Salı, 27 Muharrem 1447 | 2025/07/22
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

El-Arîş’teki Yerel Halkın Zorla Göç Ettirilmesi, Kalkınma Adı Altında İşlenen Siyasi Bir Suçtur

Mısır yönetimi ‘El-Ariş Limanı’nı geliştirmekten’, onu uluslararası bir liman haline getirip Yeni Ekonomik Koridor projesine entegre etmekten dem vururken, El-Ariş’in Er Riyse sakinlerine karşı göz göre göre bir insanlık suçu işleniyor! İnsanlar, kepçe ve dozer operasyonları eşliğinde evlerinden çıkmaya zorlanıyor, kamusal yarar gerekçesiyle zorla evleri yıkılıyor. Maruz kaldıkları psikolojik baskılar ve pazarlıklar, insan onuruna yakışmadığı gibi İslam hükümlerine de aykırıdır.

Sina halkı için bu manzara ne yazık ki yeni değil. Zira bölge halkı, yıllardır devletin kendilerine kendi vatanlarında birer yabancıymış gibi davranmasına, topraklarının ellerinden alınmasına, evlerinin yıkılmasına, her türlü kamu hizmetinden yoksun bırakılmalarına, kentsel dönüşüm haklarının ellerinden alınmasına ve sivil vatandaşlar olarak değil, bir güvenlik sorunu olarak muamele görmelerine alışmış durumda. Devletin bu sistematik yaklaşımı neticesinde, bölge halkı, haklarından mahrum bırakılmış, devlet nezdinde daima potansiyel suçlu görülen, şikayetleri duyulmayan ve mağduriyetleri giderilmeyen bir “gölge bölgede” yaşamaya mahkûm edilmiştir.

Temmuz 2025 tarihli saha raporlarına göre, Mısır yönetimi, El Ariş Limanı’nın etki alanı içinde bulunan er-Rise mahallesindeki yıkım çalışmalarının dördüncü ve beşinci etabına başlamıştır. Bu aşamada, sahiplerinin onayı olmadan ikamet edilen aktif konutlar yıkılmıştır. Mülk sahipleri evlerinin önünde oturma eylemi düzenleyip tahliye belgelerini imzalamayı reddetseler de güvenlik güçlerinin baskısıyla nihayetinde evlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Hatta bazı sakinlerin, gerilimi tırmandırmamaları konusunda uyarılıp tehdit edildikleri de gelen bilgiler arasındadır.

Devlet yetkilileri, mülk sahiplerine “tatmin edici tazminatlar” veya “alternatif konutlar” sunulduğunu belirtse de, bölge halkı bu tazminatların mülklerinin gerçek değerini karşılamadığını ifade ediyor. Tazminatların ne fiyat, ne denize nazır stratejik konum, ne de on yıllardır ilmek ilmek dokudukları sosyal yaşam açısından mülklerinin karşılığı olmadığını vurguluyorlar. Dahası bu tazminatlar bir diyalogun değil bir tehdidin, bir uzlaşmanın değil tek taraflı bir zorbalığın eseridir!

Bağımsız gazetecilik raporları, söz konusu yıkım operasyonlarının, limanın askerî egemenlik bölgesine dönüştürülmesi planı kapsamında Silahlı Kuvvetler’in doğrudan denetiminde yürütüldüğünü ortaya koydu. Bölgenin “kamu yararı” olarak tasnif edilmesi, mülk sahiplerinin yasal itiraz yollarını kapatmaktadır. Dolayısıyla bu hukuki statü, beşeri kanunlar çerçevesinde devlete, mülkiyete el koyma (kamulaştırma) hakkı tanımaktadır.

Ancak burada asıl önemli olan soru, meselenin kanuni boyutu değil, şer’î boyutudur: Devletin, insanları zorla yurtlarından çıkarmaya hakkı var mıdır? Özel mülkiyetin “imar ve kalkınma” bahanesiyle kamulaştırılması şeran caiz midir? Ve Şeriat, bu şekilde planlı bir tehcire cevaz verir mi?

İslam, özel mülkiyeti, ihlali caiz olmayan üç temel dokunulmaz haktan biri olarak belirlemiştir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ؛ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُهُ“Her Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı ve ırzı (şeref ve namusu) haramdır.” İslam’da özel mülkiyet korunmuştur, dokunulmazdır. Devletin, bir insanın toprağına veya evine, kendi rızası ve tercihi olmaksızın ve açık şer’î gerekçeler bulunmadıkça el koyması caiz değildir.

Şeriatta, devletin, insanların mülkiyetini rızaları dışında ortadan kaldırmasına imkân veren “kamu yararı” diye bir kavram yoktur. Bu kavram, devleti tebaanın üzerinde konumlandıran ve toplum için “faydalı” gördüğü takdirde mülklere el koyma hakkını devlete veren Batılı kapitalist sistemlerin bir ürünüdür.

Devletin, özel mülkiyeti kamu mülkiyetine dönüştürmesi şer’an batıldır. Zira mülkiyetin türünü belirleyen devlet değil, Allah Subhânehu ve Teâlâ’dır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ“İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın.” [Şuara 183] Dolayısıyla, özel mülkiyetin kamu mülkiyetine veya devlet mülkiyetine dönüştürülmesi caiz değildir. Bu sebeple, özel mülkiyete tecavüz etmek, şer’î bir hükme tecavüz etmek demektir.

İslam, maslahat veya kamu yararı bahanesiyle mülkiyetin türü üzerinde her türlü oynamayı haram kılmıştır. Nitekim bu konuda tasarruf yetkisini yöneticiye değil, bizzat Şeriat’a vermiştir. Zira mülkün hakiki sahibi Allah’tır; insanlar ise O’nun mülkünde sadece birer halifedir (emanetçidir). Bu sebeple, onların mülkiyetine ancak şer’î bir hükümle el koyulabilir. Buna göre bir Müslüman şer’î bir yolla bir eve veya bir araziye sahip olduğunda, bir liman genişletme veya bir kalkınma projesi bahanesiyle dahi olsa, ne bir şahsın ne de devletin onun bu hakkını elinden alma yetkisi yoktur. Aksine yapılması gereken, mülkiyet hakkına saygı göstermek ve kimsenin hakkını ihlal etmeyen şeri çözümler üretmektir.

El Ariş’te meydana gelen olaylar, kapitalist sistemin en çirkin uygulamalarından birinin doğrudan bir yansımasıdır. Bu yaşananlar, aynı zamanda İslam’ın mal, mülkiyet ve yönetimle ilgili temel hükümlerinin de bariz bir ihlali anlamına gelmektedir. Kapitalist sistemde devlet, insanları birer rakamdan, toprağı ise bir yatırım fırsatından ibaret görür ve “kalkınma” yalanını, insan onurunun ve haklarının önüne koyar! Müslümanların evlerinden çıkarılması ve rızaları olmaksızın mülklerinin yıkılması, Mısır rejimine göre yasal görünse de, şer’an haramdır ve Müslümanların dokunulmaz haklarına bir saldırı ve zulüm olması nedeniyle siyasi bir suçtur.

Kaldı ki El Ariş Limanı’nın askeri egemenliğe tabi bir uluslararası limana dönüştürülmesi ve şehrin geniş topraklarının bu projeye dahil edilmesi, bu dönüşümün ardında yatan gerçek hedeflere dair ciddi soru işaretleri doğurmaktadır: Dönüşümün amacı gerçekten ekonomik kalkınma mıdır? Yoksa uluslararası projeler ve Yahudi varlığının geçmişteki vizyonları tarafından önerildiği üzere, Gazze halkının bölgeye yerleştirilmesi için yapılan bir ön hazırlık mıdır?

Sina halkının bu zulmü reddetmesi, bu haksız politikayı inkâr etmesi ve haklarını yalnızca yakarışlarla değil, aksine bu zalim sistemi kökünden değiştirmek, dini ikame edip haklarını koruyacak bir düzen kurmak için çalışarak hak arayışında bulunması farzdır.

Ey Kinane ordusundaki samimi insanlar! Sina’da gözünüzün önünde olup bitenler, dört dörtlük bir cürümdür. Ve bilin ki Allah, bu cürümden ve bu yüzden ezilen mazlumlardan sizi hesaba çekecektir! Gazze ehlini yüzüstü bıraktınız ve rejimin onları kuşatan eli olduğunuz. Allah’a yemin olsun ki rejimin, sessizliğinizi satın almak, sadakatinizi garantilemek ve karşılığında ümmeti sizinle ezmek için size birer rüşvet olarak sunduğu rütbelerin, maaşların, madalyaların ve ayrıcalıkların size hiçbir faydası dokunmayacaktır! O halde ne cevap vereceğinizi şimdiden hazırlayın, zira hesap çetindir ve şu ana dek bir azığınız da yoktur! Allah’a samimiyetle tövbe etmek müstesnadır. Bu tövbe, bu rejimi devirip halkı zulümden kurtarmayı, Mübarek toprak halkına yönelik kuşatmayı sona erdirmeyi ve Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafeti kurarak İslam’ı uygulamak için çalışanlara yardım etmeyi gerektirir. Tek kurtuluş yolunuz budur, ne yaparsanız yapın kurtuluşunuzun bundan başka bir yolu yoktur. Bu büyük bir şereftir; bu şerefi kimseye kaptırmayın. Acele edin umulur ki Allah tövbenizi kabul eder de dönüşünüzü güzelleştirir ve sizin ellerinizle zafer bahşeder de dünyada izzet, ahirette de şerefe nail olursunuz. Bu sözlerimizi ileride hatırlayacaksınız. Biz işimizi Allah’a havale ediyoruz.

وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75]

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Sözcüsünün 19 Temmuz 2025’te Port Sudan’da Düzenlenen “Ümit Ancak İslam ve Hilafet Devleti’nin Gölgesinde Yeşerir” Başlıklı Basın Toplantısında Yaptığı Konuşma

Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı Abdül Fettah el-Burhan, 19 Mayıs 2025 Pazartesi günü, Birleşmiş Milletler’de daha önce yetkili olarak görev yapmış olan Kâmil İdris’i teknokrat bir hükümet kurması için başbakan olarak atadı. El-Burhan’ın aynı gün yayınladığı bir başka kararnameyle, Egemenlik Konseyi üyelerinin federal bakanlıklar ve devlet kurumları üzerindeki denetimini öngören önceki bir talimatın iptal edildiği bildirildi.

İki ay süren ve bakanların damla damla atandığı hükümet kurma komedisini izlediğimizde, yönetimin nasıl da “kabuk değiştirdiğini” görürüz! Başbakanın sözünü ettiği teknokrat hükümetten, siyasi paydaşlar arasında rekabetçi kotanın uygulandığı hibrit bir hükümet modeline evirildiğine tanık oluyoruz. Bu paydaşların, özellikle gelir getiren Maliye, Maden ve dış yardımların kapısı olan Sosyal Güvenlik gibi bakanlıklar için utanmazca bir mücadeleye giriştikleri görülmektedir.

Başbakan Kâmil İdris, 19 Haziran 2025’te yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında hükümetinin sloganını ‘Umut’ olarak belirlediğini açıkladı. Hükümetin temel hedeflerini ‘halka güvenliği sağlamak, refah düzeyini yükseltmek ve yaşam kalitesini iyileştirmek’ olarak sıraladı. Başbakan, bu hedeflere, sömürgeci kâfir Kitchener’in 1898’de Sudan’a ayak basmasından bu yana başımıza musallat olan o köhne laik demokratik düzenin ta kendisiyle ulaşmak istemektedir! Bu düzen, bugüne dek o cafcaflı “Umut Hükümeti” vaatlerinden tek bir tanesini bile gerçekleştirememiştir. Aksine güvenliğin kaybedilmesine ve kutsal değerlerin ihlal edilmesine zemin hazırlamıştır. Umutsuzluk her yanı sarmıştır, hayattan beklentiler öylesine düşmüştür ki, insanların tek gayesi hedefsiz ve ruhsuz bir şekilde canını kurtarmak haline gelmiştir! Buna karşılık, Juba Anlaşması ile iktidara gelen Başbakan Kâmil İdris’in ortakları ise, bir yandan “dışlanmışlık” söylemini kullanırken diğer yandan halka boş vaatlerde bulunmaktadır. Bu ortakların, bakanlık koltuklarında oturmak ile ülkenin merkez ve taşrasındaki mazlumların üzerindeki zulmü kaldırmak arasında bariz bir ayrım yapamadığı ve bu iki kavramı birbirine karıştırdığı görülmektedir.

Eş-Şark kanalının haberine göre, Adalet ve Eşitlik Hareketi Siyasi Sekreteri Mutasım Ahmed Salih, konuyla ilgili bir açıklamada bulundu. Salih, şunları söyledi: “Barış anlaşması taraflarının, anlaşma metinleri uyarınca bakanlıklardaki haklarına sahip çıkmalarının ‘siyasi şantaj’ olarak yansıtılması, hatalı ve taraflı bir okumadır. Bu okumanın amacı, bu tarafları sindirmek ve projelerini baltalamak, merkezi elitlerin hegemonyasını kalıcı hale getirmek ve taşradaki güçleri karar alma mekanizmasında adil bir ortaklıktan mahrum bırakmaktır.”

Hem Kâmil İdris başkanlığındaki teknokratlar hem de silahlı mücadele olarak adlandırılan hareketler, İslam’daki yönetim anlayışının, yöneticinin güç ve zenginliğin tadını çıkardığı bir “pasta” ve iktidar koltuğuna oturmak için dışlanmış gruplara veya diğerlerine yönelik sahte vaatlerde bulunmak olmadığını anlamalıdırlar.

يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُوراً“Şeytan onlara (birçok) vaatte bulunur ve onları kuruntulara sürükler. Oysa şeytan, ancak aldatmak için onlara vaatte bulunuyor.” [Nisa 120] Verilen güvenlik, eğitim ve sağlık sözleri ile ülkenin çeperlerinde “dışlanmışlar” olarak adlandırılan mazlumlara yönelik verilen vaatlerin tümü, aslında bu “Umut Hükümeti” aleyhine birer kanıttır. Zira ülke halkının tarihsel tecrübeleri, iktidar koltuğunu bir “ganimet” ve “pasta” olarak gören herkesin, bu zannı yüzünden hüsrana uğradığını göstermiştir. Çünkü halkın işlerini bir sorumluluk, bir emanet ve Kıyamet Günü’nde zillet ve pişmanlık olarak gören kimse ile; o koltuğa pastanın, gücün ve servetin tadını çıkarmak için gelen kimse arasında dağlar kadar fark vardır!

Dışlanmışlık söylemi ise, genellikle dış güçlerle işbirliği içinde olan ve devlet otoritesine isyan eden gruplar tarafından kullanılmaktadır. Bu söylemle, ülkenin çeperlerindeki halkın maruz kaldığı haksızlıklara atıfta bulunulmaktadır. Oysa bu zulmün asıl sebebi, bizzat kâfir sömürgeci Batı’nın kurduğu bu köhne sistemdir! Ne var ki, silaha sarılan bu güruh, bu zalim sistemi yıkmak için değil, tam tersine, onu uygulayıp devam ettirmek için ondan pay kapma derdindedir. Yani dertleri, o “dışlanmış” dedikleri halka zulmü, başkasının eliyle değil, bizzat kendi elleriyle devam ettirmek istemektedirler!

Şüphesiz, İslam’da otorite; yani yöneticiyi seçme ve atama hakkı, yalnızca ümmete veya onun adına hareket eden temsilcilerine aittir. Ümmet bu hakkı, bu kamusal sorumluluğa ehil gördüğü kimseye verir. Bu ehliyetin şartları ise; yöneticinin güçlü, takva sahibi, tebaasına karşı merhametli ve nefret ettirici olmamasıdır. Bunlar, yöneticinin şahsında bulunması gereken vasıflardır. Tebaa ile olan ilişkisinde ise, onlara samimiyetle nasihat etmeli, kamu malına el uzatmamalı ve onları yalnızca İslam ile yönetmelidir. İşte bu yedi temel nitelik, bir yöneticide birleştiği takdirde hayatın düzene gireceği ve toplumun sorunlarının çözüleceği bir model sunar. Peki O teknokratlar ve (sözde) hareketler bu vasıfların neresindedir?

Kâmil İdris’in hükümetini, Sudan halkı için bir “umut hükümeti” olarak tasvir etmesi, temel bir beklentiyle çelişmektedir. Zira halkın asgari beklentisi, sorunlarını çözecek ve yaşam standartlarını insani bir seviyeye yükseltecek bir yönetimdir. Bu da ancak bireyin temel ihtiyaçları olan yiyecek, giyecek ve barınağın; toplumun temel ihtiyaçları olan güvenlik, eğitim ve sağlığın güvence altına alınmasıyla mümkündür. Elbette bu da temiz su, elektrik ve altyapı gibi hizmetleri gerektirir. Tüm bunların sağlanabilmesi ise, ülke kaynaklarının yağmalanmasının durdurulmasına ve kamu mülkiyetindeki varlıkların halka iadesine bağlıdır. Ancak bütün bu adımların atılabilmesinin temel direği, sömürgeci güçlerin ülkedeki nüfuzunu kökünden söküp atmaktır. İşte Sudan halkının umudunu yeşertecek tek şey budur! Ve bu, Kâmil İdris hükümetinin asla başaramayacağı bir şeydir!

Niçin? Çünkü herhangi bir sorunun çözümü, öncelikle o soruna neden olan sebepleri tespit etmeyi ve ardından bu sebepleri hedef alan bir tedavi yöntemini benimsemeyi gerektirir. Çözüm ancak bu şekilde köklü olabilir. Peki Kâmil İdris heybesinde umut veren bir reçeteyle mi geldi? Yoksa bu sorunun asıl müsebbiplerini, ambalajını değiştirip yeniden pazarlamak için mi geldi?!

Sudan halkı Müslümandır! Yüce İslam ise, Efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, yaratıcı olan Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan vahiy yoluyla getirdiği bir dindir. Sudan halkının benimsediği bu İslam, hem bir dindir ki devlet de bu dinin bir parçasıdır hem de Kıyamet Günü’ne dek geçerli, eksiksiz bir akide ve hayat nizamıdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِيناً“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” [Maide 3] İşte bu İslam, haktır! Ne var ki, hak ile batıl arasındaki savaşın son perdesini kazanan kâfir sömürgeci Batı, Müslümanların devleti olan Hilafet’i yıkmış; yerine, başına yozlaşmış işbirlikçi yöneticiler atadığı piyon ulus-devletler kurmuştur. Bu yöneticileri, siyaset, fikir ve medya alanında kendi tıynetlerindeki paralı asker orduları korumaktadır. Ve hepsinin tek bir görevi vardır: Hayatın panzehiri olan İslam’ın geri dönüşüyle savaşmak ve efendileri olan kâfirin sistemlerini Müslümanlara dayatmak! Bugün ise askerler, teknokratlar ve silahlı hareketler, bu zalim sistemi “hangimiz daha iyi uygular” diye utanmazca birbirleriyle boğuşmaktadırlar.

Sudan halkının bugün içinde bulunduğu krizin yegâne sebebi; kâfir sömürgeci Batı’nın, ülke servetini yağmalamayı ve halkını köleleştirmeyi kolaylaştıran, yönetimde demokrasi ve ekonomide kapitalizm gibi beşerî sistemlerinin uygulanmasıdır! İşte Kâmil İdris’in bize uygulamak için geldiği şey tam olarak da budur: Boynumuzdaki, kâfir Batı’ya olan esaret ipini yeniden sıkılaştırmak! Hal böyleyken, bu alçakça görevini yerine getirirken teknokratlardan mı, silahlı hareketlerden mi, yoksa siyaset dünyasının paralı askerlerinden mi yardım aldığının bizim için ne önemi olabilir?!

İnsanlık tarihi boyunca umut, batıl, evham, yalan ve aldatmaca aleminde değil, daima hak, hakikat ve doğruluk aleminde yeşermiştir. Allah katından gönderilen peygamberler bu hakikatin taşıyıcıları olmuş, Efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise yüce İslam Risâlet’iyle peygamberlerin sonuncusu olmuştur. Bu Risalet, akidede; yönetimde, ekonomide, toplumda, eğitim ve dış politikada hayat nizamlarına dair şifa verici bir beyan içermektedir. Otorite sahibi Müslümanlar ya da onlar adına hareket eden güç ve kuvvet ehli, bu nizam içerisinde kendilerinden bir adama Müslümanların Halifesi olarak biat edeceklerdir. Hilafet sisteminin kurulmasıyla birlikte, şu şekilde İslam’ın güvencesi altında onurlu bir yaşam ve gelecek için gerçek bir umut doğmuş olacaktır:

Birincisi: Halife, Müslümanların ithal edilmiş beşerî sistemler altındaki yaşam devrini, o sistemlerle ve kâfir Batı’dan gelen uzmanlarıyla birlikte tarihin çöplüğüne atarak son sayfasını kapatacak ve delilin kuvvetine göre vahiyden alınan İslam nizamını uygulamaya başlayacaktır!

İkincisi: Halife, derhal yardımcılarını, valileri ve kendilerine görev tevdi edeceği diğer yöneticileri atamaya başlayacak ve her türlü kota anlayışından uzak bir şekilde, tebaanın sorunlarını çözmeye girişecektir. Şeriata göre otorite ümmete aittir, silahlı kesimlerin ya da dışarıyla işbirliği yapanların değil.

Üçüncüsü: Müslümanların Halifesi, kâfir Batı’nın ülkemizdeki nüfuzunu söküp atacak ve devlet müesseselerini onun araçlarından arındıracaktır. Ümmetin entelektüel birikimi ile madde zenginliğini devleti, geçmişte altı yüz yıl boyunca olduğu gibi yeniden dünyanın birinci devleti konumuna getirmek için bir merdiven olarak kullanacaktır.

Dördüncüsü: Müslümanların Halifesinin uygulayacağı İslam, siyaset sahnesini; kâfir sömürgeci Batı’nın işbirlikçilerinden ve maşalarından, ırkçılık söyleminden ve devletin halkını bölüp parçalayan o cahiliye davalarından tamamen temizleyecektir! İşte o zaman, tüm tebaanın işlerini adalet ve ihsan ile gütme düşüncesi; kâfir Batı nizamlarının gölgesinde türemiş olan dışlanmışlık ve benzeri tüm sahte iddiaları söküp atmaya yetecektir!

Beşincisi: Müslümanların Halifesi, devletin silahlı kuvvetlerini tek bir yapı altında birleştirecek ve bizzat kendisi bu kuvvetlerin başkomutanlığını üstlenecektir. Her gün yeni bir milis türeme saçmalığına son verecektir! Her gün yeni bir milis türetme saçmalığına son verecektir! Hatta daha da vahimi, bu milislerin bazıları yabancı ülkelerde eğitilmektedir! Ve bir de kalkmış, bu lime lime olmuş silahlı güçlerin gölgesi altında, umuttan ve onurlu bir yaşamdan bahsediyoruz, öyle mi?

Bu saydıklarımız, İslam hükümlerinin engin denizinden sadece bir damladır. Bu hükümleri ümmetimize bir proje olarak sunduğumuzda, onlarda onurlu bir yaşam umudunu yeşertmesi mümkündür. Bu hükümler uygulama sahasına konulduğu ve yürürlüğe geçirildiği gün, dünyamız altüst olacak ve o umudun peşinden, bizi bir zamanlar olduğumuz gibi yeniden şan ve şerefin zirvelerine oturtacak bir eylem başlayacaktır. Kuşkusuz bu, Allah’a zor değildir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Sudan Vilayeti Resmi Sözcüsü

Devamını oku...

Süveyda’daki Kanlı Olaylar, Dış Mihraklarla Bağlantılı Karanlık Odakların Ne Kadar Tehlikeli Olduğunu Kanıtladı ve Normalleşme Suçunun 14 Yıllık Devrimin Fedakarlıklarını Tehdit Ettiğini Doğruladı

Süveyda’da yüzlerce kardeşimizin şehit düştüğü şiddetli ve kanlı çatışmaların ardından Savunma Bakanlığı, çarşamba günü beklenmedik sürpriz bir açıklama yaparak Suriye ordusu birliklerinin kentten çekilmeye başladığını duyurdu. Bu kararın, ABD’nin hükümet güçlerinin vilayetten ayrılması yönündeki çağrısı ve Yahudi varlığına ait savaş uçaklarının 16 Temmuz Çarşamba günü Şam’daki Genelkurmay, Savunma Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı çevresine düzenlediği yoğun ve kapsamlı hava saldırılarının ardından gelmesi dikkat çekti. Bu saldırılardan önce de Yahudi varlığı, Şam, Der’a ve Süveyda kırsalında Süveyda’ya ilerleyen askeri konvoyları hedef almış ve söz konusu saldırılarda çok sayıda şehit ve yaralı verilmişti.

Firari suçlu Beşşar’ı mağlup eden devrimimizin bugün yaşadığı kader belirleyici çalkantılar ve zorluklar, samimi bir özeleştiri ve izlenen yolun cesurca gözden geçirilmesini gerektiriyor. Devrimin itibarını zedeleyen ve mücahitlerin kanlarıyla ödediği büyük kazanımları heba eden hataların tekrarlanması bu ihtiyacı daha da acil hale getirmektedir. İşte bu, devrimin rotasını düzeltme ve Allah’ın şeriatına dönme çağrısıdır!

• Gidin, artık serbestsiniz!” adıyla çıkarılan genel af kararı, kritik bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Zira bu karar, toprakları özgürleştiren ve en büyük fedakarlıkları yapan mücahitlerin görüşü alınmadan veya devrim mensuplarına danışılmadan alınmıştır. Bu durum, meseleyi kökünden çözme fırsatının kaçırılmasına ve anarşiye kapı aralanmasına neden olmuştur. Bu karar, tavizler silsilesinin başlangıcıydı sadece. En büyük taviz ise, Amerika ve Batı korkusu gerekçesiyle, Allah’ın şeriatını uygulamayarak O’nu gazaplandırmak olmuştur. Halbuki bu güçler, Şam devriminin ilk gününden beri Allah’ın, Peygamber’in ve müminlerin bir numaralı düşmanıdır ve hala da öyledir!

• Mücahitlerin sahil olaylarında güvenliği tesis etme girişimlerinin engellenmesi, stratejik bir zaaf yaratmıştır; bu boşluk diğer grupların sahada hızla güçlenmesine ve mücahitlere karşı daha cesur eylemler gerçekleştirmesine imkân tanımıştır.

• Dürzîler dosyasında izlenen gevşek tutum, yeni yönetimin ne denli hafife alındığını gözler önüne sermiştir. Öyle ki, yönetimin temsilcisi bölgeden kovulmuş, uluslararası koruma talep edilmiş ve hatta Yahudi varlığıyla ile temas kurulmuştur ki bu apaçık bir ihanet olarak değerlendirilmiştir.

Bu gelişmelere verilen tepkiler ise o kadar cılız kalmıştır ki, Yahudi varlığıyla iletişim ve işbirliği kurarak en hafif tabirle büyük ihanet suçu işlemiş olan bu çevrelere boyun eğme noktasına gelinmiştir.

• Bağımsız siyasi iradenin kaybedilmesi ve siyasi kararın Amerika’nın direktiflerine, sinsi planlarına ve çıkarlarına bağlanması, onayını ve korumasını istemek ve kararlarına boyun eğmek, yeni yönetimi, devletin egemenliğini ve bağımsız karar alma süreçlerini ilgilendiren kritik konularda kesin ve kararlı adımlar atma yeteneğinden yoksun bırakmıştır. Bu durum, Sahil’deki rejim kalıntılarıyla yapılan savaşların hemen ardından ve Dürzi meselesinde de açıkça görülmüştür. Sonuç olarak bu, mücahitlerin cephe gerisini savunmasız bırakmış ve onların fedakarlıklarının, nihai hedeflerine ulaşamadan heba olmasına yol açmıştır.

• Uluslararası dayatmalara boyun eğmenin ve Amerikan vaatlerine güvenmenin bizi hem bu dünyada hem de ahirette apaçık bir hüsrana sürükleyeceğinden emin olmalıyız. İşte bakın, Amerika bizi, yüzlerce mücahit kardeşimizi öldüren Yahudilerin için kolay bir av haline getirmiştir. Biz ise hala misilleme hakkımızı saklı tutuyoruz. Benzer şekilde ellerinden silahları alınan Süveyda çevresindeki Bedevi aşiretleri savunmasız bir şekilde intikam saldırılarına maruz bırakılmıştır!

• İnancımız, kutsal mekanlarımızı gasp eden ve Gazze başta olmak üzere tüm Filistin halkına yönelik en korkunç insanlık suçları işleyen ve zulümleri reva gören Yahudi varlığıyla ilişkimizi savaş ve bir varoluş ilişkisi olarak tanımlamıştır. Ümmetin sadık çocukları ile Yahudiler arasındaki mücadele, kaçınılmazdır. Dolayısıyla onlarla normalleşmek veya Müslümanlara ait bir karış toprak üzerinde dahi onların hâkimiyetini tanıyan herhangi bir anlaşmaya taraf olmak kesinlikle caiz değildir.

Yahudi varlığı ile savaş, kaçınılmazdır ve bundan kaçış yoktur! Bu savaşı ertelemek, sadece daha fazla can ve imkân kaybı demektir. Bu nedenle, tüm imkanlarımızla bu savaşa hazırlanmalı ve gereken tüm hazırlıkları yapmalıyız.

Zafere ulaşmanın ilk adımı, Amerika veya başkalarının değil, yalnızca Allah’ın rızasını ve yardımını talep ederek, eğip bükmeden ve geciktirmeden Allah’ın şeriatını uygulama kararlılığını ilan etmektir! Allah’ın şeriatı tatbik edilmeden ne belimiz doğrulacaktır ne de bu topraklara güvenlik veya egemenlik gelecektir! Devrimin kuluçkasına ve sadık evlatlarına yaslanmalıyız! Zira onlar, kriz ve zorluk anlarında Allah Azze ve Celle’den sonraki yegâne dayanağımızdır.

وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْراً“Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” [Talak 3]

Devamını oku...

Tom Barrack’ın, Lübnan’ın Yeniden Aslı Olan Şam Bölgesinin Bir Parçası Haline Gelmesi Konusundaki Uyarısı, Aslında Hilafeti Kurarak Ümmetin Birliğini Sağlama Projesinin, Bölgedeki Amerikan Projesinin Yegâne Gerçek Rakibi Olduğunu Dair Örtülü Bir ABD

  • Kategori Lübnan
  •   |  

ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Tom Barrack, 12 Temmuz 2025 tarihinde Arab News gazetesine verdiği röportajda, bölgedeki Amerikan projesini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren ve Washington yönetiminin “Yeni Orta Doğu” projesini hayata geçirmede yaşadığı derin çıkmazı teyit eden bir dizi yeni açıklamada bulundu. Barrack, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Lübnan ile gasıp Yahudi varlığı arasında gizli görüşmelere aracılık ettiğini ifşa etti. Barrack, “ABD, Lübnan ile (İsrail) arasında perde arkası görüşmeleri kolaylaştırdı... Süreç hızla ilerliyor!” dedi. Aynı şekilde, yeni Suriye rejimi ile Yahudiler arasındaki görüşmelerin daha da hızlı ilerlediğini belirterek, “Suriye’nin, yaptırımların kaldırılmasıyla ortaya çıkan tarihi fırsatı yakalamak için şimşek hızıyla hareket ettiğini fark ettim... Türkiye ve Körfez’den yatırımlar ve komşu ülkelerle diplomatik temaslar var!” ifadelerini kullandı. Barrack ayrıca, Lübnan’ın “Amerikan çözümüne” yönelmemesi halinde “sınırlar ve siyasi aidiyet kartını” gündeme getirerek, ülkenin “Bilad-ı Şam’a geri döneceği” tehdidinde bulundu. Normalleşme ve teslimiyet yolunu seçmemesi halinde ise Lübnan’ın yeni bir karanlık yazgıya mahkûm olacağı uyarısında bulunarak, “Trump’ın Suriye’ye şans tanıma kararı cesurcaydı. Batı’nın müdahalesi ve Sykes-Picot anlaşmasından bu yana yaşananlar olumlu sonuçlar doğurmadı... Lübnan harekete geçmezse, Bilad-ı Şam’a geri dönecektir.” ifadelerine yer verdi. Amerika’nın azınlıklardan oluşan müttefiklerine gelince; daha dün onlar için konferanslar düzenleyen ve onlara yer yer devletçikler vaat eden Washington, bugün onlara sırtını dönüyor. ABD, özel temsilcisinin ağzından onlara şöyle dedi: Barrack, “Amerika’nın Suriye’de federalizmi reddeden pozisyonunu teyit ederek, ülkenin tek bir ordu ve tek bir hükümetle birleşik kalması gerektiğini” vurguladı. “Altı devlet olmayacak, tek bir Suriye olacak” diyerek bağımsız Kürt, Alevi veya Dürzi yapılarının kurulma ihtimalini dışladı. Temsilci ayrıca, ABD’nin şartları dikte etmediğini ancak “ayrılıkçı sonuçları desteklemeyeceğini” de sözlerine ekledi ve sözlerini, “Sonsuza kadar orada bebek bakıcılığı yapacak değiliz!” cümlesiyle noktaladı. Ne vaade ne ahde kıymet veren bu kaba diplomatik mesajda, dünün ‘teröristleri’ bugünün muhatabı oluverdi! ABD temsilcisi daha önce ‘terör örgütü’ olarak nitelendirdiği gruplara af ve hoşgörüyle yaklaştığını beyan etti. Heyet Tahrir eş-Şam’ın üzerindeki terör damgasını siliverdi bir kalemde. Daha da beteri, “terörist” demeye devam ettiği İran’ın partisiyle ağır silahları konusunda uzlaşmaya varılabileceğini söyledi! Dahası, ABD uzun yıllar kendisine hizmet eden SDG’ye (Suriye Demokratik Güçleri) sırtını dönerek onları boyun eğme ya da değiştirilme seçeneğiyle karşı karşıya bıraktı. Barrack, “Onlara, devlet içinde bağımsız yönetim kurma borcumuz yok... Evet, SDG artık makul olmalı. SDG ya makul olur ya da alternatif gündeme gelir” ifadelerini kullandı. İşte o meşhur Amerikan mantığı: Hayatta kalmak istiyorsan piyonumuz ol, onayımızı istiyorsan teslim ol! İşte ne ahit ne de zimmet tanımayan Amerika’nın gerçek yüzü budur.

Ey Lübnan ve tüm Şam coğrafyasının Müslümanları! ABD’nin Lübnan ve Suriye’nin kaderiyle ilgilenmediğini biliyoruz. Amerika, bölge halklarını, kendi anlaşmaları ve ittifakları için sadece birer araç ve basit birer piyon olarak görmektedir. Aslında Amerika’nın tek derdi, Yahudi varlığını bölgenin dokusuna entegre etmek ve varlığını “doğal bir ortak” olarak normalleştirmektir. Aynı zamanda özellikle uluslararası gaz ve stratejik madenler yarışı ile Çin’le olan ekonomik mücadelesinin gölgesinde, ümmetin geri kalan bağlarını parçalamak ve zenginliklerini çalmak için de çalışmaktadır... Barrack’ın, Lübnan’ın Bilad-ı Şam’a geri dönmesi hakkında söyledikleri, bir dil sürçmesi değil, aksine stratejik derinliği olan bir açıklamadır. Bu sözler, Amerika’nın, ümmetin aslına, birliğine ve İslami siyasi projesine dönmesinden duyduğu korkuyu ifşa etmektedir. Dolayısıyla bu sözler, aynı anda hem bir tehdit hem de bir itiraf niteliğindedir. ABD’nin normalleşme ve teslimiyet çözümünü reddedenlere yönelik aslına döndürme tehdididir! Bu, aynı zamanda bir itiraftır! Onca yıldır süren unutturma ve bu toprakların gerçek kimliğini silme çabalarına rağmen, “asıl” olanın –yani Bilad-ı Şam’ın ve hatta İslam Ümmetinin birliği fikrinin– hâlâ bilinçlerde canlı, topraklarda köklü ve ruhlarda diri olduğunun bir itirafıdır. Bu, İslami kalkınma ateşinin ümmetin sinesinde hâlâ kor olduğunun ispatıdır. Ve bu, Amerika ve Yahudilerin amansızca savaştığı, sadece Bilad-ı Şam’ın değil tüm ümmetin birliğini ifade eden Hilafet projesinin, hala ABD’nin bölgedeki hegemonyası ve çıkarları için en büyük tehlike olmaya devam ettiğinin de ilanıdır Barrack ve yönetimi bu tehdidi, “azınlıkları” söz konusu alternatiften (bölgesel birlikten) korkutmak için bir “korkuluk” olarak kullanmaktadır. Amaç, bu grupların nihayetinde Amerikan projesinin kollarına atılmalarını ve hatta o projeyi kendi projeleri olarak benimsemelerini sağlamaktır.

Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti olarak biz, bu sözlerin asıl muhatabının biz olduğunu düşünüyor ve tam bir gönül rahatlığıyla diyoruz ki:

- Şüphesiz, bölgedeki gerçek çatışma düzeyi, İslam ümmeti ile laik kâfir Batı arasında bir uygarlık çatışmasıdır. Bu, değerler ve uygarlık mefhumları savaşıdır. Şüphesiz Batı, bu ümmete tuzak kurmaktan ve ona şiddetle saldırmaktan bir an bile geri durmamıştır. Nitekim sömürgeleştirme sürecini, Hilafet Devleti’ni yıkarak başlatmış, ardından da bölme ve parçalama politikasını izlemiştir. Biz, bölgemizdeki bu sömürge düzeninin ancak ve ancak Raşidi Hilâfet’in kurulmasıyla son bulacağını ve ortadan kalkacağını ilan ediyoruz. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bugün inşallah son günlerini yaşamakta olduğumuz mevcut ceberut saltanattan sonra Hilafetin olacağını müjdelemiştir.

- Bu açıklamalar, her ne kadar tehdit ve kibir içerse de, tek bir gerçeği yansıtmaktadır: Ümmetin birliğini hedefleyen ve Nübüvvet metodu üzere Hilafet’in kurulmasını ifade eden İslami proje, artık Washington’daki karar alıcı çevrelerin uykularını kaçırmakta ve onların bölgedeki sömürgeci hegemonya hesaplarını altüst etmektedir! Aynı korku ve endişe, Netanyahu’nun diliyle “Akdeniz’de bir Hilafet kurulmasından” korktuklarını ve nerede kurulursa kurulsun onu vuracaklarını açıkça itiraf eden Yahudiler için de söz konusudur. Korkuyorlar, çünkü sonlarının yaklaştığını biliyorlar!

- Batı’nın bugün oynadığı bu “azınlıklar oyunu”, dün Hilafet’i yıkmak için oynadığı kirli oyunun ta kendisidir! Bu oyunun hedefi, Müslümanların İslam Devletinin tebaası olarak gördüğü gayrimüslimlerdir. “Müslümanlar hangi haklara sahipse onlar da aynı haklara sahiptir” Bu topluluklar, geçmişte hiçbir zulme uğramadan rahat ve huzurlu bir hayat sürmüşler ve hatta birçoğundan, İslami yönetimi övdüğüne dair sözler sarf edildiği kayıtlara geçmiştir... Tom Barrack’ın, SDG’yi ve “azınlık” olarak nitelendirdiği diğer grupları, kendi davet ettiği yolda yürümedikleri takdirde sonuçlarının vahim olacağı yönündeki tehditkâr açıklamalarına baktığımızda, aslında ABD’nin bu grupları iddia ettiği gibi onların çıkarları için değil, kendi çıkarları için kullandığını deşifre ettiğini görürüz. İslam’ın ve Müslümanların bu gruplara yaklaşımı ile Amerika ve Batı’nın onlara yaklaşımı arasında devasa fark olduğunu görüyoruz. Tarih bunun en büyük kanıtı ve gerçekleri ortaya döken en büyük tanığıdır.

Ey Müslümanlar! Ümmetin birliğini yani Nübüvvet metodu üzere Hilafeti ifade eden İslami proje, Amerika ve piyonlarının göstermeye çalıştığı gibi bir öcü değildir! Bilakis o, onurlu bir hayatın, izzetin ve adaletin projesidir. Nitekim Barrack, bilerek veya bilmeyerek, bu İslami siyasi projenin, yani Nübüvvet metodu üzere Hilafet’in, Amerikan projesinin yegâne hakiki rakibi olduğunu ifşa etmiştir. Yine Washington’daki ve Yahudiler nezdindeki asıl korkunun, ümmeti birleştirecek ve esarete son verecek olan Hilafet’in geri dönüşü olduğunu ifşa etmiştir!

Ey Müslümanlar! Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilayeti olarak biz, sizi geleceğinizi Batı’nın elleriyle ya da komplocu konferanslar veya tehditlerle, büyükelçilerin ve diplomatik temsilcilerin açıklamalarıyla değil, kendi ellerinizle şekillendirmeye çağırıyoruz. Allah’ın olmanızı istediği gibi tek bir ümmet olun! Ne Doğulu ne de Batılı olun; güdülen değil, lider olun! Sykes-Picot’nun köhne sistemleriyle değil, İslam ile yönetin! Lübnan’ı yeniden aslına, yani Şam diyarının ve tüm Müslüman topraklarının bir parçası haline getirin. Allah’ın sizi tarif ettiği “vasat ümmet” olun.”

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيداً“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.” [Bakara 143]

Devamını oku...

Felaketler ve Facialar, Güdücü Devletin Yokluğunun Doğal Bir Sonucudur

Irak’ta son yıllarda yaşanan ve tekrar eden korkunç yangınlar silsilesinin en önemlisi, 2023 yılında Ninova’da çıkan düğün salonu yangınıdır. Bu yangında 120’den fazla kişi hayatını kaybetti ve 200’den fazla kişi de yaralandı. 2021’de Zikar’daki El-Hüseyin Hastanesi’nde çıkan yangında 92 kişi hayatını kaybetti. Yine aynı yıl Bağdat’taki İbn el-Hatip Hastanesi’nde çıkan yangın, 82 kişiyi hayattan kopardı. Irak’ın Kut şehrinde bir hipermarkette 16 Temmuz Çarşamba akşamı çıkan büyük yangında 61 kişi hayatını kaybetti. Irak İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, şehir merkezindeki beş katlı bir iş merkezinde çıkan yangında hayatını kaybedenlerden 14’ünün cesedinin tamamen yandığı için kimliklerinin henüz tespit edilemediği belirtildi. Açıklamada, çoğu kurbanın dumandan boğularak can verdiği ifade edildi. Bakanlık, içinde bir restoran ve alışveriş merkezi bulunan binanın sadece bir hafta önce açıldığını da ekledi.

Bu tür faciaların sürekli tekrarlanması ve yetkililerin, kök nedenleri araştırıp yayılmasını engellemek yerine sadece soruşturma komisyonları kurmak ve yas ilan etmekle yetinmesi, millete yapılmış en büyük ihanettir. Bilindiği üzere, felaketlerin başlıca müsebbipleri arasında devlette yaygınlaşan yolsuzluk, siyasi karar verme mercilerinin parçalı yapısı ve siyasetin halkın refahını terk edip menfaate odaklanması yer almaktadır. Dolayısıyla ne ilgili birimlerin yangına müdahale edecek ne de saatlerce içeride mahsur kalan aileleri kurtaracak yeterli imkânları bulunmakta, ne de inşaat ruhsatları güvenlik şartlarına uyularak verilmektedir. Hatta asıl büyük felaket, binaların çoğunun ruhsatsız olarak inşa edilmesi, çoğu kamu binasında yangın söndürme sistemlerinin bulunmaması ve mevcut olanların da genellikle bozuk veya çalışmaz durumda olmasıdır. Bu koşullar altında, yangın vakalarında böyle bir artış yaşanması doğaldır. Dolayısıyla bu facialar; mali yolsuzluk, kötü yönetim, ihmal, başıboşluk ve halkını gözeten bir devlet anlayışının yokluğundan kaynaklanmaktadır.

Ey Müslümanlar! Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، فَالْإِمَامُ الَّذِي عَلَى النَّاسِ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ“Hepiniz çobansınız ve her biriniz kendi güttüklerinden sorumludur. Emir insanların çobanıdır ve güttüklerinden sorumludur.” [Müttefikin aleyh] Müminlerin annesi Aişe RadıyAllahu Anha’dan rivayet edildiğine göre

سمعت رسول الله ﷺ يقول في بيتي هذا: «اللَّهُمَّ مَنْ وَلِيَ مِنْ أَمْرِ أُمَّتِي شَيْئاً فَشَقَّ عَلَيْهِمْ فَاشْقُقْ عَلَيْهِ، وَمَنْ وَلِيَ مِنْ أَمْرِ أُمَّتِي شَيْئاً فَرَفَقَ بِهِمْ فَارْفُقْ بِهِ“Ben, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu evimde şöyle buyururken işittim: “Allahım! Kim ümmetimin işinden bir şey üstlenir, sonra da onlara sıkıntı verirse, sen de ona sıkıntı ver. Kim de ümmetimin işinden bir şey üstlenir, sonra da onlara nazik ve iyi davranırsa, sen de ona iyi davran.” [Müslim] Bu, Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, Müslümanların özel ve genel işlerinin idaresini üstlenen kimseler için yaptığı bir duadır. Hadis-i şerifte geçen “rıfk” (yumuşaklık ve merhamet), insanları Allah’ın ve Rasûlü’nün emrine göre idare etmektir. Her kim ki insanları Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hidayetinden başka bir yolla idare ederse, onlara şüphesiz meşakkat yüklemiş ve zorluk çıkarmış olur.

Zira imamet (liderlik) ve insanların sorumluluğunu üstlenmek, Allah’ın kendisinden hesaba çekeceği ağır bir yük ve büyük bir emanettir. Nitekim Ebu Zer RadıyAllahu Anh’ın rivayet ettiğine göre, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in cevabı da bu şekilde olmuştur:

قُلتُ: يا رَسولَ اللهِ، أَلَا تَسْتَعْمِلُنِي؟ قالَ: فَضَرَبَ بيَدِهِ علَى مَنْكِبِي، ثُمَّ قالَ: «يا أَبَا ذَرٍّ، إنَّكَ ضَعِيفٌ، وإنَّهَا أَمَانَةُ، وإنَّهَا يَومَ القِيَامَةِ خِزْيٌ وَنَدَامَةٌ، إلَّا مَن أَخَذَهَا بحَقِّهَا، وَأَدَّى الذي عليه فِيهَا “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni memur tayin etmez misin?” dedim. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Bu sözüm üzerine, elini omzuma vurdu ve sonra da “Ey Ebu Zer, görüyorum ki sen zayıfsın. O (yönetim sorumluluğu) ise, bir emanettir. O, onu (yönetimi) hakkıyla alan ve o hususta üzerinde olanı yerine getiren kimse dışında, kıyamet günü utanç ve pişmanlıktır.” [Müslim]

Ey Müslümanlar! Bu ve benzeri pek çok facia, aslında halkın işleriyle gerçek anlamda ilgilenilmemesinin ve kâfir işgalcinin icat edip kurallarını koyduğu, sonra da yozlaşmış bekçilerini milletin tepesine diktiği o kokuşmuş düzenle yönetilmenin doğal bir sonucudur!

Bu faciaların tedavisi, hastalığın kökü ve belanın temeli olan bu yozlaşmış sistemi yerli yerinde bırakıp, taziye mesajları yayınlamak ve yas ilan etmek değildir! Gerçek tedavi, bu krizlerin doğal üreticisi olan bu sistemi ortadan kaldırmak için ciddiyetle çalışmakla; Allah’ın şeriatıyla hükmeden ve halkın işlerini O’nun hükümlerine göre gözeten bir nizam kurmakla; ve tek gayesi Allah rızası olan, yolsuzluğun her türüne demir bir yumrukla inerek kaynaklarını kurutan ve kökünü kazıyan adil bir imama biat etmekle olur!

وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ“De ki: “Çalışın, yapın. Yaptıklarınızı Allah da, Rasûlü de, müminler de göreceklerdir. Sonra gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” [Tevbe 105]

Devamını oku...

Bütün Dünya Onları Yüzüstü Bıraktıktan Sonra Gazze ve Halkı İçin Kim Var?!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Bütün Dünya Onları Yüzüstü Bıraktıktan Sonra Gazze ve Halkı İçin Kim Var?!

Haber:

Avrupa Birliği, Gazze’ye yönelik savaşı nedeniyle Yahudi varlığını cezalandırmak için beş seçeneği değerlendiriyor.Seçenekler arasında ticari kısıtlamalar, silahların yasaklanması, ortaklık anlaşmasının dondurulması, bilimsel iş birliğinin sonlandırılması ve bireylere yönelik cezalar yer alıyor. (El-Hades)

Yorum:

Gazze'deki kardeşlerimize karşı şiddetli bir savaş sürüyor, onların kanları nehirler gibi akıyor, çok sayıda şehit hala enkaz altında kayıp durumda ve medya, şehitlerin ve aynı şekilde yaralıların ve açlık çekenlerin sayısını bile sayamıyor. Nitekim orada bütün aileler yok edilip dağıtılmış olup hiç kimse kaybolanların akıbetini bilmiyor. İmar ve yaşam için gerekli olan temel ihtiyaçların yokluğundan ve nüfus sisteminin çöküşünden bahsetmeye bile gerek yok.Ra’yul Yevm gazetesinde geçen bir habere göre Avrupa Birliği ülkeleri, Yahudi varlığıyla nasıl başa çıkılacağı konusunda bölünmüş durumda olup onun ihlallerini insan hakları ihlali olarak görüyor, Gazze savaşı nedeniyle onu cezalandırmak için beş seçenek üzerinde çalışıyor ve bu seçeneklerin hiçbiri Gazze halkına fayda sağlamayacağı gibi onları içinde bulundukları durumdan da kurtarmayacaktır; Peki bu seçeneklerden bir veya daha fazlası seçilirse ne olacak ki?!

Amerikan, Mısır, Katar ve diğer arabulucularda bizim için bir örneklik vardır; zira bu arabulucular, Yahudi varlığını soykırım savaşını sürdürmekten caydıramamıştır.O halde İslam'ın hayatın işlerini idare etmek için kapsamlı bir sistem olarak geri dönmesini engellemeye çalışan sömürgeci devletlerden bir iyilik beklenebilir mi?Tabii ki hayır! Zira onlar bunu, kendi ideolojilerini ve kapitalist medeniyetlerinin bekasını tehdit eden ve çıkarlarını ve nüfuzlarını yok eden bir şey olarak görüyorlar.

Helal olsun size ey Gazze halkı! Zira kınamaktan başka hiçbir şey bilmeyen Müslümanların başındaki yöneticiler sizleri yüzüstü bırakmak için bir araya geldiler; çünkü onlar sözleriyle Yahudi varlığına karşı olduklarını ifade ediyorlar ancak onların eylemleri ve Batı Şeria'yı, Kudüs'ü ve Gazze Şeridi'ni yaşamaya elverişsiz yerlere dönüştürme çalışmalarına karşı sessiz kalmaları, halklarının yerinden edilmesine hazırlık niteliğindedir; zira onlar, Yahudileri desteklemeye ve onları yatıştırmaya daha yakındırlar. Bakın işte Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, birkaç gün önce New York'ta BM Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmada, Gazze'deki trajik durumu sanki bir haber muhabiriymiş gibi anlatıyor ve Filistin'i hayati meselesi değil de, sadece insani bir mesele olarak görüyor!

Helal olsun size ey Gazze Halkı!Zira kışlalarında bekleyen ordular ve kendilerini finanse eden odaklara hizmet eden siyasallaşmış medya, sizleri yüzüstü bırakmıştır.Gazze halkından bir grubun, Yahudi varlığı tarafından kendi halkına casusluk yapmak için kullanılmasından ve Yahudi varlığına direnişçilerin yerlerine ve diğer hususlara dair bilgileri teminden etmesinden bahsetmiyorum bile. Ne yazık ki bir kısım Müslüman nezdinde kişisel çıkarların peşinde koşmak bir amaç haline gelmiştir.

Bizler, Müslümanların, kendilerinden farklı akide, düşünce, hedef ve yönelimlere sahip olan herkese karşı muzaffer olacağı ve Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafet Devleti'nin ilan edileceği günü özlemle bekliyoruz.وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ * بِنَصْرِ اللهِ يَنصُرُ مَن يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُO gün Allah’ın zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” [Rum 4-5]

Biz, Allah'ın bu ümmetine verdiği sözün mutlaka yerine geleceğine ve ümmetin, düşmanlarına karşı zaferini ilan ettiği ana ulaşacağına ve İslam Devleti'nin temellerinin atılmasının başlangıç noktası olacağına ve Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafetin tatbik konumuna geleceğine tam olarak güveniyoruz.Allah'ım, bizi kendi yolunda kullan ve bizi değiştirme.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Raziye Abdullah

Devamını oku...

Siyasetle, Devlet İşleriyle Hiçbir İlgisi Olmayan ve Siyasi Bir Projeye Sahip Olmayanlar Tarafından Rejimler Nasıl Yönetilebilir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Siyasetle, Devlet İşleriyle Hiçbir İlgisi Olmayan ve Siyasi Bir Projeye Sahip Olmayanlar Tarafından Rejimler Nasıl Yönetilebilir!

Haber:

Suriye Savunma Bakanlığı Halkla İlişkiler Müdürü şöyle bir açıklamada bulundu; Bugün Yahudi varlığının yaptığı şey, beklentilerimizin aksine olmuştur. (El Cezire Net)

Yorum:

Bu aptal ve Şam'da iktidarda olanlar ne bekliyorlar acaba?Yahudilerin nazik ve merhametli olacaklarını ve antlaşmalara, sözleşmelere ve uluslararası hukuka bağlı kalacaklarını mı?!Onlar, Subhanehu ve Teala'nın şu kavlini okumuyorlar mı:لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُواْİnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın.” [Maide 82]Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in, Yahudilerin yalancı bir kavim olduğu ve onlara güvenilmeyeceği şeklindeki kavlini okumadılar mı?

Onlar ne acayipler!Hangi gökten düştüler acaba? Ve hangi topraktan çıktılar acaba? Onların düşünen akılları, gören gözleri ve Yahudilerin bir inek yüzünden Allah ile pazarlık etmelerini anlayıp idrak edecek kadar kalpleri yok mu?!Peki nasıl olur da onlardan yaygın şerden, habis tuzaktan ve düşmanlıktan başka bir şey bekleyebilirler ki?

Peki onlar, Yahudilerin Filistin'de, İran'da ve Lübnan'da kardeşlerine karşı işledikleri suçları görmediler mi? Nasıl olur da onlar hakkında kötü zandan başka bir şey düşünebilirler? Onlar, daha öncekilerin Musa Aleyhissem'a yaptıklarına dair siretini okumadılar mı; Musa'ya ayetler nazil olup onlar da bunu gözleriyle gördükleri halde onu inkar etmediler mi?!O, Firavun'un ailesine kurbağalar, bitler, çekirgeler ve tufan gönderdi ve onları Firavun ve askerlerinin gözleri önünde denizi ikiye ayırarak kurtardı ama sonra peygamberlerinden kendilerine Allah'tan başka bir ilah edinmesini istediler!Onlara kendileri için yazılmış kutsal topraklara girmelerini emretti ama onlar girmeyi reddettiler ve Allah'ın emrine muhalefet ettiler!Sonra İsa Aleyhisselam'a komplo kurdular ve onu öldürmek ve çarmıha germek için planlar yaptılar ancak Allah onu onların şerlerinden kurtardı!Aynı şekilde onlar, Allah'ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile antlaşma yaptılar ama ihanet ettiler ve onunla olan antlaşmayı bozdular, onu öldürmeye çalıştılar ve ona sunulan koyunu zehirlediler; sonra da içlerinden biri gelip şöyle diyor: (Bugün Yahudi varlığının yaptığı şey, beklentilerimizin aksine olmuştur!)

Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ümmetinin işlerini üstlendikleri halde Rablerinin Kitabı’nı ve Peygamberleri Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in sünnetini okumayan, bunları gereği gibi öğrenmeyen ve devletin nasıl yönetileceğini, ümmetin gereği gibi nasıl gözetileceğini, sultanın nasıl uyanık ve tetikte olup gafil olmayacağını öğrenmek için Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in siretine bakmayan bir kavim ne kötüdür.

Eser’de şöyle geçmiştir: “Ben aptal değilim, bir aptal da beni kandıramaz!”

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Salim Ebu Sebeytan

Devamını oku...

Kadınların Liberal Siyasetteki Çeşitlilik Ve Kapsayıcılık Yanılsamasının İdrakinde Olmaları Gerekir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Kadınların Liberal Siyasetteki Çeşitlilik Ve Kapsayıcılık Yanılsamasının İdrakinde Olmaları Gerekir!

Haber:

İslam Kanalı, Müslüman kadınları medya organlarında etkileyen İslamofobi ve mesleki dışlanma biçimlerini ortaya koyan yeni bir raporu ele aldı.Bu etki, ruh sağlığı ve kurumlara duyulan güven sorunlarını da kapsayacak şekilde genişledi.Raporda, özellikle Müslüman kadın gazetecilere yönelik bakışın, küçük ihlaller, klişeler ve ücret eşitsizliğinden nasıl etkilendiği ele alındı.

Aslında raporu yayınlayan Medya Takip Merkezi, İslamofobi'nin yaygınlaşmasını, haber odalarının zehirli kültürünü ve özellikle medya organlarında Gazze'ye yönelik Yahudi savaşının haberleştirilmesinin ardından psikolojik etkileri ortaya koymuştur.

Soykırımın medyada yer alması, bu alanda gelecekteki kariyerlerini düşünen birçok profesyonel için bir dönüm noktası oluşturmakta olup iktibaslardan biri buradaki soruna yönelik bir bakış açısı sunmaktadır.

İngiliz medyasında çalışan Müslüman kadınlar yok olmadıkları gibi olumsuz da değillerdir; kurumlar onları marjinalize etmeye, dışlamaya veya varlıklarını istismar etmeye çalışsa da, onlar medya söyleminin odak noktasıdırlar.Sonuçlar, kıdemin bir miktar etkiye sahip olmasına rağmen, kurumsal kısıtlamaların Müslüman kadınları çoğu zaman egemen ve genellikle de İslam karşıtı yayıncılık gündemlerine uymaya zorladığını göstermektedir.

Yorum:

Küresel medya kuruluşları arasında yaygın olarak anlaşılan hususlardan biri de, Batı'nın özgürlük veya ifade ve çeşitlilik yapısının, tüm demografik gruplardan olan kadınlar için güvenli bir sığınak sağladığıdır.

Önde gelen medya figürlerinin baskıcı rejimlerinden nasıl kaçtıklarını ve İslamcı çevrelerinin daha çok liberal olması gerektiğini iddia ederek demokratik kurumlardaki varlıklarını nasıl pekiştirdiklerini gördük.

Bu rapor, ifade ve temsil özgürlüğüne olan inancın kesinlikle sağlıklı bir temele dayanmadığına ve reddedilmesi gerektiğine dair açık bir delil sunmaktadır.Kadınların kendisinden kaçtıkları baskıcı önlemlerin, liberal medya referanslarıyla övünen ülkelerde de nasıl yoğun bir şekilde var olduğunu görebiliyoruz.

Gerçek şu ki, hiçbir Müslüman ülkesinde Müslüman kadınların fikri becerilerinin nasıl korunacağına dair herhangi bir temsil bulunmuyor; çünkü hepsi de İslam'ın hakikatine aykırı olan küresel medya gündeminin kölesi durumundalar.

Onlar muhalefeti ve kuklacıların, İslam şeriatının kadınların becerilerini bastırdığı ve onların konumunu küçümsediği şeklinde propagandasını yaptığı egemen anlatıyı ifşa etmeye yönelik her türlü girişimi şiddetle cezalandırıyorlar.Bu ise, Batı'nın liberal demokratik yapısının ilerlemek için tek seçenek olduğu yanılsamasını oluşturmak içindir.

Kadınların eğitimi ve İslam Devleti'nin medya ortamına yaptıkları katkılar tarihsel olarak belgelenmiş olup Batı'nın bunu, geçmişin çarpıtılmış ve düzenlenmiş nüshalarında gizlemeye çalıştığı bir gerçektir. İşte size bazı örnekler:

Fâtıma el-Fihrî:UNESCO'nun dünyanın en eski kesintisiz eğitim kurumu olarak kabul ettiği Fas'ın Fes kentindeki Karaviyyîn Üniversitesi'nin kurucusu olarak tanınmaktadır. Bu üniversite, iletişim ve bilgi transferi ile ilgili olanlar da dahil olmak üzere geniş çaplı uzmanlık alanları sunmaktadır.

Zeyneb bint el-Kemal:Bu alim kadın, hadis ilmi ve saygın kurumlarda verdiği derslerle tanınmıştır. Kendisi saygın bir referans olup öğrenciler onun derslerini dinlemek için uzak yerlerden geliyorlardı.Onun çalışmaları, kadın alimlerin dini bilginin korunması ve aktarılmasındaki önemine ışık tutmaktadır.

•Ümmü'd-Derda es-Süğra:Bir diğer önemli şahsiyet ise fakih, hadis alimi ve zahit olan Ümmü’d-Derda’dır. Kendisi bilgisi ve hikmetiyle tanınmakta olup hem erkeklere hem de kadınlara ders veriyordu. Dolayısıyla onun etkisi, o dönemde kadınların dini ilimlerde oynadıkları önemli rolü ortaya koymaktadır.

• Diğer öne çıkan kadınlar:O dönemde başka birçok kadın da fikri sahneye katkıda bulunmuştur. Örneğin Aişe bint Talha, Ümmü Seleme ve Hafsa bint Sirin çeşitli alanlarda öne çıkan kadın âlimlerdir.Diğer kadınların yanı bu kadınlar da, İslami toplumların fikri ve kültürel dokusunu oluşturmuştur.

Kuran-ı Kerim, İslam'da kadın ve erkeği öğrenmeye ve ilim talep etmeye çağırarak, kadınların eğitim hakkını ve onlara yapılan her türlü zulmü teyit etmiştir; nitekim Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hanımı Aişe Radıyallahu Anhe bunların en üretkenlerinden biri olup hadis rivayetinde bulunmuştur.يَرْفَعِ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌAllah içinizden (gerçekten) iman etmiş olanları ve ilim sahibi olanları yüksek derecelere çıkarmıştır. Şüphesiz Allah, yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.” [Mücadele 11]

Bizim Hilafet sistemine geri dönerek Müslüman kadınların fikri yeteneklerini temsil edip korumalıyız ki böylece medya organlarında veya sosyal hayatta haklarımızı güvence altına almak için asla bu tür sahte önlemlere güvenmeyelim.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
İmrane Muhammed

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER