Cuma, 23 Cumade’l Ûlâ 1447 | 2025/11/14
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Avustralya'daki Yahudi Cemaatlerinin İki Yüzlülüğü

Avustralya'daki birçok Yahudi kuruluşu, Hizb-ut Tahrir'in son zamanlarda Sidney ve Melbourne'da düzenlediği faaliyetlere karşı bir tepki olarak şiddetli rahatsızlıklarını dile getirdiler. Zira hizbi kin ve şiddeti tahrik etmek ve Siyonist "İsrail" düşmanlığı yapmakla suçladılar. Bu cemaatlerin geçmişini dikkate aldığımızda bu tür bir tepkinin verilmesi beklenmekteydi. Bizler Hizb-ut Tahrir olarak bu cemaatlerin nasıl ikiyüzlü olduğunu ve gerçekleri görmezlikten geldiğini açıklamak için bazı hakikatleri vurgulamak isteriz:

Birincisi: Hizb-ut Tahrir olarak parçası olduğumuz bir milyar Müslümanın durumunda olduğu gibi "İsrail" devletine düşman bir hizb olduğumuzu kabul ediyoruz. Zira "İsrail" devleti; zulüm, katliam ve Filistin'deki halkımızı topraklarından kovma temeli üzerine kurulmuş meşru olmayan bir varlıktır. O halde "İsrail'e" yönelik bu düşmanca tutumda bir gariplik olmadığı gibi zamanla pek çok gayrimüslim hatta bazı Yahudiler tarafından bile bu tutum benimsenmiştir.

İkincisi: "İsrail'e" düşman olmak, Yahudilere düşman olmak demek değildir. Dolayısıyla bu kampanya, meseleleri karıştırmaya ve mağdur kurban görüntüsü vermeye dönük kampanyadan öte bir şey değildir. İslam, insanlığa tek bir nazarla ve şeriatın mizanında eşit olmaları nazarıyla bakar. Aynı şekilde İslam, adaleti ve eşitliği tahakkuk ettirmek için çalışanların çabalarını onaylar ve zalimler ile küstahlara karşı çıkanların tutumlarına değer verir. Dolayısıyla Hizb-ut Tahrir, yapanların ırkına veya rengine bakmaksızın her zaman her türlü zulmün, bir kesim tarafından insanlığa zulmedilmesinin, işgalin ve zorbalığın karşısındadır.

Üçüncüsü: "İsrail'i" destekleyen bu gurupların bize yönelttiği suçlamaların hiçbir inandırıcılığı yoktur. Çünkü sürekli şiddet yöntemini benimseyen bizzat "İsrail'dir". Zira geçen yarım asırdır Filistin'deki halkımıza zulmeden bizzat "İsrail" olduğu gibi tüm etik standartları hiç sayarak yerleşim birimlerini genişletme kampanyalarını meşrulaştırmak için sürekli masum Filistinlileri kovan, evlerini yıkan ve topraklarını gasp eden de bizzat "İsrail'dir". Bu da "İsrail'in" Yahudi olmayan kimselere karşı ne denli nefret beslediğini ortaya koymaktadır.

Dördüncüsü: Devletlerarası sahnedeki gelişmeler dikkate alındığında bu suçlamalar inandırıcılığını kaybetmektedir. Zira bu guruplar, hem Katar'daki el-Mebhuh suikastı olayında sahte pasaportlar kullandığında hem küstahça yardım konvoyuna saldırarak Gazze'deki savunmasız halkımıza yardım ulaştırmak için deniz üzerinden yola çıkan yardım çalışanlarını katlettiğinde hem de Güney Lübnan'a saldırarak yerle bir ettiğinde "İsrail'i" destekleyici bir tavır takınmışlardı. Şimdi ise Filistin'deki işgal eylemlerini ifşa etmeye çağrıda bulunan herkesin konumunu zayıflatmaya çalışarak mağdur ve kurban rolüne bürünmeye cüret ettiklerini görmekteyiz.

Beşincisi: Avustralya'daki Yahudi kuşağı bilmelidir ki "İsrail'in" maddi ve askeri gücü, zati bir güç olmayıp ancak ekonomik ve siyasi gücü zayıflayamaya, sallanmaya başlayan Amerika Birleşik Devletleri gibi onun varlığından faydalanan Batı dünyasından beslenen bir güçtür. Zira tek kutuplu Amerikan düzeni, şu anda son nefeslerini aldığı gibi "İsrail" denilen varlık da şu anda yok oluş anını yaşamaktadır ve "İsrail'in" desteklenmesi siyasi olarak bir işe yaramadığında da Batılı müttefikleri onu bir çırpıda terk edecektir.

Altıncısı: İslam dünyasındaki yöneticilere gelince; istisnasız şekilde Batı dünyasının elinde birer kukladan başka bir şey değildirler. Dolayısıyla onlar, meşruiyetlerini yitirmişler ve hiçbir inandırıcılıkları kalmamıştır. "İsrail" devletini itiraf etmeleri ve onunla barış anlaşmaları yapmaya çalışmaları asla fayda vermeyecektir. Zira İslam dünyası, "İsrail" devletini asla ve kata tanımayacağı gibi Filistin'in bir bütün olarak Müslümanlara ve kovulan esas sahiplerine döndürülmesinden başka bir şeyi asla kabul etmeyecektir.

Yedincisi: Avustralya'daki Yahudiler istikbalin asla Amerika'nın ve İngiltere'nin olmayacağını ancak İslami Hilafetle temsil edilecek İslam'ın olacağını bilmelidirler. İstikbali ve asırlar boyunca İslami Hilafet'in gölgesinde kendilerine nasıl muamele edildiğini düşündüklerinde tarihe dönmeliler, İslami yönetim altında İspanya'daki durumlarına, Müslümanlar Endülüs'ü kaybettiklerinde kendilerine yapılan iğrenç muamele yöntemine, Engizisyon mahkemelerine, Osmanlı Hilafeti gölgesindeki durumlarına bir bakmalılar ve yirminci yüzyılda Avrupalıların kendilerine yaptıkları muamele ile karşılaştırmalıdırlar. Zira Müslümanlar, Nebileri [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu hadis-i şerifteki vasiyetini itibara almışlardır: من آذى ذمياً فأنا خصيمه يوم القيامة "Her kim bir zimmiye eziyet ederse kıyamet günü ben onun hasmıyım." Tüm bunlar ise Avrupa'nın Yahudilere yapılan muamele keyfiyetine egemen olan siyasi atmosferlere göre hareket ettiği bir zamanda olmuştur. Dolayısıyla arada engin bir fark vardır ve hakikati araştırmak isteyen her araştırmacı için nice olaylar vardır.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Wikileaks: Birleşik Devletleri, Kuvvetleri ve Müttefik Kuvvetleri İçin Utanç Verici Vahşi Başka Bir Hikayedir

Geçenlerde Wikileaks internet sitesi, masum sivillerin vahşice katledilmesinin yanı sıra Afgan askerlerinin katledilmesini de ortaya koyan basına 91 bin belge sızdırdı. Ayrıca sızdırılan bu belgeler, Taliban ile Pakistan istihbarat birimlerinin arasında ilişki olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Aslında bu raporlarda yeni bir şey yoktur. Zira işgalcilerin işlediği vahşetler tüm dünya nezdinde bilinmektedir.

Bu tür belgelerin sızdırılması birtakım ciddi soruları ön plana çıkarmaktadır. Neden bu belgeler, Birleşik Devletleri'nin 2011 Temmuz ayından itibaren aşamalı olarak çekileceğini ilan ettiği bir sırada yayınlandı? Bu belgeler, Birleşik Devletleri'nin izni olmadan mı yayınlandı? Amerikan Başkanı Barack Obama, gizli belgelerin yayınlanmasından duyduğu kaygıyı ve olanlardan memnun olmadığını dile getirmesine rağmen basına sızdırılan belgelerde yeni bir şeyin olmadığını ifade etti.

Basına sızdırılan bu belgelerde "terörizme" yönelik meşru olmayan savaşta daha fazlasını yapması ve İslami duygulara sahip bu subayların hepsini tasfiye etmesi için Pakistan'a baskı yapılmasını sağlayacak şekilde Pakistan istihbarat teşkilatı ile Taliban arasında ilişki kuruldu. Benzer bir durumda Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, iki hafta önce yaptığı Pakistan ziyaretinde, Amerikan işgali karşısındaki direnişi zayıflatması ve Afganistan ile Pakistan arasındaki operasyonlarına hız kazandırması için Pakistan'a daha fazla baskı yapılması amacıyla Pakistan hükümetine 500 milyon dolar verildiğini ilan etti.

Birleşik Devletleri'nin, kendi vatandaşlarına ve Amerikan işgaline direnenlere karşı daha çok şey yapması için Pakistan'a yönelik baskısı, Birleşik Devletleri'nin Pakistan'ı zayıflatmak istediğini gösteren açık bir işarettir. Çünkü onlar, Pakistan'ın gelmekte olan Hilafet'in irtikaz noktası olmaya muktedir kılacak tüm dinamiklere sahip olduğunu bilmektedirler.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Haritadan Silinmesi Gereken "İsrail", Yani İşgaldir

Hizb-ut Tahrir / Avustralya, Melbourne şehrinde Filistin meselesi, oradaki çatışmanın tarihi ve ona ilişkin İslami çözüm çerçevesinde bir konferans düzenledi ve aşağıdaki noktalara değinildi:

Birincisi: "İsrail", Filistin halkını katletme ve zorla yerinden etme yoluyla İngiltere'nin gözetiminde inşa edilmiştir. Dolayısıyla özünde o, askeri işgalden öte bir şey değildir. Dolayısıyla da "İsrail" devleti, meşru olmayan bir devlettir.

İkincisi: Müslümanların topraklarının herhangi bir karışının herhangi zalimane askeri bir yolla işgalinin İslami çözümü ancak bu işgalin ortadan kaldırılmasıyla olur ve bu kurtarma görevi tüm Müslümanların üzerine farzdır.

Üçüncüsü: İslam'ı tatbik etmekten sorumlu olan şeri varlık bizzat İslami Hilafet'tir. Dolayısıyla ister Filistin'de ister Çeçenistan'da ister Keşmir'de isterse başka yerlerde olsun Müslümanların toprağının herhangi bir karışını gasbeden her gaspçının başını ezecek olan odur.

Dördüncüsü: Müslümanların beldelerindeki işgali kaldırmak için İslami âlemdeki tüm Müslümanların İslami Hilafeti yeniden kurmak için çalışması gerekir.

Beşincisi: İslam, renk ve ırk temelinde bir ayırım yapmaksızın tüm insanlığa yöneltilmiş bir mesajdır. Dolayısıyla antisemitizm diye bir şeyin olması veya ırkçılığın herhangi bir türünün bulunması söz konusu olamaz. Filistin'deki sözde "İsrail" devleti ile olan çatışma ise "İsraillilerle" Yahudi olmalarından dolayı olan bir çatışma olmayıp bilakis saldırgan işgalci olmalarından dolayı olan bir çatışmadır. Zira tarih şahittir ki; Yahudiler İslami Hilafette rahat bir konumda olmuşlar ve yaklaşık 13 asır boyunca Müslümanlar ve Nasraniler ile uyum ve barış içinde yaşamışlardır. Dolayısıyla antisemitizm ile "İsrail" düşmanlığını bir tutmak, aklı başında bir kimsenin aldanmaması gereken aldatmadan öte bir şey değildir.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Tony Abbott, İslam'a ve Müslümanlara Saldırıda Howard'ın İzini Takip Ediyor

Avustralya'daki muhalefet lideri Tony Abbott, Victoria eyaletindeki seçim kampanyasında seçimleri kazanması halinde Hizb-ut Tahrir'i yasaklama yönünde harekete geçeceğini söyleyerek hizbi, terör için verimli zemin oluşturmaya yardımcı olmak, kin yaymak ve Avustralya'nın değerlerini alçaltmakla suçladı.

Bu iddialara reddiye olarak aşağıdaki hususları beyan ederiz:

1. Bu, Sayın Abbott'un takip ettiği siyasi çizgide bocalamanın klasik bir tarzıdır. Zira o, 09.07.2010 tarihinde gazeteci Alan Jones ile Radyo JP-T'de Hizb-ut Tahrir'in Avustralya'da yasaklanması ile ilgili olarak yaptığı röportajda şöyle demişti: "Bu ülkede genel ilke şudur ki siz, yasaların ihlal edilmesine tahrik etme sınırına ulaşmadıkça yanlış fikirleri hatta yanlış sözleri cezalandıramazsınız." Bu açıklamasının üzerinden daha bir ay geçmeden Sayın Abbott, takip ettiği ucuz popülist politikanın öteki yüzünü ifşa etti.

2. Aslında Sayın Abbott ve geniş bir siyasi kesimin Hizb-ut Tahrir ile değil bizzat İslam'la sorunları vardır. Ancak bunu doğru düzgün bir şekilde açıklayacak medeni cesareti bulamadıkları için İslami fikirlere, simgelere, değerlere ve örgütlere düşmanlık yapmak için gerekçeler üretmektedirler. Aslında hükümet ile muhalefet aynı olup başta Batılı devletlerin İslam dünyasına müdahalesine son vermek ve Batıdaki İslami kuşağın İslam'ın akidesi ve değerleri pahasına entegre edilmesi projelerine karşı çıkması olmak üzere Hizb-ut Tahrir'in benimsediği meselelerle sorunları vardır.

3. Sayın Abbott'un tutumunun değişmesinde Avustralya'daki Yahudi lobisinin nüfuzu olduğu açıktır. Zira Avustralya'daki bazı Yahudi cemaatleri, ağlayıp sızlanarak hedeflenen kurban görüntüsü verme hususunda Hizb-ut Tahrir'in "İsrail'e" karşı net tutumunu istismar ettiler. Çünkü bu cemaatler, artık "İsrail'in" bu korkunç cürümlerini savunacak durumda olmadıkları için bunu ifşa eden sesleri susturmaya çalışmaktadırlar. Doğrusu halkın liderliğini elde etmek için çalışan bir şahsın halkın içerisindeki bir gurubun yanında yer alması ve onun nüfuzuna boyun eğmesi yakışık alamayan bir davranıştır.

4. Sayın Abbott'un Avustralya'daki Yahudiler için kaygı duyduğunu ifade etmesi, uygulanan çifte standardı göstermektedir. Zira Avustralya'daki Müslümanlar, Irak ve Afganistan'daki kardeşlerine sempati duyunca Avustralya'ya olan bağlılıkları hakkında şüpheler gündeme getirilirken birisi "İsrail'e" saldırınca bu mesele siyasilerin tepki gösterdikleri bir durum olmasından dolayı Yahudiler güvende olmadıklarını hissedebilmektedirler. Bilindiği üzere Hizb-ut Tahrir'in karşı çıktığı şey bizzat "İsrail'in" meşruiyetidir yoksa ne Yahudiler ne de Avustralya'da yaşayan Yahudilerdir.

5. İslam, insanlar arasında etnik temelli ayrımcılık yapmaz. Bu nedenle bizler, antisemitizm iddialarını reddeder ve Yahudilere asırlardır İslami Hilafetin gölgesinde gördükleri güzel muameleyi hatırlatırız. "İsrail'e" gelince; meşru olmayan bir işgal devletidir ve yok oluş anını yaşamaktadır. Onun bu hakikatini bazı Yahudiler de dahil dünyadaki milyonlarca insan bilmekte ve bunu ifade etmektedirler. Bu ülkedeki Yahudilerin meşru olmayan bu devleti desteklemekten vazgeçmelerinin ve tarihten ders çıkarmalarının hikmetli bir davranış olacağı düşüncesindeyiz.

6. Hizb-ut Tahrir, gayesini gerçekleştirmek için şiddet kullanmayan siyasi bir hizbtir. Nitekim baskıcı otoriter rejimlerin gölgesinde çalıştığı elli küsur yıldır maruz kaldığı onca tutuklamalara, zulümlere ve baskılara rağmen bu metodunu koruyagelmiştir. Tüm tarafsız kaynaklar da bunu teyit etmektedir. Garip olanı ise Hizb-ut Tahrir'e yönelik bu suçlamaların Irak'ta, Afganistan'da ve Filistin'de milyonlarca insanı kurban eden en azılı teröristi destekleyen ve desteklemeye devam eden bu kişilerden gelmiş olmasıdır.

7. Avustralya'daki Müslümanların genelinin inandığı şeyler hakkında mesnetsiz açıklamalarda bulunmak yerine Sayın Abbott'u, Müslümanların yaşadığı sokakları ziyaret etmeye, Hilafetin geri gelmesi, Müslümanların beldelerinde şeriatın tatbik edilmesi ve "İsrail'in" varlığının meşruiyeti hakkındaki görüşlerini bizzat kendilerinden dinlemeye, Batılı devletlerin Müslümanların beldelerine müdahale etmeleri hakkındaki görüşlerinin yanı sıra Avustralya devletinin Müslümanlara yönelik dahili ve harici politikası hakkındaki görüşlerini de sormaya davet ediyoruz. Yoksa Müslümanların bu meseleler hakkındaki görüşlerini bizzat kendilerinden dinlemedikçe Sayın Abbott, hakikatleri görmezlikten gelerek mutluluk içinde yaşamaya devam edecektir!!

8. Bizler Hizb-ut Tahrir / Avustralya olarak Sayın Abbott'u, -devlet adamı cesareti varsa- ucuz popülist seçim politikalarının arkasına gizlenmek yerine bu meseleler hakkında açık tartışma yapmak için hodri meydan diyor, yer, zaman ve konu seçimini kendisine bırakıyoruz.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Ucuz Yöntem

Ürdün güvenlik birimleri, geçen hafta sonu ucuz bir yöntemle Hizb-ut Tahrir'in tanınmış üyelerinden biri olan ve daha önce açık kalp ameliyatı geçirip kalp hastası yaklaşık 70 yaşındaki Bedreddin Sadık (Ebu Sadık'ı) tutukladı.

Söz konusu tutuklama olayı, onlardan birinin kendisiyle temas kurması, kendisinin ez-Zerkâ'daki Cebel-i Zeytun Hastanesi'nde laboratuar personeli olduğunu ve yaptırdığı test sonuçlarını alması için laboratuara gitmesini talep etmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Zira bunun üzerine Ebu Sadık, "test sonuçlarını aldığını" söylemiş ve aralarında kısa bir tartışma yaşandıktan sonra buna icabet ederek hastaneye gitmiş ve orada hastaneden hiçbir kimsenin kendisi ile temasa geçmediği sürprizi ile karşılaşmıştır. Derken bazı sivil kıyafetli kişiler etrafına sarmışlar ve kendilerinin "özel güvenlikten" olduğunu söyleyerek onu götürmüşlerdir. Sonra er-Rasîfe'deki bürosunu çıkarak bürosunu aramışlardır. Sonra ez-Zerkâ'daki evine çıkarak evini de aramışlar ve sonra da kendisine hapse atmışlar ve halen hapishanededir.

Kendisi ile temas kuran ve yalan söyleyerek kendisinin Cebel-i Zeytun Hastanesi'nde laboratuar personeli olduğunu söyleyen bu kişinin güvenlik elemanlarından olduğu ortaya çıkmıştır. Bu kişi isminden zerre kadar nasibini almamıştır. Çünkü güvenlik elemanının görevi, emniyeti ve güvenliği sağlamak ve insanların onun varlığından dolayı güven duymasıdır. Yoksa hedefine ulaşmak için başkasının kimliğini intihal etmek, yalan söylemek, aldatmak ve hile yapmak değildir. Ancak bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü bu tutuklamaların maksadı sinsi bir maksattır ki o, İslami hayatı yeniden başlatmaya dönük davetin karşısında durmak ve Hilafet Devleti'nin kurulmasını engellemektir. Ancak heyhat ki heyhat... Zira Allah Celle Celeluhu, İslam'ın hayatın tüm işlerine geri dönmesi karşısında durmak isteyenlerin bütün çabalarını boşa çıkarmayı vaat etmiştir ki O'nun vaadi haktır.

Ebu Sadık'a tüm insanlar tarafından hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın açıktan davet etmekle tanındığı oturma ve çalışma yerinden uzak bir yerde yaklaştılar. Zira o, sürekli olarak insanlarla temas kurmakta ve onları Hilafet Devleti'ni kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için çalışmaya davet etmektedir. Ancak onu tutuklayan kimseler, onu doğal ortamı olan oturma ve çalışma yerinde tutuklasaydılar insanların lanetlerine ve karşı çıkışlarına maruz kalacaklarını bilmekteydiler. Bu lanetleri ve karşı çıkışları birçok yerde işittiler ve sürekli olarak da işiteceklerdir.

وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Şüphesiz ki Allah, emrine galiptir, muktedirdir. Velakin insanların çoğu bunu bilmezler! [Yûsuf 21]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir, Zerdari'nin Ziyaretini Protesto Etmek İçin Bir Gösteri Düzenledi Göstericiler, Bozuk Liderliklerin ve Nizamların Enkazı Üzerine Hilafetin Kurulmasını Talep Ettiler

Hizb-ut Tahrir şebabı, Londra'da Zerdari'nin ziyareti aleyhinde bir gösteri düzenledi. Göstericiler, Zerdari ile Gilani'yi kınayan ve Pakistan'da Hilafetin kurulmasına davet eden pankartlar açtıkları gibi bugünlerde Pakistan'ı kasıp kavuran felaketlerin sebebinin zavallı liderler ile kapitalizm nizamının bozukluğu ve bu felaketlerden kurtulmanın tek yolunun mevcut liderler ile nizamın enkazı üzerine Hilafet Devleti'ni kurmak olduğunu vurguladılar.

Pakistan Enfermasyon Bakanı "Kamer ez-Zaman Kâri", gösteriyi "Hizb-ut Tahrir'in demokratik hakkı" olarak değerlendirdi. Güya o, bu değerlendirmesi ile İngiliz medyasına, kendisini demokrasinin uygulanması için yarışıyormuş gibi göstermek istedi! Ancak aslında o da Pakistan'da Hizb-ut Tahrir gibi siyasi partileri yasaklayan ve şebabını hapishanelere atan diğer demokrat yöneticiler gibidir.

Zerdari'nin Londra ziyareti, Pakistan'ın sel baskınları ile boğuştuğu bir zamanda gerçekleşmiştir. Bu da diktatörler gibi demokrat yöneticilerin de Amerikalılar ile İngilizlerin ellerinde birer kukla olduğunu, hayattaki tek dertlerinin mal mülk edinmek ve fesatlarını kanunların üstüne çıkarmak olduğunu teyit etmektedir. Pakistan halkı, ister demokrasi isterse diktatörlük yoluyla olsun kendilerine kapitalizm nizamının tatbik edilmesini reddetmekte ve İslam'ın Hilafet Devleti yoluyla tatbik edilmesinden başka bir şey istememektedir. Keza ümmet de gerek yönetimde gerekse muhalefette olsunlar bu nizamın hamilerini kınamaktadır.

Kuvvet sahiplerinden tercih ettikleri bu sessizlikten vazgeçmelerini, mevcut nizamı alaşağı etmelerini ve Hilafet Devleti'ni kurması için Hizb-ut Tahrir'e nusret vermelerini talep ediyoruz. Zira İslam'ın tatbik etmenin ve ümmeti birleştirmenin tek yolu Hilafet Devleti'dir.

Şeyh Şehzad
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmi Sözcü Yardımcısı
Pakistan Vilâyeti

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İslam: Bir Din ve İdeolojidir Peki Niye Şimdi Bu Soru?

İslam'ın bir din mi yoksa ideoloji mi olması bakımından bu sorununun çözümü, Hollanda'da hükümetin oluşturulması için şu ana kadar süregelen müzakerelerin yapıldığı mevcut durumla ilgili bir meseledir. Hepimiz biliyoruz ki şu anda bu sorunun cevabı, İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak yürütülecek olan gelecekteki politikayı belirleyecektir.

Aslında bir din mi yoksa ideoloji mi olması bakımından İslam'la ilgili bu soru, akademik rengi olan bir meseledir. Bir kimse İslam'ı ister bir din isterse ideoloji olarak tarif etsin bu durum İslam'ın vakıasını değiştirmez. Politikacılar ise birer akademisyen olmadığına göre önemli olan bu soruna takılmamalarıdır. Bilakis önemli olan politika üretmeleridir. Politika üretmek ise akademik görüşten uzak durmak ve vakıaya olduğu gibi bakmak demektir.

İslam'ın vakıası ise dünya hayatının öncesi ve sonrası ile olan alakası demektir. Bu da cennet ve cehennem demek olduğu gibi insanın yaratıcısına nasıl ibadet etmesi gerektiği de demektir. Binaenaleyh İslam, kabul edilebilir herhangi bir tarife göre kuşkusuz kendisine din mefhumunun intibak ettiği bir dindir. Ancak İslam, ibadet mefhumunu genelleştirir. Dolayısıyla insanın hayattaki tüm işlerini vahiy yoluyla öğrendiğimiz şeri hükümlere göre düzenlemesini zorunlu kılar. Zira İslam, sadece insanın ruhi yönünün düzenlenmesi demek değildir. Bilakis aynı zamanda insanın yeryüzündeki hayatının, yani muamelatların, evlilik işlerinin, toplumsal ilişkilerin ve benzerlerinin düzenlenmesi de demektir. İnsanın işlerinin belirli bir görüşe göre belirli kaidelere uygun olarak düzenlenmesi ise kendisine "İdeoloji" kelimesinin ıtlak edildiği şeydir. Binaenaleyh İslam, kabul edilebilir herhangi bir tarife göre kuşkusuz kendisine ideoloji mefhumunun intibak ettiği bir ideolojidir.

Bundan dolayı İslam'ın bir din ve ideoloji olduğunu kabul etmek kaçınılmazdır.

Bunun kabul edilmesi halinde bu ülkedeki politikacıların sorması gereken sorular şunlardır:

Birincisi: En önemli olanı da budur: Mademki İslam, bu ülkede egemen olan laiklik görüşü ile çelişen bir görüş, yani akidevi-ideolojik bir alternatif ortaya koymaktadır o halde herkese düşen şu soruyu sormaktır: İnsanın sorunlarını çözmeye muktedir sahih görüş, İslam mı yoksa laiklik midir?

İkincisi: Bu ülkedeki insanların geneli laikliğe inanmasına rağmen bu ülkede yaşayan ve laikliğe inanmayan büyük oranda Müslüman bir kesim vardır. Bu büyük orandaki insanlar, ülkenin sistemini değiştirmek için çalışmamasına rağmen kimliğini ve akidesini korumayı istemektedirler. O halde varit olan soru şudur: Sistem, bu iki hususun arasını nasıl uzlaştıracaktır? Yani kendi toplumu içerisindeki bu farklı gurubun varlığını nasıl kabullenecektir?

Politikacıların üzerinde durması gereken sorular işte bunlardır. İslam'ın bir din mi yoksa ideoloji mi olduğu sorusuna gelince; politikacıların hikmetten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir çarpıtmadır.

Bizler İslam'ı ideolojiler kapsamında tasnif etmek isteyen politikacıların var olduğunu biliyoruz. Çünkü onlar, "inanç özgürlüğünün" faaliyetlerini sınırlandırdığının farkındalar. Zira onlar, "İslam sadece bir ideolojidir" dedikleri zaman dinin hükümlerini değiştirebilecekleri gibi İslam'ın ülkenin laiklik görüşünü tehdit ettiğini de iddia edebileceklerdir. Hakeza ülkenin liberal laiklik ideolojisini koruma noktasından hareketle toplumu tehdit eden bir ideoloji olarak İslam'a karşı çıkmak kaçınılmazı olacaktır.

İslam'ın bir din olarak tanımlanmasında bir sakınca görmeyen ikinci guruba gelince; aslında birinci guruptan farklı değildir. Zira o da böylece Nasranilik diyanetine tabi olarak İslam dininin bir bütün olarak dinleri kuşatan laiklik manzumesi kapsamında uyarlanması anlamında entegrasyona çağrıda bulunmak için eline bir fırsat geçirmektedir. Böylece onlar nezdinde İslam, sırf birer ibadet ve manevi ayin olarak kalmaktadır.

Aslında İslam'ın din veya ideoloji kapsamında tasnif edilmesi ile ilgili bu tartışmayı takip eden akıl sahibi herkes Hollanda'nın içerisine sürüklendiği ve Orta Çağlardaki karanlığa çok benzeyen karanlık geleceği açıkça görebilir. Zira bugünkü yöneticiler, kendi akidelerinden ve görüş açılarından farklı olan akidelere ve bakış açılarına tolerans göstermemektedirler. Bundan dolayı kendilerinden farklı olan kimseleri bitirmek için çalışmaktadırlar. Avrupa, karanlık çağlardan çıkmak için mücadele vermişken bugünkü politikacılar ise onu tekrar bu karanlık çağa geri götürmektedirler. Dolayısıyla aslında bugünkü politikacılar, Orta Çağlardaki tiranların varislerinden öte bir şey değildirler.

Okay Pala [Ebu Zeyn]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Hollanda

Devamını oku...

Soru-Cevaplar

Soru-1: Bir kardeşimize işgal altındaki İslam beldelerinden birinde -Afganistan olması muhtemeldir- tıbbi klinikler açması teklif edildi. Bu klinikler, hem işgal altındaki bu beldenin rejimi hem de işgal güçleri ile sözleşme yapacaktır. Zira onlara tıbbi hizmetler verecektir. Aynı zamanda bu beldede gerekli olan ekipman ve donanımları sağlayacak Türkiye'deki bir tıbbi kuruluşa bağlı olacaktır.

O halde:

-Afganistan ve Filistin gibi işgal altındaki İslami bir beldede -merkezi Türkiye'de olan tıbbi bir kuruluşa bağlı- tıbbi klinikler açmanın şer hükmü nedir?

-İşgal altındaki rejimin avenelerine ve bu beldedeki işgal kuvvetlerine sağlık hizmeti vermenin hükmü nedir?

-Türkiye'deki tıbbi bir kuruluşun -işgal altındaki İslami bir beldede inşa edilecek- klinikler açması, tıbbi ekipman ve donanımlar temin etmesi caiz midir?

-Bir şabın bu işi yapması, yani işgal altındaki bir beldede klinikler açması caiz midir? Bu şabın maaşını Türk tıbbi kuruluşundan alacağı, yani o, bir nevi işgal altındaki bu beldede bu kuruluşun temsilcisi konumunda olacağı bilinmelidir.

Cevap-1: İşgal kuvvetlerine tıbbi hizmet vermek caiz değildir. Şayet tıbbi kuruluşun işgal altındaki bu beldede açacağı tıbbi klinikler, işgalcilere değil de işgal altındaki beldenin halkına hizmet verecekse bu kliniklerin işi caizdir. Fakat işgalcilere tıbbi hizmet verecekse bu caiz değildir. İşgal edilen beldedeki bu tıbbi kliniklerde çalışacak olan şab açısından da böyledir. Zira onun işgalcilere tıbbi hizmet vermesi caiz değildir.

 

Soru-2: Bize fiilen harbi devletlerle ticari mübadelenin/ilişkinin haramlılığına ilişkin olarak 06.02.2006 tarihli detaylı bir cevap göndermiş ve Amerikan malları üzerinde durmuştunuz. Bilindiği üzere Çin, Doğu Türkistan'ı işgal etmekte, orada fesat saçmakta, kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere Müslümanları katletmektedir... Böylece Çin, Müslümanlar açısından fiilen muharip devletler sınıfına girmektedir. Binaenaleyh aynen Amerika'ya olduğu gibi ona karşı fiili savaş hali mi alınmalıdır? Yani ithalat ve benzerleri gibi Çin ile doğrudan herhangi ticari ilişkiye girmek haram mıdır? (Türk pazarlarındaki) üçüncü bir taraftan Çin mallarını satın almak caiz midir yoksa aynı şekilde buda mı haramdır? Bildiğiniz üzere pazarlardaki malların büyük bir çoğunluğunun kaynağı Çin'dir. Bunu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizleri hayırla mükafatlandırsın.

Cevap-2: Doğrudan ilişkiye girilmesi halinde fiilen muharip devletlerle ilişkiye girmek caiz değildir. Fakat üçüncü bir tarafla olursa bu caizdir. Yani doğrudan fiilen muharip devletlerin malını satın almak caiz değildir. Fakat bu malı fiilen muharip devletlerden satın alan bir Türk tüccardan satın almışsan bunun günahı size değil bu tüccara aittir. Bu ise Afganistan ve Irak'ı işgal eden Amerika ve onunla birlikte ortak savaşan devletler gibi Müslümanların beldelerini işgal eden ve kendisiyle savaş halinin olduğu her ülkeye intibak eder.

Kardeşiniz

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER