürdüğü Abdullah İbn-u Kıtâl'dı. Ayrıca Sâra ve Garîbe adında iki kadını da öldürmüşlerdi. [et-Taberi]

Keza hicretin üçüncü senesinde Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], bir Yahudi olan Kab İbn-ul Eşraf'ın Muhammed İbn-u Meseleme'nin öncülük ettiği bir operasyonla öldürülmesini emretmiştir. Kab ise Nebi Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] hakkında iğrenç telaffuzlarda bulunmayı alışkanlık edinen kimselerden biriydi. [et-Taberi] Dolayısıyla Müslümanların Nebi Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onuruna saldıran bir kimseyi bağışlaması asla caiz değildir. O halde bu hain yöneticiler, Allah'ın kanununu değiştirmeye nasıl cüret edebilirler?

Batılı sivil toplum kuruluşları, İslami ukubatlardan intikam almak için güçlerini bir kez daha birleştirdiler. Eğer Bibi, masum olup Nebi Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onuruna saldırı cürümünü işlememişse onun suçlanması, Pakistan'da uygulanan mevcut Batılı yargı sisteminin bir hatası olup İslam'ın bu hususta belirttiği ukubatın bir hatası değildir. Zira İslam'ın yargı sisteminde bir kişi hakkında hüküm verilmesi, doğru kanıtlara istinaden olur ve sahte kanıtların kullanılması caiz değildir. Bazı kimselerin küfür kanununun suiistimal edildiği dolayısıyla bu kanunun kaldırılması gerektiğini gerekçe göstermeleri bu kişilerin, cinayetle ilgili 302. kanun ve cinayete teşebbüsle ilgili 307. kanun gibi diğer ceza kanunu maddeleri için de aynı gerekçeyi kullanabileceği anlamına gelmektedir.

İngiliz ceza kanunlarının hepsi hatalıdır ve mücrimler tarafından sistematik şekilde suiistimale açıktır. Örneğin herhangi bir kişiye karşı bir dava açıldığında polis, hakkındaki suç ispat edilmeden sanığı hapse atarken İslam ukubatı nizamında bu tür zulümlere yer yoktur. Dolayısıyla bu sivil toplum kuruluşları şayet adilseler, İslam'ın ukubat nizamına saldırmak yerine kadın haklarını korumak amacıyla mevcut ceza kanununa köklü bir çözüm getirmek için çalışmalılar ve sömürgeci İngiliz nizamını İslam nizamı ile değiştirmeye çağırmalıdırlar.

Bu yöneticiler ile sivil toplum kuruluşları, Müslümanların işlerini önemsemedikleri gibi Nebi Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onurunun kutsallığını da önemsememekteler. Geçen her gün ve meydana gelen her yeni olayla birlikte Hilafet olmadan Müslümanlar için bir geleceğin olmadığı daha fazla açığa çıkmaktadır. Zira Nebi Muhammed [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in onuruna saldıranların tamamını cezalandıracak olan sadece Hilafettir. Böylece hiçbir kimse hatta -kendi merkezinde- Papa bile bir daha bu tür saldırıları akıllarından dahi geçiremeyecektir.

Nâvid Butt
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmi Sözcüsü
Pakistan Vilâyeti

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: 11-12.11.2010 günleri arasında Güney Kore'nin başkenti Seul'de "Kriz Sonrasında Ortak Büyüme" sloganı altında G-20 zirvesi düzenlendi. Zirvenin ana konuları arasında döviz kuru ve ticari dengesizlikler vardı. Zirve öncesinde Avrupa özellikle de Fransa, küresel mali sistemde değişiklikler yapılmaya çalışılmasına ilişkin birtakım açıklamalarda bulundu. Aynı şekilde zirveyle eşzamanlı olarak Amerika ile Çin arasında yuan... ve Amerika'nın milyonlarca dolar pompalaması hakkında küçük bir tartışma yaşandı... O halde Avrupa ve Çin, Amerika'nın devletlerarası mali politikadaki dizginlerini frenlemede ne kadar başarılı olmuşturlar?

Cevap: Zirve öncesinde ve paralelinde Avrupa ve Çin'in Amerika'nın mali "kibrine" içerledikleri doğrudur. Ancak Amerika, zirveden mali (kibrini) koruyarak çıkmayı başardı! Bu hususun açıklığa kavuşması için ilgili konuları arz edeceğiz:

1. Reuters Haber Ajansı, 12.11.2010'da Alman heyetinin G-20 zirvesindeki kaynaklarından: "Alman Şansölyesi Angela Merkel'in, Amerikan Başkanı Obama'ya ABD Federal Rezerv Kurulu'nun son zamanlarda Amerikan ekonomisine likidite pompalama yönünde harekete geçmesinden duyduğu kaygılarını ifade ettiğini ancak Obama'nın, zirve sonrasında bir araya geldikleri toplantı sırasında Merkel'e Almanya'da daha fazla iç talep görmek istediğini ilettiğini" aktardı. Dolayısıyla bundan ortaya çıkmaktadır ki Almanya, Amerika'nın para pompalama politikasından kaygı duymaktadır. Çünkü bu, doları düşürerek onun değerine etki edecek. Böylece euro sahiplerinin yükü artacak. Böylece de eurounun dolar karşısında değeri artacak dolayısıyla Avrupa menşeli emtiaların fiyatları yükselecek. Böylelikle de Avrupalıların mali ve ticari zarara uğramasına neden olacaktır. Nitekim Obama'nın, Merkel'e verdiği cevapta onun şikayetine kayıtsız kaldığı hatta Almanya pazarındaki iç talebin zayıflığına dikkat çekerek Almanya'ya saldırdığı görülmektedir. Bu da insanlarda paranın az olması ve küresel mali durumlardan korkmalarından dolayı Almanya'daki tüketim azlığı nedeniyle Amerika'nın Almanya'ya ve Avrupa Birliği ülkelerine olan ihracatını etkilemektedir. Dolayısıyla Almanya'da insanlar, harcama yapmayıp tasarrufa yönelmekteler ki bu da Alman iç pazarında açıkça görülen bir durumdur. Bu nedenle Obama, cevabında kusurlu ve hatalı olmasından dolayı Almanya'yı suçlamıştır! Ayrıca Reuters Haber Ajansı, şu eklemede bulunmuştur: "Amerika, 11.11.2010 dünkü eleştirileri görmezden geldi ve Obama, G-20 zirvesinin geniş çaplı ve dengeli küresel bir ekonomik büyümeyi gerçekleştirecek araçları belirlemesini beklediğini ifade etti. Ve şöyle dedi: G-20 topluluğunun geri kalanı, Amerika'nın büyümesinin küresel ekonomi için önemli olduğunu anlamalılar." Bu da Amerika'nın, ekonomide bir kibir ve gurur politikası ortaya koyduğunu, dünyayı umursamadığını bilakis geneli fakirlik, açlık ve yoksulluk sıkıntısı çeken dünyadaki devletlerin halkların ekonomik büyümelerinin önemli olmadığını aksine onlar için önemli olanın Amerikan ekonomisinin büyümesi ve Amerikan halkının tok olması olduğu temennisinde bulunduğunu göstermektedir. Sanki Amerika, Amerika ve halkı afiyette olduğu sürece dünya da afiyette olacaktır demek istemektedir!

2. Çinliler, Amerika'ya saldırıda bulundular. Zira Çinli yetkililerin ifade ettiği üzere para pompalama politikasını eleştirdiler ve bundan duydukları derin endişelerini dile getirdiler. Nitekim Çin Merkez Bankasının uluslararası idari direktörü Zhang Tao, zirve sonrasında gazetecilere şöyle dedi: "Büyük rezervlere sahip devletler, Amerika'nın politikasının küresel etkisini dikkate almalıdırlar." Ve şu uyarıda bulundu: "ABD Federal Rezerv Kurulu'nun hareketliliği sonucunda giren düzensiz sermaye akışları, gelişmekte olan ekonomilere zarar verebilir ve küresel ekonominin iyileşmesine tehlike oluşturabilir." [Reuters/12.11.2010] Ancak Amerikalı yetkililer, yuan para politikalarında Çinlilere saldırdılar ve ticari dengesizliklere yol açmasından dolayı paralarını düşük tutmakla suçladılar. Böylece sanki sorunun kendilerinden değil de bilakis Çinlilerden kaynaklandığını gösterdiler.

3- Sonuç bildirgesi Amerika'nın lehine oldu. Zira sonuç bildirgesinde ne Amerika eleştirildi ne de dünyayı ekonomik olarak harap etmesinden dolayı kınandı. Böylece Amerika, suçlama ve baskılardan uzak tutuldu, eski küresel mali sistem olduğu gibi bırakıldı ve gene işlerin dizginleri Amerika'nın elinde kaldı. Hatta isminin zikredilmesini istemeyen ileri gelen bir Amerikalı yetkili, zirvenin bitiminden birkaç saat önce şöyle dedi: "Görüşmeler gerçekten cesaret vericiydi." Ve şöyle dedi: "Zirve hakkında yayınlanması beklenen sonuç bildirgesi, şahit olduğumuz baskı ve gerilimleri azda olsa düşürecek ve zirvenin parçalanmalarla son bulacağı tahmininde bulunanları hayal kırıklığına uğratacaktır." Ve şöyle ekledi: "Sonuç bildirgesi, maliye bakanlarının Güney Kore'de Ekim sonunda benimsedikleri bildirgeye yakın benzerlikte olacaktır." [AFP/12.11.2010] Yani Amerika, sonuç bildirgesini istediği şekilde düzenlemeyi, küresel mali krizin devam etmesinin sorumluluğunu almamayı, sonuçları ve sorumluluğu tüm ülkelere yüklemeyi başardı. Nitekim sonuç bildirgesinde gözlemlenen de budur.

Dolayısıyla sonuç bildirgesi, ne yeni bir şey ne de bir çözüm ortaya koymuştur. İçerisinde geçenler, "Gelişmiş ekonomiler, kur fiyatlarındaki dalgalanmalara karşı koruma sağlayacağı ve bunun gelişmekte olan bazı ekonomilerin karşı karşıya kaldığı sermaye akışlarındaki büyük dalgalanmaların riskini azaltmaya yardımcı olacağı" gibi genel formüllerden ibaretti. Bu formül ise piyasalara yüz milyarlarca dolar pompalayarak mali akışlar oluşturan Amerika'nın lehine bir durumdur. Sanki Amerika, Amerikan ekonomisinin ilerlemiş olmasından dolayı kur fiyatlarındaki dalgalanmalara karşı koruma sağlamaya muktedir olduğunu ve bunun da piyasalara para pompalanmasından kaynaklanan büyük dalgalanmaların riskini azaltmaya yardımcı olacağını ifade etmek istemektedir. Bu ise Amerika'nın, 2008 yılı krizinin ortaya çıkmasından bu yana uygulayageldiği bir politikadır. Zira trilyonlarca dolar basmış ve piyasalara pompalamıştır. Keza sonuç bildirgesinde şöyle geçmiştir: "Direktifler toplamından oluşan tedbirler, uygun zamanlarda doğru koruma tedbirleri almayı gerektiren dengesizliklerin belirlenmesine yardımcı olacaktır." Ve şöyle geçmiştir: "Bakanlar, direktiflerin dikkate alınması ve gelecek senenin ilk çeyreğinde alınan tedbirlerin ele alınması şartıyla IMF ile birlikte çalışacaktır." Ayrıca sonuç bildirgesi taslağının hazırlandığı sırada, "Topluluk, yani G-20 topluluğu, ne nitelik ne de nicelik olarak bu direktiflerin belirlenmesini kararlaştırmadığı, yani yeterli açıklama yapılmadan kaldığı" şeklinde eleştiriler olmuştur.

4. Bunlardan da açığa çıkmaktadır ki bu zirve, başta Fransa olmak üzere bazılarının istediği gibi küresel mali sistemden hiçbir şeyi değiştirmediği, Amerika'nın davranışlarından hoşlanmayanların taleplerini karşılamadığı gibi onlar da Amerika'yı bu tutumundan vazgeçirmeyi, tavırlarını eleştirmeyi ve oğul Bush dönemindeki politikada olduğu gibi kibirlilik boyutuna dayanan ekonomideki otoriter davranışlarına karşı küresel bir kamuoyu oluşturmayı başaramamışlardır. Ancak burada Amerika'nın kibirliliği, ekonomide ve parada ortaya çıkmıştır. Zira Amerika, yeşil mürekkep boyasından başka hiçbir değeri olmayan mali evraklar basıp elde kalan hazine tahvillerini satın aldığında, borçlarını azalttığını ve piyasasını canlandırdığını gösterdiğinde, yeşil kağıttan başka hiçbir karşılığı olmayan bu mali evraklarla dünyanın servetlerini karşılıksız olarak satın aldığında hiçbir kimsenin onu kınamaya hakkı yoktur. Bilakis ötekilerin bunu yapmaya hakkı yokken Amerika'nın bunu yapmaya hakkı vardır! Nitekim Avrupalıların kendilerini nasıl prangalara vurduklarını dolayısıyla birtakım sınırlamalardan dolayı kendi paralarını basmada sınırı aşamadıklarına şahit olduk! Amerika, para pompalama politikası yüzünden maruz kaldığı eleştirilerden dahası saldırılardan kendisini korumayı başardı. Görüldüğü üzere Amerika, bu konferansla kendisini eleştirilerden korumayı, kendisini eleştiren bir bildirgenin yayınlanmasını engellemeyi dolayısıyla küresel krizlere yol açan mali politikasına karşı küresel bir kamuoyu oluşturulmasını engellemeyi amaçlamıştır. Böylece küresel nakit sisteminin değiştirilmesine ilişkin gerekçeleri boşa çıkarmış ve 1944 yılındaki Bretton Woods zirvesinden bugüne kadar uzanan eski sistemin sürekliliğini teyit etmiştir. Bu da doların küresel bir para olarak kalması ve IMF'in rolünün devam etmesi içindir ki böylece kendisini caydıracak bir varlık olmadan istediği ve dilediği miktarda dolar basma hakkı elde etmektedir. Böylece de Amerika, otorite ve söz sahibi ve dünyanın dizginlerini elinde tutan birinci devlet olarak küresel konumunu korumayı başarmıştır!

5- Diğerlerine gelince; Çin, parasının değerini hızlı bir şekilde yeniden değerlendirmesi için üzerindeki baskıları uzaklaştırmayı başardı ve bunun merhaleler şeklinde olmasını kabul etti. En büyük kaybı olan ise Avrupalılar oldu. Zira ne küresel nakit sisteminden hedeflemiş oldukları bir şeyi değiştirebildiler ne para pompalama politikası ve parasının değerini düşürmesi yüzünden Amerika'yı kınayabildiler ne de Amerikan karşıtı bir kamuoyu oluşturabildiler. Bu nedenle Sarkozy'nin, başkanlığını bir yıllığına devraldığı bu G-20 zirvesine başkanlık ettiği ve küresel nakit sisteminin değiştirilmesine çağrıda bulunduğu sırada dile getirdiği şeylerin hiç birini yapması olası değildir. Zirvede belirlenmesi istenen direktiflere gelince; sonuç bildirgesinde geçtiği üzere bunların maliye ve ticaret bakanları ile IMF arasında ele alınması ve uygulanması yarım seneyi alacaktır. Ayrıca bunların uygulanması ve bunlara göre çalışılması belli olmayan artı bir zaman alacağı gibi bunların işe yarayıp yaramayacağı da belli değildir. Muhtemelen işler, gelecek senenin Kasım ayında düzenlenecek olan G-20 zirvesine kadar olduğu yerde sayacaktır!

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Amerika, Irak'taki Bekasını Güçlendiriyor

Es-Sabah gazetesi, 22.11.2010 pazartesi sayısında New York Times gazetesinden Amerikan Devlet Başkan Yardımcısı "Joseph Biden'in", "Ülkesinin, 'Irak'ın gelişimini' pekiştirmek için orada rol oynamaya devam etmesi gerektiğini! Irak güvenlik güçlerinin henüz işleri üstlenmeye hazır olmamasından dolayı yükümlülüklerini yerine getiremeye devam edecekleri gibi ekonomik zorluklara rağmen bunun için gerekli finansmanı sağlayacaklarını" söylediğini aktardı...

Başımıza gelen tahribat, yıkım, katliam, tehcir ile benzeri vahşet ve skandalların baş sorumlusunun istilacı Amerika olduğunda hiç şüphe yoktur... Amerika, sizleri aldatmak ve acı gerçekleri ört pas etmek için "siyasi süreç", "güvenlik anlaşmaları", "egemenlik" ve "anayasa" adı altında yalanlar pazarlamaya devam etmektedir. Dikkat edin! O, kalıcı işgal ve Irak'ın işleri ile geleciği üzerinde tam bir egemenlik kurmaktır. Başımıza diktikleri yöneticiler de bu hususta onlara yardım etmektedirler. Şöyle buyuran Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], ne kadar da doğru söylemiştir:

 

إذا لم تستحي فاصنع ماشئت "Haya etmiyorsan dilediğini yap!"

 

Keza onlar hakkında şairin şu sözü tecelli etmiştir:

Bir Bayrak Bir Anayasa Bir Ümmet Meclisi Her Birinin Gerçek Anlamı Çarpıtılmış

Elimizde Kalan Sadece İçi Boş Lafızlardır Bunların İse Manası Dahi Bilinmemektedir

 

Allah aşkına bize söyleyin: Bu son açıklama ile Stephen Lanza, Terry Wolf ve Vincent Brooks gibi askeri komutanların daha önce Irak'ın dört bir köşesinde Amerika'nın sözde çekilmesinden sonra Irak güvenlik güçlerinin güvenliği sağlamaya hazır olduğuna dair yaptıkları vurguları nasıl bağdaştıracağız? Hatta onlardan biri olan General Terry Wolf, Iraklı siyasilerin bu husustaki endişelerinin yersiz olduğunu düşünmekte.

Bu ve benzeri açıklamalar, sizleri birçok kez uyardığımız bir hususu teyit etmektedir ki bu husus şudur: Amerika, küresel heybeti sarsılması pahasına ta okyanus ötesinden gelerek devasa paralar harcamış ve binlerce askerini kaybetmiştir... Tüm bunları ise Irak'ı halkına teslim edip sonra da çekip gitmek için yapmamıştır. Gördüklerinizin hiç birine inanmayınız ve duyduklarınıza kulak vermeyiniz. Zira bizler için Nübüvvet Minhacı Üzere Raşidi Hilafetin gölgesinde dinimize ve Rabbimizin hükümlerine dönmekten başka bir kurtuluş yoktur. Allah'ın izniyle, ذَلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوبٍ "İşte bu, yalan olmayan bir vaattir." [Hûd 65] O halde bunun için çalışanlarla birlikte çalışın! İşte o gün tüm kafirler ve Müslümanlara kendi diyarlarında eziyet eden sömürgeciler kovulacaktır.

Devamını oku...

Gerçek Sorunun Çözümü Malmö'deki Keskin Nişancının Yakalanması Değildir

İsviçre'nin Malmö şehri, geçen yılın Ekim ayından bu yana birçok ateş açma olaylarına tanık oldu. Zira kadın ve erkek olmak üzere göçmenlerin hedef alındığı en az 15 saldırı olayı İsviçre polisinin tutanaklarına geçti. Geçen son bahardan bu yana olan polis tutanaklarında açığa çıktığı üzere bu saldırı kampanyası göçmenleri hedef almaktadır. Zira polis sözcüsü şöyle bir açıklamada bulundu: "Bu saldırıların arkasında ırkçı dürtüler olabilir." İsviçre polisi, 06 Kasım cumartesi günü bu ateş açma eylemleri dalgasının arkasında olduğu sanılan 38 yaşındaki bir adamı tutukladı. Şimdi varit olan soru şudur: Bu tutuklama sorunu çözer mi?

Aslında bu, Batıdaki göçmenleri hedef alan arkasında ırkçı dürtülerin olduğu şiddet eylemlerine tanık olduğumuz olayların bir ilki değildir. Zira Merve Şirbîni'nin Almanya'daki aşırı sağcı kanadın üyelerinden biri tarafından öldürülmesi bunun en taze örneklerinden biridir. Avrupa'nın dört bir tarafındaki özel İslami okullara, mezarlara ve mescitlere yönelik giderek artan saldırı sayıları da cabasıdır.

Bu saldırıların ortak özelliği, bu eylemler göçmen kökenli kişiler tarafından işlendiğinde genellikle bunlara gösterdikleri ilginin aynısını bu olaya göstermeyen medya organlarının ve politikacıların tutumudur. Zira bu gibi durumlarda medya organlarında bir tür histeriye, politikacıların tepkilerine, yabancıların kültürel kökenlerinden dolayı göçmenlerden Batılı değerlere bağlı kaldıklarının ilanını talep eden iftira ve hakaretvari açıklamalara tanık olmaktayız! Keza politikacılar, yabancıları bunaltan daha fazla kanun çıkarılmasına teşvik için birbirleri ile yarışmaktadırlar. Böylece suç, beraberinde hukuki prosedürleri getiren siyasi bir meseleye veya terörist bir davaya dönüşmektedir.

Malmö'deki yabancıları hedef alan saldırı silsilesi, Batıdaki yabancıları hedef alan benzeri saldırlar gibi olmasına rağmen polisiye bir vakaya dönüşmesi için bu sorun, polis takviyesi, insanlara evlerinde kalmaya ve gece dışarı çıkmaları gerektiğinde tedbirli olmaya çağrı yapılmasıyla çözülebilecek bir olay gibi hafife alınmıştır!

Böylece ne politikacılar ne de medya organları, geçen seneler boyunca yabancılar özellikle Müslümanlar hakkında kendi elleriyle oluşturdukları çarpıtıcı ve korkutucu tablonun sonucunun sorumluluğunu yüklenmemişlerdir. Çünkü bu tablonun, ırkçı dürtülere sahip aşırı ve şiddet yanlısı sağcıların gelişmesi için verimli bir zemin olduğunda hiç şüphe yoktur. Politikacıların yaptığı şeylerin Batılı toplumlar üzerinde büyük bir etkisi vardır. Nitekim bu da birçok aşırılık ve nefret şekillerinde ortaya çıkmıştır.

Bu gelişmeler, Batılı laik devletlerin büyük ölçüde Müslümanların selametini ve İslam dünyasındaki haklarını garantilemeyen laik diktatörlere benzediğini gösterdiği gibi Müslümanların da güvenlik de dahil temel ihtiyaçlarını garantileyen siyasi bir varlığa ihtiyaçları olduğunu teyit etmektedir. Bu nizam ise tüm tebaanın güvenliğini garantileyen Hilafet Nizamıdır. O nizam ki Müslümanların içerisinde ırkçılıktan ve şiddetten uzak bir şekilde ötekilerle yan yana yaşadıkları Hilafet Devleti'dir. Şüphesiz İslam'ın, Hilafet Devleti'ndeki farklı akidelere sahip gayrimüslimlere adaletle muamele etmesi tüm insanlığa, Müslümanların beşerin haklarını garantileyen sistemlere sahip olduğunu göstermektedir. Azınlıkların felaketlerle dolu tarih boyunca acı çektiği, zulüm ve ayrımcılık yüzünden Müslümanların da halen acı çekegeldiği farklı fikirlere ve kültürlere tahammül edemeyen sistemler tarafından yapılan horlama, istihza ve fişleme nedeniyle güvenliğin kaybolduğu yer Batı değil midir?! Bu nedenle Müslümanları, İslami nizamların tahakkümünü geri getirmek için çalışmaya ve İslam dünyasında Hilafet Devleti'ni kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için çalışanlara destek vermeye davet ediyoruz.

Şadi Farica
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
İskandinavya

E-mail: chadi @ hizb-ut-tahrir.dk

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Lizbon'daki NATO Zirvesi, Müslümanlara Baskı Yapma ve Raşidi Hilafet Devleti'nin Geri Dönüşünü Engelleme Hususunda Doğu-Batı Koalisyonunu Güçlendirmektedir

Zirvenin akabinde düzenlenen kısa basın toplantısında NATO Genel Sekreteri Rasmusen ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai, Afganistan'daki Batılı işgali görünür gelecekte pekiştiren yeni bir stratejik anlaşma ve uzun erimli bir ortaklık anlaşması imzaladılar. Nitekim Rasmusen, bunu şu sözleriyle açıkladı: "Afgan halkının kendi vatanın efendisi olacağı bir süreç başlattık ve muharip misyonumuz bittikten sonra bile devam edecek uzun erimli bir ortaklık üzerinde (Karzai) ile anlaştık."

Bilindiği üzere Lizbon zirvesi, savaş ekipmanlarının demir yolları aracılığı ile Rus toprakları üzerinden Afganistan'daki NATO güçlerine transfer edilmesi sürecinin genişletilmesi üzerinde Rusya ile yapılan bir anlaşma ile sonuçlanmıştır. Nitekim Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Banki Moon, zirvede yaptığı konuşmasında Birleşmiş Milletlerinin Afganistan'daki sözde barışın gerçekleşmesi çabalarına dönük desteğinin süreceğini vurgulayarak NATO'nun Rusya ile koalisyonunu tebrik etmede gecikmedi.

Bizler Hizb-ut Tahrir olarak aşağıdaki hakikatleri açıklamak isteriz:

1. Bu açıklamalar, sadece İslam'a ve Müslümanlara düşmanlıkta birleşen Birleşmiş Milletler Örgütü de dahil Batı-Rus koalisyonunun gerçeğini açıkça ifşa etmektedir. Zira bu koalisyon, İslam'ın yönetime geri gelmesini, Müslümanların dinlerinin hükümlerine ve Rablerinin şeriatına göre yaşamasını engellemek için çalışmaktadır.

2. Karzai, kamuoyunun öfkesini çeken uluslararası güçlerin askeri taktiklerine açık eleştiriler yöneltmesine rağmen bu açıklamalarını yutuvererek Müslümanların kanlarını heder edecek ve onların saflarındaki artı katliamları meşrulaştıracak anlaşmayı imzalayarak efendilerinin talimatlarını yerine getirdi.

3. Bizlere bu, Kerim Nebimiz Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu söyleyen Sevban'ın şu hadisini hatırlatmaktadır:

يُوشِكُ أَنْ تَدَاعَى عَليكُم الأُمَمُ كما تَدَاعَى الأَكَلَةُ عَلَى قَصْعَتِها، فَقَالَ قَائِل: وَمِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ بَلْ أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ وَلَكِنَّكُمْ غثاء كَغِثَاءُ السَّيْلِ، وَلَيَنْـزَعَنَّ الله مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُم المَهَابَة مِنْكُمْ وَلَيَقْذِفَنَّ الله فِي قُلُوبِكُمُ الوَهْن، فَقَالَ قَائِل يَا رَسُولَ الله وَمَا الوَهْن قَالَ حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهِيةُ المَوْت "Yiyicilerin (oburların) tabakları üzerine üşüşmeleri gibi ümmetlerin (diğer milletlerin) sizin üzerinize üşüşmeleri yakındır." Birisi dedi ki: "Yâ Rasûl Allah! Bu, bizim o zaman (sayıca) az olmamızdan mıdır?" Dedi ki: "Bilakis siz o zaman çok olursunuz, velâkin selin köpüğü gibi bir köpük (ağırlığında) olursunuz. Allah mutlaka düşmanlarınızın göğüslerinden sizin heybetinizi çıkaracak ve sizin kalplerinize de Vehn atacaktır." Birisi dedi ki: "Yâ Rasûl Allah, Vehn de nedir?" Dedi ki: "Dünyayı sevmek ve ölümü kerih görmektir."

4. Allahu Subhânehu, Müslümanlara bizlerle topyekun savaşan müşriklerle topyekun savaşmalarını emretmiştir. Afganistan, Irak ve Filistin'de yaşananları gözlemleyen bir kimse, şayet mücrim nizamların gizli ittifakları olmasaydı İslam ümmetinin düşmanlarının İslam diyarını kirletemeyeceğini ve diledikleri gibi katliam ve yıkıp yapamayacaklarını bütün çıplaklığıyla görürdü. Zira bu nizamlar, ya doğrudan saldırgan devletlerin savaş çabalarına ortak olmaktalar ya işgalcinin oluşturduğu ortamlara ayak uydurmaya koşuşmaktalar ya işgal altındaki beldelerde bulunan kardeşlerine yardım etmeyi düşünen herkese zulmetmeye koyulmaktalar yada en azından yaşananlarla hiçbir ilgilerinin olmayıp kendilerini ilgilendiren tek şeyin fani dünyanın enkazları peşinde koşmak olduğunu düşünmekteler.

5. Allahu Subhânehu, dinini koruyacağını ve onu diğer dinlere üstün kılacağını vaat etmiştir:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ "Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Velev kafirler kerih görseler de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır." [es-Saff 8]

6. Son olarak Müslümanların şeri vecibesinin, ülkeleri ve insanları düşmanlarına mubah kılan zalim yöneticilere engel olmaları ve Kerim Nebimiz [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdelediği Hilafeti kurmak için çalışanlarla birlikte çalışmaları olduğunu vurgularız. Zira izzetin, şerefin ve her iki darda da kurtuluşu ermenin yolu Hilafettir.

وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Şüphesiz ki Allah, emrine galiptir. Velakin insanların çoğu bunu bilmezler!" [Yusuf 21]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İngiliz Savunma Başkanı: Afganistan'daki Savaşın Hedefinin Hilafet Devleti'nin Kurulmasını Engellemek Olduğunu Vurguladı

İngiliz "Sunday Telegraph" gazetesi, 14.11.2010'da İngiliz Savunma Başkanı General David Richards ile yaptığı basın diyalogunda Richard'ın "Aslında Afganistan'daki savaşın İslam karşıtı bir savaş olduğunu" vurguladığını ve "Batılı kuvvetlerinin Afganistan'da "30" yıl daha kalabileceğini açıkladığını" yayınladı.

General, "-Kanımca- İngiltere'nin ve müttefiklerimizin ulusal güvenliği tehlikededir. Bu nedenle İslami radikalizmin sahte ideolojik şekillerinden habis bir türüne karşı küresel bir savaşın içerisine girdik. Afganistan'daki erkeklerimiz ve bayanlarımız, bu ideolojinin yayılmasını engellemek için savaşmaktadırlar" diyerek bayatlamış gerekçeleri tekrarlayıp durmaktadır. Bu açıklamalar bağlamında aşağıdaki hususları ifade ederiz:

General Richards, Batının Afganistan'daki başarısız vahşi işgalini haklı çıkarmak için geçen yılda aynı sahte iddiaları tekrarlamıştı. Generalin, İngiltere'nin sokaklarında güvenliği sağlamak için işgalin gerekli olduğu şeklindeki iddiası İngiltere'deki birçok kişi tarafından bile kabul görmemiştir.

Afganistan'daki işgalin sürmesinin gerçek sebebi, Afganistan'ın muazzam miktarda doğal servetlere sahip stratejik öneme haiz olan bölgenin bir parçası olması ve bu bölgedeki insanların İslami yönetimin gölgesinde yaşamayı talep etmeleridir.

Afganistan, Pakistan, Orta Asya ve İran, Avrasya bölgesinin merkezi bir parçasıdır. Bu nedenle Amerika'daki geçmiş hükümetlerin Amerikan kuvvetlerini güçlendirmek ve bölgedeki Amerikan hegemonyasını pekiştirmek amacıyla Afganistan ve Pakistan'ı kullanmaya odaklanması hiç şaşırtıcı değildir. İngiltere de kapitalist bir devlet olduğunu göre pastadan pay almak için Amerika ile birlikte hareket etmektedir.

Amerika, 2001 yılında Afganistan'ı işgal ederek aşağıdaki stratejik hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştı:

1. Rusya ve Çin'in Asya ve Avrupa üzerindeki hegemonyasını engellemek

2. Hilafet Devleti'nin ortaya çıkmasını engellemek

3. Hazar Denizi ve Ortadoğu'daki petrol ve doğalgaz kaynaklarına hakim olmak

4. Hazar Denizi ve Ortadoğu'nun hidrokarbon kaynaklarına hakim olmak ve hayati çıkarlarına transfer etmeyi güvence altına almak.

General Richards bu açıklamaları, Tony Blair, George Bush, David Cameron ve Donald Rumsfeld gibi savaş çığırtkanlarının yankılarını temsil etmek için Lizbon'daki NATO zirvesinin hemen öncesinde yapmıştır. Bu kişilerin hepsi, İslam dünyasında büyük bir destek gören Müslümanların İslami Hilafet'in kurulması taleplerini çarpıtarak terörizme karşı savaşı haklı çıkarmaktadırlar.

Generalin, işgalin "30 yıl" daha kalabileceğini ifade etmesi, İngiliz hükümetinin İslam ümmetinin siyasi özlemlerine karşı ebediyen sürebilecek bir savaşın atmosferlerini hazırlama düşüncesinin bir yansımasıdır. Bu özlemlerin başında ise İslam'ın Hilafetin kurulması yoluyla yönetime ulaşması ve Müslümanların beldelerindeki Batının sömürgeci nüfuzunu söküp atması gelmektedir. General Richards'ın Afgan direnişini hezimete uğratmanın imkansız olduğunu kabul etmesi, Amerikan yönetimin başlattığı "uzun soluklu bir savaşa" dönük sırf bir gerekçeden ibarettir. Nitekim Sovyetler Birliği'nin yok olmasından sonra Batıdaki askeri-endüstriyel komplekslerin, üzerinden geçindiği ölüm makinesinin bekası için gerekçe olarak bir düşmana ihtiyacı olduklarını fark etmeleri bir sır değildir. Bu açıklamalar, Batı kamuoyunu daha fazla İslami korkuyla beslemeyi hedefleyen mükemmel birer demagojik propagandadır.

Devamını oku...

Obama'nın Amerika Kültürüyle Haşır-Neşir Olanlara Enjekte Ettiği Yalanları ve Zehirleri

  • Kategori Endonezya
  •   |  

Alimlerden, üniversite profesörlerinden ve aydınlardan oluşan farklı kalabalıkların temsil ettiği ümmetin ülkenin dört bir yanındaki evlatlarının geneli, ülkenin doğusundan batısına uzanan şehirler boyunca düzenledikleri kitlesel protestolarla Obama'nın ziyaretine karşı çıktılar. Fakat başta cumhurbaşkanı, otoriteye bağlı ve otorite yandaşı olan televizyon kanalları olmak üzere Amerika'nın bir gurup ajanı, Obama'nın ziyaretini memnuniyetle karşıladılar. Zira bu kanallar, yoğun bir şekilde Obama'nın ziyareti ile ilgili haberlere yer verirlerken ziyaret karşıtı gösterilere yer vermediler ve Endonezya'daki ümmetin muhlis evlatlarının düzenlediği protesto gösterilerini sansürlediler! Ayrıca bu kanallar, sık sık Obama'nın 10.11.2010 tarihinde Endonezya Üniversite'sinde Amerikan kültürü ile haşır-neşir olanların önünde yaptığı konuşmasını yayınladılar.

Amerika, medyadaki ajanları yoluyla Obama'nın enjekte ettiği yalanların ve zehirlerin insanlar arasında propagandasını yapmaya çalıştı.

Her konuşmasında olduğu gibi Amerikan başkanı, masumane, müessir, çekici ve aldatıcı üsluplarla paketleyerek yine demokrasiden, insan haklarından, çoğulculuktan, serbest piyasadan, Endonezya'daki çocukluktan ve Endonezya'nın gelişmesine olan övgüsünden dem vurdu! Böylece ara ara da olsa dinleyicilerin dikkatini ziyareti vesilesiyle Endonezya'ya taşıdığı öldürücü zehirlerinin üzerinden başka bir tarafa çekti!

Obama'nın dillendirdiği demokrasiye gelince; demokrasi, insanlara gösterdikleri gibi ümmetin yöneticisini seçmesi değildir. Zira İslam, seçim olgusunu demokrasiden önce getirmiştir. Dahası demokrasi aslında yönetim ve yasamayı insanın Rabbine değil insana vermektedir. Bu nedenle demokrasi, bu anlamda bir küfür fikridir. Zira Allahu Subhânehu, yönetimi ve yasamayı kendine ait kılmıştır. Zira şöyle buyurmuştur:

إِنْ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلَّهِ "Hüküm sadece Allah'a aittir." [Yûsuf 40]

Liberalizme dayalı insan hakları fikrine gelince; öldürücü zehirlerinden bir tanesidir! Zira bu haklar, sadece İslam'ın kutsiyetini çiğneyen, Kur'an-il Kerim'e ve Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakaret ederek İslam'dan irtad eden, günahkar ve eşcinsel kimselerin haklarıdır... Fakat mesele Müslümanların dinlerine sarılması, Müslüman kadınların başörtüsü veya peçe giymesi veya minareler inşa edilmesi ile ilgili olunca hak hukuk diye bir şey kalmamakta ve bunlara savaş açılmakta!

Çoğulculuğa gelince; çoğulculuk fikri, dini veya etnik azınlıkların İslam beldesi Endonezya'da İslam'ın gölgesinde yaşaması için değildir. Bilakis bu dini azınlıkların, Obama'nın ifade ettiği üzere dinlerin özgürlüğü ve (ilah) fikrine inandıkları sürece hak din olmaları bakımından bütün dinler eşittir bahanesiyle İslam'ın Endonezya'da tatbik edilmesi farziyetinin karşısında durmalarını sağlamak içindir! Onların çoğulculuktan maksadı, şeri hükümlerin Hilafet Devleti'nin gölgesinde bir defada uygulanması vacip olmasına rağmen bu dini azınlığın şeri hükümlerin uygulanmasını engellemesine dönük "siyasi bir amacı" gerçekleştirmektir. Zira Müslümanların sahih kalkınması, sömürgecilikten kurtulması, izzetlerine kavuşması, dini azınlıkların ibadetlerini eda etmelerinin güvence altına alınması ve zulme maruz kalmadan yaşamlarının sağlanması şeri hükümlerin tatbik edilmesi ile mümkündür.

Ey Müslümanlar! Ey Akıl Sahipleri!

İşte bunlar Obama'nın zehirleridir. Yalanları ise konuşmasında açıkça görülmektedir: Zira o, şöyle dedi: "Amerika Birleşik Devletleri, insanlığın ilerlemesi için çalışma sözü verdi." Herkes bilmektedir ki Amerika, kapitalist sermaye sahipleri için çalışmakta olup insanlığın maslahatları için çalışmamaktadır! Zira Amerika, katliamlar işleyerek ve insanların servetlerini yağmalayarak insanlığı yok etmektedir. Obama ile diğer Amerikan başkanları arasında hiçbir fark yoktur. Zira Obama, önceki başkanların takip ettiği aynı sisteme göre hareket etmektedir. Bu sömürgeci devlet, hala Irak, Afganistan ve Pakistan'da Müslümanları katletmekte, Endonezya da dahil dünyadaki ülkelerin servetlerini yağmalamakta, insanlarını fakirliği ve mahrumiyete terk etmektedir. Aynen Papua, Açe, Rio, Chbo, Natoni ve benzeri yerlerde olduğu gibi.

Obama, Amerika'nın İslam ile olan ilişkilerine değinirken, İslam'la savaşmadığını bilakis terörist olarak isimlendirdiği el-Kaide ile savaştığını söylemesine rağmen mesele, Amerikan'nın çıkarlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla kendisine ayak uydurmayan veya sömürgecilik politikalarını eleştiren kimseleri el-Kaide olarak isimlendirmektedir. Bu isimlendirmeye binaen Amerika, terörizmle mücadele gerekçesi altında kendisinin öldürmeye hakkı olduğuna inanıyor!

Nitekim bu, Obama'nın konuşmasında geçen, Amerikan halkı terörizm tehlikesi ile karşı karşıyadır ifadesinde açıkça gözükmektedir. Fakat Amerika, kendi ordularının yüz binlerce Müslümana dönük yaptığı katliam eylemlerini ve kanlarını heder etmelerini terör olarak isimlendirmediği gibi Filistin işgalcisi Yahudi varlığının yaptığı ve yapmakta olduğu terörist eylemleri de terör olarak isimlendirmemektedir! Zira Obama'nın nazarında, Amerikan halkının kanları çok değerliyken Müslümanların kanının hiçbir değeri yoktur ve Müslümanları insanların en şerlileri olarak görmekteler!

Devamla Afganistan hakkında yanıltıcı ifadeler sarfeden Obama, Amerika ve müttefik devletlerinin, "Afgan hükümetinin inşası ve geleceği" için çalıştığını ve "Amerika'nın, aşırı radikallerin güvenli sığınaklar edinmemesi için çalıştığını" söyleyerek dikkatleri hakikatlerin üzerinden çekmek için yanıltıcı ifadeler kullanmaktadır! Şimdi Amerika ve müttefik devletleri, Afganistan'ın inşası ve geleceği için mi çalışmaktalar yoksa Amerikan orduları ve müttefikler, Afganistan'da acımasız bir savaş mı açmaktalar?!

Obama, geçen 2009 Ocak ayında yönetime gelmesinden bu yana Afganistan'daki Amerikan askerlerinin sayısını arttırmıştır ki şu anda bu sayı 150 bini bulmuştur! Ayrıca Obama, konuşmasında Amerika'nın servet zengini İslam beldelerinden biri ve stratejik bir konuma sahip olan Afganistan'daki ekonomik çıkarlarını gizledi ve Afganistan'ın inşası ile aşırı radikallerle savaşılmasına değindi! O halde sorarız: Madem ki ülkelerini sömürgeci işgal devletlerine karşı savunan mücahitler, "aşırı radikaller" olarak isimlendirildiklerine göre Afganistan'daki Müslümanların üzerine tonlarca bomba atan, füzeler ve öldürücü kimyasal maddeler yağdıran NATO askerleri ne olarak isimlendirilmektedir?!

Son olarak Obama, konuşmasının sonunda Müslümanlarla savaşmak istemediği ve Irak'taki sayıları (100) bini bulan muharip kuvvetleri çekecek olması düpedüz uydurma, yalan ve safsatadır. Nitekim Afganistan'a (30) bin asker göndermesi, bu açık safsatalarını ortaya koymaktadır.

Irak'a gelince; aynı şekilde açıkça yalan söylüyor. Zira dışişleri bakanlığı, kötü hatıratlı Blackwater Güvenlik Şirketi'ne bağlı paralı askerlerden (7.000) muharip gücünün Irak'a gönderildiğini açıkladı... Ayrıca Guardian gazetesi, 15.08.2010'da işgal ordusunun Irak'tan çekilmesinin selefi oğul Bush karşısında Obama'nın imajını düzeltmeye dönük sırf bir propaganda olduğunu yazmasının yanı sıra Amerika'nın, binlerce askerini kalıcı üstlere yerleştirmek için Güney Kore'de olduğu gibi Irak'ta kalıcı üstler inşa etmek istediğini ifade etti. Yine Kenneth M. Pollack, 22.08.2010 tarihli Washington Post gazetesindeki makalesinde, Amerika'nın ordusunu Irak'tan çektiğine dair iddiasının sırf bir yalan olduğunu ve farklı bir isim altında Irak'ta (50) bin Amerikan muharip askerinin bulunduğunu ifade etti!

Ey Müslümanlar! Ey Akıl Sahipleri!

Obama'nın aldatıcı söylemlerle imajını düzeltmek istediği açık seçik ortadır. Selefinin yaptığından daha fazla şekilde Filistin'deki barış girişimlerini tekrar ettiği gibi konuşmasında iki devletli projesinin gerçekleşmesi için Filistin'de barış sürecine sevk ettiğini, bunun "İsrail" devletinin yanında bir Filistin devletinin kurulmasına önem vermesi ve bunun da Filistinlilerin çıkarına olduğunu ifade etti! Tüm bunlar ise birer aldatma ve yanıltmadır. Zira Obama'nın teklif ettiği şey, her şeyden önce Yahudilerin çıkarını olup Arabı ve Acemi ile Müslümanların beldelerindeki yöneticilerin Yahudilerin Filistin'in genelini gasp etmesini tanımlarını sağlamaktır. Keza "İsrail'i", Filistin'in bir parçasında sınırları veya hava sahası veya iletişim ağları hatta güvenliği üzerinde hiçbir egemenliği olmayan silahtan arındırılmış derme çatma bir devletçik karşılığında bölgede silahça en güçlü devlet haline getirmektir... Nitekim Yahudi varlığının sabahtan akşama kadar açıkladığı şey de budur! Obama, Yahudi devletini destekleyeceğini açıkça ifade etmiştir. Zira buna ilişkin açıklamasında şu ifadeler geçmektedir: "Amerika'nın, Yahudi devletini desteklemesi, Amerika'nın değişmez sabitelerindendir." Ayrıca Amerika, Yahudi devletine 20 adet F-35 füzesi sattığı gibi Obama da seçim kampanyasında Yahudi varlığına 10 sene içerisinde (30) milyar doları bulan mali yardımda bulunulacağını açıkladı.

Ey Müslümanlar!

Gördüğünüz gibi Obama'nın konuşması zehirler ve yalanlarla dolu olup az bir dünyalık karşılığında hatta karşılıksız olarak dinlerini satan ajanların, Amerikan kültürüyle haşır-neşir olanların ve aldatılmışların alkış tutması onun konuşmasının tehlikesini azaltmaz...

O halde iş işten geçmeden bu zehirlerden sakınanlardan olunuz ey Müslümanlar!

 

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti Medya Bürosu Başkanının, Lübnan ve halkı arasında kendisini gösteren fitne atmosferlerine dair bir yorum olarak Beyrut'ta okuduğu basın açıklamasının metni:   - Basın Açıklaması - Ey Lübnan'daki Müslümanlar! Sizl

Fırkacı guruplar ve bu gurupların arkasındaki bölgesel ve devletlerarası taraflar arasındaki çatışmanın odağı olması amacıyla Batılıların ortaya çıkardığı bu bahtsız ülkedeki fitne hayaleti tekrar hortladı. Zaten bu ülke, her türlü fırkacı fitnenin sıkıntısını çekegelmektedir.

On dokuzuncu yüzyıldan beri Avrupalı devletler, dini azınlıkları koruma bahanesi altında Osmanlı Devleti'nin işlerine daha çok müdahale etmeye başladılar. Nitekim Lübnan Dağı'nda fırkacı fitnenin patlak vermesi ve bu fitnede kanların akması Avrupa'nın İslam beldelerine sızmasının bir sonucudur. Zira Avrupa'nın konsoloslukları, Osmanlı Devleti'nin işlerine müdahale etmek üzere daha fazla gerekçe sağlamak için bu fitnenin ateşini tutuşturmaktaydı. Böylece bu devletler, Lübnan Dağı'nda özel bir sistem oluşturması için imparatorluğa baskı yapınca Lübnan Dağı'nın yönetimini büyük Avrupa ülkelerinin onaylaması şartıyla imparatorluğun atayacağı Nasrani olan bir Osmanlı valisinin üstlenmesini hükmeden Mutasarrıflık Sistemi'ni oluşturdu. Mutasarrıflık Sistemi, Mutasarrıf'a yardım edecek bir Yönetim Konseyi'nin kurulmasını ve koltuklarının, "3500" km2'lik bu dar coğrafi bölgede makam ve mevki için birbirileriyle rekabet etmeye devam eden farklı taifelere dağıtılmasını içermekteydi. O zaman "taifeler" kavramı, imparatorluğun tebaasından olan bir dine mensup milletler için kullanılıyor ve Müslümanların bu isimle bir ilgisi yoktu. Çünkü onlar, bir taife olmayıp yüzlerce sene Hilafet Devleti'nin temsil ettiği coğrafi, etnik ve milli sınırları aşan bir ümmetti.

Birinci dünya savaşı ve Şam beldesinin bir kısmının Fransız işgali altına girmesinin ardından bir Fransız subay olan Gora, sadece Lübnan Dağı Mutasarrıflığı'nı genişletmek iddiasıyla Büyük Lübnan adında yeni bir varlık inşa etmeye koyuldu. Böylece Osmanlı'nın Beyrut vilayetini ve yine bir Osmanlı vilayeti olan Şam'ın bir parçası olan el-Beka bölgesini Lübnan Dağı'na kattı. Böylelikle de 1920 Eylül ayının başında ilan edilen yeni varlığın yüzölçümü, Mutasarrıflığın yüzölçümünün üç katına ulaştı. Derken Fransızlar, daha önce Lübnan Dağı'na egemen olan fırkacılık çekişmesini bu varlığın içerisine yerleştirmeyi amaçladı. Böylece -herkese kucak açan bir ümmet olmaları itibarıyla- Mutasarrıflık Sistemi'nin idarecileri olan Müslümanların farklılığına rağmen fırkacılık kotasını yeni varlığın yönetimi ve idaresine temel yaptılar ve bu iğrenç fırkacı sistemin bir parçası olmasına karar verdiler. Bu yakın tarih dönemini araştıran herkes Müslümanların, istememelerine rağmen ilhak edildikleri bu varlığa ve İslami muhitteki diğer kardeşlerinden koparılmalarına şiddetle karşı çıktıklarını bilir.

Ancak Fransızların yerleştirdiği fiili vakıa Müslümanların, zamanla bu yeni varlığa kısmen entegre olmaya kabullenmesidir. Müslümanların Lübnan'da yavaş yavaş peşine sürüklendiği daha beter olan şey ise Lübnan'daki taifelerden bir taife olmayı kabullenmeleridir. Daha beteri ve daha kötüsü ise bölgesel devletler veya küresel güçler adına biri diğerine karşı güçlenmek amacıyla nüfuz, makam ve mevki için birbirleriyle rekabet eden iki taifeye bölünmeleridir. O kadar ki artık Lübnan'daki mevcut siyasi sahnenin adresi, Şii-Sünni çekişmesi oldu. Böylece her iki gurubun liderleri, duygulara hitap etmek, fırkacı homurtuları tahrik etmek, propaganda kampanyaları yürütmek, anayasal yetkileri kullanmak, birbiriyle rekabet eden güvenlik birimlerini kullanmak, ödenekler, yardımlar ve iaşelerle oy toplamak ve diğer fırkacı güçlerin sadakatini kazanmak için laf yarışı yapmak gibi her türlü araçlarla hasımlarına karşı güçler dengesinde kendi kefelerinin ağır basmasına tevessül etmeye başladılar. Askeri güç kullanmak dışında başka bir seçenekleri kalmayınca, her bir gurup hasmına baskı yapacağı yeni bir koz elde etmek amacıyla mahallelere, sokaklara ve geçitlere hakim olmak için birbirleriyle savaşsınlar ve kan akıtsınlar diye yandaşlarını ve kuyruklarını silahlandırmaktan çekinmediler. Dışarıdaki efendilerin kararıyla uzlaşma dönemine girilince liderler, sokaklarda akıttıkları kanları bir çırpıda unutup öpüşerek, koklaşarak, birbirlerine yemekler ısmarlayarak Arap başkentlerinde bir araya geldiler ve başkentlerde alınan uzlaşma kararlarına teslim oldular. Nitekim 2008 Mayıs ve akabindeki olaylar bize hiç de uzak değildir.

Lübnan'daki fitnenin iç faktörleri açısından böyledir. Ancak tehlike, sadece Lübnan'ın fırkacı yapısının doğasında yatmamaktadır. Zira dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar arasında kin ve ırkçılığın tahrik edilmesi, bu tür tuzaklarda uzmanlaşan Batılı ülkeler ve Yahudiler gibi Müslümanların düşmanlarının her zaman bel bağladığı bir araç olmuştur. Mesela İslam Devleti'nin son zamanlarında Arap, Türk ve Kürt olmak üzere Müslümanları kavmiyetlere bölerek Hilafet Devleti'ni ortadan kaldırmayı başardılar. Ardından suni bölgesel devletler inşa ederek Müslümanları bölgesel şekilde parçalamaya koyuldular. Böylece bunu yerleştirmek için vatancılık ırkçılığı adında yeni bir ırkçılık icat ettiler. Bugün ise İslam dünyasında yeni bir Hilafet Devleti'nin kurulma ihtimalini, bunun hadaratsal, siyasi ve ekonomik hegemonyaları için oluşturacağı büyük tehlikeyi ve bu tehlikeyi bertaraf etmeyi hesap eden Batılı ülkeler ve onların türetmesi olan "İsrail", asırlardır uyuyan yeni bir ırkçılığı ve fitneyi hortlatmaya koyuldular. Dikkat edin! O, mezhepçilik fırkacılığıdır. İşte Amerikalılar, Irak'ı işgal ettikten sonra Lübnan'daki fırkacı sisteme benzeyen bir siyasi sistem inşa ettiler. Müttefikleri ile birlikte, Şiiler ile Sünniler arasındaki fitneyi tahrik etikçe ettiler. Böylece bu kişiler, suçlu suçsuz ayrımı yapmadan birbirlerinin kanını akıttılar. Körfez ülkelerinde, Yemen'de, Pakistan'da, Afganistan'da ve Hindistan'da fitili tutuşturulan fitne de bu fitnenin aynısıdır... Nitekim medyayı ve gazeteleri takip eden bir kimse Batılı ülkelerin, türetmeleri "İsrail'in" ve Batılı ülkelerin yandaşı olan İslam dünyasındaki yöneticilerin, bu fitneyi tahrik etmeye azmettiklerini somut olarak görür. Aynı zamanda bir taraftan kendilerine düşman olan uydu kanallarını engelleyip kapatırlarken diğer taraftan her iki Müslüman gurup içerisinde kin ve ırkçılığı tahrik ederek onları fırkacı savaşa teşvik edenleri desteklemektedirler. Keza şaibeli kişileri ve suni kuruluşları, duyguları provoke etmeye, dini mukaddesatları çiğnemeye ve fitnenin fitilini tutuşturmaya teşvik etmektedirler. Nitekim müminlerin annesine hakarette haddi aşan bir soysuzun yaptıkları ve bunun sonunda meydana gelen tepkiler bizden hiç de uzak değildir.

Ey Lübnan'daki Müslümanlar!

Küresel bir ümmete bağlılıktan birbiriyle çekişen iki Lübnanlı taifeye dönüşmeyi, bölgesel sistemler ve devletlerarası güçleri güçlendiren kabileci liderlerin yandaşları olmayı ve hiçbir ilginiz olmayan çekişmenin yakıtları olmayı kabullenerek yaş mı yaş bir tahtaya bastınız. Bugün gitgide sürüklendiğiniz daha iğrenç nokta ise birbirinizle savaşmanız, birbirinizin kanlarını akıtmanız ve birbirinizin boyunlarını vurmanızdır.

Ey Lübnan'daki Müslümanlar! Sizler, Lübnanlı bir taife olmaktan daha iyisine laiksiniz! O halde size ne oluyor da iki taifeye bölünüyorsunuz?! Dahası sizler, dünyanın asırlarca kendisine boyun büktüğü ve Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vasat ümmet kıldığı bir ümmetin parçasınız. Zira şöyle buyurmuştur: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, resulün de size şahit olması için sizi vasat bir ümmet kıldık." [el-Bakara 143]

O halde Rabbinizin kitabını temsil edin ve şöyle buyuran Subhânehu'nun emrini işitip itaat edin: وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا "Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." [Nisa 93]

Keza Aleyhi's Salatu ve's Selam'ın şu kavlini işitip itaat edin:فَلا تَرْجِعُوا بَعْدِي كُفَّارًا يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ... "Sakın Benden sonra birbirlerinizin boynunu vurarak Kâfirler olarak gerisin geriye dönmeyin!"

Ve şu kavline: إِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفَيْهِمَا فَالْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ فِي النَّارِ "İki Müslüman kılıçları ile karşı karşıya geldiğinde katil de maktul de ateştedir."

Biliniz ki aranıza fitnenin girmesinde en büyük çıkar sahibi olanlar, düşmanlarınız Yahudiler ve müttefikleridir. Dolayısıyla onlara uymanız halinde uzak bir sapıkla sapmış olursunuz. Bu hususta Allahuteala, şöyle buyurmaktadır: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا فَرِيقًا مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ 100 وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنْتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آَيَاتُ اللَّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللَّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 101 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلا تَمُوتُنَّ إِلا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ 102 وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَلا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آَيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ 103 "Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden küfre sevkederler. Size Allah'ın ayetleri okunurken, üstelik Allah resulü de aranızda iken nasıl küfre saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir. Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a) sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düşmeyin! Allah'ın üzerinize olan nîmetini hatırlayın. Hani siz birbirinizin düşmanları idiniz de O sizin kalplerinizin arasını kaynaştırmış, böylece O'nun nîmeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan da sizi yine O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız." [Âl-i İmrân 100-103]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER