Salı, 29 Safer 1446 | 2024/09/03
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir/Türkiye Vilayeti Resmi Sözcülük Bürosu'ndan Doğu Türkistanlı Kardeşlerimize Destek Ziyareti

08 Temmuz 2009 tarihinde Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilayeti Resmi Sözcülük Bürosu'nca iki heyet halinde Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği Ankara Temsilciliği ile İstanbul'daki Doğu Türkistan Vakfı'na, Doğu Türkistan'daki kardeşlerimizin acılarına ortak olmak amacıyla, kaynaşma ve destek ziyaretinde bulunulmuştur.

Sıcak ilgiyle karşılanan heyetlerimiz, yetkililerden Doğu Türkistan'daki gelişmeler hakkında bilgi aldıktan sonra, Doğu Türkistan'ın İslami Ümmetin bir parçası olması itibariyle, orada akıtılan Müslüman kanının bizim kanımız olduğu, kirletilen ırzların bizim ırzımız olduğu ayrıca, Hizb-ut Tahrir'in de Ümmetin partisi olması vasfıyla bizatihi meselesi olduğu ve yakından takip edildiği, ABD'den başkasına fayda vermeyen uluslararası kanunlarla bu meselenin hallolmayacağı halde Türkiye'deki mevcut yöneticilerin de "meseleyi diplomatik yollarla çözmeye çalışıyoruz." açıklamalarının herhangi bir sonuç getirmeyeceği, bunun daha önce Gazze'deki katliamlarında görüldüğünü, meselenin BM Güvenlik Konseyine götürülse Müslümanların lehine bir yaptırımın olmayacağı, İslam Konferansı Örgütü gibi kuruluşların da bir işe yaramadığını zira hiçbirinin bağımsız olmadığı ve efendileri neyi emrederse ona göre hareket ettikleri, Müslümanların kanına hiçbir değer vermedikleri, asıl sorunun İslam Ümmetini koruyacak ve akıtılan kanların hesabını sormak üzere İslam ordularını harekete geçirecek bir halifenin bulunmaması olduğu, Hizb-ut Tahrir'in de parti olarak küresel bir çalışmayla Müslümanların mallarını, canlarını ve ırzlarını koruyacak olan İkinci Raşidi Hilafet için çalıştığını ve Allah'ın izniyle bunun da yakın olduğu konularına değindi.

Ayrıca heyetler, hizbin bu meseleyi ve İslami beldelerdeki meseleleri soğumaya dursa bile unutmadığını ve unutmayacağını, kendilerinin bir talepleri olursa Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilayeti şebabı olarak üzerine düşen ne varsa yapmaya hazır olduğu mesajını da ilettiler. Kuruluşların yetkilileri kendilerine yapılan bu ziyaretlerden hoşnut olduklarını ifade ettiler.

 

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilâyeti

Resmî Sözcülük Bürosu
Medya Temsilciliği

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Asıl Huzuru Bozan Kapitalist, Demokratik ve Laik Rejimdir!!

06 Temmuz 2009'da Samsun'da Hizb-ut Tahrir'e yönelik düzenlenen menfur bir operasyonda 8 Müslüman gözaltına alınmıştır.  1 kişi emniyette ifadesi alındıktan sonra savcının talimatıyla serbest bırakılmış, 5 kişi de savcılığa verdiği ifade sonucunda serbest kalmış, mahkemeye sevk edilen 2 kişi ise, nöbetçi mahkemece tutuklanarak Samsun kapalı cezaevine sevk edilmiştir.

Operasyonla ilgili Samsun Cumhuriyet Başsavcısı Canip Yetişir şu talihsiz açıklamada bulunmuştur; "Hizb-ut Tahrir örgütüne yönelik 6 aylık teknik takip sonucu önceki gün operasyon kararı alındı. Örgüt üyesi 8 kişi toplantı düzenledikleri sırada düzenlenen operasyonla gözaltına alındı. Gözaltına alınan şahısların sorguları devam etmektedir. Samsun'da emniyet müdürlüğümüz çok iyi çalışmalar yapmaktadır. Polisimizle birlikte Samsun'un daha huzurlu olması için çalışmalarımız devam edecektir. Samsun'un huzurunu bozmak isteyenlere bu fırsatı vermeyeceğiz."

Bu açıklama hem bir acziyetin ifadesidir ki; 6 aylık teknik takip sonucu ancak 8 kişiye ulaşılabilmiştir, hem de ya savcının Hizb-ut Tahrir hakkındaki cehaletini ya da Terörle Mücadele Şubesi'nce yanlış yönlendirildiğini ortaya koymaktadır.

Zira Hizb-ut Tahrir benimsemiş olduğu köklü ve kapsamlı İslami fikirleriyle İslami Ümmetin kalbinde taht kurmuş, Ümmetle birlikte fikri ve siyasi çalışma yoluyla Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vaadi, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesiyle vakti gelen İkinci Raşidi Hilafet Devleti'ni kurmak üzere emin adımlarla ilerlemektedir.

Sahip olduğu İslam ideolojisi ve ondan neşet eden fikirleri ile yönetim, iktisat, iç siyaset, dış siyaset, içtimai nizam, sağlık, eğitim ve bunun gibi hayatın tüm alanlarıyla ilgili, Ümmeti eski azametine ve huzuruna kavuşturacak sahih fikirleri ve metoduyla Hizb-ut Tahrir, Sömürgeci kafirlerin İslami beldelere pazarladığı kokuşmuş kapitalizm, demokrasi ve laisizm gibi hem toplum hayatımızı hem de tüm insanlığı huzursuzluğa ve bataklığa sürükleyen fikirlerden kurtarıp, alemlerin Rabbi olan Allah Subhanehu ve Teala'nın insanlığa sunduğu aklı ikna eden, kalbe huzur ve güven veren, insan fıtratının layık olduğu onurlu bir yaşantıyı sunan İslam Nizamı'nı toplum ve hayatla buluşturmak için çalışmaktadır. Hizb-ut Tahrir'in benimsediği İslami fikirler, akılları aydınlatmakta, insan fıtratına uygunluğu nedeniyle de teveccüh görmektedir. Hizb-ut Tahrir İslami fikirleri sayesinde akıllara ve kalplere hitap etmekte, kurulduğu 1953 yılından beri kendisine karşı yapılan tüm hamlelere rağmen, sapasağlam ayakta durmaktadır. Allah'ın izniyle de sapasağlam durmaya devam edecektir.

 

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilâyeti

Resmî Sözcülük Bürosu
Medya Temsilciliği

 

Devamını oku...

İç Çatışma, Sırf Kâfirlerin Çıkarlarına Hizmet Eden Azîm Bir Münker ve Cürümdür

  • Kategori Pakistan
  •   |  

Svat Vadisi'nde yaşanan savaş yüzünden kaçan yüz binlerce Müslüman giyecek, içmeye elverişli su ve elektrik gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bir halde kavurucu yaz güneşinin altında sıkıntılar çekerken Pakistan yöneticileri, Müslümanları birbirine kırdıran Amerikan planının başarısı temennisiyle fildişi kulelerinde bekliyorlar. Ordu, orada burada silahlı gurupları kovalarken on yıllarca dişini tırnağına takarak yaptıkları evlerinde kalmayı tercih eden Müslümanlar ise bombardımana maruz kalmaktalar. Hatta onlar, ölü yada diri akrabalarına ulaşmaktan dahi acizler ve dünyanın gözünden tamamen uzaktalar. Öyle bir savaş ki -Allah yolunda kâfirlerle savaşmak üzere yetişen- Pakistanlı askerler, bu savaşta Amerikan savaşının yakıtı olarak kullanılmakta ve bu uğurda hayatlarını kurban etmekteler. -Haklarında yapılan açıklamaya göre- silahlı guruplar ise askerî operasyon sahasından başka yerlere kaçtılar. Hükümet ise Amerika'ya vekâleten bir bölgeyi vurmak istediğinde savaşçıların bu bölgede göründüğünü ilan ediyor! İşte bu, Pakistan Devlet Başkanı Amerikan efendilerinden emirler aldığı sırada Washington tarafından ilan edilmiş iğrenç bir Amerikan savaşıdır.

Trajedi, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük ve bunun da ötesinde Amerika, Afganistan'ı işgal eden kuvvetlerinin ağır darbeler aldığı kabileler bölgesini içermesi için askerî operasyonların sahasını genişletmeyi istemektedir. Zira 20 Mayıs 2009'da, yani Svat'taki askerî operasyonların üzerinden iki hafta geçmesinden sonra Amerikan Büyükelçisi Anne Patterson İslamabad'da şöyle diyordu: "Amerika, İngiltere ve Çin olarak kabileler bölgesinden ağır darbeler alacağımızı söylüyoruz. Bu nedenle bu darbeleri önlemek için olası her şeyi yapmalıyız." Onun bu açıklamasının ertesi günü, Hükümetin oraya kuvvetlerini konuşlandırması üzerine binlerce kişi kabileler bölgesinden göç etmeye başladı. 22 Mayıs 2009'da ise Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari, "Nereye kaçarsalar kaçsınlar silahlı gurupları Hükümetin bitireceğini söylemiştim" diyerek Amerika'yı hoşnut edecek oranda askerî operasyonları bölgelerini genişletmeye hazır olduğunu ilan etti.

Aslında Svat Vadisi'ndeki operasyonlar, Müslümanların maslahatına olmayıp bilakis sadece Amerikan çıkarınadır. Zira Amerika'nın Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke, Amerikan kongresinde yaptığı konuşma oturumunda, "Amerika, Pakistan'daki mücahitleri söküp atmadan Afganistan'da başarı elde edemez" diyerek bunu teyit etti.

Amerika, haçlı savaşında destek elde etmek için askerî operasyonlarının her türlü bedelle desteklenmesi için Pakistan'da bir kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Zira Svat'taki operasyonların hakikatinin ifşa olmasından dolayı medya kampanyasında başarısız olunca, daha önce Irak'ta kullandığı iğrenç yöntemlerine başvurarak Paşaver ve Lahor'da patlama operasyonlarını düzenledi ve hemen ajanı olan İçişleri Bakanı Rahman Malik de çıkarak Svat'taki silahlı gurupları bu cürüm operasyonlarının arkasında olmakla suçladı.

Amerikan temsilcisinin Pakistan ziyareti gizli midir? Onun ziyareti, bir turistik ve eğlence ziyareti değildir. Bilakis askerî operasyonlar yakından idare etmek içindir. Zira yaptığı her ziyaretin akabinde Pakistan ve Afganistan'daki Müslümanlara yönelik kaos ve yıkım daha da artmıştır.

Doğrusu Pakistan yöneticileri, hem bölgedeki Amerikan siyasî ve askerî varlığının, hem de ülkedeki Amerikan istihbarat kuruluşlarının yürüttüğü habis rolün hakikati hususunda Müslümanları yanıltmak için yoğun çaba harcadılar. Bunun içindir ki Kuzeybatı bölgesindeki Hint varlığının boyutu o kadar şişirildi ki onları, silahlı guruplardan öldürülenlerin temiz olmadığı ve silahlı gurupların Hindistan'dan yardım aldıkları şeklinde iddialarda bulunmaya sevk etti. Bu yöneticilerden hiç biri de fitnenin kökünün, Amerikan varlığına dayandığını söylemeye cüret edemedi. Zira Pakistan'daki fitnenin ateşini tutuşturmada kendisine yardım etsin diye Afganistan'ın kapılarını Hindistan'a açan bizzat Amerika'dır. Diyelim ki bölgedeki kargaşanın arkasında Hindistan var, o halde ne diye bu yöneticiler, Hindistan'a karşı keskin yaptırımlar almıyorlar? Ne diye onunla olan diplomatik ilişkileri kesmiyorlar? Ne diye Karzai Hükümeti'nden Kabil'deki Hindistan sefaretini kapatmasını istemiyorlar?

Bu yöneticiler, bunlardan hiç birini asla yapamazlar. Çünkü efendileri Amerikalılar, onlardan bunu talep etmemiştir. Zira Hint müdahalesi, Obama tarafından ifade edildiği üzere Amerika'nın çıkarınadır. Bunun içindir ki Pakistan yöneticileri, Amerikalı dostlarının isteğine boyun eğerek Hindu Devleti'nin müdahalesini kabul ettiler.

Pakistan yöneticileri, Amerika'nın başarısızlığını engellemek için en son çabalarını harcıyorlar. Zira onlar, Afganistan'daki kendi kuvvetlerine ve NATO kuvvetlerine lojistik destek, yakıt, erzak ve silah temin etmesi için Amerika'nın topraklarını kullanmasına izin vermekle yetinmediler. Dahası -İslâmî âlemin en büyük ve dünyanın yedinci büyük ordusu olan- Pakistan ordusunu Amerika'nın tasarrufu altına verdiler. Zira ödlek Amerikan kuvvetleri ile NATO kuvvetlerinin arkasını mücahitlerin saldırılarına karşı korumak için binlerce Pakistan askeri, Afganistan-Pakistan arasındaki sınırlar boyunca konuşlandırıldı ve Pakistan ordusu Svat bölgesi gibi pek çok bölgede silahlı guruplara karşı askerî operasyonlar yürütmekte. Pakistan yöneticileri, "Allah yolunda cihat" sloganı atan Pakistan ordusunu, geçen sekiz sene içerisinde Amerika'nın başarısız olduğu kabileler bölgesinde savaşması için işte bu şekilde kullandılar.

Bu yöneticiler, Müslümanları birbirine kırdırmaktadır. Oysa Allahu [Subhânehu ve Te'alâ], kardeşini öldüren bir kimseye şu dört helak edici cezayı hazırlamıştır: Ebediyen içerisinde kalacağı bir Cehennem, Allah'ın ona öfkelenmesi, ona lanet etmesi ve onun için elîm bir azap hazırlamasıdır. Zira Rabb-il İzze şöyle buyurmuştur:

وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُّتَعَمِّداً فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِداً فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَاباً عَظِيماً "Her kim bir mü'mini kasten öldürürse cezâsı, içerisinde ebediyen kalacağı Cehennem'dir. Allah ona gazâp etmiş, onu lânetlemiş ve onun için azîm bir azâp hazırlamıştır." [en-Nisâ 93]

Yine SallAllahu Aleyhi ve Sellem, birbirleriyle savaşmalarının büyük bir haram olduğunu göstermek üzere birbirini öldüren Müslümanları İslâm'dan irtidat edip küfre dönenler olarak tanımlamıştır. Zira şöyle buyurmuştur:

لا ترجعوا بعدي كفاراً يضرب بعضكم رقاب بعض "Sakın Benden sonra birbirlerinizin boynunu vurarak Kâfirler olarak gerisin geriye dönmeyin!"

Bu yöneticiler, Müslümanların kendi aralarında birbirleriyle çatışmasını kaçınılmaz bir kader olduğunu sanmaktalar. Şayet bu yöneticiler, Amerika'nın tuzağına karşı koymuş, onun çıkarlarına önem vermemiş ve Afganistan'daki savaşına yönelik desteklerini geri çekmiş olsalardı kesinlikle kabileler bölgesindeki Müslümanların kendi yanlarında yer almalarının yanı sıra İslâmî Ümmet'in de yanlarında yer aldıklarını göreceklerdi. Ne var ki bu yöneticiler, izzet ve şecaati seçmek yerine ödleklik ve kölelik seçeneğini tercih ettiler. Oysa bu seçim, onları zillet ve alçaklıktan başka bir şeye eriştirmeyecektir. Bir taraftan Pakistan'daki Müslümanlar, bu yöneticilere lanet ederlerken kâfir de onlardan razı olmayıp bilakis onlara daha fazlasını vermelerini emretmektedir. Bunun yanı sıra Kıyâmet Günü de Allah'ın öfkesine maruz kalacaklardır.

Efendilerini hoşnut etmek için yöneticilerin Svat'taki Müslümanları katletmeye kalkışmasından bu yana akan paralara gelince; bunun gibi dolarlar Afganlı Müslümanları Amerikalılara teslim ettiğinde Müşerref zamanında da akmıştı. Ancak bu dolarların, daha önce Pakistan'a bir faydası dokunmadığı gibi şu anda da hiçbir faydası dokunmayacaktır. Bu dolarlara rağmen ülke, sürekli elektrik kesintisi yüzünden karanlığa bürünmüş, Pakistan ekonomisi çökmüş ve Müslümanlar açlıktan ölmek üzereler. Evet, kâfiri hoşnut etmek amacıyla Allah'a ve Rasûlüne masiyet yüzünden Müslümanlara rahat ve huzur yoktur. Müslümanların kurtuluşu, Müslümanlara karşı kafirleri güçlendirmekten değil, Allah'ın dinine yardım etmekten geçer.

Bu yöneticilerin fikrî iflası, öyle bir boyuta ulaştı ki gece gündüz demokrasi ve ifade özgürlüğü hakkında konuşup durmalarına rağmen hak sözü işitmemek için parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Nitekim Amerikan savaşını durdurmayı amaçlayan ve Hükümetin yalanını ifşa eden faaliyetleri sebebiyle Hizb-ut Tahrir'e yönelik azgın bir kampanya düzenlediler. Zira insanlar, Hükümetin bir kız çocuğunun kırbaçlanması ve diğerlerinin de öldürülmesi görüntülerinin yer aldığı güvenilir olmayan videobandının yayınlaması maksadının Svat'taki insanlara karşı vahşî operasyonlarını haklı çıkarmaya dönük bir medya propagandası olduğunun farkına vardılar. Yine insanlar, silahlı guruplara yönelik yaklaşımın insanların evlerini yıkmaktan ve onları aç bırakmaktan geçmediğinin farkında oldukları gibi, insanların savaş bölgelerinden kaçmalarını engellemekten veya onları güvenli yerlere tahliye etmek için tahliye araçlarının temin edilmesinden de geçmediğinin farkındalar! Ayrıca insanlar, Amerika'nın kendisini kurtarmak için Irak'ta kullandığı aynı yöntemleri Pakistan'da da takip ettiğini fark eder olmuşlardır. Yöneticiler, kâfir efendilerini hoşnut emek amacıyla kamuoyunu yanıltmanın da ötesinde Hizb-ut Tahrir şebâbını sıkboğaz, tehdit ve işkence etmeye başvurdular. Zira Hizb-ut Tahrir'in 31 Mayıs 2009'da düzenlediği yürüyüşten sonra 100'den fazla kişiyi tutukladılar. Kâfire uşaklıkta öyle bir noktaya ulaştılar ki güvenlik birimleri, Lahor şehrindeki Hizb-ut Tahrir şebâbının evlerini bastılar, yaşlı babalarını tutukladılar, evlerin mahremiyetini ve kadınların avretlerini çiğnediler. Tüm bunlar da başında Nevaz Şerif liderliğindeki Pakistan Müslüman Birliği Partisi'nin olduğu Bölgesel Hükümeti'nin gözü kulağı önünde gerçekleşti. Ancak hiç şüphe yoktur ki Şerif'in zümresinin yüzü, Pakistan Halk Partisi liderlerinin yüzü gibi iğrençtir. Nitekim gizlendikleri İslâm kılıfını çıkartmaya başladılar ve Müslümanları yüzüstü bıraktılar. Ancak Amerikalılar ve İngilizler ile oturup kalkan ve onlardan emirler alan kimselerden bu tür iğrenç fiillerin sadır olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Ancak bizler, bu yöneticilere deriz ki: "Kininizden geberiverin!" Zira bu despotik uygulamalarınız, Allah'ın izniyle ancak Hizb-ut Tahrir şebâbının sebatını arttıracak ve Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vaadi olan İkinci Hilâfet Devleti'nin kurulması gerçekleşinceye kadar faaliyetlerini sürdüreceklerdir. İşte o zaman bu yöneticiler, nasıl bir inkılâp ile devrileceklerini bileceklerdir.

Ey Pakistan'daki Müslümanlar!

Amerika'nın bölgeye gelmesinden bu yana Müslümanlar, kaos, istikrarsızlık ve patlama operasyonları ateşiyle yanıp kavrulmasına rağmen yöneticiler, durumların kötülüğü hususunda Amerika'yı suçlamak yerine sizleri suçlamakta ısrar etmektedirler. Şayet yöneticiler, kaosu ve istikrarsızlığı bitirmede samimi olsalardı, asıl çözüm olan Amerikan varlığını bölgeden süpürüp atmaya başvururlar, sözde terörizme olan desteklerini çekerler, Afganistan'daki Amerikan ve NATO kuvvetlerine giden ikmal yollarını keserler ve Amerikan istihbarat birimlerini ülkeden kovarlardı. Ancak onlar, tahtlarındaki bekalarının güvencesi için kaotik atmosferleri sevmelerinden dolayı bunları asla yapmayacaklardır ve bölgedeki Amerikan varlığını meşrulaştırmak için de kaosun yayılmasında Amerika'ya yardım etmektedirler. Hiç şüphesiz bu yöneticiler, Amerika'ya köleliği seçtiler ve Allah'a olan köleliliğinizi bir tarafa atarak sizlerin de kendi köleliklerine katılmanızı temenni etmekteler. Yöneticilerin hıyaneti ve zulmü, asla ebediyete kadar devam etmeyecektir. Zira Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ "Allah, zalime mühlet verir. Ama bir de onu yakaladı mı artık onu bırakmaz."

Ey Pakistan Silahlı Kuvvetleri!

Yeterse yeter artık! Melun Zerdari Hükümeti'nin alaşağı ediniz, kardeşlerinizi katletmenizi emreden liderlerinize itaat etmeyiniz, fitneye ve iç savaşa çağıran aranızdaki tüm mücrimleri kaldırıp atınız, bu iç savaşı silip atınız, kendinizi Amerika, Avrupa ve Afganistan ile Pakistan'daki ajanlarının komplosunun birer yakıtı olarak kullandırmaktan kurtarınız. Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmaktadır:

..فإن دماءكم وأموالكم وأعراضكم عليكم حرام كحرمة يومكم هذا في بلدكم هذا في شهركم هذا - أعادها مراراً Bu gününüz nasıl muharrem bir gün ise, bu beldeniz nasıl muharrem bir belde ise, bu ayınız nasıl muharrem bir ay ise, sizin için kanlarınız da, mallarınız da, ırzlarınız da öyle muharremdir (haramdır, korunmuştur). Bunu defalarca tekrarladı...

Biliniz ki ne Allah'a itaat ile O'na isyan, ne şer'î hüküm ile tâğut hükmü, ne de Allah'ın dinine ihlâs ile kâfirlerin ve Müslümanların ajan yöneticileri arasında ortak çözüm ve ortak müşterekler diye bir şey vardır.

Gerçek bir duruş sergileyerek işleri nisâbına döndürecek aranızda hiç aklı başında bir adam yok mu? Amerika'ya savaş açacak Hilâfet Devleti'nin kurulmasına nusret verecek aranızda hiç bir adam yok mu? Ümmeti bir bütün olarak kurtaracak ve ancak Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vereceği genel ecri garantilemek üzere bu ciddî ameli yapacak aranızda birisi yok mu?

 

Devamını oku...

Yol Haritası'nın Neden Olduğu Kalkilya Faciası, Yahudilerin İstediği Yeni Bir İç Çatışmanın Habercisidir! O Halde Durumunuzun Bilincinde Olunuz

  • Kategori Filistin
  •   |  

Kassam Tugayları'ndan iki, güvenlik mensuplarından üç kişinin yansı sıra başka yaralanmalara ve ölümlerle yol açan 31.05.2009 Pazar sabahı meydana gelen Kalkilya faciası, siyasî ve güvenlik bağlamdan kopuk bir olay değildir. Bilakis bu, Otoritenin konumunun, insanlar ve Filistinli guruplarla olan ilişkisinin doğal bir sonucudur. Zira Filistin Otoritesi, ortaya çıkmasından bu yana gücünü aşan bir şekilde Yahudileri ve devletlerarası tarafları hoşnut etmek için çalışmaktadır ki olur da bu devletlerarası taraflar, ona finans desteği verirler veya George Bush'un iki devletli çözüm görüşü yada Obama'nın yerleşim birimlerini durdurmasını talep etmesi gibi zehirli siyasî-diplomatik nezaketler ikramında bulunurlar.

Kalkilya faciası ve daha öncesindeki güvenlik birimlerinin faaliyetleri, Devlet Başkanı Abbas'ın Amerika'dan dönmesine denk gelmiştir. Sanki bu olay, Obama'nın taleplerinin ve bu ziyaret esnasında Devlet Başkanı Abbas'ın açıklamalarının pratik tercümanı olmuştur.

Obama, şöyle demiştir: "Filistinliler, İsraillilere karşı şiddeti ve tahriki frenlemelidirler." Ayrıca Obama, Abbas'tan kendisinden istenilen bazı ayrıntıları yerine getirmesini dikte ederek şöyle demiştir: "Filistinliler, Batı Şeria'da güvenliğin sağlanması, okullarda ve mescitlerde İsraillilere karşı tahrikin azaltılması hususunda yükümlülüklerini yerine getirmelidirler."

Mahmud Abbas'ın, Obama'nın taleplerine ilişkin cevabı ise, hiçbir kapalılığın olmadığı açık bir şekilde gelmiştir: "Bizler, a'dan z'ye kadar tamamen yol haritasına bağlıyız ve yol haritası planında geçenlerin uygulanması, Ortadoğu'da kapsamlı adil bir barışa ulaşmasını yegane yoludur." [Ma'n Haber Ajansı / 05.29] Hatta Abbas'ın işaret ettiği gerçek mananın a'dan z'ye kadar açığa çıkması için sizlere iğrenç cürüm yol haritasında geçen bazı hususları sunuyoruz:

-Filistinliler, açık bir şekilde şiddetin ve terörün durmasını, herhangi bir yerde İsraillilere karşı şiddet saldırılarında bulunan ve planlayan kişileri görünür bir çabayla tutuklayacaklarını ve cemaatleri de tasfiye edeceklerini ilan eder.

-Yeniden inşa ve tesviye edilen Filistin Otoritesi Güvenlik Birimi, teröre katılan herkese karşı koymayı, terörist güçleri ve alt yapıyı sökmeyi amaçlayan hedefli ve etkili aralıksız operasyonlara başlayacaktır. Bu da yasadışı silah ithalatını ele almayı ve her türlü terör veya yolsuzlukla ilişkiden yoksun güvenlik otoritesini güçlendirmeyi kapsamaktadır.

-Yeniden inşası ve eğitimi tamamlanacak Filistin Güvenlik Birimi yetkilileri ile İsrail ordusundaki meslektaşları, Amerikan güvenlik yetkililerinin katılımıyla yüksek düzeyde periyodik toplantıların da dâhil olduğu Tenet Planı'nı uygulamak üzere yeniden sürekli güvenlik işbirliği ve diğer yükümlülükler görüntüsüne başlayacaklardır.

Böylece ortaya çıkmaktadır ki Filistin Otoritesi'nin yol haritasına bağlılığı, Kalkilya olayları gibi olaylardan başka bir şeye yol açması imkânsızdır. Çünkü doğal olarak işgalin altında direniş hareketleri ortaya çıkmakta ve yol haritası da Otorite'yi bu direnişi bitirmeye bağlı kılmaktadır. Bunun içindir ki Filistin Otoritesi ve benimsediği yol haritası, sanki Kalkilya'da meydana gelenlerden sorumlu olduklarını ve bu faciada akan Müslümanların kanlarının günahını yüklendiklerini dile getiren bir olgu gibidirler. İster güvenlik birimlerinin, isterse Hamas Hareketi'nin evlatlarından olsun, Filistin Otoritesi tarafından ileri sürülen sudan soruşturmalar ve mazeretler onu sorumluluktan kurtarmayacaktır. Filistin Otoritesi'nin, yol haritası ve Yahudiler ile devletlerarası taraflarla yapılan benzeri anlaşmalara bağlı kalmadaki ısrarı, doğrusu büyük bir felakettir; hem Filistin'i bitirerek onu yok eden, hem de Filistin halkını bitirerek kanlarını akıtan bir felakettir.

Ey Filistin'deki Müslümanlar!

Kalkilya'da meydana gelenler, yeni bir iç çatışmanın ve salgın bir şerrin habercisidir, insan kitleleri içerisindeki akiller, muhlisler ve tüm örgütlerin evlatlarının iş işten geçmeden durumun bilincine varmalıdırlar ki böylece yeni bir iç çatışmanın çıkmasını engelleyebilsinler. İç çatışmaya kapı aralayacak en tehlikeli giriş kapısı, bu meselede örgütlerin seferber olması ve harekete geçmeleridir. Zira örgütlerin buna karışması demek, insanların hepsinin karışması ve nerede son bulacağını Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği bir uçurumun ve fitnenin eşiğine gelmeleri demektir. Ayrıca gerek fertler, gerekse örgütler olarak tüm insanlar, Yahudiler ile Amerikalıların dikte ettiği hususlardaki kör gidişatından geri dönünceye kadar Filistin Otoritesi'ne baskı yapmalılar, güvenlik birimleri içerisindeki evlatlarına ve onlara "öncülük" edenlere Müslümanın hurumatına yönelik her saygısızlıktan dolayı Allahu Subhânehu'nun kendilerini muhasebe edeceğini, fakirliğin Yahudilerin kendilerini halklarına karşı kullanmasından, Müslümanların kanları ve ırzlarıyla yoğrulmuş bir yemekten daha hayırlı olduğunu anlatmalıdırlar. SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَكَلَ بِرَجُلٍ مُسْلِمٍ أَكْلَةً فَإِنَّ اللَّهَ يُطْعِمُهُ مِثْلَهَا مِنْ جَهَنَّمَ وَمَنْ كُسِيَ ثَوْبًا بِرَجُلٍ مُسْلِمٍ فَإِنَّ اللَّهَ يَكْسُوهُ مِثْلَهُ مِنْ جَهَنَّمَ "Her kim, Müslüman bir kimseyi bir yemek olarak yerse Allah da ona Cehennem'de onun benzerini yedirir. Her kim de Müslüman bir kimseyi bir elbise olarak giyerse, Allah da ona Cehennem'de onun benzerini giydirir."

Otorite, örgütleri tahrik etmeye başladı. Zira hem Kalkilya, hem de Cenin'deki mescitlerde hoparlörler yoluyla provokatif beyanatlar verildi. Bu beyanatlar, ihtilaf, anlaşmazlık ve çatışmaya sürükleyecek bir dille karakterize olmuştur. Zira aralarında Fetih Hareketi'nin evlatlarından muhlis eşrafın da olduğu insanlar bunlara karşı çıkmıştır. O halde Otorite, bu tehlikeli çizgiden vazgeçmeli ve insanlar da kendilerini helake ve fitneye sürükleyecek bu üsluptan sakınmalıdırlar.

Ey Filistin'deki Müslümanlar!

Muhakkak ki Allahu Te'alâ, kanlarınızı sizlere haram kılmıştır. Zira SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُه "Her Müslümanın Müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır."

Ve şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَشَارَ إِلَى أَخِيهِ بِحَدِيدَةٍ فَإِنَّ الْمَلَائِكَةَ تَلْعَنُهُ حَتَّى يَدَعَهُ وَإِنْ كَانَ أَخَاهُ لِأَبِيهِ وَأُمِّهِ "Her kim, babası ve anası dahi olsa bir demirle kardeşine işaret ederse, onu bırakıncaya kadar melekler ona lanet eder."

Yahudiler, Amerikalılar ve diğerleri, sizlere tuzak kurmaktalar ve sizin de planlarının yakıtı olmanızı istemektedirler. O halde tuzaklarını onların başlarına geçiriniz ve bir avuç Yahudi dostunun sizleri, sizlerin ve evlatlarınızın kanlarının akıtılmasına sürüklemesinden sakınınız.

Ey Müslümanlar!

Sizleri, Allahu Te'alâ'nın izniyle yakında gelecek olup Müslümanların arasına giren, kanlarını akıtan onlara ve beldelerine komplo kuran herkesi söküp atacak olan Hilâfet Devleti'nin kurulması şerefinde bizlere ortak olmaya davet ediyoruz.

وَلَتَعْلَمُنَّ نَبَأَهُ بَعْدَ حِينٍ "O'nun verdiği haberin doğruluğunu pek yakında öğreneceksiniz." [Sa'd 88]

 

Devamını oku...

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَع

  • Kategori Afganistan
  •   |  

Genel Bir Hitap

Demokratik Seçimlere Katılmak, Kesinlikle Haramdır

 

Ey Afganistan'daki Müslümanlar ve Siyasî Partiler!

es-Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh,

 

Hizb-ut Tahrir, Afganistan Müslümanlarına ve siyasî partilere, Afganistan'daki mevcut nizamın demokratik usulleri tatbik etmeyi, bu esasa göre temel kanunu çıkartmayı ahdetmesinin ve bu nizamın gölgesinde İslâmî Şeriat'ın tatbikine hiçbir imkânın olmadığının açık bir durum olduğunu beyan eder. Geçen seneler içerisinde Afganistan'da bu nizamın tatbik edilmesinin sonucunun, masumların katledilmesinden, köylerin yok edilmesinden, fuhşun ve fücurun yayılmasından, fakirlik yüzünden sıkıntılar çekmesinden, faizli muamelelere olanak hazırlanmasından ve ekonomiyi eline geçiren kapitalist zümrenin oluşmasından başka bir şey olmadığına şahit oldunuz.

İslâmî topraklarda demokratik seçimlere katılmak, demokratik nizama meşruiyet kazandırmanın ötesinde İslâmî Ümmet açısından siyasî ve ekonomik sorunlar ile krizleri de katlamaktadır. Ülkedeki Cumhurbaşkanlığı, Müslümanların haklarını gasp etmekte, halkın maddî ve manevî değerlerine hıyanet etmekte, masum Müslümanların katledilmesinde onun uzun eli bulunmaktadır. Bizler bizzat kendi gözlerimizle her gün köyleri bombalayarak yok eden ve savunmasız halkı katleden Amerikan uçaklarına şahit olmaktayız. Bu sorunla karşı karşıya kalan sadece Afganistan değildir. Bilakis Filistin, Keşmir, Irak ve Çeçenistan gibi diğer İslâmî beldelerin yöneticileri de kasten Müslümanların katledilmesi ve yok edilmesinde birbirleriyle yardımlaşmaktadırlar.

Demokrasi, niceliğe önem verirken İslâm, niteliği gözetmektedir. Zira İslâm, sorumluluğun edası için takvayı esası kılmaktadır. Ancak demokrasi, iktidar koltuğuna oturma hakkını mal ve kuvvet sahiplerine vermektedir. Bunun içindir ki Allah'ın azabından sakınınız ve İslâmî olmayan bir nizamın tatbik edilmesine yardımcı olmayınız.

Demokratik nizamlar, şu iki esasa dayanır:

1. Egemenlik halka aittir: Yani bu, anayasa ve kanun yapma hakkını insanlara ve halka vermektedir. Devlet ise konulmuş anayasaya göre halkın işlerini güder.

2. Otoritenin kaynağı halktır: Bunun tam manası, devlet başkanını belirleme, işlerini gözetleme ve yöneticiyi muhasebe etme hakkını insanlara vermektedir.

Tüm insanların, kanunların yapılmasına katılması imkânsız olup insanların çok çok yaptıkları devlet başkanını seçmek olduğu açıktır. Zira devlet başkanının seçilmesi, doğrudan insanlar tarafından gerçekleştiği gibi kanun gücü olarak isimlendirilen parlamentoya vekiller aday gösterip seçmektedirler. Parlamento, rolü gereği kanunlar koymakta, bunları gözetlemekte ve bunların tatbiki noktasında yöneticileri muhasebe etmektedir.

İşte tüm bunlar, Allahu Subhânehu ve Te'alâ'nın yasama hakkını Kendisi ve Rasûlü için bir hak kıldığı bir sırada gerçekleşmektedir. Zira şöyle buyurmuştur:

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُّبِينًا "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettikleri zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." [Ahzâb 36]

Aslında yeni nizam, Batılı kültür ve mefhumlardan kaynaklanmıştır. Zira Batılı hayat, dini devletten ayırma fikrine dayanmaktadır. Dolayısıyla bu nizamın İslâmî âlemde yayılması ve yaygınlaşması, Batılı kültürün göçü ve onun inancının isteğinin yerine getirilmesinden başka bir şeyi ifade etmez. Dolayısıyla da bu Batılı fikrî akım, Afganistan'ın da dâhil olduğu diğer milletleri sömürmeye çalışmaktadır.

İslâmî Ümmet'e vacip olan yönetim nizamı, İslâmî akîde esasına dayanır ve Müslümanların bu akîdeye göre amel etmelerini farz kılar. İşte bu esas, demokratik esasla çelişmektedir. Çünkü İslâmî yönetim nizamı, İslâmî şeriat esasına bina edilmiştir ve egemenliği de şeriata ait kılar. Demokrasi ise dini devletten ayırma esasına bina edilmiştir. Buna dair Allah'ın Kitâbı'ndan olan kat'î deliller vardır ki bunların bazıları şunlardır:

إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ "Muhakkak ki hüküm ancak Allah'a aittir." [Yûsuf 40]

Buradaki [الحکم] kelimesi, emrin, nehyin ve mubahın da dâhil olduğu yasama manasındadır. Yine Allahu [Celle ve Âlâ] şöyle buyurmuştur:

وَأَن احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللَّهُ إِلَيْكَ "Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet! Sakın onların hevâlarına tâbi olma ve Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın!" [el-Mâide 49]

Ve şöyle buyurmuştur:

وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَـذَا حَلاَلٌ وَهَـذَا حَرَامٌ لِّتَفْتَرُواْ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ "Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak "Bu helâldir, şu da haramdır" demeyin. Aksi halde Allah'a karşı yalan iftirâ etmiş olursunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan iftirâ edenler asla iflâh olmazlar." [en-Nahl 116]

İslâmî Nizam, insanların yerine yasamada bulunan bir meclisin olmasını kabul etmez. Çünkü İslâmî Devlet'te yönetim ve egemenlik, sadece İslâmî Şeriat'a aittir ve devlet başkanının (Halîfenin), insanların işlerini idare etmek için Allahu Subhânehu'nun Kitâbı'ndan ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünnetinden şer'î hükümler benimseme hakkı vardır.

Bu demek değildir ki İslâm, seçimleri yasaklamaktadır. Zira seçimler, devlet başkanlığı için Müslümanların kendisine biat ettiği kişinin seçilmesinin pratik metodu olduğu gibi Halîfe ve devlet ile meşverette bulunmaları, onları gözetmeleri ve sorumluluklarını muhasebe etmelerinin yanı sıra Ümmet Meclisi'nde Ümmetin şikâyetlerini ele almaları, devlet başkanı adaylarını sınırlandırmaları için vekillerin ve temsilcilerin seçilmesinin de vesilesidir.

Oysa demokratik seçimlerde kanun, çoğunluğun görüşüne göre çıkarılır, bu kanunun tatbik edilmesi ve onun esası üzerine muhasebe edilmesi için devlet başkanı ile parlamento üyeleri seçilir ki bunu Allah [Azze ve Celle], haram kılmıştır. Oysa İslâmî seçimlerde Müslümanlar, insanlara İslâm ile hükmetsin diye Halîfeyi seçerler, bunun üzerine ona biat ederler ve İslâm hükümlerine göre emirleri muhasebe etsinler ve onları gözetlesinler diye de vekiller seçerler.

Ey Murabıt Müslümanlar!

Demokrasi, bir çoğunluk yönetimidir ve bizler, Türk parlamentosunun Müslüman Türk kadınının başörtüsü takmasını yasaklaması ve Afgan parlamentosundan dış kuvvetlere meşruiyet kılıfı vermesinin istenmesi gibi parlamentoların Allah'ın Müslümanlara farz kılığı pek çok hususun yasaklanmasına karar verdiklerine şahit olduk. Nitekim son zamanlarda Afganistan parlamentosunun ülkedeki Şiilerin ahvâli şahsiye kanununda düzenleme yaptığını, ancak dünyadaki kâfir güçlerin harekete geçerek kanunu eleştirerek onu hedeflerine ulaşmanın önemli bir noktası edindiklerini, Afganistan Devleti'ni kanunu incelemeye ve yeniden gözden geçirmeye mecbur bıraktıklarını gördük. Allahu [Celle ve Âlâ] şöyle buyurmaktadır:

وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً "Muhakkak ki Allah, Kâfirler için mü'minler aleyhine asla bir yol (egemenlik) kılmayacaktır!" [en-Nîsa 141]

Yine İslâmî âlemdeki parlamentolar, içki ve faizli bankalara izin verilmesi gibi Allahu Subhânhu ve Te'alâ'nın haram kıldığı pek çok hususları da helal kılmışlardır. Buna göre demokratik İslâm ıstılahı, Allah ve Rasûlünün düşmanlarını türettiği bir ıstılahtır.

Ey Salahaddîn'in ve Tarık Bin Ziyad'ın Varisleri!

Afganistan, İslâmî bir beldedir ve Afgan halkı da tarih boyunca İslâm için kendisini feda etmiş Müslüman bir halktır. Nitekim tarih, dünyanın en güçlü zaliminin bu halk tarafından hezimete uğramasını kaydetmiştir. İslâm'da yönetim nizamı, İslâmî Hilâfet Nizamı'dır ve Allah onu Müslümanlara vacip kılmıştır. Zira Hilâfet, İslâmî akîdeyi korur, İslâmî şeriatı tatbik eder, İslâmî daveti tüm dünyaya taşır, insanlığı küfrün mutsuzluklarından kurtararak onlar İslâm'ın rahmeti ile Müslümanların adaleti altına sokar. İslâmî Hilâfet, İslâmî beldelerdeki mevcut tüm devletleri ve devletçikleri, tek bir devlette birleştirecek, Müslümanları parçalamak amacıyla kâfirler ile sömürgeciliğin çizdiği sunî sınırları kaldıracak ve Müslümanların işlerini en güzel yolla idare edecektir.

Ey Müslüman Halk!

İslâmî Şeriat'ın tatbikinin önündeki en güçlü engel, demokratik nizamlardır. Çünkü bu nizamlar, İslâm ile tamamen çelişmektedir. Dolayısıyla seçimlere katılmanız halinde İslâmî halkın hiçbir sorununu asla halledemeyeceksiniz. Bilakis halkın belaları ile krizlerinin katlanmasına yardımcı olacaksınız. Bu seçimlere katılmak kesinlikle haramdır. Bunun içindir ki Hizb-ut Tahrir, bu büyük cürümü işlemeyesiniz diye sizlere ona katılmama nasihatinde bulunmaktadır. Dikkat ediniz ki Batı yöneticileri, göstermelik de olsa sizlere görüş bildirme hakkı verdikleri halde, sizlere yöneticiyi belirleme hakkı yetkisi vermemektedir. Zira bu, yalnızca sömürgeci devletin hakkıdır.

Demokrasi, İslâmî Şeriat'ın tatbik metodu değildir. Bilakis o, sadece İslâmî Ümmeti sömürme ve sömürgeleştirme aracıdır. Seçimlere katılmak, aşamalı olarak İslâmî usullerden taviz vermektir ve şeriatın tatbikinde kısmî taviz vermenin kesinlikle haram olduğuna dikkat ediniz. Zira Allahu [Celle ve Âlâ], şöyle buyurmuştur:

أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; Kıyamet Günü'nde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir." [el-Bakara 85]

Belki de insan hakları, toplumsal adalet ve sivil toplum kuruluşları gibi süslü ıstılahlar sizleri aldatabilir. Ancak bunlar, Batının İslâmî âleme otorite dayattığı dünyadaki İslâmî Ümmet'in mutsuzluklarının ıstılahlardır.

Hizb-ut Tahrir, bu genel hitapla sizlere sesleniyor ve -Allah göstermesin- demokrasinin hayatınızda şeriatın yerini almasına karşı sizleri uyarıyor. Çünkü Batı, Müslümanların zihinlerini ifsat etmek ve dondurmak için hızla çalışmakta ve Müslümanların zihinlerindeki İslâm'ın dakik mefhumunu zayıflatmayı istemektedir ki böylece onları, dalalete düşürebilsin. Allahu [Celle ve Âlâ] şöyle buyurmaktadır:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ "Onlar Allah'ın Nûru'nu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Kâfirler kerih görse de Allah, Nûru'nu mutlaka tamamlayacaktır." [et-Tevbe 32]

Ey Müslümanlar!

Hizb-ut Tahrir, İkinci Râşidî Hilâfeti kurmak için İslâmî beldelerin genelinde çalışmakta olup sizleri, İslâmî Hilâfeti kurmak için güçlerinizi birleştirmeye, kendisinin yanında yer almaya ve bu azîm vacibi eda etmek için bu Hizb'in şebâbı ile birlikte gayretle çalışmaya davet etmektedir. Yine sizleri, kültürlenme merhalesi, kaynaşma merhalesi ve kuvvet ehlinden nusret talep edilmesi merhalesinin dâhil olduğu Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in metoduna tabi olmaya davet etmektedir. Bizler Allah'tan korkuyor ve bizleri Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in İmâm Ahmed'in rivayet ettiği hadiste müjdelediği Nübüvvet Minhacı Üzere İslâmî Hilâfeti ihya etmeye muvaffak kılmasını O'ndan temenni ediyoruz.

ثم تكون خلافة على منهاج النبوة "Sonra da Nübüvvet Minhacı üzere Hilâfet olacaktır"

Son olarak; nasihatimizi kabul buyurmanızı ve Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerden olmanızı temenni ediyoruz:

الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ "O kullarım ki sözü dinlerler. Sonra da en güzeline tabi olurlar." [ez-Zumer 18]

وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ "Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." [Yasîn 17]

 

Devamını oku...

Hamas Otoritesi, Karışı Karışına, Adımı Adımına Fetih Otoritesinin Yolunu Takip Ediyor

  • Kategori Hizb
  •   |  

Fetih Hareketi, geçen asrın ortasında kurulduğu zaman, Filistin'i nehirden denize kadar kurtarmak için direnişi benimseyeceğini ilan etmişti. Sonra öyle bir noktaya vardı ki nehri de denizi de bu ikisinin arasındakileri de heba etti! Nitekim Fetih Otoritesi, Filistin'in genelinin genelinde Yahudi varlığını tanıdı, Amerikan gözetiminde Filistin'den geriye kalan yerlerde bir devlet için onunla müzakereye girmeye başladı ve Otorite'nin Başkanı her ne zaman başı sıkışsa Washington'un yolunu tuttu... Buna rağmen Fetih Otoritesi, müzakereler üzerinden uzun seneler geçmesinden bugüne kadar hiçbir şey elde edemedi. Bilakis o, işgalin gölgesinde onun izniyle gidip geldi. Hatta başkanı, Yahudi varlığının izni olmaksızın yolculuğa dahi çıkamadı!

Ardından Fetih'in kurulmasından yaklaşık yirmi sene sonra Hamas kuruldu. Sonra Fetih'in daha önce izlediği mesafeyi kat ederek Filistin'i nehirden denize kadar kurtarmak için direnişi benimseyeceğini ilan etti. Böylece "Yahudi Devleti'ni" tanımasından, sadece 1967 sınırları içerisinde bir devlet istemesinden, Amerika'nın kucağına atlamasından ve Yahudi varlığıyla müzakereye girmesinden dolayı Fetih Hareketi'ni eleştirmeye başladı... Daha sonra Hamas Otoritesi de öyle bir noktaya vardı ki Filistin'in genelinin genelindeki bir "Yahudi Devleti'nin" yanında 1967 sınırları içerisinde bir devlet istedi! Ve o da bu işin gerçekleşmesi üzerinde müzakere için Amerika'ya el uzattı!

İşgalin gölgesinde seçime girip işgalin gölgesinde yönetimi teslim almasından ve Mekke Anlaşması'ndan bu yana Hamas Otoritesi'nin fiili meşruiyetinin vakıası, bir "Yahudi Devleti'nin" yanında 1967 sınırları içerisinde bir devleti dile getiriyor olmasına rağmen o, iki devletin varlığını ikrar eden devletlerarası ve Arap alemi kararları karşısında kelimelerle oynayarak devletlerarası kararları tanıyorum demek yerine devletlerarası kararlara saygı duyduğunu söylemektedir. Aklı selim olan herkes bilmektedir ki bir karara saygı duyan kimse, eninde sonunda onu tanıyacaktır!

Ancak Hamas, bugün 25.06.2009'da Şam'da düzenlediği büyük bir konuşmada Halit Meşal, açıkça 1967 sınırları içerisinde bir devlet istediğini ve bu maksatla müzakereye girmek için Amerika'ya el uzattığını dile getirdi!

Ne rastlantıdır ki "Fetih", Batı Şeria ile Gazze'de bir devlete muvafakat ettiğini ve Filistin'in nehirden denize kadar kurtarılmasının bir miras olarak mazide kaldığını kurulmasının üzerinden yaklaşık yirmi sene geçmesinden sonra, yani 1988 Ekim ayında Cezayir'de düzenlendiği konferansta ilan etmiştir. Aynı şekilde Hamas da 1967 sınırları içerisinde bir devlete muvafakat ettiğini ve müzakere için Amerika'ya el uzattığını 1987'de yola çıkmasının üzerinden yaklaşık yirmi sene sonra ilan etmiştir! Sanki o, karışı karışına, adımı adımına Fetih'in yolunu takip etmektedir!

Ey Müslümanlar!

Batılı devletlerin, özellikle de Amerika ile İngiltere'nin birçok örgütün oluşumunda bulunmamış olmadıklarını açıklamak amacıyla bu örgütlerin oluşumunun vakıasına girmek istemiyoruz. Buna girmek istemiyoruz; çünkü mevcut vakıa, söze gerek bırakmamaktadır. Ancak Allah'ın izniyle bizler deriz ki: Fetih'in; birisi Filistin'in genelinin genelinde Yahudi varlığına, diğeri bazı şartlar ve kayıtlarla Filistin'in küçük bir yerinde Filistinlilere ait olmak üzere Filistin'de iki devleti tanımasından duyduğumuz üzüntümüze oranla Hamas'ın bu vakıaya düşmesinden duyduğumuz üzüntümüz daha büyüktür. Çünkü "Fetih", Filistin'de iki devletin olmasına İslâm adıyla değil de pragmatik vatancı bakış açısıyla muvafakat etmiştir. Zira Fetih, hiçbir zaman İslâmî bir hareket olduğunu iddia etmemiştir. Ancak Hamas, herkesin gözünde İslâmî bir harekettir. Bu işin tehlikesi ise, herkesin 1967 yılında işgal ettiği yerden çekilmesi halinde 1948 yılında Filistin'de gasp ettiği yerler üzerinde Yahudi varlığının tanınmasına İslâm'ın cevaz verdiğini zannetmesidir ki facia işte buradadır! Bundan dolayı daima Hamas'ı bu bataklığa düşmekten uzaklaştırmaya hırs gösterdik. Dolayısıyla hem işgalin gölgesinde seçimlere girmemeleri, hem de işgalin gölgesinde otoriteye dâhil olmamaları nasihatinde bulunduk... Ne var ki onlar, bu nasihate hiçbir değer vermediler. Aksine bunu dürüst olmayan çarpıtılmış bir yorumla yorumladılar!

Ey Müslümanlar!

"İslâmî" bir hareketin Filistin'de iki devleti tanıması hususundaki üzüntümüz büyük olmasına rağmen bunun bir nebze hayır olduğunu düşünüyoruz. Zira vakıanın hakikatinin ortaya çıkması, aldatıcı bir serap olarak kalmasından daha hayırlıdır. Zira gündüz güneş tam tepedeyken bir şeyin görünmesi, gecenin karanlığında görünmesinden daha hayırlıdır. Zira görüş netliği olmamasından dolayı varlığı bu şekilde kaybolur! Tüm bunlara rağmen Allah'ın izniyle üzüntüyü ümide çevirecek Filistin'in erleri vardır. Zira Fetih ve Hamas'ın Filistin'de iki devleti kabul etmesi, Yahudi varlığını İslâm'da meşruu bir hale getirmeyecektir. Çünkü Fetih ile Hamas, ne İslâm'ın ne de Müslümanların kendisidir. Bilakis onlar, yoldan sapmış kafilenin küçük bir parçasıdır. Filistin ise İslâmî Ümmet'in mülkü olan mübarek İslâmî bir arzdır ki o, Allahu Subhânehu'nun el-Aksâ'yı azim bir hadise olan el-İsrâ ve'l Mirâç hadisesiyle Beyt-il Haram'a bağlamasından bu yana Ümmetin aklına ve kalbine yer etmiştir.

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آَيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-il Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-il ‘Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Muhakkak ki O, Semî'dir ve Basîr'dir" [el-İsrâ' 1]

Filistin'in çözümü, ne iki devletli çözüm hakkında müzakere için Amerika'ya uzanan bir elle, ne de 1967'de işgal edilmiş yerlerin hepsinden fiilen çekilmiş olsa dahi Yahudi varlığıyla yapılacak müzakerelerle mümkündür. Zira gerek 1948 yılında işgal edilmiş Filistin'in herhangi bir karışı, gerekse 1967'de işgal edilmiş Filistin'in herhangi bir karışı, İslâm nazarında aynıdır. Çünkü bu mübarek arz, İslâmi Hilâfet asırları boyunca İslâmi ordunun şehitlerinin kanlarıyla kazanılmıştır. Hatta Filistin'in hiçbir karışı yoktur ki oraya bir şehit kanı düşmemiş veya bir mücahidin atının tozu bulaşmamış olsun.

Muhakkak ki Filistin, el-İsrâ hadisesinden bu yana Müslümanların boyunlarında bir emanettir. Zira Müslümanlar, onu Ömer [Radıyallahu Anh] döneminde fethetmişler ve o tarihten bu yana İslâm'ın Filistin üzerindeki otoritesini tekit eden ve Mübarek Kudüs'te özellikle Yahudilerin oturamayacağına hükmeden Ömer Ahitnamesi gerçekleşmiştir... Keza bu emanet, tarih boyunca da devam etmiştir. Zira her ne zaman bir düşman, Filistin'e cüret ederek onu işgal edip kirletse, Hilâfetin gölgesindeki büyük bir komutan onu bu düşmanın pisliğinden kurtarmıştır. Tıpkı Salahaddîn'in onu haçlılardan temizlediği gibi... Tıpkı Kutuz ve Baybars'ın onu Tatarlılardan temizlediği gibi... Tıpkı Hilâfetin son günlerinde Halîfe AbdulHamid'in, Hertzl'in çetelerinin oraya yerleşmesine mani olarak onu koruduğu gibi. Ah bir Hilâfet olsaydı, olması gereken işte bu olurdu da Filistin'i gaspeden Yahudi varlığını, ona şeytanın vesveselerini dahi unutturacak darbelerle yok ederdi de Filistin'i bir bütün olarak İslâm diyarına döndürürdü.

Muhakkak ki Filistin, hala Müslümanların boynunda bir emanettir ve hiçbir bağımsız Müslüman bu emanete hıyanet etme hakkına sahip değildir. Zira el-Kavî ve el-Azîz olan Allah, şöyle buyurmuştur:يَا أَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا لاَ تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ "Ey îmân edenler! Allah'a ve Rasulü'ne hıyânet etmeyin! (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hıyânet etmiş olursunuz." [el-Enfâl 27]

 

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: 12.06.2009 günü İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Açıklanan resmî sonuçlara göre oyların %62,6'sını şu anki Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad, %33,7'sini rakibi olan Mir Hüseyin Musavî aldı. Diğer iki rakip ise küçük bir oranda oy kazandı. Bunun üzerine Musavî ve taraftarları, seçim sonuçlarına hile karıştırıldığı iddiasında bulunarak Musavî'nin taraftarları, 15.06.2009 günü, izinsiz protesto yürüyüşleri ve gösteriler düzenledi. İran güvenlik güçlerinin, göstericileri dağıtmak istemesiyle de açıklandığı üzere Tahran'da yedi kişinin ölümüne ve 29 kişinin yaralanmasına yol açan isyan ve şiddet eylemleri baş gösterdi.

O halde bu olaylar, İran'da devletlerarası bir çatışmanın meydana geldiğini mi göstermektedir? Yoksa bu, görev paylaşımına yönelik güç odakları arasındaki içsel bir çatışma mıdır? Ayrıca Amerika ve Avrupa'nın bu olaylardaki varlık boyutu nedir?

Cevap:

1. Seçim sonuçlarının açıklanması üzerine İran'da meydana gelen olaylar, doğrusu dikkat çekici olaylardır. İran'daki siyasî sistemin vakıası, rejimin mevcut kurumlarının yapısı, dinî liderin geniş yetkileri ve cumhurbaşkanının sınırlı yetkileri; tüm bunlar, giderek tırmanan bu tür olayların ortaya çıkmasını ele almaya değer bir husus haline getirmektedir.

2. Rejimin kurumları tarafından yapılan açıklamalar, rejimin bunların sıradan olayların ötesinde sıcak olaylar olduğunu fark ettiğini göstermektedir. Hatta Anayasa Koruyucular Konseyi, protestocuları razı etmek için kısmen de olsa taviz vermiştir. Zira 16.06.2009'da Anayasa Koruyucular Konseyi, Ahmedinejad'ın rakiplerinin sunduğu seçimlere ilişkin itirazları, seçimlerin iptal edilerek yeniden yapılması taleplerini ele almıştır. Nitekim Konsey Sözcüsü Abbas Ali, anayasaya göre seçimlerin iptal edilerek yeni bir seçim yapılmasının imkânsız olduğunu, ancak gerektiğinde tartışmalı bazı oy pusulalarının yeniden sayılacağı şeklinde bir açıklama yapmıştır. [el-Cezîra / 16.06.2009] Ayrıca rejimin, bunların sıcak olaylar olduğunun farkına varması, 16.06.2009'da Ahmedinejad taraftarlarını da cumhurbaşkanlarını desteklemek, Musavî yanlısı gösterilere katılanlar yüzünden bir gün öncesinde yaşanan isyan ve şiddet eylemlerini kınamak amacıyla kalabalık yürüyüşler ve gösteriler yapmaya sevk etmiştir.

3. Başta Musavî olmak üzere seçimi kaybeden rakiplerin, seçimlerde "ciddî ihlallerin" yaşandığını, hile karıştırıldığını ve seçim sonuçlarını kabul etmeyeceklerini açıklamaları, sokaklardaki hareketlerin kıvılcımını tutuşturmuştur. Zira açıklandığı üzere İran'da protesto yürüyüşleri düzenlenmiş, bunlar yerini kirli eller olarak tanımlanan unsurlar tarafından çıkarılan isyan ve şiddet eylemlerine terk etmiş ve kullanmak amacıyla silahlar ele geçirmek için emniyet merkezlerini almaya çalışmışlardır.

4. Ancak bunlardan daha önemli olan, Avrupalıların bu olayları istismar etmesidir. Zira Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy şöyle demiştir: "Şiddet olayları yapılan hilenin büyüklüğüyle orantılıdır." Yine İngiltere Başbakanı Brown, şöyle demiştir: "İranlı yetkililer, şiddetten kaçınmalılar ve seçim sonrasındaki yasal şikâyetlere cevap vermelidirler." [el-Cezîra / 16.6.20909] Yine Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, şöyle demiştir: "İran'da yaşananlar, diktatörlüğü sarsma arzusunu dile getiren derin bir harekettir ve çok önemlidir. Fransa'nın da bunun karşısında başını kuma sokması imkânsızdır." [el-Hayat / 18.06.2009] Keza kendisine, Fransa'nın Ahmedinejad'ın meşruluğunu tanıyıp tanımayacağının üç kez sorulmasına rağmen cevap vermekten kaçınmıştır. İran'daki şiddet ve protestoların, seçim sonuçlarına hile karıştırılmasının tahrik edilmesi hususunda Almanya, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri de onlara katılmıştır. Aynı şekilde işitsel, görsel ve yazılı medya organları da şiddeti, seçim sonuçlarına hile karıştırılmasını kınadılar ve Ahmedinejad'ın meşruiyetinin tanınmasına çağrıda bulundular. Nitekim İngiliz Times Gazetesi, 16.06.2009'da bunu açıkça talep edip Ahmedinejad'a "Ayakları yolsuzluk içerisinde olduğu halde başı Cennet'te yaşayan ahmak bir köylü" yakıştırması yaparak onu en kötü niteliklerle tanımlamıştır. İran da Fransa ve İngiltere'yi protesto etmiştir. Dahası bu iki ülkenin Tahran'daki konsoloslukları önünde protestolar düzenlemiştir. Yine Paris'teki İran Büyükelçiliği, yaptığı açıklamadaki "Acelecilikle ve bilinçsizlikle tanımlandığı bu açıklamalar, Fransız yetkililerin İran'ın işlerine karıştığını göstermektedir" şeklindeki ifadesiyle Fransa'yı protesto etti. [Amerikan Radyo Sawa / 16.06.2009]

5. İşte tüm bunlar, Musavî ve taraftarları tarafından seçim sonuçlarına yönelik yapılan protestoları istismar etmek için Avrupalıların bir fırsat yakaladıklarını göstermektedir. Böylece göstericilerin arasına karışarak isyan ve şiddet eylemleri yapmaları, ateş açmaları amacıyla bazı gençler ile öğrencileri provoke etmeleri için ajanlarını harekete geçirdiler. Ta ki İran güvenlik güçleri, rejim aleyhinde çalışma çabasına girerek karışıklıkları provoke etmelerinden dolayı onlarla çatışmak zorunda kalsınlar. Avrupalılar, orada bir isyan çıkmış gibi meseleyi büyütmeye çalışmaktadırlar. Gösteriler ve yürüyüşler, Musavî'nin 17.06.2009'daki yürüyüşlerin ve gösterilerin iptal edilmesi yönündeki çağrısına rağmen onun kontrolünden çıkmaya başlamıştır. Nitekim "el-Cezîra" Muhabiri Muhammed Bahranî, 17.06.2009'da, işlerin Musavî'nin kontrolünden çıktığını ve Musavî adına belirli bir partisel organizasyon olmadığını belirtmiştir. Dolayısıyla tüm bunlar, orada bu eylemleri yapan başka güçlerin olduğunu göstermektedir. Nitekim "16.06.2009'da İran el-Âlem Sitesi'nde" geçtiği üzere İranlı kaynaklar, göstericiler arasında bu şiddet eylemlerini yapan kirli ellerin olduğunu belirtmiştir.

6. Seçimlere yönelik Amerikan tepkilerine gelince; olumlu olmuştur. Zira Amerikan Başkanı Obama şöyle demiştir: "İran'a liderlik edecek kimseyi belirleme işi, İranlılara aittir. İran'ın egemenliğine saygı duyuyoruz ve Birleşik Devletler'in zaman zaman siyasî bir futbol topu haline geldiği İran içinde bir sorun olmasını engelleyeceğiz." [Amerikan Hükümeti İnternet Sayfası / 16.06.2009] Yine Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, şöyle demiştir: "Birleşik Devletler, İran seçimlerine yorum getirmekten kaçınmıştır ve İran halkının iradesinin yansımasını ümit ediyoruz." [CNN Amerikan / 14.06.2009] Beyaz Saray Resmî Sözcüsü Robert Gibs ise şöyle demiştir: "Beyaz Saray, özellikle İran gençliği içerisinde bu seçimlerin ortaya çıkardığı enerjik tartışmalardan ve cesaret ruhundan dolayı hoşnuttur." [CNN Amerikan / 14.06.2009] Washington Post Gazetesi ise Amerikalı uzmanlar tarafından gerçekleştirdiği bir anketin, rakibi Mir Musavî'ye karşı %50 oranında Ahmedinejad'ın kazanacağını gösterdiğini açıklamıştır. [İran el-Âlem Sitesi / 16.06.2009] Yine aynı gazete, 16.06.2009'da ise, şöyle demiştir: "Washington veya diğer Batılı başkentlerin, seçimlerin sonucuna itiraz edilmesine izin vermeyeceği bir hilenin olduğuna dair kesin bir kanıt yoktur." Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-ki Moon ise şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "İran halkının iradesine tamamen saygılı olmak gerekir." [el-Cezîra / 16.06.2009] Amerikan yetkililerinin, medya organlarının, gazetelerinin yanı sıra Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin tutumlarından ve açıklamalarından anlaşılan o ki Amerika, Ahmedinejad'ın ikinci bir görev dönemi için seçilmesine razıdır. Hatta Obama, şunu belirtmiştir: "Ahmedinejad ile rakibi Mir Hüseyin arasında ufak farklılıklar vardır." [Reuters / 16.06.2009]

7. Kayda değerdir ki Ahmedinejad'ın ilk görev süresi olan geçen dört sene boyunca İran, belirgin iki önemli konuda -ki onlar, Afganistan ve Irak'tır- Amerika ile mutabakat içerisinde olmuştur. Bilakis başta Ahmedinejad olmak üzere bu iki ülke içerisindeki yetkililerin tanınması noktasında onunla birlikte hareket etmiştir. Zira Ahmedinejad, geçen sene Birleşmiş Milletler'in toplantılarına katılmak üzere New York'a yaptığı ziyareti sırasında 26.09.2009'da New York Times Gazetesi'ne verdiği röportajda şu açıklamada bulunmuştur: "İran, Afganistan'a ilişkin hususlarda Birleşik Devletlere yardım elini uzatmıştır... Ayrıca ülkemiz, Irak'ın sükunete ve istikrara kavuşturulması hususunda Amerika'ya yardımlar sunmuştur." Keza İran Devlet Başkanı Ahmedinejad, Amerika'nın mızrağı ve halklarına yönelik yıkıcı vahşî işgali altında olduğu halde geçen sene bu iki ülkeyi, Afganistan ve Irak'ı ziyaret etmiştir. Bu da İran'ın ve devlet başkanının Amerika'nın bu iki ülkeyi işgal etmesine razı olduğunu, bu suretle pratik olarak onları ve Amerika'nın bu iki ülkenin başına diktiği ajanlarını da tanıdığını göstermektedir. Bilakis İran, Karzai ile Maliki'ye, yani Amerika'nın diktiği ajanlara destek verdiğini bütün çıplaklığıyla ilan etmektedir. Dolayısıyla Ahmedinejad'ın varlığı, şu anda Amerika'ya Hatemi ve Musavî gibi reformcu denilen kimselerden daha çok hizmet etmektedir. Bu da gerek onun, gerekse muhafazakâr akım denilen kendisine bağlı akımın, özellikle Körfez ve Körfez dışındaki, yöneticilerinin İngiltere'ye bağlı olduğu devletler olmak üzere bölge ülkeleri nezdinde korkular uyandıran fırkacılık veya çevrelerine bu şekilde bir atmosfer yayma meselesine odaklanıyor olmasından dolayıdır. Hatta Fas, fırkacılığı desteklediği ve kargaşayı provoke ettiği suçlamasıyla birkaç ay önce İran ile olan diplomatik ilişkisini kesmiştir. Keza Ürdün Kralı İkinci Abdullah da Şia Hilali isimlendirmesi altında İran tehdidine değinmiştir. İşte tüm bunlar, bu ülkeleri İran'dan korumak amacıyla Amerika'nın bölgedeki bekasının bir gerekçesi olarak İran Şiasıyla korkutarak bu ülkelere tahakküm etmesi için Amerika'ya hizmet etmektedir! Diğer taraftan ise Amerika, İran'ın sözde Şiacılığı yaymasına dem vurarak, dolayısıyla da mezhepçi ve fırkacı homurtuları körükleyerek Müslümanların arasındaki fırkacılık kıvılcımını tutuşturmaktadır.

8. Seçim sürecinden sonraki şiddeti beraberinde getiren gösterilere ve yürüyüşlere yönelik Amerikan tepkilerine gelince; Obama şu açıklamada bulunmuştur: "Daha önce de seçimler konusunda derin kaygılar taşıdığımı söylemiştim." Ve şöyle ekledi: "Amerikan-İran ilişkilerine, Amerikan Başkanının İran seçimlerine müdahale etmesi faydalı olmayacaktır." Ardından da İran halkının arzularını dile getirebilmesi için barışçıl adımlar atması temennisinde bulunmuştur. [A.F.P / 16.06.2009] Hatta Yardımcısı Joseph Biden, bu sonuç pek çok soruyu beraberinde getirmiştir demesine rağmen şöyle eklemiştir: "Birleşik Devletler, kesin yargıya varmak için yeterli kanıtlara sahip değildir." Ve Birleşik Devletler'in İran ile diyaloga girmeye hazır olduğunu ifade etmiştir. [BBC Radyosu / 16.06.2009] Dolayısıyla bu açıklamalar, İran'ı suçlamayan ve ona karşı yumuşak bir dilin varlığını ortaya koymaktadır. Nitekim kimileri, İran'da yaşanlar karşısında sessiz kalmalarından dolayı özellikle CNN, FOX NEWS ve benzerleri gibi büyük medya organları olmak üzere Amerikan medya organlarının tutumunu eleştirmiştir. Oysa Amerikan medya organları, Amerikan politikasına hizmet eden hususlarda, gerektiğinde olaylara yer vermede ve olayları şişirmede ün yapmıştır. Diğer taraftan ise İngiliz görsel, işitsel ve elektronik BBC Radyo Kuruluşu başta olmak üzere Avrupa medyası, İran'daki olaylara yönelik şişirilmiş devasa bir kampanya yürütmektedir. Nitekim "İran Dışişleri Bakanlığı, Batılı medya organlarını itham ederek onu, isyan eylemlerini yapanların resmî sözcülüğünü yapmakla suçlamıştır." [eş-Şark-ul Avsat / 18.06.2009]

9. İşte yukarıda geçenler, Amerika ile Avrupa arasındaki devletlerarası çatışma izlerinin İran'daki bir vakıa olduğunu göstermektedir. Zira başta Fransa ile İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri, İran'daki durumu sarsma ve rejimi devirerek kendi ajanlarını getirmeye yönelik zayıflatma uğraşısı içerisinde güçleri oranında ajanlarını devreye sokarak, tüm siyasî ve medya organları yoluyla insanları tahrik ederek bu dönemdeki protestoları provoke etmeye çalışmaktadırlar. Ancak şu anda başarıya ulaşmaları muhtemel değildir. Çünkü mevcut durum, ister reformcular olsun, isterse muhafazakârlar olsun hala değişmez bir şekilde Amerikan yörüngesinde hareket edenlerin elindedir. Ayrıca İran arenasında açıkça çalışan Avrupalılara bağlı açık güçler bulunmamaktadır. Bilakis ajanları, bu olaylarda göründüğü gibi fırsat yakalamak üzere saklanmışlardır.

Bu da Avrupa ve Amerikan tepkilerinde açıktır. Zira Avrupa, yaşanan olaylardan dolayı infialin zirvesinde olup davranışları ve açıklamalarındaki gerilim açıkken Amerika, yaşanan olaylar karşısında gayet sakin durmaktadır. Oysa İran'da işler, Amerika'nın istediğinin aksine gitmiş veya İran'daki rejim Amerikan akımının tersine dönmüş veya İran'daki değişimde Amerika'nın bir çıkarı olmuş olsaydı, elbette dünyayı ayağa kaldırır, İran rejimine, yetkililerine, özellikle de Ahmedinejad'a karşı harekete geçirir ve Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi provokasyon pozisyonuna geçerek meseleleri şişirir, yalanlar türetir ve medyası bir an bile susmazdı. Nitekim o, hem Irak'ı işgal edip onu harap edinceye kadar Saddam'a karşı, hem de Afganistan'ı işgal edip onu harap edene ve bu iki ülkenin Müslüman halkından milyonlarcasını katledinceye kadar Taliban'a karşı yaptığı gibi bu hususta nam yapmıştır.

10. Devletlerarası çatışma izleri, açık olmasıyla birlikte içsel güç odaklarının çatışması da apaçıktır. Zira seçim sonuçlarının açıklanmasının üzerine Musavî'nin akımı ve Rafsancani, Hatemi ve Natık Nuri gibi onun arkasında olanlardan anlaşılan odur ki onlar, bizzat Rafsancani'nin Ahmedinejad karşısında daha önceki seçimlerde hezimete uğradığı gibi uğradıkları hezimeti hazmedemediler. Dolayısıyla seçimlerin tekrarlanması için kargaşa çıkarmak istediler. Dolayısıyla da başında Rafsancani, Hatemi ve onların bu seçimdeki temsilcisi Musavî'nın olduğu reformcular denilen akım ile başında İran Cumhuriyeti Dini Lideri Ali Hameney ile diğer Şia âlimlerinin desteklediği Ahmedinejad'ın olduğu muhafazakârlar denilen akım arasındaki çatışma liderlik, çıkarlar, bazı iç değişiklerin veya reformlar denilen şeylerin oluşturulması üzerindeki içsel bir çatışmadır. Bu iki akım arasındaki çatışma, göründüğü üzere doruk noktaya ulaşacak derecede kızışmıştır. Hatta Ahmedinejad, Rafsancani ile İçişleri eski Bakanı Natık Nuri'yi, Cemel Vakası'ndaki Talha ile Zübeyyir'in rolüne benzeterek siyasî sahneden silinmelerini talep etmiştir. [el-Hayat Londra / 18.06.2009] Ancak onlar, yani iki akım da konuşma üslubu gibi bazı üsluplar dışında dış politikada mutabıktırlar. Bu nedenledir ki Obama, Nejad ile Musavî arasında çok küçük bir fark dışında büyük bir farkın olmadığını ifade etmiştir. Dini Lider Hameney, 16.06.2009'da, yayınladığı açıklamasında Nejad'ı destekleyeceğini göstermiş, seçilmesini memnuniyetle karşılamış, kazanmasından dolayı onu kutlamış, halktan onun etrafında toplanmasını talep etmiş, ülkeyi ileriye götüreceğini, yükselteceğini, vatanî güvenliği, canlılığı ve dinamizmi sağlayacağını belirtmiş, ardından da açıklamasını şu sözleriyle sürdürmüştür: "Şüphesiz bu, aynen Allahu Te'alâ'nın başarı getireceği ilahî bir seçimdir." [İran el-Âlem Sitesi / 18.06.2009] Aynı şekilde Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, Yargı Otoritesi Başkanı Haşimi Şahurudi de ona destek vermişler ve onu kutlamışlardır. İşte tüm bunlar, Nejad'ın otoritesini pekiştirecek ve seçilmesinin meşruiyetini güçlendirecektir. Muhtemelen itirazların ve protestoların bir çözümü olarak bazı seçim sandıklarına tekrar bakılacak olsa da bu, sonucu değiştirmeyecektir. Bununla birlikte içsel güç odaklarının çatışması sakinleşse de kendisine kapatılması kolay olmayacak bir yol bulmuştur.

Devamını oku...

Çetelerle Mücadeleye Yönelik Takip Edilen Yöntem Sorumsuzluğu Göstermekte ve Kaosun Artacağı Uyarısında Bulunmaktadır

  • Kategori Danimarka
  •   |  

Başkent Kpnhagen'in mahalleleri, son zamanlarda çeşitli suç çeteleri arasında yükselen çatışmalara sahne oldu. Suç ortamındaki rekabetten dolayı ortaya çıkan bu çatışma, çatışmaların patlak verdiği yoğun nüfuslu mahallelerde, yol kenarlarında, çocuk yuvaları, spor salonu ve kafelerin yakınlarında pek çok kişinin kurban olmasına sebebiyet vermiştir. Çoğunlukla Müslümanların oturduğu kimi yerleşim alanlarında bazı masum Müslümanların ölümüne ve yaralanmasına yol açan birçok ateş açılması operasyonlarına da sahne olmuştur! Otoritelerin, çekişmeli taraflara karşı müdahalede bulunacağı vaatlerine rağmen, bu ateş açılması silsilesi, daha çok kurbanlar almaya devam etmiştir ki bu durum da hedef haline gelen bu mahalle sakinlerinin emniyet ve güvenlik duygularını kaybetmelerini ve çocuklarının gelecekteki kurbanlar arasında olmasından korkmalarına yol açmıştır.

Bu trajik gelişmelerin ortasında bazı siyasîler ile basın organlarının, İslâm'a yönelik düşmanlıkta kendi gündemlerine hizmet etmesi için bu çatışmayı istismar etmeye çalıştıklarına tanıklık etmekteyiz. Bunu da çekişmedeki diğer tarafı göz ardı ederek üyelerinin çoğu ikinci kuşak yabancılardan oluşan çeteler üzerine odaklanarak yapmaktadırlar. Zira Müslümanların kültürel arka planının suçun arkasındaki sebep olduğu şeklindeki mesnetsiz ithamlarına ve iddialarına devam ettiler! Nitekim bu mesnetsiz suçlama açıklamalarının başında, çeteler çatışmasını yabancıların Danimarka'ya saldırısı olarak gören Danimarka Adalet Bakanı'nın açıklaması gelmektedir. Zira o, şöyle demiştir: "Ülkemizi öldürücü silah taşıyan yabancılardan korumak hakkımızıdır. Bu sözüm, ırkçılık taassubu olarak görülebilir. Ancak ben onlara şunu söylüyorum: Ülkemizden çıkıp gidiniz." Dahası politikacılar, bu çatışmayı Müslümanların geneline karşı ayrımcılığın hâkim olduğu yasal ağırlaştırmaları talep ederek siyasî teklif için istismar etmektedirler! Suçlarla Mücadele Komitesi Sorumlusunun da dâhil olduğu birçok uzmanın görüşüne göre bu ağırlaştırmalar, çatışmaların alevlenmesinden başka bir yere götürmeyecektir!

Bu siyasîler ile medya organları, mesnetsiz suçlamaları ile iddialarının ve kindar girişimlerinin neden olabileceği vahim sonuçlara karşı tüm uyarıları göz ardı etmişlerdir. Zira saldırgan ve etnik ayrımcılık temeline dayalı konuşma tarzlarının, çatışmanın kontrol sınırlarının dışına çıkmasına ve etnik ayaklanmalara dönüşebileceği uyarılarını göz ardı etmişlerdir. Aynı şekilde Müslümanlara yönelik saldırılarının çatışmayı tırmandırancığını da dikkate almamışlardır ki bu da şu iki sebepten dolayıdır: Birincisi: Daha fazla şiddet doğuracak şekilde Müslümanlar hakkında çirkin bir görüntü oluşturulması. İkincisi: Bazı gençlerin safları arasındaki bu çatışmada daha fazla kutuplaşmaya zemin hazırlayacak hayal kırıklığının gelişmesi. Böylelikle bu siyasîler ile medya organları, hedef alınmış bölgelere yönelik sorumsuzluğu ve Müslümanların güvenliğine kayıtsız kalmayı sergilemişlerdir.

Siyasîlerin, Avrupa örgütleri ve istihbaratlar tarafından yayınlanan raporları tamamen ihmalci bir yaklaşımla ele almış olmaları dehşet vericidir. Nitekim bu raporlardan biri de 2005 yılında Avrupa'da Müslümanlara yönelik tehditlerin ve saldırıların sayısının giderek arttığı uyarısında bulunan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü tarafından yayınlanan rapordur. Bizzat bu örgüte göre, bunun sebebi, Müslüman azınlıklara karşı nefreti arttıran ayrımcılık politikasıdır. Buna ek olarak Danimarka İstihbarat raporları, Danimarka'daki aşırı sağcı kesimler arasında "yüksek aktivite" ve "radikalizm ile şiddette artışı olduğu" uyarısında bulunmuştur.

Mezkûr uyarılar ile Danimarka'daki aşırı sağcı kesimler içinde yaşanan bu çatışmadaki kutuplaşmaya değinen medya raporları ışığında, siyasîlerin, dahası Bakanların böylesine gerilimli bir atmosferin gölgesinde etnik ve nefret homurtularını kışkırtmada ısrarcı olmalarına hayret vericidir. Şimdi burada ön plana çıkan soru şudur: Bu açıklamalar, bu politikanın doğuracağı riskleri görme yetersizliğinin yol açtığı bön bir demagoji midir, yoksa bunun arkasında yatan gizli bir gündem mi vardır?

Tüm bunlara ek olarak siyasîler, Müslümanlar hakkındaki bu sahte suçlamalar ve ithamları sayesinde hakikatleri çarpıtmak ve bu çatışmadaki sorumlulukları ile suçları üzerindeki dikkatleri başka bir yöne çekmekle korkunç bir nifak ortaya çıkarmışlardır. Onların sorumluluğu, tartışma götürmeyen bir husustur. Zira onlar, çetelerin oluşmasına katkıda bulunan birçok faktörlerin, dolayısıyla da bu çatışmaların oluşmasına sebebiyet vermişlerdir.

Bu Danimarkalı siyasîlerin, politik, yasal ve ekonomik düzeyde takip ettikleri ayrımcılık politikasının Müslümanların korkunç ortamlarda yaşamalarının nedenine oldukça büyük bir etkisi olmuştur ki birçok rapor, bu durumu kanıtlanmıştır. Nitekim bu raporlardan biri, "Danimarka toplumundaki özellikle de siyasî ve basın ortamlarındaki hoşgörüsüzlük atmosferlerinin güçlü bir şekilde gözlenildiği" sonucuna ulaşılmış olan Avrupa Bakanlar Kurulu'nun, 2005 yılında üzerinde oylama yaptığı rapordur. Yine ırkçılıkla ve hoşgörüsüzlükle mücadele hususunda Avrupa Konseyi'ne [ECRI] bağlı ilgili komisyonun 16 Mayıs 2006 tarihli başka bir raporunda, gerek yasama, gerek kanunların çıkarılması ve uygulanması, gerekse siyasilerin ve medya organlarının Müslümanlar hakkında olumsuz konuşmaları olsun Danimarka'daki Müslümanlara kötü muamelede bulunulduğu belirtilmiştir. Bu rapora göre hukukta bir ayrımcılık söz konusudur ve bazı siyasîler ile basın organları, Müslümanlar hakkında sürekli olarak olumsuz bir tablo resmetmişlerdir. Yine 2007 yılında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konseyi, Danimarka hakkında çıkardığı bir raporda şu sonuca varmıştır: "Son yıllarda Müslümanların durumu giderek kötüleşmektedir." Bu rapora binaen Müslümanlar, tüm sınırları aşan ve ırkçılıkla ilgili anlaşmalarla çelişen bir baskıya maruz kalmaktalar ve rapor, bu durumun esas sorumlusunun Danimarka Hükümeti olduğu sonucuna ulaşmaktadır.

Bu sistematik ayrımcılık, Müslümanların ikinci sınıf vatandaş haline gelmelerine ve genellikle suç ve fesadın yaygın olduğu yerleşim birimlerinde tecrit edilmelerine sebebiyet vermiştir. Şüphesiz bu korkunç şartlar, şu anda sıkıntısını çektiğimiz bu gibi çatışmaları oluşturan çetelerin örgütlenmesine katkıda bulunmaktadır. Zira şu anda güvenlik gibi temel gereksinimi kaybetmiş bulunmaktayız.

Buna ek olarak bu siyasîler, Müslümanları Batı değerleri yönünde asimile etmeyi ve onları sahîh İslâm anlayışından uzaklaştırmayı hedefleyen bir entegrasyon politikası dayatarak büyük bir cürüm işlemişlerdir. Bozuk yaşam tarzına, suçlarla ve çetelerle çatışmayla karakterize olmaya karşı Müslümanlarda mukavemet gücü oluşturan işte bu anlayıştır. Siyasilerin izlediği ve çetelerle çatışma sorunun çözümü olduğunu iddia ettikleri asimilasyon politikası, hakikatte bugün yaşadığımız sıkıntıların ana sebebi olmaktan başka bir şey değildir. Bu da ikinci kuşak yabancıların bir parçasının çetelerin aktifleşmesine katkıda bulunmasından sonra olmuştur. Hiçbir şüphe taşımayan hakikat ise, organize suç ile çetelerin örgütlenmesi; birinci kuşak veya İslâm'a bağlı kalan ve İslâm kültürünü hayatları için bir kandil ve metot kılan ikinci kuşak arasında bulunmamaktadır. Suç sorunu, bir referans ve model olarak Batı değerlerine itimat eden okullarda ve kolejlerde yetişen yabancıların olduğu ikinci kuşak atmosferinde bulunduğuna göre hiç şüphesiz bundan sorunun sebebinin Batı hadaratı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Batı hadaratı içerisinde erimek, kişiyi İslâm'ın kendisinden beri olduğu davranışlara iter ki böylece bazı Müslümanları, özgür Batı mefhumlarına göre, Allah'ın şeriatı bile olsa her türlü otoritenin dışına çıkmaya sevk etmiştir. Bu da kişiyi, Batılı menfaatçilik ölçülerine göre kendi bencil çıkarından başkasını gözetmeyen bir suçlu yapmaktadır. Dolayısıyla bu mücrim, bunun gibi bir çatışmada hurumatların çiğnendiğini ve masum kanların akıtıldığı bile bile bu silahlı çatışmayı annesi ve kız kardeşinin yaşadığı alanlara çeker.

Ey Müslümanlar!

Geçtiğimiz on yıllar boyunca Müslümanlardan birçoğunun, içlerinden çoğunu İslâm'dan uzaklaştıran, onların duygularını ve davranışlarını bozan asimilasyon politikasına karşı sessiz kalmalarını bir tarafa bırakın, entegrasyon ve asimilasyon politikası hususunda Batılı Hükümetlere yardım eden Müslümanlar dahi olmuştur. Zira Batılıları; İslâm'ı hak olduğunu anlamaları için İslâm'a ve onun hayat tarzı ile mefhumlarına davet etmek yerine, Batılı değerlere yönelik bağlılığın oluşturulmasını ve Batılı hayat tarzının Müslümanlar arasında yaygınlaşmasını hedefleyen entegrasyon ve asimilasyon programlarına katılmışlardır!

Nitekim İslâm, hükümlerine sımsıkı sarılmamızı, İslâmî kimliğimizi muhafaza etmemizi ve rolü gereği suç ve fesada sevk eden, şeriata aykırı yaşam yollarının etkisinden Müslümanları uzaklaştırmamızı vacip kılmıştır. Yine İslâm, İslâm'a, değerlerine ve Müslümanların hükümlerine bağlılığına yönelik uyanıklığı oluşturacak davetin taşınmasını ve emri bil-ma'ruf ve nehyi an il-münkeri de vacip kılmıştır. Aynı şekilde, suç eylemlerine ortak olan her kişiyi bu hatasından caydırmak da bize vacip kılınmıştır. Şayet vazgeçmezlerse, çatışmalarını yerleşmeye uygun alanlara çekmelerine engel olmalıyız. Bu da onları boykot etmek, dahası onların Müslümanların yaşadığı yerleşim birimlerinden çıkarılmaları için çalışılması yoluyla olmalıdır.

Ey Müslümanlar! Hizb-ut Tahrir / Danimarka, Batı ülkelerindeki Müslümanların kimliğini korumayı hedefleyen amellerimize ve İslâmî davetin taşımasında bize ortak olmak yoluyla bu olayların yansımalarına karşı koymak için sizlere çağrıda bulunmakta ve sizleri davet etmektedir. Muhakkak ki bizler sizleri, fesada karşı bir mukavemet gücü oluşturacak etkin bir şekilde daveti taşımak gayesiyle İslâmi kültürü etüt etmeye davet ediyor ve yine bu olaylardan ve yansımalarından endişeye kapılan her bir Müslümanı da asimilasyon politikasına karşı çalışma ve Müslümanlara yönelik ayrımcılık politikasını açığa çıkarma çağrısında bulunuyoruz. Biliniz ki bu mevcut çatışma ve siyasiler ile medya organlarının onu ele alma yöntemi, kaosun artacağı uyarısında bulunmaktadır. Zira biz, diğer ülkelerdeki bu gibi gelişmelerin, etnik çatışmalara veya kaosu ve suçu yayan bir getto yapılanmasına ve güvenliğin yok olması gibi tehlikeli sonuçlara götürdüğünü gördük. Zira Fransa'daki Müslümanların hali buna dair en çarpıcı bir kanıttır.

Ey Müslümanlar! İslâm davetini taşımanız ve entegrasyon, asimilasyon ile ayrımcılık politikası karşısında durmanız, böyle bir duruma düşmenizi önlemenin tek garantisidir! Allahu Te'alâ'nın şu kavline muhatap olan kimselerden olmaktan kesinlikle sakınınız: وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının. Muhakkak ki Allah, İkâbı Şedîd olandır." [el-Enfâl 28]

Bizler Hizb-ut Tahrir / Danimarka olarak, Müslümanlara karşı iftira ve ithamla dolu böylesi bir atmosferde bu çatışmanın gölgesinde acı çeken tüm Müslümanların yanında yer almaktayız ve Müslümanlardan, kendilerine kurulan tuzaklara karşı koymak için tek bir saf olmalarını talep etmekteyiz. Ancak ey Müslümanlar; güvenliğin kaybolması endişesi ile sevdiklerimizden yaralanan veya öldürülen kimselere karşı olan hüzün sizleri, dengesiz fiiller yapmaya sevk etmesin. Zira Batılı nizamların gölgesinde yaşadığınız haksız veya ayrımcı kanunların doğurduğu çarpıtmanın ve aşağılamanın neden olduğu hayal kırıklığının sizleri, zararı faydasından daha çok olan ani tepkiler vermeye sevk etmesi caiz değildir. Hiç kimse, mevcut yamalı ameller yoluyla bu olayların engellenmesinin mümkün olacağını zannetmesin. Bilakis mütekâmil kapsamlı bir çalışmanın olması kaçınılmazdır. Dikkat edin! O, İslâm ile emri bil-ma'ruf ve'n nehyi anil-münkere sımsıkı sarılmak ve Müslümanların kimliğini korumaktır. İşte bizim kendisine davet ettiğimiz şey budur. Zira selamet ve kurtuluş da ancak bundadır. وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجاً "Her kim Allah'tan ittikâ ederse, Allah ona bir çıkış yolu verir." [et-Talak 2-3]

Sonuç olarak; Batıdaki akillerin ve insaf sahiplerinin üzerine düşen, Batılı siyasiler ile medya organlarının Müslümanlara karşı yürüttüğü çarpıtma ve iftira kampanyalarının yanı sıra Batıdaki Müslümanların acısını çektiği ayrımcılık politikasına da karşı koymalarıdır. Çünkü nifak ve sorumsuz politikaların vahim sonuçları, kaçınılmaz olarak herkese dokunacaktır.

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER