Çarşamba, 25 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/27
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Harris-Trump Tartışması Neyi Ortaya Çıkardı?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Harris-Trump Tartışması Neyi Ortaya Çıkardı?

Haber:

ABC News kanalının ev sahipliği yaptığı eski başkan ve Cumhuriyetçi aday Donald Trump ile Başkan Yardımcısı ve Demokrat aday Kamala Harris arasındaki ilk başkanlık tartışması, büyük bir merakla 10 Eylül 2024 tarihinde gerçekleşti.Tartışma, birçok kilit eyalette erken oylamanın başlamasından önce ve Amerikalı seçmenlerin oy kullanacakları 5 Kasım’a iki ay kala, her iki adayın da hararetli bir seçim yarışında konumlarını güçlendirmeleri için çok önemli bir fırsattı.Tartışma kürtaj, göç ve ekonomi gibi önemli konulara odaklanılmasına tanık oldu ve adaylar arasında çelişkili bir performans ortaya çıktı.

Yorum:

Birincisi: Bu tartışma sırasında Harris, Trump’ı hata yapmaya zorlamak için ona karşı kışkırtıcı bir yaklaşım benimsemiştir ki bu tehlikeli bir noktadır; zira Trump’ı kışkırtmanın onu beklenmedik tepkilere yöneltebileceğinin farkındaydı ve Trump'ın kendi diyalog tarzı olan pozisyonlarını savunmaya sevk etmek için saldırmaya hırs gösterdi.

İkincisi: Harris çok önemli ve ince bir noktaya değindi; zira Trump’ı, “Amerika’da yönetimi yeniden yapılandırma planı” olan Project 2025 ile bağlantılı olmakla suçladı ancak Trump bunu reddetti. Proje, misyonu muhafazakâr kamu politikaları oluşturmak ve teşvik etmek olan Washington merkezli bir araştırma ve eğitim kuruluşu olan Heritage Foundation tarafından hazırlanmıştır.

NPR sitesine göre “proje 920 sayfadan oluşuyor ve başkanlık yetkilerini genişleterek ve federal işgücünü parti yanlılarının değiştirilebileceği şekilde yeniden düzenleyerek bir sonraki ABD hükümetinin şeklinin nasıl olması gerektiğine dair muhafazakar bir vizyonu temsil ediyor.”

Site şöyle diyor: “Proje Trump’ın planını temsil etmiyor ancak onun seçimleri kazanması halinde başkanlığına yönelik geliştirilen bir plandır.”Biden daha önce şu ifadeleri kullanmıştı: “Project 2025 her bir Amerikalıyı korkutmalıdır. Bu proje Trump’a günlük hayatımız üzerinde sınırsız bir güç verecektir.”

Projenin resmi web sitesine göre bu proje, “etkili koruma yönetiminin önünü açacak dört temele dayanıyor: Politika gündemi, personel, eğitim ve ilk 180 gün içinde atılacak eylemlerin yer aldığı bir eylem kitabı.”

Plan, pornografinin suç sayılması ve ona yönelik kapsamlı bir yasağın getirilmesi, ticaret ve eğitim bakanlıklarının feshedilmesi ve kürtaj haplarının satışının durdurulması da dahil olmak üzere yürütme organına yönelik kapsamlı reformların ayrıntılarını ele alıyor.

Ayrıca New York Times’a göre plan, ABD-Meksika sınırı boyunca "tutuklama operasyonlarına yardımcı olmak” için ordunun konuşlandırılmasını ve milyonlarca yasadışı göçmenin toplu olarak sınır dışı edilmesini de destekliyor.

Aynı şekilde Trump yönetiminin eski yetkililerinin öncülük ettiği plan, binlerce memurun işten çıkarılmasına, başkanın yetkilerinin genişletilmesine ve kapsamlı vergi indirimlerine çağrıda bulunuyor.

Bu arada Trump şöyle dedi: “Project 2025 hakkında hiçbir şey bilmiyorum… Onun arkasında kimin olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Projenin söylediği bazı şeylere katılmıyorum ve söyledikleri bazı şeyler de çok saçma ve gülünçtür.”

Trump ve ekibinin projeyle olan ilişkisinden çıkmak için bazı anayasal meseleleri ve yetkilerin yürütme organı lehine dağılımını yeniden gözden geçirme düşüncesi, sağcı elitlerin düşüncesinde, Amerikan devriminin ilkelerini sadece harici olarak değil, aynı zamanda özgürlükler açısından dahili olarak da öldürerek Amerika’yı diktatör bir devlete dönüştürecek yaklaşan bir tehlikeye işaret etmektedir.

Üçüncüsü: Tartışmayı takip eden biri, tartışmanın karşı tarafa saldırmaya, kışkırtmaya ve savunma girişimlerine odaklandığından dolayı her iki tarafın da tam bir siyasi projeden yoksun olduğunu, ekonomi ve gümrük tarifeleri ile bunların enflasyon ve ticaret savaşları üzerindeki etkileriyle nasıl başa çıkılacağına dair bazı tasavvurlar da dahil olmak üzere bazı sorunları gündeme getirdiğini görecektir; örneğin Trump, “Gazze ve Ukrayna'daki savaşı bitireceğim” diyor ama nasıl olacak? Ve kimin pahasına olacak? Bilemiyoruz. Peki bu, siyasi bir strateji mi yoksa büyük etkileri ve tehlikeli sonuçları olan siyasi bir macera mıdır? Örneğin Harris de şöyle dedi: “Bu savaş sona ermeli, ateşkes sağlanmalı, rehineler serbest bırakılmalı ve Gazze’nin yeniden inşası için iki devletli bir çözüm olmalıdır.” Bu arada Trump Amerikalı Yahudileri kendine çekmeye çalıştı ve şöyle dedi: “Harris “İsrail’den” nefret ediyor ve eğer Harris kazanırsa iki yıl içinde olmayacaktır.”

Sonuç olarak: İmparatorlukların çöküşü ve zayıflaması genellikle aniden gerçekleşmez, aksine çeşitli nedenlerden dolayı kısa veya uzun süreli aşamada birtakım nedenleri ve öncülleri vardır ancak Amerika, yokuş aşağı giden bir raya binmiş çöküş yolunda ilerlemektedir;bu ifade bir hayal ya da hüsnü kuruntu değildir, aksine birçok Amerikalı düşünür bundan bahsetmiş olup gerileme ve düşüş konusunda ciltler dolusu yazılar yazılmıştır; ancak Amerika’nın gerçek çöküşü, uluslararası liderlik için onunla rekabet edecek ideolojik bir devletin eliyle olacaktır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Hasan Hamdan

Devamını oku...

Merkezi Medya Ofisi Kadın Kolları: Müslüman Ümmetin Annelerinden, Kız Kardeşlerinden ve Kızlarından, Mübarek Filistin Topraklarını Kurtarmak İçin Müslüman Ordularına Çağrı

Merkezi Medya Ofisi Kadın Kolları:
Müslüman Ümmetin Annelerinden, Kız Kardeşlerinden ve Kızlarından, Mübarek Filistin Topraklarını Kurtarmaları İçin Müslüman Ordularına Çağrı


Dünya çapındaki Müslüman kadınlar, Müslüman ordularındaki Oğullarımızı, Filistin Müslümanlarını bu katil Yahudi varlığından korumak ve bu Mübarek Toprağın her bir köşesini bu soykırımcı işgalin pençesinden kurtarmak için İslami görevlerini yerine getirmeye çağırıyor.

Yapım: Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Kadın Kolları

Salı, 14 Rebiul Evvel 1446 H - 17 Eylül 2024 M

Basın Açıklaması için Tıklayız
Açık Mektup için Tıklayınız

kadin kollari

طوفان_الأقصى#

الجيوش_إلى_الأقصى#

الأقصى_يستصرخ_الجيوش#

#AksaTufanı

#OrdularAksaya

#ArmiesToAqsa

#AqsaCallsArmies

Devamını oku...

Müslümanların Ajan ve Ruveybida Yöneticileri, Birbiri Ardında Ümmetin Bağrına Hançer Saplamaya Devam Ediyor

Suudi Hanedanı, İslam beldelerindeki hain yöneticilerle iş birliği yaparak İslam ümmetinin bağrına yeni bir hançer saplamakta, Gazze ve Batı Şeria’da Müslümanlara karşı işlediği onca soykırım ve terör suçuna rağmen işgalci varlıkla normalleşme adına adımlar atmaktadır. Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi Reema bint Bandar Al Saud, Washington’da düzenlenen ABD-Ortadoğu Diyalog Zirvesi’ne katıldı. Yahudi varlığı gazetelerine göre bu etkinlik, “benzeri görülmemiş” bir etkinliktir. Aynı etkinliğe, Yahudi varlığından üst düzey birkaç yetkilinin yanı sıra Fas ve Bahreyn’in Amerika Büyükelçileri de katıldı. Amerikan-Orta Doğu Diyaloğu (MEAD) Zirvesi’nin resmi internet sitesine göre MEAD “Amerika Birleşik Devletleri ile Orta Doğu arasında önemli diyaloğu teşvik etme konusunda ön saflarda yer almaktadır. Yıllık toplantımız, ittifakları güçlendirmek ve gelecekteki politikaları şekillendirmek için her iki bölgeden liderleri bir araya getirmektedir.”

Bu adımların, bu ajanların “normalleşme anlaşması” olarak adlandırdıkları şeye duydukları özlemi pekiştirdiği besbelli. Sanki Filistin toprakları ve halkı, Ruveybidaların kulüplerinde en ucuza, hatta bedelsiz alıp satılan bir meta olduğu anlaşılıyor! İşgalci varlık medyasının üst düzey bir yetkiliden aktardığına göre, yetkili, Suudi Arabistan ile Yahudi varlığı arasında, Kasım ayındaki ABD seçimleri ile 20 Ocak’ta yeni başkanın göreve başlaması arasında bir normalleşme anlaşmasının imzalanabileceği tahmininde bulundu. Ayrıca yetkili bunun için “Gazze’de ateşkesin sağlanması ve Filistin meselesine ilişkin bir çözüm vizyonu olması” gerektiğini belirtti. Gaspçı Yahudi varlığını ortadan kaldırmak yerine ona barış ve güvenlik sunuluyor. Suudi Arabistan büyükelçisinin Ocak 2024’te Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda CNN sunucusu Becky Anderson’a yaptığı açıklama da bunu doğrulamaktadır. Büyükelçi, CNN’e yaptığı açıklamada, Suudi Arabistan’ın “(İsrail’in) kendini güvende hissetme ihtiyacını tamamen anladığını, ancak bunun Filistin halkının pahasına olmaması gerektiğini” belirtmişti. Bu açıklama başlı başına büyük bir ihanetin kanıtıdır. Bu büyük ihanet, Suud Hanedanı yöneticilerinin kendilerini Yahudilere hizmet etmeye adadıklarını hatta Filistin’deki Müslümanlara zulüm ve baskıda azgınlaşması için onlara siyasi ve ekonomik destek sağladıklarını göstermektedir.

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in Haiti’de düzenlediği basın toplantısında sarf ettiği şu sözler “Joe Biden’ın görev süresi Ocak 2025’te sona ermeden önce, Yahudi varlığı ile Suudi Arabistan arasında bir normalleşme anlaşmasının yapılmasını hâlâ umuyoruz,” bu zehirli rüzgarların nereden estiğini ve bu yozlaşmış siyaseti kimin yönettiğini göstermektedir. ABD, Suudi Arabistan’ın Yahudi varlığını (açıkça) tanımasını sağlayacak bir anlaşmaya varılması için elinden gelen çabayı gösteriyor. Buna karşılık, Riyad ile Washington arasında daha güçlü bir güvenlik ilişkisi kurulacak ve Suudi Arabistan’ın uranyum zenginleştirme kapasitesine sahip sivil nükleer program geliştirmesine destek verilecektir. Amerika, Suudi Hanedanının istikrarını rehin almış durumda ve bedeli de Yahudi varlığıyla normalleşmedir. Daha önce BAE, Bahreyn ve Fas ile olduğu gibi, Sudan’ın da yakında bu normalleşme trenine binmesi için ortam hazırlanmaktadır.

Büyükelçinin bölge hakkında yaptığı açıklamalara dönecek olursak, Prenses Reema bint Bender zirvede “Savaş uzadıkça, kaçınılmaz olarak bir ‘haydut varlık’ ortaya çıkacak ya da bir hata olacak ve bizi -bunu söylemekten nefret ediyorum- taş devrine geri götürecektir. Yaşadığım bu bölge, sıcak ve çalkantılı bir bölgedir.” ifadelerini kullandı. Reema bint Bender, saatli bomba gibi patlamaya hazır bu bölgenin patlaması durumunda kendi varlıklarını ve iktidarlarını da sona erdireceğini çok iyi biliyor. Ancak bu, onun tarif ettiği gibi bir “haydut varlık” ile değil, ümmete otoritesini iade eden, egemenliği şeriata ait kılan ve ümmetin köklü akidesini benimseyen güçlü bir devletle olacaktır. Tabii ki bu devlet, Nübüvvet metodu üzere ikinci Raşidi Hilafet Devletidir. Hilafet, taş devrine dönüş değildir, ümmetin uykusundan uyanıp geri kalmışlığından kurtularak yükselmesi, zayıflık tozundan silkinmesi, ülkeyi ve kulları özgürleştirmek için cihada başlamasıdır. Batı ve onun bölgedeki yardakçıları ve ajanları işte tam da bundan korkuyorlar, çünkü Hilafet Devleti, Batı’nın Ruveybida yöneticilere dayattığı zillet ve aşağılanmayı kabul etmeyecektir. Ruveybida yöneticiler, yıpranmış tahtlar ve çürümüş iktidarlar karşılığında topraklarını ve onurlarına satan kimselerdir.

Bu hainleri, Yüce Allah’ın Maide Suresi’nde buyurduğu şu sözlerle uyarıyoruz:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez.” [Maide 51]

Devamını oku...

Filistin Yönetimi İçişleri Bakanı Ziad Hab El Rih, Gazaba Uğrayanların Diliyle Konuşuyor

Filistin Yönetimi İçişleri Bakanı Ziyad Hab El Rih, Halil Valisi ve güvenlik birimleri müdürlerinin katılımıyla 11 Eylül 2024 Çarşamba günü El Halil’de bir toplantı düzenledi. Bu toplantı, Filistin halkının direnişine ve cihadına karşı kurnazlık ve suçla dolu bir toplantıydı. İçişleri Bakanı toplantıda, kan dökülmesini engellemek istediğini ve Gazze’de olanların tekrarlanmasına izin vermeyeceğini söyledi. Ayrıca “Bütün gücümüzle gerekçeleri ortadan kaldırmak için çalışacağız!” ifadeleri kullandı.

Peki, ortadan kaldırmak istediği bu gerekçeler nelerdir? Gazaba uğrayanlar, Gazze ve Batı Şeria’nın kuzeyinde olanları nasıl engelleyecek? Acaba cani varlık, 1948’de Filistin’i işgal edip halkını katlederken, tüm köyleri yok ederken ve sakinlerini yerlerinden ederken bir gerekçe mi bekledi, yoksa bir ihanet ve üzerinde anlaşılmış bir devir teslim mi bekledi?

1967’de Filistin’in geri kalanını işgal etmek için bir gerekçeye ihtiyaç duydu mu, yoksa bunu da ihanetler ve geri çekilmeler ortamında mı gerçekleştirdi? Şimdi otoritenin yaptığı gibi silahları topladı mı? Aynı şekilde topraklara el koyup yerleşim yerleri inşa etmeye başladığında, bir gerekçeye mi ihtiyaç duydu, yoksa Filistin’in büyük bir kısmından vazgeçen bir otoriteye mi ihtiyaç duydu?

Gerçekten de, mücrim varlık evleri yıkmaya ve kuzeyde, güneyde köyleri yakmaya başladığında bir bahaneye ihtiyaç mı duydu? Sanki bir göç planı ya da soykırım niyeti yokmuş gibi mi davrandı? Filistin Yönetiminin Filistin’in büyük bir kısmını peşkeş çekmesi, cani varlığı suç işlemekten alıkoydu mu? Oysa otorite verdiği bu tavizler, güvenlik koordinasyonu, malları, evlatları ve onurları konusunda Filistin halkına açtığı savaş karşılığında yanılsama, serap ve adamları için bazı önemsiz ayrıcalıklar dışında hiçbir şey elde etmemiştir. Düşmanın en büyük bahanesi, aramızdan çıkan bazı kişilerin onun suçlarını mazur gösterip, suçsuz kurbanı suçlayarak katilin suçuna ortak olması değil midir?

Peki, Filistin yönetiminin güvenlik aygıtları, halkı ve haklarını korumak için ne yaptı? Yoksa güvenlik aygıtlarının asıl görevi, mücahitleri takip edip tutuklamak mı?

Güvenlik aygıtları, silahlarını halkı savunmak ve korumak için kullanması gerekirken onları kaderine terk etti. Yerleşimci sürüsü halkın kanını dökerken, köylerine saldırırken, halka eziyet ederken güvenlik birimleri parmağını bile kıpırdatmadı. İnsanları korumak yerine, işgalci varlık, ordusu ve eziyetleriyle Filistin halkını yıldırmaya ve göç ettirmeye çalışan yerleşimci sürüsüyle birlikte üçlü yapının üçüncü unsuru haline geldiler!

Ey mübarek toprak halkı! Allah yolunda cihat eden mücahitleri takip etmek ve onları yıkım ve dökülen kanların sorumlusu olarak göstermek için sistematik bir kampanya yürütülüyor. Allah’a yemin olsun ki bu, apaçık bir iftiradır. Ümmeti ve ordularını zincirlere vuran bu ajan rejimler, gazaba uğrayanların işledikleri suçlara maske olmadılar mı? Mısır, Ürdün, Körfez ve Türkiye yöneticileri Yahudi varlığına yaşam sebepleri sağlamıyorlar mı? Bu ajanlar, katledilmemizin, evlerimizin yıkılmasının, kadınlarımızın, çocuklarımızın katledilmesinin suç ortağı değiller mi?

Otorite ve aygıtlarının ihanet içinde olduklarını ve Yahudilerin vaat ettiği bir serabın peşinde koştuklarını biliyoruz. Ancak bu ihanet ve suç, Filistin halkı adına yapılamaz, çünkü düşmanın safında yer alan bizden değildir. Tam tersine düşmanın safında yer alan ondan biridir. Allah Azze ve Celle doğru söylemiştir:

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ تَوَلَّوْا قَوْمًا غَضِبَ اللهُ عَلَيْهِمْ مَا هُمْ مِنْكُمْ وَلَا مِنْهُمْ وَيَحْلِفُونَ ‌عَلَى ‌الْكَذِبِ وَهُمْ يَعْلَمُونَ * أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا إِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ“Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmez misin? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Onlar bile bile yalan yere yemin ederler. Allah, onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” [Mücadele 14-15]

Filistin, erkekleriyle, aşiretleriyle, kadınlarıyla, hatta bebekleriyle birlikte, Allah’a, Rasûlü’ne, Filistin halkına ve mücahitlerine ihanet edenlerden Allah’a sığınır. İhanet ve Yahudiler dostu utancıyla damgalanan kimse, işlediği suçtan kurtulamayacak, önce Filistin halkı ve tüm ümmetin mahkemesinde, sonra da davalıların toplandığı Allah’ın mahkemesinde hesap verecektir. O zaman, dünya ve ahirette hak ettiği utanca kavuşacaktır.

Şüphesiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ümmeti içinde Filistin’i Selahaddin’in kurtardığı gibi kurtaracak adamlar vardır. Kurtuluşla birlikte kir, pislik ve ayak takımı yok olup gidecektir.

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ “Şüphesiz ki bunda kalbi olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” [Kâf 37]

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, “Yeni Bangladeş: Adil ve Lider Bir Devlet Planı- Reform mu Yoksa Yeni Bir Anayasa mı?” Konusunu Tartışmak Üzere Bangladeş Politika Söylem Tarafından Düzenlenen Bir Seminere Davet Edildi

7 Eylül 2024 Cumartesi günü saat 11:00’de CIRDAP Konferans Salonu’nda, Bangladeş Politika Söylemi tarafından düzenlenen “Yeni Bangladeş: Adil ve Lider Bir Devlet Planı: Reform mu Yoksa Yeni Bir Anayasa mı?” konulu bir yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirildi. Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti de bu tartışmaya davet edildi ve parti adına üye M. Alam Pavel bir konuşma yaptı.

Konuşmasında Pavel, son elli yılda Bangladeşlilerin 1972’de kabul edilen anayasanın on yedi kez değiştirildiğine tanık olduklarını belirtti. “Bakshal”ın getirilmesi, Anayasa’ya Besmele’nin eklenmesi, İslam’ın devlet dini olarak dahil edilmesi veya çıkarılması, başkanlık sisteminden başbakanlık sistemine geçilmesi, geçici hükümet sisteminin kurulması ve kaldırılması bu değişikliklerden sadece bazıları. Ancak bu reformlar, halkın içinde bulunduğu vahim durumu değiştirmek bir yana, maruz kaldıkları baskı ve zulümde bile hiçbir değişiklik yaratmadı. Aslında, bu reformlar sahteydi, halkın çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan yönetici sınıf arasında güç paylaşımı veya ikincil güç ile ilgiliydi. Ne yazık ki, “Yeni Bangladeş” sloganı altında sunulan mevcut öneriler de halkın sorunlarını çözemez. Çünkü mevcut anayasa ve ekleri ülkenin kaderini değiştiremedi. Bu inceleme olmadan etkili bir çözüme doğru ilerleyemeyiz.

Pavel konuşmasını şöyle sürdürdü: Mevcut anayasaya baktığımızda, Batılı sömürgecilerin inançlarına, yani Allahsız seküler-kapitalist doktrine dayandığını görürüz. Bu doktrinde, yasama yetkisi insanlara aittir. Sonuç olarak, yönetici elitler, kendi çıkarlarını, bazı kapitalistlerin ve sömürgeci efendilerinin çıkarlarını korumak ve geniş halk kitlelerine baskı uygulamak için yasalar yaparlar. Yeni anayasa konusunda Bangladeş halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu ve İslam’ı kendi kimlik ve kültürleri olarak kabul ettiklerini unutmamalıyız. İslam, bir akide ve tam bir yaşam biçimidir. Kur’an ve Sünnete dayalı olarak hazırlanan İslami anayasa, halkı birleştirecek, devlet yönetimi bu anayasaya göre yürütüldüğünde halkın düşünce ve beklentilerinin gerçek bir yansıması olacaktır. Bu amaçla Hizb-ut Tahrir, Kur’an-Sünnete göre “Hilafet Devleti Anayasa Taslağı” hazırladı. İslam sistemi, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de İslam Devleti’ni kurmasıyla başladı ve 1300 yıl boyunca din, renk ve ırk ayrımı yapmaksızın herkesin haklarını güvence altına aldı, adil bir toplum kurdu ve dünyada lider devlet haline geldi. Konuşmasında Pavel, yaklaşan Hilafet Devleti anayasasının nasıl adil ve lider bir devlet meydana getireceğini kısaca özetledi.

https://www.thedailystar.net/news/bangladesh/news/dont-reform-rewrite-the-constitution-3696871

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti’nden Bir Heyet Avukat Muhammed Sabluh’u Ziyaret Etti

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti’nden bir heyet, Lübnan’daki işkence suçlarını ifşa edici çalışmalarına destek vermek amacıyla Avukat Muhammed Sabluh’a Trablusşam’daki ofisinde ziyaret etti.

Şeyh Ahmed eş-Şemali ve Hacı Muhammed es-Seyyid’den oluşan heyet, Sabluh’tan askeri mahkeme başkanının kendisini üç ay boyunca mahkemeye girmekten men etmesine neden olan sebepler hakkında bilgi aldı.

Avukat Sabluh, Müslüman tutuklulara ve diğer mazlumlara uygulanan işkence yöntemleri ve haksız yargılamaları deşifre edici çalışmalar yaptığından bahsetti. Buna ek olarak, güvenlik birimlerinin dosya uydurduklarını belirtti.

Heyet de Sabluh’un gösterdiği çabaları tamamen desteklediğini ifade ederek, hakkı söyleme konusundaki cesaretini takdir etti ve batıl ehlinin yöntemlerini ifşa etmesinden ötürü de kendisine övgüde bulundu. Ayrıca, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in de belirttiği gibi, hak sözü söylemenin Allah yolunda en büyük cihat olduğunu hatırlattı.

Avukat Sabluh da bu nazik ziyaretinden ötürü heyete teşekkür ederek, Hizb-ut Tahrir gençleri ile iletişiminin devam edeceğine dair söz verdi.

Devamını oku...

Güney Çin Denizi’ni Korumak İçin Gerçekten Bir Hilafete İhtiyacımız Var

Güney Çin Denizi anlaşmazlığı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) Pekin’deki Malezya Büyükelçiliğine verdiği 18 Şubat tarihli diplomatik notanın basına sızdırılmasının ardından yeniden gündeme geldi. Nota, Çin’in itirazlarını ve Malezya’nın Spratly Adaları’ndaki Beting Raja Jarum ve Beting Patinggi Ali bölgelerinde petrol ve gaz arama faaliyetlerini durdurmasını talep ettiğini ortaya koydu. Filipinli bir medya kuruluşu 29 Ağustos tarihinde bu nota ilgili bir makale yayınladı. Kısa bir süre sonra 7 Eylül’de Çin’e ait bir askeri ve sahil güvenlik gemisinin Malezya’nın Sarawak yakınlarındaki MEB’sinde (Münhasır Ekonomik Bölge) faaliyet gösterdiği gözlemlendi. Malezya Dışişleri Bakanlığı, bu durumun farkında olduğunu doğrulasa da konuya ilişkin açıklama yapmaktan kaçındı.

Başbakan Datuk Seri Enver İbrahim kısa bir süre önce Güney Çin Denizi’nde devam eden toprak anlaşmazlığı konusunda Çin ile müzakerelere açık olduğunu ifade etti. Bu tutum, Malezya’nın uzun süredir Çin’in bu bölgedeki iddialarını reddeden politikasında bir değişiklik olduğu anlamına geliyor. Anlaşmazlık yaşayan ülkelerin- Malezya, Vietnam, Filipinler ve Brunei - hepsi, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ve kıta sahanlığı iddialarına sahip. Çin’in “uyarısına” rağmen, Malezya hükümeti, ihtilaflı bölgede petrol ve gaz arama çalışmalarını sürdürme konusundaki kararlılığını teyit etti. Ayrıca anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözmek için istişare ve diyaloğa da açık olduğunu vurguladı. Çin savaş gemilerinin Güney Çin Denizi’ndeki, özellikle Malezya’nın Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) içindeki varlığı, Malezya’dan kayda değer bir tepkiyle karşılaşmadı. Çin’in Malezya’yı nispeten küçük ve savunmasız bir ülke olarak algıladığı görülüyor. Bunun sonucu, Çin’in zaman zaman Malezya sularına izinsiz girmesi ve hatta Malezya’nın kendi MEB’sinde yaptığı faaliyetler hakkında uyarılarda bulunacak kadar ileri gitmesi şaşırtıcı değil.

Malezya Başbakanı’nın bu konuya verdiği yanıt şaşırtıcı. Enver İbrahim, Malezya topraklarına tecavüz eden bir tarafla müzakere etmeye çalışıyor. Hiçbir meşru talebi olmayan bir tarafla, özellikle de egemenlik haklarımızı aktif bir şekilde baltalayan bir tarafla müzakere etmek nasıl haklı gösterilebilir? Bu yaklaşım, Enver’in toprak egemenliği konusundaki tutumunu yansıtıyor ve Filistin için iki devletli çözüm konusundaki duruşuna benziyor (Bir saldırganla müzakere etmek ve haklarımızın önemli bir kısmından vazgeçmek). Enver’in Çin ile müzakereye hazır olması, yalnızca Malezya’nın zayıflığını vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda Çin’e Malezya suları üzerinde hak iddia etme fırsatı da sağlıyor. Bu zayıflık gösterisi, bu müzakereler sonucunda Malezya’nın kara sularından taviz vermesine yol açabilir. Enver ise “Savaş mı istiyoruz yoksa müzakere mi?” diyerek tutumunu haklı göstermeye çalıştı. Bu açıklama, kısa süre önce Bağımsızlık Günü kutlamalarında yaptığı konuşmayla tam bir tezat teşkil ediyor. Konuşmasından Batu Puteh Adası’nın Singapur’a peşkeş çekilmesinden dolayı geçmiş liderleri eleştirmişti. Enver, yabancı müdahalelere karşı topraklarımızın her karışını savunmak gerektiğini güçlü bir şekilde vurguladı ve birçok ulusun haklarını korumak için savaşa girdiğini söyledi. Şu anda en önemli soru şudur: Anwar’ın Çin karşısındaki tutumu nedir?

Enver, Çin’in bu yönde hiçbir resmi açıklaması olsa da “savaş tehdidini” ön plana çıkardı. Sanki ehveni şer (daha büyük bir zarardan kaçınmak için daha küçük olanı kabul etmek) mantığını göre hareket ediyor. Bu mantığa göre Malezyalılara Malezya kara sularının bazılarının nihai olarak Çin’e bırakılmasını kabul ettirmeye çalışıyor olabilir. Saldırganlar sürekli haklarımıza tecavüz ettikleri halde buna müzakere önerisiyle karşılık veriyorsak, bu yalnızca topraklarımızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmez, aynı zamanda itibar ve güç kaybı da yaşadığımızı yansıtır. Bu durumda, herhangi bir saldırıya müzakereyle karşılık verilecekse, silahlı kuvvetlerimizin varlığı bile sorgulanır hale gelecektir.

Doğrudur, Çin önemli bir güce sahiptir. Büyük güç olması Güney Çin Denizi’nde serbestçe hareket etme olanak tanımakta ve komşu ülkelerin haklarını sıklıkla göz ardı etmesini sağlamaktadır. Ancak Çin’in hakimiyeti sadece kendi gücünden değil, aynı zamanda Müslümanların yöneticilerinin zayıflığı ve ihanetinden de kaynaklanmaktadır. İslam ümmeti, aslında güçlü ve cesur bir orduya sahiptir. Eğer baş olursa aslanlara bir köpek. Bu aslanların olur hepsi köpek! Hilafetin bir asırdan fazla bir süre önce yıkılmasından bu yana ümmet Halifesizdir. Oysa Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Halife’yi ümmetin arkasında savaştığı ve onunla korunduğu bir kalkan olarak tanımlamıştır. Sonuç olarak, Müslüman topraklar düşman istilalarına karşı savunmasız hale gelmiştir.

Hilafet döneminde askeri gücü sayesinde Hilafetin dünya denizlerinde ve stratejik deniz yollarında üstünlük kurduğu açık. Gayrimüslim ülkeler, Hilafetin otoritesine meydan okumaktan çekiniyorlardı. Müslüman donanmasının kurulması, dört Halife dönemine kadar uzanır. Emeviler döneminde Hilafet, Roma donanmasının üstünlüğünü ortadan kaldırarak Müslümanları dünyanın en güçlü deniz kuvveti haline getirdi. Bu hâkimiyet Akdeniz’den Kızıldeniz’e, Basra Körfezi’ne ve Hint Okyanusu’na kadar uzandı. Bu hakimiyet, Abbasiler ve Osmanlılar döneminde de devam etti. Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan ticaret yollarını kontrol ederek Avrupalı tüccarları Hindistan ve Çin’e ulaşmak için İslam topraklarından geçmeye zorladılar.

Malezya, ulus-devlet çerçevesine bağlı kaldığı ve İslam’ı dünyada üstün kılma hırsından yoksun liderler tarafından yönetildiği sürece küçük ve zayıf kalacaktır. Aynı şekilde İslam ümmeti korkak ve yozlaşmış liderler tarafından yönetildiği sürece asla en güçlü olamayacak ve örnek ümmet statüsüne kavuşamayacaktır. Süper bir güç olmanın ve topraklarımızı, sularımızı korumanın yegâne yolu, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafeti yeniden kurmaktır. Hilafet, Allah’ın izniyle, ardı ardına zaferler elde edecek hem Doğu’ya hem de Batı’ya İslam’ı hâkim kılacak, Allah’ın vaat ettiği gibi rahmetini dünyanın dört bir tarafına yayacaktır.

Abdul Hakim Osman
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Malezya
Resmi Sözcüsü

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Tanzanya, Muhammed Ali Kibao’nun Kaçırılması ve Öldürülmesini Kınadı

Hizb-ut Tahrir / Tanzanya, 6 Eylül 2024 tarihinde kaçırılan ve daha sonra öldürülen Chadema yetkilisi Muhammed Ali Kibao’nun ailesine ve yakınlarına en derin taziyelerini sunmaktadır.

Kibao’nun kaçırılmasını ve vahşice öldürülmesini şiddetli kınıyor ve şu hususları vurgulamak istiyoruz:

1-    Kaçırılmalar, kaybolmalar veya vahşi cinayetler gibi olaylar Tanzanya’da yeni değildir. Bir süredir bu tür vahşi olaylar yaşanmaktadır ve bu olayların en büyük mağdurları, Müslümanlardır. Örneğin, 2017 yılında hükümetin baskıları sonrasında, Mkuranga, Kibiti ve Rufiji kıyı bölgelerinde 380’den fazla kişi kaybolmuştur. 2017 yılı işkence ve yargısız infaz yılı olarak bilinmektedir. (Mayıs 2018 The East African)

2-    Bu tür olaylar devletin sorumsuzluğunun bir göstergesidir, vatandaşlara korku ve güvensizlik hissi verir, devletin imajını lekeler ve itibarsızlaştırır. Zira bilindiği üzere devlet insanların hayatlarının, mülklerinin ve onurlarının garantörü ve koruyucusudur.

3-    Bu olay, kapitalist demokratik ideolojinin dünyanın her yerinde başarısız olduğunu ve insanlığa kaos, şiddet ve güvensizlik getirdiğini açıkça göstermektedir.

Bu nedenle dünya adil ve hakkaniyetli bir sisteme muhtaçtır. İslam vatandaşlarını, canlarını, mallarını ve bütünlüklerini vs. koruyacaktır.

Mesûd Msellem
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Tanzanya
Medya Temsilcisi

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER