Siyasi Vizyon - Bangladeşte Neler Oluyor?
- Kategori Seçkiler
- |
Hâlâ Endonezya’dan doğuda Fas’a kadar Müslüman ülkelerinin bakanları, Yahudi varlığının gerek Batı Şeria’da gerekse Gazze Şeridi’nde Filistinli kardeşlerimize uyguladığı ihlalleri durdurmak için çabaların yoğunlaştırılmasından dem vuruyorlar. Bu nedenle hem başbakanlar hem de dışişleri bakanları düzeyinde toplantılar düzenleniyor, başkanlar ve bakanlar arasında telefon görüşmeleri gerçekleştiriliyor, bazen taleplerde bulunuluyor, bazen kınanıyor ve bazen de protesto ediliyor. Hatta bazıları, tıpkı Türk yetkililerin de açıkladığı gibi, ticari ilişkileri kesme tehdidinde bulunarak kendisine çizilen sınırları aşabiliyor. Bazıları da saldırıların durdurulması talebiyle yürüyüş ve gösteri yapmaları için halkı sokağa çağırıyorlar, ama sokağın işgalin sona erdirilmesi talebini görmezden geliyorlar. Çünkü bu taleplerin, kendi kararını veremeyen, iradesi elinden alınmış bu aciz siyasi düzen altında gerçekleşmeyeceğini biliyorlar...
Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan, Türk, Mısır, Ürdün, Bahreyn ve Gambiyalı mevkidaşlarıyla yaptığı görüşmelerde, Filistin meselesindeki son gelişmeler, Gazze’de ateşkesin sağlanması ve Filistin halkının haklarının desteklenmesi konuları ele alındı. Yapılan bu görüşmeler, Müslüman ülkelerinin “Filistin Devleti” ve “kardeş” Filistin halkının meşru haklarını geri kazanmak Arap ve İslam dünyası arasındaki işbirliğini güçlendirmek amacıyla yürütülen çabaların bir parçası. Bu temaslar, Yahudi varlığının ağır ihlallerini derhal durdurmayı hedeflemektedir. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Türkiye Cumhurbaşkanı ve Mısır Cumhurbaşkanı ile iki telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Görüşmelerde, Gazze ve Batı Şeria’daki saldırıların, ihlallerin ve gerilimin durdurulması için çabaların yoğunlaştırılması gerekliliği ele alındı.
Bundan önce, 18 Ekim 2023 tarihinde Faysal bin Farhan başkanlığında Cidde’de düzenlenen İİT Açık Katılımlı İcra Komitesi toplantısı kararlarına tanık olduk ve sonuç bildirgesinde de belirtildiği gibi alınan kararlar, Filistin meselesinin merkeziliğini teyit etmekten ve Filistin halkının haklarını desteklemekten ve Filistin Devleti’nin “uluslararası meşruiyet” temelinde kurulması çağrısında bulunmaktan ve Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi’ni savaş suçlarını ve ihlallerini durdurmak için sorumluluklarını üstlenmeye çağırmaktan öteye geçmedi... vb.
16 Mayıs 2024 tarihinde Bahreyn’de gerçekleştirilen Arap Zirvesi’nde de aynı kararlar alındı. Bu kararlar arasında en dikkat çekici olanlar şunlardı:
- “İsrail”in Gazze’ye yönelik saldırısının derhal durdurulması ve “İsrail” işgal güçlerinin tüm bölgeden çekilmesi çağrısında bulunuldu.
- İşgal altındaki Filistin topraklarına Birleşmiş Milletler’e bağlı uluslararası koruma ve barışı koruma güçlerinin konuşlandırılması önerildi.
- Filistin halkının zorla yerinden edilmesine yönelik her türlü girişimin kabul edilemez olduğu kaydedildi.
- (İsrail)in Refah’ın güneyine düzenlediği operasyonlar ve Refah Sınır Kapısı’nı ele geçirmesi şiddetle kınandı.
- “Ürdün yardım konvoylarına” yapılan saldırılar kınandı ve bu saldırılara karşı uluslararası bir soruşturma talebinde bulunuldu.
- Tüm taraflara itidal çağrısı yapıldı, bölgeyi ve halklarını savaşın tehlikelerinden ve artan gerilimden korumak gerektiği vurgulandı.
- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne, 18 Nisan 2024 tarihinde alınan Filistin devletini tam olarak tanıma kararını yeniden gözden geçirme çağrısı yapıldı.
Kendilerinin de itiraf ettiği gibi, bu liderlerin toplu veya bireysel olarak peşinde koştukları nihai amaç, Amerika’nın onlarca yıl önce nihai çözüm olarak sunduğu iki devletli siyasi çözümdür. Batı Şeria’ya uluslararası kuvvet konuşlandırılması talebinde bulunuyorlar ama işgali sona erdirmek ya da Filistin’i özgürleştirmek akıllarına bile gelmiyor.
Bir yandan bu liderler, bu önlemlere çağrıda bulunurken ve saldırıları kınarken, diğer yandan bu varlık ile diplomatik ve ticari ilişkilerini sürdürüyorlar. Hatta savaşında ve saldırılarında bu varlığa eşi benzeri görülmemiş destek sağlamak için sınırlarını bile açıyorlar. Mutant varlığın, Amerika ve Batılı ülkelerin silah ve asker desteğiyle işlediği savaş suçlarına doğrudan katkıda bulunuyorlar. Gazetecilik araştırmaları, bu varlığa destek için kara köprüsü gibi yöntemler kullanıldığını ortaya koydu. Birleşik Arap Emirlikleri’nden başlayıp Arap Yarımadası ve Ürdün üzerinden doğrudan bu varlığa giden kara köprüsü, sıkı güvenlik önlemleri altında korunmakta, halkın bu açık ihaneti reddeden tepkilerinden etkilenmemesi için bu varlığa giden TIR’lara sıkı güvenlik sağlanmaktadır.
Aynı durum Türkiye için de geçerli, zira Babülmendeb Boğazı’nın kapatılması ve mal, yakıt ve silah yüklü gemilerin geçişinin zorlaştırılmasına rağmen Türkiye’nin ihracatı artmaya devam ediyor. İngiliz Middle East Eye sitesi, Filistin gümrükleri üzerinden Yahudi varlığına ihracat yapan bir dizi Türk şirketinin verilerini paylaştı. Türk İhracatçılar Birliği’nin verilerine göre, 2024’ün ilk sekiz ayında Filistin’e ihracatta %423 oranında devasa bir artış kaydedildi. Geçen yılın aynı döneminde 77 milyon dolar olan ihracat bu yıl 403 milyon dolara yükseldi. Raporda, ağustos ayının özellikle dikkat çekici olduğu ve bu ayda Türkiye’den Filistin’e yapılan ihracatın %1156 oranında arttığı, geçen yıl 10 milyon dolar olan ihracatın bu yıl 127 milyon dolara yükseldiği belirtiliyor.
Bu yöneticilerin ihanet örnekleri sayılamayacak kadar çok ve açıklamaya gerek kalmayacak kadar barizdir. İslam ümmeti bu ihanetlerden tamamen beridir, onların kınama ve protesto açıklamalarının aldatıcı olduğunu biliyor. Yoğun çaba olarak adlandırdıkları girişimlerin yalan ve her düzeyde yaptıkları toplantıların başarısız olduğunun da farkındadır. Ümmet, halkın desteğinden yoksun olan bu yöneticilerin iktidardan devrilmelerinin an meselesi olduğunu biliyor. Ordularda, samimi milletvekilleri veya siyasetçilerde bir vehin olmamış olsaydı, beklenen değişimi gerçekleştirecekler ve Filistin’deki mazlumlara ve diğer ezilenlere yardım edeceklerdi. Bu, ancak Amerika veya Britanya’nın emirlerine göre hareket eden bu zayıf ve kukla rejimlerin yıkılmasıyla mümkün olacaktır. Zira bu rejimlerin ajan oldukları, zayıflıkları ve ihmalkârlıkları artık hiç kimse için bir sır değildir.
Hizb-ut Tahrir olarak biz, ümmetin gayretini bilemekten, onu doğru yola sokmaktan, güç ve kuvvet ehlinden nusret talep etmekten asla bıkmayacağız. Çünkü güç ve kuvvet ehlinin vereceği nusret, ümmetin otoritesini geri almasına, Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetine göre yöneten bir halifeye biat etmesine, böylece bu hain rejimlerden kurtulmasına, uluslararası komplocu düzenini yerle yeksan etmesine, yeryüzündeki mazlumlara yapılan zulüm ve saldırıları sona erdirmesine olanak sağlayacaktır.
وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75]
Geçen ayın sonunda Malaysiakini, Amerika Birleşik Devletleri’nin Malezya Büyükelçisi Edgard D. Kagan ile yaptığı ve diğer konuların yanı sıra Amerika’nın Batı Asya’daki, özellikle de Filistin konusundaki tutum ve politikalarını ele aldığı röportajı yayınladı. Bir yandan Filistin’de ateşkes ve gerilimi düşürme çağrısında bulunmalarının diğer yandan ‘İsrail’e silah sevkiyatı yapmalarının bir çelişki olup olmadığı sorulunca Kagan, Washington’ın kan dökülmesini sona erdirmeye kararlı olduğunu, ancak ‘İsrail’in güvenliğine yönelik uzun vadeli taahhütlerinden vazgeçmeyeceğini söyledi. Büyükelçi ayrıca, Amerika’nın ‘İsrail’ ile olan ilişkisi ve taahhüdünün, bölgedeki barış sürecinde arabuluculuk yapma konusunda kendisine güvenilirlik kazandırdığını ileri sürdü.
Amerikan büyükelçisinin sözleri, “Filistin’de barış istiyoruz ve ‘İsrail’e Filistinlileri ortadan kaldırmak ve tüm Filistin topraklarını harap etmek için ihtiyaç duyduğu kadar silah ve bomba sağlayarak Filistinlilerin öldürülmesini durdurmak istiyoruz!” şeklinde yorumlanabilir. Amerika’nın duruşunun gerçekliği budur. Batı Asya’da izlediği politikalarında artık açıkça sergilediği ikiyüzlülüğünü gizlemiyor. ‘İsrail’in en yakın müttefiki, Yahudi varlığının en büyük silah tedarikçisi, şimdi ateşkesten, barıştan ve Filistin’deki ölümlerin sona ermesinden bahsediyor! Bundan daha büyük bir yalan ya da ikiyüzlülük olabilir mi? Gerçekten de, Amerika, Filistin konusunda utanma ve akıl sağlığını tamamen yitirmiştir!
Malaysiakini, Kagan’ın Petaling Jaya’daki ofislerine yaptığı ziyaret sırasında kendisiyle röportaj yapıldığını bildirdi. Özellikle Malaysiakini’nin bir devlet kanalı olduğu göz önüne alındığında Kagan gibi birinin, ofislerine gidip röportaj vermesi oldukça merak uyandırıcıdır. Malaysiakini’nin, dünyanın en büyük sömürgeci güçlerinden birinin temsilcisinin Malezya halkına mesaj vermek için bir platform olarak kullanmayı uygun gördüğü “özel” bir yanı olmalı!
Görüşme sırasında Amerikan Büyükelçisi Malezya’da demokrasinin elde ettiği başarılardan övgüyle söz etti ve ASEAN’ın ABD için ne kadar önem taşıdığını bilen Malezyalı liderleri takdir etti. Amerika’nın Malezya’daki çıkarlarını temsil eden bir elçinin bu övgüleri, sıradan nezaket ifadelerinden çok daha derin anlam taşır. Bu övgülerin Enver İbrahim’in başbakanlığı sırasında dile getirilmesi oldukça dikkat çekici. Eski Amerikan Başkan Yardımcısı Al Gore’un 1998 yılında Malezya’ya yaptığı ziyaret sırasında Enver’in liderliğindeki reform hareketini açıkça övdüğünü ve demokratik değişiklikleri savunmadaki cesaretlerini takdir ettiğini ve bunun da Mahathir’in o zamanki yönetimine önemli bir darbe indirdiğini hatırlamakta fayda var. Görünüşe göre Enver, Amerika’nın gözünde “özel bir konuma” sahip.
Müslümanların, Amerika’nın Malezya’daki demokrasiyi övmesinin ve desteklemesinin ardındaki bağlamı anlaması elzemdir. Demokrasinin küresel çapta en önde gelen savunucusu olan ABD’nin, özellikle Müslüman dünyasında demokrasiyi benimseyen liderleri ve ülkeleri desteklediği, demokrasiyi reddedenleri, özellikle de demokratik çerçevelerin dışında bir devlet kurmayı hedefleyenleri, radikal, aşırılıkçı hatta terörist olarak yaftaladığı çok iyi biliniyor. Bunun sonucu Amerika, kurulduğu takdirde ABD’nin çıkarları için önemli bir tehdit oluşturacak Hilafeti kurma çabalarına karşı düşmanca bir tutum sergilemektedir. Dolayısıyla demokrasi, Amerika’nın Hilafet’in kurulmasını engellemek için kullandığı stratejik bir araçtır. Amerika, Müslümanlar demokrasiyi benimsediği sürece İslam’ın tam anlamıyla uygulanamayacağını, İslam’ın eksiksiz bir şekilde uygulanmasının yolunun Hilafetten geçtiğini çok iyi biliyor.
Amerika Birleşik Devletleri, demokrasiyi savunanları destekleyecektir ve Müslümanların demokrasiye bağlı kalmalarını sağlamak için her türlü önlemi almaya hazırdır. Malezya’daki demokrasiye yapılan basit bir övgü bile Amerika’nın şu mesajı iletmesi için yeterlidir: (Ey Müslümanlar) Eğer benim onayımı istiyorsanız, benim sizin için uygun gördüğüm tek doğru yol budur.” Gerçekten de Allah Subhânehu ve Teâlâ doğru söylemiştir:
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَى حَتَّىٰ تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ “Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hristiyanlar Ve asla senden razı olmazlar.” [Bakara 120]
Bu nedenle, uyanın Ey Müslümanlar! Demokrasiyi terk edin, çünkü demokrasi, özellikle Amerika olmak üzere Allah Subhânehu ve Teâlâ düşmanlarının bir yoludur. Amerika’nın bariz suçları ve ikiyüzlülüğü ortadayken, Malezya’nın bu emperyalist güçle diplomatik ve ticari ilişkilerini sürdürmesi ve dostane bağlar geliştirmesi talihsiz bir durumdur. Malezya’nın sözde “bağımsızlığını” kazanmasından ve Mübarek Toprak Filistin’in işgalinden bu yana dokuz Malezya Başbakanı iktidara gelmiştir. Ancak hiçbiri, mevcut 10. Başbakan da dahil olmak üzere, Amerika’nın Filistin’deki suçlarına karşılık olarak Amerikan büyükelçisini sınır dışı etme ve bu ülkedeki büyükelçiliğini kapatma cesaretini gösterememiştir.
Hem mevcut gerçekler hem de İlahi hükümler ışığında, bizim (Müslümanlar) güvenilir ve cesur bir Halife’ye sahip olmamız zorunludur. Halife, düşman büyükelçilerini ve elçiliklerini ülkemizden sınır dışı edeceği gibi aynı zamanda Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın emrini yerine getirerek düşmanları mağlup edecek ve ülkelerini Hilafete dahil ederek İslam’a boyun eğmelerini ve Cizye vermelerini sağlayacaktır. Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّىٰ يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın.” [Tevbe 29]
Her gün sosyal medya ve uydu kanalları, Müslüman ülkelerinin başkentlerinde düzenlenen askeri tatbikatları yayınlıyorlar. Bu tatbikatlarda orduların yetenekleri, silahları ve teknolojik yenilikleri sergileniyor. Gösterilen bu yetenekler, katı bir eğitimden geçen yetenekli askerler başta olmak üzere bu orduların herhangi bir deneyim, teknoloji veya donanımdan yoksun olmadığını, hatta büyük devlet olabilecek kapasitede olduklarını ortaya koyuyor. Hatta Pakistanlı, Bangladeşli, Mısırlı ve Türk askerler, çeşitli uluslararası askeri yarışmalarda kazandıkları altın madalyalarla tanınıyorlar... Askeri uzmanlar ve stratejik analizcilerin bir kısmı, adeta dramatik sanatçılar ya da interaktif program sunucuları gibi artık televizyon kanallarında askeri analizci olarak arzı endam ediyorlar. Ayrıca, bu orduların sahip olduğu stratejik silahlar ve balistik füzelerden, nükleer silahlardan ve kıtalararası füzelerden bahsetmiyoruz bile...
Bu bağlamda Youm7 internet sitesinde şöyle bir haber yayınlandı: “Mısır’ın İskenderiye şehri yakınında bulunan Uluslararası El Alamein Havaalanında ilk kez gerçekleştirilen 2024 Uluslararası Mısır Havacılık Fuarı bugün başladı. Fuar, Afrika ve Orta Doğu’da havacılık ve uzay alanında benzersiz bir küresel etkinlik olarak kabul ediliyor. Fuara, 100’den fazla ülkeden dünyanın önde gelen 300’den fazla havacılık, uzay ve savunma üreticisi katılıyor. Suudi Arabistan da fuara katılan ülkeler arasında. Havacılık ve uzay endüstrisinde faaliyet gösteren firmaların geliştirdikleri ürün ve teknolojilerini sergilediği fuar ile savunma, uzay ve ticari havacılık sektörlerinde sanayileşme, dijitalleşme ve küreselleşmenin geliştirilmesi amaçlanıyor. Alamein’deki Havacılık ve Uzay Fuarı’nda, ‘Gururla Mısır’da Üretilmiştir’ yazılı yeni bir Mısır zırhlı aracı kameralara yansıdı. Ayrıca fuarda, Suudi Arabistan’ın F-15 filosu ve Tayfun uçağı da sergilendi. Yine fuarda F15-SA uçağının parçalarının tasarımı, geliştirilmesi, üretimi, teknik desteği, bakımı ve imalatı alanındaki yüksek kabiliyetlere ilişkin bir sunumun yanı sıra yapay zeka ve insansız hava araçları kullanan tesis koruma sistemi de sergilendi. Fuar sırasında katılımcılar bir dizi profesyonel hava gösterisine tanık oldular. Bunlar arasında, Suudi Arabistan’a ait Eurofighter Typhoon uçağının solo hava gösterisi yer aldı. Uçak, bir dizi manevrayı kusursuz ve son derece hassas bir şekilde gerçekleştirdi.”
Tüm bu askeri kapasiteler ve silahlar, Gazze’ye bir taş atımı mesafede sergileniyor ama Yahudi varlığı Gazze halkına zulmetmeye devam ediyor. Bu tür fuarların açılması ve Sina gibi yerlerde askeri tatbikatların yapılması, askeri güç kullanma tehdidinde bulunulması aslında bu mutant varlığı caydırmak için yeterli olabilirdi. Kaldı ki yakın veya uzak Müslüman ülkelerin garnizonlarında bekleyen orduların yalnızca bir kısmı bile bu mutant varlığı yok etmek için bile yeterli olacaktır. Ancak Yahudilerin bu devletçiklerden korkmamasının nedeni, bu yöneticilerin ihaneti ve ordu komutanlarının korkaklığı ve yozlaşmışlığıdır. Bu yüzden Yahudi varlığı taşkınlıklarına aralıksız devam etmektedir. Gazze halkını tamamen yok edene ve Mescid-i Aksa’yı yıkıp yerine iddia ettikleri tapınağı inşa edene kadar da duracak gibi görünmüyor.
Ey ümmetin ordularındaki samimi kimseler! Ey komşu ülkelerindeki en yetenekli Mısır, Ürdün, Türkiye ve Pakistan orduları! Ordularınızın yeteneklerinin, Mübarek Toprak ve Kudüs’ü özgürleştirmek, Yahudilerden ve onları destekleyenlerden ölülerin ve yaslıların intikamını almak için fazlasıyla yeterli olduğunu biliyorsunuz. Bu hedefe ulaşmanızın önündeki tek engelin Ruveybida yöneticileriniz ve onlarla işbirliği yapan askeri liderliğiniz olduğunu da biliyorsunuz. Askeri ve siyasi liderlikteki bu hainleri temizleyebilecek güçtesiniz. Yahudi varlığı ve onun efendisi Amerika’nın hırslarının hiçbir sınır tanımayacağını bilin. Siz de beyaz öküzün yenildiği gün yenileceksiniz. O halde Yahudilerin hâkimiyet kurmasını, topraklarını Nil ile Fırat arasına kadar genişletmelerini, hayallerini gerçekleştirmelerini ve televizyon ekranlarında korkusuzca hırslarını yaymalarını mı bekliyorsunuz? Allah sizi değiştirmeden önce durumu hemen düzeltin. Yoksa melekler ve tüm insanlar size lanet okuyacak, sonra siyasi ve askeri liderlerinizle birlikte cehennem vadisinde toplanırsınız. Karşınızda İslam ümmetinin en yetkin, bilgili ve bilinçli siyasi ve askeri liderliğe sahip Hizb-ut Tahrir gibi bir parti var. Eğer ona nusret verir, Nübüvvet metodu üzere Hilafeti kurarsanız, kendinizi hem cehennem ateşinden hem de insanların ve meleklerin lanetinden kurtarmış olursunuz.
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا * وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءَنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا * رَبَّنَا آتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَبِيراً“Yüzleri ateşe çevrildiği gün, “Keşke Allah’a itaat etseydik, resulü dinleseydik” diyecekler. Ve ekleyecekler: “Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları ağır bir şekilde lânetle!” [Ahzab 66-68]
Malezya’nın 67. Bağımsızlık Günü’nde yaptığı konuşmada Başbakan Datuk Seri Enver İbrahim, birçok konuya değinerek, kendisini adeta bir “kahraman” gibi lanse etti. Enver, hükümet içindeki yolsuzluğu ve güç istismarını ortadan kaldırma konusundaki kararlılığını açıkça dile getirdi. Ancak, bizzat Enver’in kendisi tarafından atanan yardımcısının birçok yolsuzluk davasına karıştığı ve tartışmalı bir şekilde beraat ettiği göz önüne alındığında doğal olarak bazı sorular gündeme geliyor. Kamuoyu, özellikle ilk bakışta ortada yeterli delil varken yolsuzluğa karışan yardımcısının bu kadar kolay beraat edip edemeyeceğini merak ediyor?
Konuşmasında Enver, başbakanlığa geldiğinden beri süregelen yolsuzluk ve güç istismarı uygulamalarını sona erdirme konusundaki kararlılığını vurguladı. Yeni bir kültür yaratma konusundaki niyetini dile getirdi. Bu sayede liderlerin hesap verebilir olacağını ve ülkenin zenginliklerinin kişisel kazanç için kullanılmasının önüne geçileceğini kaydetti. Ancak, Enver gerçekten durumdan habersiz mi yoksa kasıtlı olarak bazı şeylere göz mü yumuyor? Geçmiş hükümetlerden kendi hükümetine kadar ulusun zenginliğinin hiçbir zaman halkın yararı için kullanmadığını bilmiyor mu? Ülkenin zengin kaynaklarının- petrol, doğal gaz, kereste, boksit ve diğer birçok kaynak- halkın yararına kullanılmadığı açıkça ortada. Peki, bu kaynakların kazançları halkın değilse, kimin cebine gidiyor? İktidardakilerin ve onların yakın çevresinin mi?
Enver ayrıca sömürge döneminde yabancı güçlerin Malezya’nın zenginliklerini kendi çıkarları için nasıl sömürdüklerinden yakındı. Bu ifade doğru olmakla birlikte, peki soruyoruz, “Bağımsızlık” elde edildikten sonra sömürgecilerin rolünü kimler üstlendi? Malezyalı liderler ve yandaşları değil mi? Malezya’daki acı gerçek şu ki, iktidardakiler genellikle aşırı derecede zenginleşirken, vatandaşlar acı çekmeye devam ediyor. Bu liderler servetlerini ülkenin kaynaklarından elde etmiyorlarsa, peki nereden kazanıyorlar? Enver bu gerçeği görmezden mi geliyor, yoksa halkı kandırmaya mı çalışıyor?
Başbakan ayrıca Singapur’a “bırakılan” Batu Puteh Adası konusunu da gündeme getirdi. “Dünyada sadece birkaç ülke bir karış toprağını ya da bir taş tanesini bile başka bir ülkeye bırakabilir UAD’nin (Uluslararası Adalet Divanı) Batu Puteh ile ilgili kararını kabul ediyoruz... Ancak ülkemize yapılan bu ihanetin kendi ihmalkârlığımızdan kaynaklandığını da bilmemiz gerekir. Hiçbir ülke toprağını bu kadar kolay teslim etmez. Ülkeler, en küçük toprak parçalarını bile korumak için savaşa giriyorlar, canlar kaybediyorlar” dedi. Enver, Malezya’nın Batu Puteh Adası’nı kimlerin peşkeş çektiğini açıkça söylemese de o dönemde başbakanın Dr. Mahathir Muhammed olduğu herkes biliyor.
Ülkemizin bir karış toprağını bile savunmak kritik öneme sahiptir. Eğer Enver’in duruşu bu yöndeyse, o zaman Malezya, 1965’te Malezya’nın ilk başbakanı tarafından Singapur’a “bırakılan” Singapur adasını da geri almak için çaba göstermek zorunda. Ayrıca, Enver, İngiltere ve Tayland arasında imzalanan ve “geçersiz” olan 1909 Bangkok Anlaşması uyarınca Tayland’a bırakılan dört kuzey bölgemiz olan Songkhla, Narathiwat, Yala ve Pattani’nin iadesini de savunmalıdır. Bu bölgeler ülkemizin kayıp parçalarıdır ve Enver, sözlerinde gerçekten samimi ise, o zaman bunların iadesi için de ciddi çaba göstermelidir.
Ayrıca, Enver, bizim mescidimiz olan Mescid-i Aksa’nın ve bizim toprağımız olan ve şu anda Yahudi işgali altında bulunan Mübarek Toprak Filistin’in kurtarılması için de güçlü bir şekilde mücadele etmelidir. Enver’in söylediği gibi, ülkeler işgal altındaki topraklarının küçük bir parçasını bile geri almak için savaşa girmezler mi? Peki, o halde neden Enver, Mescid-i Aksa’yı ve Filistin’i geri almak için böyle bir adım atmadı? Dahası, Enver’in Filistin için iki devletli çözümü desteklemesi daha da şaşırtıcı. Bu çözümün, bizim toprağımız olan Filistin’in büyük bir kısmının işgalci Yahudilere peşkeş çekilmesi anlamına geldiğinin farkında değil mi? Topraklarımızın en küçük parçasını geri almak farz değil mi? O halde Enver, topraklarımızın en büyük bölümünü (Filistin) iki devletli çözüm yoluyla gaspçılara bırakılmasını nasıl meşru sayabilir?
Enver, Malezya’yı hem Asya’da hem de küresel ölçekte büyük bir ulus haline getirme arzusunu da dile getirdi. Bu hedefler takdire şayan olsa da, İslami Akide ve Şeriat çerçevesinde yürütülmediği sürece sadece retorik olarak kalacağı bilinmelidir. Malezya, Batı etkilerine boyun eğen küçük bir ulus-devlet olarak kaldığı sürece, büyük bir devlet olması ya da büyük devlet mertebesine ulaşması imkansızdır. Malezya, imparatorlukların ideolojilerini, sistemlerini, yasalarını, kültürlerini ve hatta zihniyetlerini benimsemeye devam ettiği sürece gerçek büyüklüğe erişmesi olanaksızdır. Ülkenin akidesi seküler kaldığı, dini hayattan ve yönetimden ayırdığı sürece gerçek bir büyüklük elde etmek mümkün değildir. Malezya, gerçek anlamda hiç “bağımsızlık” kazanmamışken, ne tür bir büyüklüğe ulaşabiliriz?
Bu ülke ve halkı için gerçek bağımsızlık, itaat ve teslimiyetin emperyalistlerin dayattığı ideolojilere, sistemlere ve yasalara değil de yalnızca Allah’a ait olmasıyla gerçekleşebilir. Hükümet, sömürgecilerden miras alınan ideolojilere, sistemlere ve yasalara göre yönetmeye devam ettiği sürece, gerçek bağımsızlığa erişilmesi hayal olacaktır. Aslında, bu sömürgeci çerçevelere göre yöneten iktidardakiler, ülkeye ve ümmete ihanet etmişlerdir, çünkü Allah’ın kendilerine emanet ettiği Şeriatı tam anlamıyla uygulama görevini yerine getirmemişlerdir.
Bu ülke için gerçek bağımsızlık, akidesinin sekülerizmden İslam’a kaymasıyla ve ardından sisteminin ve yasalarının tamamen sekülerden Şeriata dönüştürülmesiyle elde edilebilir. Bu dönüşüm, Hilafetin kurulmasını gerektirir. Hilafet yalnızca İlahi Yasaları bütünüyle uygulamakla kalmayacak aynı zamanda ümmeti ve topraklarını tek bir çatı altında birleştirecektir. Yalnızca bu yol -Hilafetin yeniden tesisi- Allah’ın izniyle ümmeti ve Devleti her açıdan büyüklüğe ve ihtişama ulaştıracak, dünyanın her köşesine merhamet götüren, saygı gören küresel bir süper güç haline getirecektir.
Haber - Yorum
Erdoğan’ın Maskesi Düştükten Sonra: Hâlâ Düşmesi Beklenen Bir Maske mi Var?!
Haber:
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan 30/8/2024’te yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Kudüs'e biz sırtımızı dönemeyiz, “İsrail’in” Gazze halkına yaptığı zulme sessiz kalamayız. İstanbul ile Kudüs-ü Şerif'i kim ayırabilir, Gazze'yi Gaziantep'ten kim ayırabilir.” Ve şöyle devam etti: “Suriye'den Kuzey Irak'a, Libya'dan Somali'ye kadar silahlı kuvvetlerimiz sorumluluk aldığı her yerde görevini alnının akıyla yerine getiriyor. Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, ülkemizin bağımsızlığının, vatanımızın bölünmez bütünlüğünün, millî birlik ve beraberliğimizin güvencesidir.”
Yorum:
Ey Erdoğan! Yalancılığın ve insanların aklını hafife alman öyle bir boyuta ulaştı ki, geçmişte seni göklere çıkaran, seni yücelten ve sana övgüler yağdıran kişiler tarafından bile alay ve istihza konusu haline geldin! Bu sahte ve yalan dolu ifşa olmuş bu konuşmalarla hâlâ insanları kandırabileceğini ve onların desteğini zorla alabileceğini mi sanıyorsun?! Yahudilerin Gazze Şeridi’nin tamamını işgal etmesini ve Gazze Şeridi çorak bir arazi haline gelene kadar erkekleri, kadınları, yaşlıları ve çocukları öldürmeye, sakat bırakmaya ve yerlerinden etmeye devam etmesini neredeyse bir yıl boyunca izlemenizden sonra Gazze halkının uğradığı zulme sessiz kalmayacağınız şeklindeki iddianıza kim inanır Allah aşkına?! On bir ay ve daha fazla süre boyunca ezilen ve katledilen iki milyon insana göz yummanızdan sonra geriye sırtınızı dönebileceğiniz bir şey kaldı mı ki?!
Sonra yüzsüz bir şekilde bize, İstanbul ile Kudüs arasında ve Gazze ile Gaziantep arasında ayrım yapmadığınızı mı söylüyorsunuz?!Sözlerinizi kelimesi kelimesine tercüme edecek olursak, İstanbul’un bir gün Yahudi varlığı tarafından askeri bir işgale maruz kalması halinde, on yıllardır Kudüs'ün Yahudiler tarafından aşağılanmasını ve ihlal edilmesini izlediğiniz gibi bunu da uzaktan izleyeceğinizi; şayet Yahudi askerleri Ayasofya Camii’ne, Fatih Camii'ne, Sultan Süleyman Camii’ne ve Sultan Ahmed Camii’ne baskın düzenlemiş olsalar onları Mescid-i Aksa’ya defalarca saygısızlık ettiklerini izlediğiniz gibi izleyeceğinizi; şayet onlar Gaziantep’i işgal etmiş olsalar, Ankara’nın Gazze’nin yok edilmesini bir yıl boyunca izlediği gibi ya da tarihte Neron’un sarayında oturup başkenti Roma’nın yanışını izlediği söylendiği gibi Ankara’dan onları izleyeceğinizi anlayabiliriz!
Daha kötü ve acı olanı ise aynı açıklamada, silahlı kuvvetlerinizin “Suriye’den Kuzey Irak’a, Libya’dan Somali’ye kadar sorumluluk aldığı her yerde görevini alnının akıyla yerine getirdiğini” söyleyerek övünmenizdir. Sanki siz Gazze halkına, Filistin’in geri kalanına, hatta tüm İslam ümmetine tuzak kuruyormuşçasına, ordunuzun efendisi Amerika’yı memnun etmek, hayır dahası onun rızasını almak için dünyanın her yerine gidebileceğini söylüyorsunuz; ancak silahlı kuvvetleriniz, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in İsra’sına ve kutsal beldelere giden yolu bilmiyorlar!
Sen ne kadar net bir ifşa edensin ey Gazze Nekbe’si!Milyonlarca Müslümanın ikiyüzlülük, yalancılık ve ihanet örtüsünü ortaya çıkarmak için tarihte eşi benzeri görülmemiş böyle bir Nekbe’ye ihtiyaç duyması acı vericidir. İnsanlara, bu adamın konuşmalarının yalan olduğunu ifşa etmemiz ve onun uluslararası sistemin kırmızı çizgilerini aşamayan, dahası ona hizmet etmek için çalışan laik ve hain yöneticiler sisteminden biri olduğunu kanıtlamamız için yıllarca zaman geçti. Nitekim Gazze katledilinceye, ona bir saman çöpü bile ulaşmayana, hatta Yahudi varlığının büyükelçisine çağrıda bulunmak veya ona mal ve malzeme ihracatının durdurmak bile söz konusu olmayıncaya kadar onu savunmak için avurtlarını şişirip onun ümmeti zafere, iktidara ve izzete götürecek ümmetin sultanı olduğu vehmine kapılıp aldandılar. Nitekim yaşadıkları şok ve hayal kırıklığının ardından şöyle dediler: Sanki bu adam, gerek seleflerinden gerekse İslam beldelerindeki çağdaş tiranlardan daha az hain değil gibi.
Ey Müslümanlar: On yıllar boyunca, bir Amerikan ajanı olan Arapçılık şarlatanı Abdünnasır’a bahse girdiniz ve canlarınızı ve ruhlarınızı onun mezbahanesine sundunuz, sonra onun maskesi düştü; onun ardından İran’daki mollalar devletine bahse girdiniz ve onun da maskesi düştü ve onun Amerika’nın yörüngesinden çıkmayan biri olduğu ve onun gösterişli füzelerinin Yahudi varlığının size karşı savaşını hiçbir şekilde hafifletmediği sizin için açığa çıktı. Daha sonra da Türkiye’deki Mustafa Kemal’in halefi Erdoğan’a bahse girdiniz, sonra Gazze sizin için onun da maskesini düşürdü. Peki artık umutlarınızı bağladığınız siyasi projeyi tanımanızın, enerjilerinizi onun için harcamanızın ve ona boyun eğmenizin zamanı gelmedi mi? Milyonlarca kez söylüyoruz bu siyasi proje, Allah Celle Celâluhu’dan, Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den ve müminlerden başkasını dost edinmeyecek, Allah’ın şeriatından başka bir kanunu uygulamayacak, Allah için uluslararası sistemden ve güçlü ordulardan korkmayacak bir devleti kurmak yoluyla İslami hayatı kâmil bir şekilde yeniden başlatma projesidir. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ “Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasulü’ne icabet edin.” [Enfal 24]
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahmed El-Kasas
Kırgızistan Gerçekten Bağımsız Bir Ülke Mi?
Kırgızistan 1991 yılından bu yana her yıl 31 Ağustos’u bağımsızlık günü olarak kutlamaktadır. Peki Kırgızistan gerçekten bağımsız bir ülke midir? Onun bağımsızlığını belirleyen kriterler nedir? Tarihi gerçeklere başvurarak bu sorunun cevabını arayacağız.
Hiç şüphe yok ki gerçek anlamdaki bağımsız bir devletin temel şartı, siyasi, askeri ve ekonomik bağımsızlıktır. Sömürge yönetiminden kurtulmak anlamına gelen “bağımsızlık” terimini, aslında kâfirler, İslam topraklarını zayıf Osmanlı Hilafetinden ayırmak için kullandılar. İngiltere ve Fransa, Arap ve Afrika ülkelerini Osmanlı Hilafetinden ayırmak ve sömürgeleştirmek için “bağımsızlık” sloganlarını yükselttiler. Ardından I. Dünya Savaşı başladı ve Hilafet kaldırıldı. Sömürgeci ülkeler işgal ettikleri topraklardan memnun kalmadılar ve İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Nitekim dünya liderliğini arzulayan Amerika, “bağımsızlık” girişimini ortaya atmış ve “Atlantik Bildirisi” “bağımsızlık” sürecine doğru ilk adım olmuştur.
Atlantik Bildirisi, Hitler karşıtı koalisyonun temel program belgelerinden biri olup Atlantik Konferansı’nda İngiltere Başbakanı ve Amerikan Başkanı tarafından kabul edilerek 14 Ağustos 1941 tarihinde ilan edilmiştir. 24 Eylül'de Sovyetler Birliği de buna katıldı. Bu bildiri, müttefiklerin İkinci Dünya Savaşı’ndaki zaferinin ardından dünya düzenini belirlemek için çıkarılmıştır. Daha sonra, 'Birleşmiş Milletler' terimi Hitler karşıtı koalisyonla eşanlamlı olarak kullanılmaya başlandı ve sonra da bu, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün temeli haline geldi.
Bu konferansta Amerika, müttefiklerin yanında savaşa girmeleri karşılığında diğer ülkelerin sömürgeleştirilmesine erişimin yolunun açılmasını talep etti ve bu, resmen bildirinin maddelerine dahil edildi. Örneğin bildiride, “zorla ellerinden alınan halkların egemenlik ve özyönetim haklarının yeniden tesis edilmesi” başlıklı bir madde vardır. Bu da Amerika’nın, sömürgeleştirilmiş ülkeleri bağımsızlık sloganıyla eski sömürgeci güçlere karşı kışkırtması ve onları yeniden sömürgeleştirmek için bir fırsat oluşturması anlamına gelmektedir.
Aynı şekilde dekolonizasyon (bir devletin, bir başka ülke halkı ve kurumları üzerindeki kontrolünü sona erdirmesi) süreci 1947 yılında bağımsızlığını elde eden Hindistan ile başlamıştır. Ama aslında Amerika bu ülkeyi “bağımsızlık” için kışkırtmaya başlayınca İngiltere, Hindistan ve Pakistan’a sahte bir bağımsızlık verdi ve onları kendi pençesinde tuttu. Nitekim bu tür gösteriler daha sonra ayrılan ülkelerde de tekrarlandı. Böylece Hindistan’daki Amerika ve İngiltere arasındaki çatışma bugüne kadar devam etmektedir; zira Hindistan’da iktidarda olan Hindistan Halk Partisi (BJP) Amerika’nın, Hindistan Ulusal Kongre Partisi de İngiltere’nin ajanıyken Pakistan ise tamamen Amerika tarafından ele geçirilmiş durumdadır.
Dekolonizasyon (sömürgeciliğin sona erme) süreci 1960’lı yıllara kadar ağırlıklı olarak Asya ülkelerinde devam etmiştir. Dekolonizasyon o dönemde Birleşmiş Milletler tarafından güçlü bir destek almıştı. Nitekim 1960’lı yıllarda Birleşmiş Milletler, "sömürgecilik altındaki ülke ve halklara bağımsızlık verilmesi" bildirgesini kabul etti. 1961 yılında ABD Başkanı Kennedy ve Sovyet Başkanı Kruşçev Viyana’da, sömürgelerin kendi aralarında paylaşılması konusunda anlaştılar. Daha sonra özellikle Afrika’da olmak üzere “bağımsızlık” için güçlü hareketler ortaya çıktı.
Yukarıda görüldüğü gibi, ABD ve Sovyetler Birliği, bağımsızlık mücadeleleri yoluyla İngiltere ve Fransa'nın sömürgelerinin (ve İtalya ve İspanya gibi diğer küçük sömürge devletlerinin) girmeleri için kendi yollarını açtılar. Buna karşılık eski sömürgeciler de kendi sömürgelerini korumak için bölgesel örgütler kurmaya çalıştılar. Örneğin İngiltere, İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of Nations) örgütü aracılığıyla kendi sömürgelerini korumaya çalıştı. Ayrıca Fransa da Frankofoni Örgütü aracılığıyla kendi sömürgelerini korumaya çalıştı. Böylece bu sömürgecilerin sömürge çatışmaları, siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel anlaşmalar yoluyla tamamlanmış oldu.
Bundan sonra Amerika Birleşik Devletleri ile rakibi Sovyetler Birliği arasında soğuk savaş başladı ve Sovyetler Birliği bu savaşta yenilip çökene kadar bu rekabet devam etti. Nitekim Sovyetler Birliği içindeki müttefik devletlere sahte bağımsızlık verildi. Bunun üzerine Rusya, kendi sömürgelerini korumak için Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) kurdu. Ancak sömürgelerini tam olarak pençesinde tutmayı başaramadı. Başlangıçta Baltık devletleri Avrupa’ya intikal ederek Rusya’nın nüfuzunun azalmasına yol açtı. Nitekim kendi sömürgesi altındaki ülkelerin diğer uluslararası örgütlere üye olmaları ve diğer sömürgecilerin buralara erişim yollarının açılmasıyla etkisi daha da zayıfladı.
Şimdi gelin Kırgızistan’ın, siyasi, askeri ve ekonomik açıdan (bağımsızlığı) üzerinde duralım:
Siyasi olarak Kırgızistan, Orta Asya'daki diğer müttefik ülkeler gibi sahte bir bağımsızlık kazanmıştır. Başlangıçta iktidarı, Rusya’ya kayıtsız şartsız hizmet eden Akayev ele geçirmiştir. Rusya, 2005 darbesinde Batılı kadroların iktidara gelmesini engellemiş ve kendisine iyi bir hizmet veren Akayev’i Moskova’ya almış ve onun yerine Bakiyev’i getirmiştir. Daha sonra Bakiyev, Amerika ve Çin ile işbirliği yapması ve “çok vektörlü-yönlü” politikalara meyletmesi nedeniyle isyanla devrilmiş, Batı yanlısı kadrolar uzaklaştırılmış ve geçici bir hükümetin kurulmasına “izin verilmiştir.” Ayrıca ondan sonra gelen Atambayev de Putin karşıtı davranışlarından dolayı tutuklanmıştır. Nitekim Ceenbekov da görevini yapmakta başarısız olunca, Rusya’nın izniyle mevcut hükümet iktidara gelmiştir...
Ekonomik açıdan Kırgızistan’ın derin bir borç içinde olduğu bir sır değildir. Ayrıca o, Rusya’nın isteği üzerine Avrasya Ekonomik Birliği’ne girmiş olup şu anda onun şiddetinin acısını çekmektedir. Örneğin Avrasya Ekonomik Birliği ülkelerine otomobil ithal etme ve yerli malları ihracat etme konusunda bir dizi engellerle karşılaşmaktadır.
Öte yandan Çin’in ekonomik büyümesi Kırgızistan’ı borç batağına sürüklemiştir; zira Çin, “yatırım” bahanesiyle Kırgızistan’ın madenlerine ve topraklarına el koymuştur. Buna ek olarak mevcut hükümet, ekonomik olarak Çin’e yönelmiştir; bu nedenle büyük proje sözleşmelerinin çoğunu Çin ile imzalamıştır. Cumhurbaşkanı Caparov, madenlerin ham olarak Çin’e nakledilmesini yasaklayan kararnameyi zaten iptal etmiştir. Ayrıca Batı’dan alınan krediler ve hibeler de Kırgızistan üzerinde her yönden baskı oluşturmaktadır.
Askeri açıdan olana gelince; Rusya, kendi nüfuzu altında olan Kırgızistan'ı kontrol ediyor. Zira “aşırılık ve terörizm” bahanesiyle Kırgızistan’da askeri bir üs inşa etmiştir; oysa gerçekte bunun amacı, Amerikan ve Çin askeri müdahalesini önlemektir. Nitekim bu askeri üs ve topraklarının genişletilmesine ilişkin anlaşmalar yenileniyor.
Böylece siyasi, ekonomik ve askeri bağımlılık, küresel ve yerel sömürgeci örgütler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Dolayısıyla şayet bağımsızlığın temel özellikleri olan siyasi, ekonomik ve askeri egemenlik devletin elinde değilse, o zaman arma sadece bir görüntü, milli marş bir şarkı, bayrak da bir paçavra olur!
Ey Müslümanlar: Sahte bağımsızlık gibi yalanlara aldanmayalım; gelin demokrasinin karanlığından ve sömürgecilerin zorbalığından kurtulmanın tek yolu olan Hilafetin adaletini yeniden tesis etmek için çalışalım! Çünkü ülkemiz uzun bir dönem İslam topraklarıydı ve atalarımız İslam’larına sıkı sıkıya bağlıydılar. Ayrıca Müslümanlar, sömürgeci kâfirlerin İslam beldelerindeki servetlerimizi yağmalanmasını durdurmak için tek bir Halife etrafında birleşmelidirler! Çünkü Müslümanların zulüm ve zillet altında yaşamaları caiz değildir. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَلَن يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلًا “Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermez.” [Nisa 141]
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Mümtaz Maveraünnehrî