Pazartesi, 23 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/25
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Ahmediyye Cemaatinin Yasaklanması Hakkında Hizb-ut Tahrir Endonezya'dan Endonezya Cumhurbaşkanı Susilo Bambang Yudoyono'ya Açık Mektup

  • Kategori Endonezya
  •   |  

Sayın Endonezya Cumhurbaşkanı, Dr. el-Hacc Susilo Bambang Yudoyono,

es-Selâmu alâ men-it Tebe'al Hudâ,

 

el-Hamdulillâhi Rabb'il Âlemin, ve's Salâtu ve's Selâmu alâ Seyyid-il Murselîn, ve alâ Âlihi ve Sahbihi ve men-it tebeâ Hedyihi'l Mubîn ve Hafaza Dînihi'l Kavîm ve ba'd. [Âlemlerin Rabbine Hamd olsun. Salât ve Selâm da, gönderilen (Nebîlerin ve Rasullerin) Efendisine, ehline, ashâbına ve O'nun apaçık hidâyetine tâbi olup O'nun sapasağlam Dînini muhâfaza edenlerin olsun ve ba'd.]

Endonezya'daki Ahmediyye cemaati, Hindistan beldesinde Mirza Gulam Ahmed denilen sahte peygamberin öğretilerin tâbi olan sapık bir cemaattir. Ayrıca kuşkulu zuhûrundan beri, İslâm hakkında sapık öğretilerini yayarak, gerek Endonezya'da gerekse dünya çapında Müslümanları huzursuz etmektedir. Bu şerir yapısından ötürü Hizb-ut Tahrir / Endonezya, bu sapık cemaatin Endonezya'da derhal yasaklanmasını talep etmektedir ve bu talep, hem İslâmî Akîde'yi korumak, hem de Müslümanların düsturlarını korumak bakımından elzemdir.

Bu beldenin Müslüman halkının da arzusu olan bu talebin esbâb-ı mûcibesi aşağıdaki noktalardır:

1.   Endonezya'daki Ahmediyye cemaati, peygamberlik iddiasında bulunan Hindistanlı Mirza Gulam Ahmed isimli şahsa itikat ederek İslâmî Akîde'den irtidat etmiştir. Onun gerçek bir peygamber olduğuna inanmakla kalmamış, İslâm'ın da bunu tasdik ettiğini öne sürmüştür. Oysa Kur'ân-il Kerîm, Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Hâtem-ul Enbiyâ' [Nebîlerin mührü/sonuncusu] olduğunu kesin olarak ikrâr etmiştir. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ  "Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Velâkin O, Allah'ın Rasûlü ve Nebîlerin mührüdür, sonuncusudur." [el-Ahzâb 40] Yine Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] de bizâtihi, kendisinden sonra hiçbir Nebî olmayacağını söylemiştir. Sahîh-il Buhârî'de Ebu Hurayra'dan SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:  كَانَتْ بَنُو إسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الأَنْبِيَاءُ، كُلّمَا هَلَكَ نَبِيّ خَلَفَهُ نَبِيّ، وَإنّهُ لاَ نَبِيّ بَعْدِي "İsrâiloğulları, Nebîler tarafından siyâset ediliyordu (yönetiliyordu). Bir Nebî vefât edince, bir diğer Nebî ona halef oluyordu. Artık Benden sonra Nebî yoktur." [el-Buhâri rivâyet etti] Nitekim peygamberlik iddiasında bulunan Museyleme adından biri o zaman kezzâb (çok yalancı) diye isimlendirilmiştir. Gulam Ahmed'in peygamber olduğunu beyânâtlarının 12 bendinde açıkça belirtmeseler de, bunu zımnen belirtmekte, hal ve tavırlarının vâkıası buna işaret etmektedir. Üstelik müntesipleri, Gulam Ahmed'in peygamber olduğu iddiasında ısrar etmektedir. Onun peygamber olduğunu açıkça söylemeseler de, Endonezya'daki Ahmediyye cemaatinin 12 bentlik beyânâtında geçtiği gibi, böylesine yalancı birini kendilerine mürşid ve imâm olarak benimsemeleri bâtıldır. Oysa Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] ve Halîfesi Ebu Bekr zamanında, böyleleri tevbe ettirilir, onlara mürted haddi uygulanır ve İslâm'a dönünceye kadar onlara karşı savaşılırdı.

2.   Bu sapık cemaat, Mirza Gulam Ahmed ve tâbilerinin mukaddes vahyi olduğunu iddia ettikleri "Tezkira" isimli kitapla, Kur'ân'ın kudsiyetine saldırmıştır. Gerçekte bu kitap, Kur'ân'ın farklı yerlerinden intihâl edilmiş bazı âyetleri, -hâşâ- Allah'ın vahyi olduğu iddia edilen Mirza'nın sözleri ile harmanlamış bir kitaptır. Bu da açıktır ki Kur'ân'ın azametine ve kudsiyetine bir saldırıdır. Bu cemaat sözkonusu beyânâtında, Tezkira kitabını vahiy diye tanımlamadığı halde, "beklenen Mesih ve Mehdi" olduğu iddia edilen Mirza Gulam Ahmed'in "rûhî tecrübeleri" olarak intihâl edilmiş bu kitabın varlığını tanımayı ve referans kaynak olarak benimsemeyi sürdürmüştür ki bu açıkça sapıklık ve inhiraftır.

3.   Bu sapık cemaat, Nebî Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e ve Kur'ân-il Kerîm'e saldırmak suretiyle, Nebîlerinin ve Kitâblarının kudsiyetine saldırı bakımından Müslümanların haklarına ve şiarlarına saldırmıştır. Hükümet, bu cemaati yasaklamadan serbest bırakması halinde, bu saldırganlığa ve suça iştirak etmiş olacaktır.

4.   Yine Hükümet'e 1969 yılı 5 sayılı kanunu ve dînde bidatler icat edip bunların dînin aslından olduğunu iddia eden cemaatler tarafından dîne muhâlefet ve saldırı hakkında Hükümet'in aldığı 1/PNPS/1965 sayılı kararları hatırlatırız.

Bu esbâb-ı mûcibenin yanı sıra Ahmediyye inancının, İslâmî Akâide alenen muhâlefet ettiği ve Kitâb ile Sünnet'e dayalı sahîh akâidi tahrif ettiği de teyit edilmiştir. Nitekim Endonezya Ulemâ Meclisi, 22 Cumâde'l Âhira 1426 el-muvâfık 29 Temmuz 2005 tarihinde Cakarta'daki 7. Genel Kurul Toplantısı'nda, 1980 yılındaki 2. Genel Kurul Toplantısı'nda aldığı fetvâyı yeniden teyit etmiştir. Bu da Ahmediyye cemaatinin İslâm'da irtidâdının ispatıdır. O halde bu cemaat, sapık ve saptırıcı bir fırka olup müntesipleri de mürteddir! Ayrıca Hak Dîn'e dönmeleri ve Ümmet'in sâfî ve sahîh akîdesini benimsemeleri için müntesiplerin çağrıda bulunulmuş, Hükümet'in bu cemaati yasaklaması, ülkenin dört bir yanına yayılmasını engellemesi, kökünden kazınması ve çalışmalarının durdurulması gerektiği beyân edilmiştir.

Size, konutunuzda âlimler önünde yaptığınız açıklamaları hatırlatıyoruz, Ey Cumhurbaşkanı! Hani bu fırka hakkında Ulemâ Meclisi'nin fetvâlarına müracaat edecektiniz? Artık bu sapık cemaatin yasaklanması için yetkileriniz çerçevesinde sert yaptırımlar almanızın vakti gelmiştir. Biliniz ki Müslüman bir yönetici olarak, Müslümanların akâidini korumak sizin görevlerinizdendir ve bu kat'î akâidin selâmetinden, sâfiyetinden ve hükmettiğiniz bu beldedeki Müslüman halkına akâidine dönük her tür saldırıya mâni olmaktan siz sorumlusunuz.

Size, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Müslümanların başındaki yöneticiler hakkındaki şu iki kavlini hatırlatıyoruz:  إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَعَدَلَ كَانَ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرٌ وَإِنْ يَأْمُرْ بِغَيْرِهِ كَانَ عَلَيْهِ مِنْهُ "İmâm [Halîfe] ancak bir kalkandır, onun ardında savaşılır ve onunla korunulur. Şeyet Allahu Azze ve Celle'ye takvâyı emreder ve âdil olursa bunda onun için ecir vardır. Şayet bunun aksini emrederse vebâli ona aittir." [Muslim rivâyet etti.] مَا مِنْ عَبْدٍ اسْتَرْعَاهُ اللَّهُ رَعِيَّةً فَلَمْ يَحُطْهَا بِنَصِيحَةٍ إِلاَّ لَمْ يَجِدْ رَائِحَةَ الْجَنَّةِ "Allah'ın kendisine bir raiyenin riâyetini (halkın yönetimini) tevdi edip de (bu sorumluluğu) nasîhat ile korumayan hiçbir kul yoktur ki Cennet'in kokusunu bulamamış olmasın." [Muslim rivâyet etti]

Umulur ki Hesap Günü, mizân-ı hasenenizde kendinizi İslâmî Akâidi koruyamaya ve selâmeti uğrunda çalışmaya vakfetmeniz de yer alır. Şâyet bu sorumluluğunuzu yerine getirmezseniz, hiç kuşkusuz Allah'a, Rasulü'ne ve mü'minlere hıyânet etmiş olursunuz ki böyle bir duruma mâruz kalmanızı size yakıştırmayız.

 

Allah, bizleri de sizleri de doğru yola iletsin. Ey Allahım, Şâhit ol ki biz tebliğ ettik.

Duâlarımızın sonu, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamddir.

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Dr. Yûsuf Nûr ed-Dâim İle Yapılan Görüşme

Merkezî Temas Lecnesi Başkanı Üstâz Nâsır Rıda başkanlığında ve Lecne üyeleri Şeyh Avad Halîl ve Üstâz Muntasır AbdulHâdî ile Resmî Sözcülük Bürosu'ndan Üstâz Takiyyuddîn Cemâluddîn eşliğinde Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti'nden bir heyet, İhvân-ul Muslimîn'in Sudan'daki Genel Murâkıbı Şeyh Dr. Yûsuf Nûr ed-Dâim ile görüştü. Bu görüşme, Hizb'in Sudan'da siyâsî ve partisel çalışma yapan liderler ile temas projesi çerçevesinde gerçekleşti.

Görüşme esnasında İslâmî cemaatler ve partiler arasındaki ilişkinin ne üzerine olması gerektiği, gerek akîdesi, gerekse şeriatı ile İslâm'ın üzerine binâ edilmesi gereken esâsın olması ve Ümmet'in sorunlarının bu esas üzerine çözülmesi için çabaların birleştirilmesi konuları ele alındı ve talep edilen hakka ulaşılması amacıyla birbirimizi daha iyi tanımak için görüşmelerin sürdürülmesi noktasında mutabakata varıldı.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Aşırı Pahalılık, Ücretlerin Arttırılmasıyla Çözülmekten Daha Büyüktür

Dün özel ve resmî eğitim kurumlarına bağlı okullar, kolejler ve üniversiteler, milyonlarca öğrencisinden mahrum kaldı. Zîra öğretmenleri ve eğitim görevlileri; enflasyon, fiyatların hızla yükselmesi ve dolayısıyla başta memurlar olmak üzere dar gelirlilerin alım gücünün zayıflamasının ardından "maaşların ve ücretlerin iyileştirilmemesini" protesto etmek üzere genel grev yaptılar. Bugün grev, özellikle eğitim sektöründe olduğuna göre tüm sektörleri kapsayan kriz, çok yakında daha fazla grevlerin ve protestoların yapılmasına yol açacaktır.

Her zaman olduğu gibi bu ülkedeki siyâsi çevre, insanların işlerini gerçek anlamda gözetmekten uzak bir halde, halkın hukukunun temini ile alâkalı olan insanların geçim sorunlarını bile âdi tavırlar, polemikler ve çekişmeli şantajlar pazarında alay konusu yapmaktadırlar.

Her zaman olduğu gibi biz de Lübnan'daki siyâsî tarafların icra ettiği kokuşmuş alışkanlıklardan uzak durarak bu soruna, insan fıtratına muvâfık ve sorunlarını çözmeye uygun olduğuna kesinlikle inandığımız ideolojimizin yani İslâm'ın gereğine binâen insanların işlerini gözetme zâviyesinden ele alacağız.

Kronik enflasyon sorunu, peşi sıra gelen fiyat pahalılığı ve dolayısıyla dar gelirlilerin alım gücünün zayıflaması, Komünist sistemin çökmesinden sonra tahakküm eden ve iki asrı aşkındır dünyayı kasıp kavuran fâsit Kapitalist sistemin ifrâzâtı olan temel sorunlarından yalnızca biridir. Ayrıca Lübnan'daki aşırı pahalılık sorununun yerel nedenlerine -ki bunların başında insanların başına bela olmuş siyasî ve idârî çevrenin yozlaşması gelmektedir- rağmen açıktır ki enflasyon, aşırı pahalılık ve süregelen ekonomik durağanlık sorunları küresel bir fenomendir ve bunun başlıca müsebbibi, zâlim Kapitalizm Nizâmı ve barbar erbaplarıdır. Gerçek şu ki böylesi bir beyân, bu trajik sorunun tüm faktörlerini kapsayıcı nitelikte olmasa da bu krizin faktörlerinin temel yönüne ışık tutabilir. Dikkat buyurunuz, bu durum, geçen asrın başlarında başlayıp Amerika Birleşik Devletleri'nin altın ile tedavüldeki paraların arasındaki kısmî endekslemeye son vermesinin ardından 70'li yıllarda (altın karşılığı göz ardı ederek) bütünüyle itimat edilen banknot para sorunudur. Böylelikle Amerikan doları, diğer paraların endekslendiği temel para birimi haline gelmiştir.

Dünya ülkelerinde tedavülde olan paraların hiçbir gerçek değeri, yani belirli miktarda altın veya gümüş karşılığı olmamasından ötürü bu paraların değeri, bunları çıkartan devletlerin ekonomilerine olan güven düzeyine bağlıdır. Dolayısıyla devlet, parasına olan güveni koruyabildiği ve Merkez Bankası da sahip olduğu döviz rezervleri yoluyla parasına olan arz-talep dengesizliğini giderebildiği sürece bu para, değer istikrarını korumayı sürdürür. Şayet devletin ekonomik gücüne olan güvenin kaybolmasıyla bu denge bozulur ve insanların hızla parasını terk etmesi karşısında Merkez Bankası, parasına karşı bu aşırı direnci engelleyemezse paranın değeri düşer ve enflasyon, muazzam servetlere denk gelen insanların nakit birikimleri, hiçbir değeri kalmayacak biçimde eritmeye başlar. Ardından da dar gelirlilerin alım gücü, aşırı fakirlik derecesine dayanır; çünkü ceplerindeki kağıt paralar, büyük oranda alım değerini kaybetmiştir. Bu da orta direkten on binlerce insanın fakirleşmesine ve sefâlete uğramasına neden olacak boyutta Lübnan Lirası'nın değerinin düşmesiyle 80'li yıllardan 90'lı yılların başlarına kadar Lübnan'ın tanık olduğu vâkıanın aynısıdır.

Parasının değerini koruyan devlete gelince; paranın çökmesi felâketini savmış olması, banknot para tuzağından kurtulduğu anlamına gelmez. Çünkü parasını dövize endeksler ki bu, genelde ölçü aldığı oranda parasının sabit değerini koruduğu Amerikan dolarıdır. On beş seneyi aşkındır Amerikan Doları / Lübnan Lirası paritesini 1,500 küsurda koruyan Lübnan Lirası gibi. Dolayısıyla kendisini bu meşum paranın esiri haline getirir. Nitekim yıllar boyu dolar düştükçe Lübnan Lirası'nın alım gücü de aynı oranda düşmektedir. Ayrıca Lübnan, ithalâtı ağırlıklı olarak Avrupa Birliği'nden yapmasına ve Lübnan halkının da bu ithalatın bedelini, sürekli olarak dolar karşısında yükselen Euro ile ödemesine rağmen Lübnan'daki mâlî politika, Lira-Dolar endekslemesinde budalaca diretmekte ve bu saçma sapan mâlî politika sonucunda -başta memurlar ve işçiler olmak üzere- Lübnan'daki dar gelirliler, alım güçlerinin günden güne yitirdikleri bir trajedi ile karşı karşıya bulmaktadırlar.

Elbette çözüm, bazı aklıevvellerin sandığı gibi yerli paranın, döviz sepetine endekslenmesinde değildir; çünkü bunların hepsi de hiçbir değeri olmayan banknot paralar olduklarından Amerikan doları için geçerli olan diğer paralar için de geçerlidir.

Bu sorunun, yani finansal enflasyon sorununun yegâne çözümü, İslâm'ın bir kanun kıldığı ve milletlerin fıtrî olarak tarih boyunca itimat ettiği sahîh nizâma, yani tedavüldeki paranın altın olduğu veya tedavüldeki banknot paranın değerinin belirli orandaki altın karşılığı olduğu altın sistemine dönmekte yatmaktadır. Böylece devlet, sahip olduğu altın rezervini aşmayacak şekilde evraklar çıkarır ki devletin parasını taşıyan herkes dilediği zaman bunu, belirlenmiş değerine göre altın ile değiştirebilir. Kimse, mevcut devletlerin merkez bankalarındaki mevcut sistemin bu işlevi yerine getirdiğini sanmasın. Çünkü bugünkü devletlerin bastığı banknot paraları ile altın rezervleri arasında bir endeksleme yoktur. Ellerindeki rezervin tek işlevi, muhtemel ârızî bir sorunun giderilmesi için ihtiyaç halinde kullanılmak üzere ihtiyâtî rezervdir. Üstelik kayıp endişesiyle kullanmada tereddüt etmesi dahi, güven sarsıcı bir faktör sayılır.

Altın sistemine dönüş, dünyayı Amerikan dolarının tasallutundan ve doyumsuz vahşetinden kurtaracak en önemli icraatlardandır. Lübnan gibi hâlihazırdaki devletlerin "iktisâdî ve mâlî yapısı" bu işlevi yerine getirmeye kesinlikle elverişli değildir. Sanırız bu azim misyonun yegâne adayı, İnşâAllahu Te'alâ çok yakında Hilâfet binâsına kavuşacak olan İslâmî Ümmet'tir.

Şundan da eminiz ki deve kuşu gibi başını kuma sokmakta ısrar edenler bu fikri bir ütopya olarak görecektir; çünkü bu fikir, öylelerinin ufkundan daha geniştir. Ancak ufkunu, İslâm'ın gücü ile açanlar veya en azından dışarıdan İslâm'ın azametine vâkıf olanlar, bu fikrin değerini takdir etmeye ve bunu derinlemesine düşünmeye muvaffak olacaklardır. Zîra her kim, insanın -insan olması vasfıyla- yücelmesi için ufkunu açarsa Lübnan kıstasından düşünmeyi terk etmesi kaçınılmazdır.

Azîm olan Allah ne de doğru söylemiştir:  وَأَلَّوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لأَسْقَيْنَاهُم مَّاء غَدَقًا "Şayet (hak) yol üzerinde dosdoğru gitselerdi elbette onlara bol bol su verirdik." [el-Cin 16]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, Kur'ân Karşıtı Filmi Protesto Etti

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, bugün Cumâ salâhı akabinde Millî Mescid önünde, faşist Hollandalı milletvekili Geerts Wilders tarafından yayınlanan Kur'ân karşıtı filmi protesto etmek üzere bir gösteri düzenledi. Mevlânâ Me'mun-ur Raşîd ve Ahmed Cemâl İkbâl, gösteri öncesinde birer konuşma yaptı. Konuşmalarında sözde ifade özgürlüğü adı altında Batı'nın peş peşe saldırılar yaptığını, oysa yapmaları gereken tek şeyin, Kur'ân'ın meydan okumasına karşılık verme cüreti göstermek olduğunu, çünkü bunun, Batı'nın fikren iflâsını kanıtladığını dile getirdiler.

Başımızdaki omurgasız krallar, devlet başkanları, cumhurbaşkanları ve başbakanlar Ümmet'in yönetiminde kaldıkları sürece Akîdemizi ve izzetimizi zinhar koruyamayacağız. Onların ağzı, yalnızca kınama söylemleriyle laf yapar. Daha fazla kınamayı Akîdemiz ve Ümmetimiz için değil, Müslümanları yatıştırmak ve tahtlarını korumak ümidiyle yaparlar. Oysa kalplerinde zerre miktarı îmân olsaydı, geveledikleri lafların Müslümanların hissettiği acıları asla dindiremeyeceğini kavrarlardı. Ümmet'in yürekten arzusu, Salâhuddîn'in Haçlıların kapılarını vura vura kırdığı gibi, bugün de modern Haçlılara meydan okunmasıdır. Batılı Haçlılara lâyık oldukları şekilde meydan okuyabilecek tek güç ise hiç kuşkusuz Hilâfet'tir. Zîra Müslümanlar, en zayıf olduğu dönemlerde dahi, Hilâfet'in gölgesinde yaşarlarken, Kâfirler Nebîmiz [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e ve Kur'ân-il Kerîm'imize saldırmaya asla cüret edememişlerdi.

Devamını oku...

- Hizb-ut Tahrir / Endonezya'dan Basın Açıklaması - "Fitne" Filmini Kınamak Amacıyla Hollanda Büyükelçiliğine Yapılan Ziyaret

Vilâyet Meclisi üyeleri; Üstâz Hafîd AbdurRahmân, Üstâz Rahme Korinya, Üstâz Enver el-İmân, Üstâz Ferîd Vecdî ve Üstâz Abdullah Fenânî eşliğinde Resmî Sözcü başkanlığında Hizb-ut Tahrir / Endonezya'dan bir heyet, "Fitne" filminin çıkarılmasını protesto etmek amacıyla 01.04.2008 Salı günü sabah saat 10:30 ilâ 12:00 arasında (Jalan H.R. Rasuna Said Kav. S-3 Kuningan Cakarta 1295) adresindeki Hollanda Büyükelçiliğine gitti ve yaklaşık elli kişi de elçilik önünde kendilerine iştirak etti. Heyeti, sabah 11:00'de Büyükelçi Dr. Nicholas van Dam karşıladı ve heyet başkanı, ziyaretin amacının "Fitne" filminin çıkarılmasını kınamak olduğunu açıkladı. Büyükelçi ise, hükümetin tutumu ile filmin yayıncısı Geert Wilders'in tutumunun aynı olmadığını, filmin hükümetin tutumunu değil filmin yayıncısının şahsî tutumunu yansıttığını ve bunu, küçük bir azınlık dışında parlamento içinde ve dışında hiçbir kimsenin desteklemediğini ifâde etti. Resmî Sözcü şu üç husustan oluşan basın açıklamasını kendisine teslim etti:

1.   Filmin üretilmesi, yayınlanması ve dağıtılması kınanmalı, sürümü derhal durdurulmalı ve yapımcı Geert Wilders en ağır cezaya çarptırılmalıdır. Aksi takdirde Hollanda Hükümeti ve Avrupa devletleri, sözde ifâde özgürlüğü noktasında çifte standart uygulamış olacaktır. Bir taraftan "Yahudi soykırımı" meselesinin doğruluğundan şüphe eden bir kimse mahkeme önünde yargılanırken -ki bu ifâde özgürlüğünü kısıtlamaktır- öteki taraftan İslâm'a, Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e ve Kur'ân-il Kerîm'e hakâret eden bir kimse ifâde özgürlüğü hakkı gerekçesi ile hesaba çekilmemektedir. Böylece ifâde özgürlüğü konusunda Batının iddialarının sahteliği ortaya çıkmaktadır.

2.   Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de ve başka yerlerde olduğu gibi Batılıların İslâm'a ve mukaddesâtına karşı cüretkârlaştığı, Müslümanları şiddet ve askerî güç yolu ile bastırdığı bir sırada, Batı ile Müslümanların bazı aydınlarının ve siyâsilerinin dillendirdiği hadâratlar arası diyaloga çağrının ciddiyetini sorgulamamız kaçınılmazdır.

3.   Filmin dağıtımını durdurması amacıyla Hollanda Hükümetine baskı yapması için özel olarak Endonezya Hükümetine ve genel olarak da Hilâfeti kurmak üzere muhlis şekilde çalışanlarla birlikte çalışmaları için de Müslümanlara bir çağrıda bulunulmuştur. Zîra Hilâfet olmaksızın Müslümanlar hedef ve mustazaf olarak kalacaklardır. Oysa Hilâfet, izzetlerini geri iade etmek için onları birleştirecektir ki böylece İslâm'ın, Kur'ân'ın ve Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in saygınlığını savunabileceklerdir.

Büyükelçi, basın açıklamasını Hollanda'daki hükümetine göndereceğini teyit etti, görüşme sona erdi, heyet geri döndü ve Üstâz Rahme görüşme hakkında bir açıklama yaptı.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir Şebâbı Serbest Bırakıldı

31 Mart 2008 Pazartesi günü, Hizb-ut Tahrir'in Türkiye Vilâyeti'ndeki Resmî Sözcüsü Sayın Yılmaz Çelik ile beraberindekilerin, Adana Adliyesi'nde yapılan duruşması neticesinde yaklaşık dört aydır tutuklu bulunan Sayın Yılmaz Çelik ve beraberindeki Hizb-ut Tahrir şebâbı serbest bırakıldı.

Hatırlanacağı gibi Sayın Yılmaz Çelik, uzun bir süredir Türkiye toplumu içerisinde etki ve yetki sahibi kimselere yönelik olarak, İslâm'ı bir ölüm-kalım meselesi olarak algılamaları maksadıyla geniş kapsamlı bir temas projesi yürütmekteydi. Bu proje kapsamında, çok sayıda sivil toplum kuruluşları, sendikalar, partiler, dernekler, vakıflar, yazarlar, akademisyenler ve medya temsilcileri ile görüşmelerde bulunmuştu. İslâmî Ümmet'in mevcut durumu, İslâmî çözüm yolları, Hilâfet'in farziyeti ve Hizb-ut Tahrir'in dünya çapında yürüttüğü dâvet çalışması hakkında çoğu karşılıklı ihtiram çerçevesinde olumlu geçen bu görüşmeler, Laik Dikta ve Yeni-Muhâfazakâr Demokratik Kukla içerisinde büyük bir rahatsızlık uyandırdı ve görüşülen kesimlerden bazıları, yeniden görüşmemeleri konusunda uyarıldı. İşte Sayın Yılmaz Çelik ile beraberindeki Hizb-ut Tahrir şebâbının tutuklanmaları, bu rahatsızlık neticesinde gerçekleşmişti. Zîra Hilâfet'in korkusu kalplerinin derinlerine inmiş, uykusuz geceler geçirmeye başlamış ve küstah dillerini uzatarak İslam'a ve Müslümanlara eziyet eder olmuşlardı.

Bu duruşmada Hizb-ut Tahrir şebâbının serbest bırakılması, temelleri çatırdayan Laik yargı sisteminin merhametinden dolayı değildir. Çünkü kokuşmuş Küfür kânunlarında merhamet yoktur, yalnızca zulüm vardır. Merhamet, adâlet ve insaf yalnızca İslam'dadır. Hizb-ut Tahrir şebâbının zindana girmesi de zindandan çıkması da ancak Allah'ın takdiri iledir. Bununla Allah [Subhânehu ve Te'alâ] onları imtihan edip ecirlerini artırmakta, onların peşine düşüp zindanlara atanların ise cürümlerini ve günahlarını artırmaktadır.

Bu vesileyle, bu hak ve adil dâvâ uğrunda mâruz kaldığımız zâlimane eziyetler karşısında yanımızda olup bizi kucaklayan, destekleyen, yardımlarını ve dualarını esirgemeyenlere, insaflı medya organları ile sivil toplum kuruluşlarına ve "insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet" olan İslâmî Ümmet'in Türkiye'deki tüm yiğit evlatlarına en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.

الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ "Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamd olsun." [el-Mu'minûn 28]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Zirve Düzenlenmiş-Düzenlenmemiş, Lübnan Boykot Etmiş-Etmemiş, Ne Fark Eder?

Lübnan halkı haftalarca siyâsî çevrelerde ve medya organlarında yaşanan, Lübnan zirveye katılacak mı yoksa boykot mu edecek(?), Katılırsa kim temsil edecek(?) ve hangi düzeyde katılacak(?) tartışması ile meşgul edildi... Her grup, gerek katılıma, gerekse boykota ilişkin görüşünü teyit edecek gerekçeler ve argümanlar derleyip toplamaya başladı. Bu manzarada dikkat çekici şey şu ki hem muhalefet, hem de hükümet yanlıları zirvenin birkaç gün öncesine kadar bu hususta ortak bir görüş üzerinde istikrar bulmamış iken dışarıdan gelen sinyal ile her grup tavrını netleştirir netleştirmez son çeyrek saatte her biri diğer grubun tavrını şiddetle eleştirmeye başladı. Böylece her iki taraf ta tavırlar çekişmesinin ve tartışmasının, ideolojik veya siyâsî arka plandan hâli olsa da haddizatında bir talep haline geldiğini bir kez daha kanıtladılar.

Artık zirve düzenlenmiş veya düzenlenmemiş, Lübnan boykot etmiş veya etmemiş ne fark eder? Her sene düzenlenen bu zirveler silsilesinin ne zaman bir faydası ve etkisi oldu ki? Bunaltıcı protokoller haline dönüşen bu zirveler, Lübnan ve diğer Arap beldelerinin halklarına ne kazandırdı ki?! Hükümetin ileri sürdüğü boykot gerekçelerine gelince:

  • "Lübnan Cumhurbaşkanı seçiminin ertelenmesi"; peki, öteki devletin iradesi ile Cumhurbaşkanı seçiminin ertelendiği, sunî sınırlar dışında pazarlıklar ve anlaşmalar yapılmadıkça atanamadığı bu devlet kimdir?!
  • "Lübnanlıların mevcut vakıaya adaptasyona ısrarla karşı çıkması"; sözü edilen hangi Lübnanlıdır? Bir kişinin "Lübnan irâdesinden" bahsedebilmesi için hiç değilse çoğunlunun aynı yönde hareket ettiği parmakla gösterilecek tek bir "Lübnan halkı" diye bir varlık mı var?! Yoksa Fransa'nın türettiği, fırkacı çıkarların, yakın bölgesel veya uzak devletlerarası esintilerin değişkenliğine göre bukalemun gibi günübirlik didişen, birleşen ve ayrışan göçebe topluluklardan müteşekkil bir varlık mı?!
  • "Lübnan'ın, Nasranî bir Cumhurbaşkanı ile temsil edileceği vurgusu"; bu ise öteki "Müslüman" Cumhurbaşkanlarının kimliğini imâ etmek ve Cumhurbaşkanlığını korumayı kendileri için bir güvence olarak gören Nasrânileri tatmin etmektir. Diyoruz ki Lübnan'ı temsil edecek Cumhurbaşkanının Mârunî olmasındaki sunî ısrara rağmen, bıktırıcı Arap zirvelerinde bir araya gelen liderlerin hareket noktası asla İslâm olmamıştır. Zîra bu kimseler, onlarca yıldan beri dîni, siyâsetten, toplumdan ve yasamadan koparmışlar ve iki noktadan hareket edegelmişlerdir: tahtların sağlamlaştırmak ve ikincisi, ülkelerinde büyük devletlerin çıkarlarını gözetmek! Halklarının yaşamını İslâm nizâmlarına göre gözetmek bir an olsun akıllarına gelmemiştir. Oysa onlar insanların işlerini gözetmede İslâm'a dayanmış olsalar, Müslüman olsun, gayr-i Müslim olsun ülke halkının sorunları Allah'ın izniyle halloluverirdi. Cumhurbaşkanlığı makamını koruyarak Lübnan'daki Nasranîlerin tatmin olmasına gelince; diyoruz ki Nasranîlerin ve diğer Lübnan halkının tatmin edilmesi, onlara herhangi bir makamı garanti etmekle olmaz. Bilakis insanların hayattaki işlerini, sahih çözüme muhtaç birer insanî sorun olmaları itibarıyla çözecek yegâne sağlıklı yöntem, kat'î îtikâdımıza göre kuşkusuz, Allahu Te'alâ'nın âlemlere rahmet olarak indirdiği İslâm Nizâmı'nın tatbik edilmesidir.
  • "Boykot, Lübnan'ın egemenliğine ve bağımsızlığına saygı gösterilmesi gerekliliğini vurgulamak ve içişlerine yönelik hârici müdahaleleri reddetmek için bir fırsattır"; Hükümet böyle bir açıklama yapmasına karşın, hem hükümet, hem de muhalefet liderleri sabah-akşam çözümün ancak dışarıdan geleceğini tekrarlayıp durmaktadırlar.

Son bir soru: Hükümetin boykot etmeyi kararlaştırdığı zirve, (Suriye'nin başkenti Şam'da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi) başka bir başkentte düzenlenmiş olsaydı, muhalefet, "Kaybeden, zirveyi boykot eden devletin kendisi olacaktır" şeklinde bir açıklama da yapmışken hükümete bu denli saldıracak mıydı?!

Dolayısıyla zirveye katılmak yada boykot etmek ekseninde, bu veya şu grubun sergileyeceği tavırlar, kendilerinin entrikalar yumağında ve çelişkiler mantığından hareketinden ötürü falanca yahut filanca safta alıp almamanın ötesinde, bizleri ilgilendiren konu, kamuoyuna aşağıdaki gerçekleri ve ideolojik ilkeleri hatırlatmaktır:

1.   "Birlik" şeklinde tanımlanmasına karşın, Arap Birliği, hiçbir zaman bünyesindeki devletleri birleştirmek için var olmamıştır, bilakis amacı dâima, onların tek bir ümmet olarak tek bir devlet halinde olmalarını engellemek üzere alternatif teşkil etmek olmuştur. Dolayısıyla bu Arap Birliği denilen yapı, I. Dünya Savaşı'ndan sonraki süreçte sömürgecilik ile birlikte ortaya çıkan parçalanmışlığı perçinlemek için kurulmuştur.

2.   Arap Birliği denilen bu yapılanma, Lübnan sorunu için hiçbir çözüm sunmamıştır, sunmayacaktır da. Zîra Lübnan sorununun kökeninde, bu İslâmî bölgenin bağrında bir sıcak nokta olarak kalsın diye Fransa'nın parçalanmış bir varlık olarak icat etmesi vardır.

3.   Lübnan sorunu, Osmanlılar döneminde Hilâfet Devleti'ne karşı komplo bağlamında Avrupa devletlerinin Lübnan dağına nüfuz etmeleri ile başlayıp ardından Fransa'nın devlet dinamiklerinden mahrum "Lübnan" adında yeni bir varlığın kurulduğunu açıklamasıyla kötüleştiğine göre bu sorun, yüzyıllar boyunca parçası olduğu tabiî dokusuna ve kültürel yapısına dönmedikçe çözülmeyecektir. Bu varlık sorunu çözülünceye dek, hem ülkedeki tüm yetkililere, hem de insanların geleceklerine tahakküm edenlere, insanlar hakkında Allah'tan ittikâ etmeleri ve onları yerel, bölgesel ve devletlerarası güçlerin planları uğrunda kurban etmekten vazgeçmeleri çağrımızı yineleyeceğiz.

Falanca veya filanca bir gruptan herhangi bir liderin, etkilediği insanları peşinden sürükleyen bir nutuk atması, o anda sıkılan maganda kurşunlara hedef olan insanların ölmesi ve yaralanması, mülklerinin tahrip edilmesi, rasgele her tarafa ateş açılması, bombalar patlatılması... bütün bu vâkıaları eleştirmenin ötesinde nefretle kınadığımızı ifade etmeden de geçemeyiz. O halde hasımlarına kurşun sıkmaktan ve bombalarla karşılık vermekten başka bir şey bilmeyen bu adamlara hadlerini bildirecek aklı başında hiç kimse yok mu?!

Devamını oku...

Avrupa, İslâm'a Karşı Savaşta Batı'nın Yeni Cephesini Oluşturuyor

  • Kategori Avustralya
  •   |  

Avrupa'dan çıkan son provokasyonlar, İslâm'a ve Müslümanlara yönelik uzun erimli düşmanlıklar silsilesinin parçası olmaktan başka bir şey değildir. Batı'nın İslâm'a karşı kampanyası, ne Afganistan ve Irak işgâli ile, ne Geert Wilders'in tartışmalı "Fitne"sini yayımlaması ile, ne küfür içerikli karikatürlerin basılması ile, ne "Avrupa'da İslâmlaşmayı Durdurun" koalisyonunun kurulması ile, ne Hicâbın yasaklanması ile, ne Müslümanların dışlanması ile, ne Müslüman kökenlilerin gizlice sorgulanması ile, ne Papa'nın provokasyonları ile, ne zorla asimilasyonist politikaların dayatılması ile, ne devlet başkanlarının, başbakanların ve politikacıların ağızlarından dökülen kin ve nefret dolu propagandalar ile başlamış değildir. Bilakis sözde "özgür dünya"nın lideri George W. Bush da "Haçlı Savaşları"na peş peşe göndermeler yaparken bu mücâdelenin tarihsel doğasını tüm dünyaya hatırlatmaktan utanç duymuyordu.

Fakat Batı'nın İslâm'a karşı tarihsel mücâdelesini yoğunlaştırmasını sağlayan faktör ne idi? Cevabın iki ayağı var:

İslâmî yönetimin ilk günlerinden beri Hristiyan Âlemi, Filistin'in mukaddes toprakları ve çevresindeki topraklar üzerinde yeniden otorite tesis etmenin peşine düştü. Yine de asırlar boyunca ardı ardına zelîl hezîmetlere uğraması, Avrupa'nın tarihî ve dînî vecîbe addettiği arzularını dizginlemesine yol açtı.

Haçlı kampanyasının başarısı; ilk kampanyanın başlamasının üzerinden yedi asırdan fazla bir müddet geçtikten sonra, I. Dünya Savaşı ardından gerçekleşti. O zaman genelde İngiltere ve Fransa liderliğinde olan Avrupalılar, yalnızca Filistin'i değil, tüm İslâmî toprakları işgâl etmeye muvaffak oldular. Batı Dünyası, muazzam zaferinin konforunu yaşıyordu: Osmanlı Devleti yıkılmış, Müslümanların toprakları parçalanmış, liderleri ortadan kaldırılmış, Şeriatları ilgâ edilmiş, kültürleri ifsât edilmiş, düşünüşleri kirletilmiş ve Müslümanların uçsuz bucaksız servetleri talan edilmişti. Ne var ki Avrupalıların sevinci kursaklarında kaldı.

İşgâllerinin, sömürülerinin ve dayatmalarının üzerinden bir asırdan fazla bir müddet geçtikten sonra, şimdi Amerika liderliğindeki Batı Dünyası, kendilerine zorla verilen zehri içmeyi reddeden Müslümanların varlığı ile dehşete kapıldı. Fark etti ki İslâm Âlemi, İslâmî kökenlerine yeniden sarılma, İslâmî kimliğini yeniden oluşturma ve İslâmî siyâsî kurumlarını yeniden inşâ etme arayışı içinde! İslâm Âlemi, yalnızca toprakları üzerinde Batılı tasarımları tümüyle reddetmekle kalmamakta, şimdi de bu topraklar üzerinde Batı'nın otoritesine meydan okuma ve dünya çapında boğazından yakalama peşinde! Bu tatsız durumla baş etmek için Batı Dünyası, derhal Müslümanların ilham kaynağını araştırmaya başladı. Cevap; ne nüfuslarının sayısındaydı, ne ele geçirdikleri stratejik topraklardaydı, ne de sahip oldukları muazzam servetlerdeydi. Cevap; ne kışlalarında bekleyen milyonlarca askerlerinin bulunmasında, ne ellerinde tuttukları nükleer silahlardaydı. Müslümanlarının gücünün kaynağı, Batı Dünyası'nın asla yok etmeyi başaramayacağını şeydeydi; İslâmî Akîde'de!

İşte bundan dolayı Batı, yeni bir kampanya başlatıp Müslümanların Akîdesini sarsmanın peşine düştü. Müslümanların uyanışının belkemiği ve Ümmet varlığının aslî sütunu işlevi gören bu Akîde, kendi devletlerarası varlığını hiç şüphesiz yeniden ortaya çıkaracak ve kendisine aykırı her şeye şiddetle ve keskinlikle meydan okuyacaktır.

İşte bunun içindir ki bugün İslâm'a, Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e, Kur'ân-il Kerîm'e saldırıların şiddetlendirildiğini görüyoruz: İslâm'ın aklîliğini, akîdevi konularını ve insanlığa yönelik risâletini hedefleyen saldırılar! Batı, Müslümanların İslâmlarına olan güvenlerini ve inançlarını sarsmaya yönelik her yolu denemekte, elinden geleni ardına koymamaktadır. Onları, Batı hegemonyasının prangalarından kendilerini kurtarma yeteneğinden ve insanlığa alternatif bir ideolojik bakış açısının varlığını kanıtlama yeteneğinden mahrum etmek için çırpınmaktadır. Heyhat! Zilletten ve rezâletten başkasıyla sonuçlanmayacak ne de hazin bir çırpınış! Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ "Şüphesiz ki kâfirlik edenler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar, daha da harcayacaklardır. Sonra bu onlar için hasret (yürek acısı) olacak ve sonra (nihâyetinde) mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrâr edenler ise Cehenneme toplanacaklardır." [el-Enfâl 36]

İkinci açıdan; Batı'nın yüzleştiği bu ideolojik meydan okuma, yalnızca dışarısı olan İslâm Âlemi'nden kaynaklanmaz, bilakis Batılı toplumlarda yaşayan Müslümanlardan da kaynaklanır. Batı'da İslâm-karşıtı gündemin yoğunlaştırılması ancak, Batı'da Müslüman topluluklara karşı korku, düşmanlık ve güvensizlik yönünde potansiyel bir atmosfer üretmeye hizmet eder. O halde soru şudur: Batılı yönetimler, Müslüman toplulukların öcüleştirilmesine ve böylesi bir kampanyanın kaçınılmaz sonucunun sorumluluğunu gönülden üstlenmeye ne kadar hazırlıklıdırlar acaba? Yoksa Batılı yönetimler, Müslüman topluluklarının -gerekirse zorla- kovulmasına hazırlık mahiyetinde ileride izlenecek radikal politikaların tohumlarını mı atmaktadırlar? Batılı liderlerin suskunluğu boğulmaktadır.

Bizim mücâdelemiz, muhakkak ki insanlık için bir mücâdeledir. Tüm insanlık; modern çağ sömürgeciliğinin dehşetinden, askerî maceraperestliğin vahşetinden, sömürgeci elitizmin ırkçılığından ve ekonomik liberalizmin sefâletinden çekmektedir. Yine de korkular ve endişeler sırf politik ve ekonomik olmakla kalmamakta, aksine ferdi, aileyi ve toplumu ifsat eden bireysel boyuta da derinden kök salmaktadır.

Ey Müslümanlar! Sizler, İslâmınızın fazîleti sayesinde, Batılı Küfür ideolojisi zehrinin panzehirine sahipsiniz. İşte Hizb-ut Tahrir sizleri çağırmaktadır; gelin el ele verelim, Batılı hegemonyanın şerrinden önce İslâm Ümmeti'ni, ardından tüm insanlığı kurtaralım. Gelin, ele ele verelim, Râşidî Hilâfet Devleti'ni birlikte kuralım. Muhakkak ki Hilâfet, Müslümanları ve tüm insanlığı kurtarmaya muktedirdir. Zîra Hilâfet; İslâmî Akîde esâsı üzerine kurulur, Şeriat'ı tatbik eder, Dîni muhâfaza eder, izzeti savunur ve ağızların içinde şer için dönen her dili kıpırdatmadan susturur!

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER