Çarşamba, 11 Rebiu’l Evvel 1447 | 2025/09/03
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

“Allah kimi alçaltırsa, artık onu onurlandıracak hiç kimse yoktur.” [Hac 28]

وَمَنْ يُهِنِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ

“Allah kimi alçaltırsa, artık onu onurlandıracak hiç kimse yoktur.” [Hac 28]

Filistin Kurtuluş Örgütü, tavizden tavize koştu; Önce, Filistin’in büyük bir bölümünü peşkeş çekerek büyük bir ihanet sınırına dayandılar. Sonra, otorite suretinde kendi halkıyla savaşan bir güvenlik aygıtı olmayı kabul ettiler. Bu uğurda, Filistin içindeki kamplarda katliam yaparak, kampları kuşatma altına alarak ve tutuklamalar yaparak silahsızlandırdılar. Dışarıda ise Suriye ve Lübnan rejimleriyle işbirliği yaparak Yahudilerin güvenliğine yönelik en ufak bir tehdidi bile engellediler. Yetmedi, 7 Ekim’i kınadılar ve Filistin Yönetimi’nin lideri, işgalci esirlerin serbest bırakılmasını istedi. Şimdi de Amerikalıların ve Yahudilerin ağzıyla konuşarak Gazze’de silahların bırakılması çağrısı yapıyor ve Yahudilerin katliam makinesinin bile başaramadığı ‘temizliği’ yapmaya talip oluyor...

Bütün bunlardan ve daha fazlasından sonra ABD Dışişleri Bakanlığı, 29 Ağustos Cuma günü yaptığı bir açıklamayla, Bakan Marco Rubio’nun, tam da BM Genel Kurulu öncesinde, FKÖ ve Filistin Yönetimi yetkililerinin vizelerini iptal ettiğini duyurdu. (El Cezire)

Filistin Yönetimi’nin sunduğu onca ‘hizmete’, verdiği onca tavize ve hatta ihanete varan adımlarına ve daha fazlasını yapmaya dünden razı olmasına rağmen, karşılığında ne buldu? Trump yönetimi, Amerika’nın ulusal güvenliği için FKÖ ve Filistin Yönetimi’nden ‘yükümlülüklerini yerine getirmedikleri ve barışa zarar verdikleri’ gerekçesiyle hesap sorulması gerektiğini söyledi. (El Cezire) Kendi halkıyla savaşmaları ve ülke toprağını satmaları yetmemiş gibi, bir de suçlu ilan edildiler.

Dolayısıyla FKÖ ve Filistin Yönetimi’nin işlediği onca suç, oynamaya hazır olduğu onca kirli rol, onlara ne Amerikalıların ne de Yahudilerin gözünde zerre kadar bir dokunulmazlık sağlamamıştır. Tam tersine, her defasında daha da fazla aşağılanmaktalar ve onlardan hep daha fazlası istenmektedir. Şimdi de Amerika, çıkıp ‘hayali bir Filistin devletinin tek taraflı tanınmasını’ kınadığını açıklamaktadır. Oysa Yahudiler, yerleşim projeleri ve Batı Şeria’yı lime lime parçalayarak böyle bir devletin varlık ihtimalini zaten çoktan ortadan kaldırmıştır. Gerçek şu ki, Filistin Yönetimi bütün Filistin’i onlara hediye etse, hatta Gazze’deki son bebeği öldürmelerine yardım etse bile, dostlarının gözündeki değeri, örümceğin çürük ağına sığınan bir zavallınınkinden farksız olacaktır.

مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاءَ كَمَثَلِ الْعَنكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتاً وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ“Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” [Ankebut 41] Yahut

كَمَثَلِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَرِيباً ذَاقُوا وَبَالَ أَمْرِهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ * كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنْسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِنْكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ“Onların durumu, kendilerinden az önce geçmiş ve yaptıklarının cezasını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara acıklı bir azap vardır. Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana «İnkâr et» der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der.” [Haşr 15-16]

Hainler akletmezler, ibret almazlar! Oysa tarihin kanunudur bu, eskiden de böyleydi, şimdi de böyle: Hainin ne kendi halkı ne de ümmeti içinde yeri yoktur. Onu kullanan efendisi de, kendini onun uğruna bu kadar alçaltmış birine asla değer vermez! Vakti gelince ya bir paçavra gibi sokağa atar ya da bir gün kendi halkı tarafından ezilmesi için ortada bırakır. Yakın tarihte, devrilen rejimleri ve düşmanla iş tutan nice haini gördük. Ama ne fayda! Hain, bir öncekinin acı sonundan asla ders çıkarmaz.

Filistin’deki ihanet hikayesi, sanıldığı gibi FKÖ’nün tavizleriyle başlamadı. Asıl ihanet, çok daha önce, 1949’da Arap rejimlerinin utanç verici bir ateşkesi kabul ederek Yahudi devletinin kurulmasına zemin hazırladıkları gün başladı. O günden bugüne, bu rejimlerin tek işlevi, Yahudilerin bekçiliğini yapmak ve ümmetin Mübarek toprağı kurtarmak için Allah yolunda cihat etmesini engellemek olmuştur.

Filistin’e ihanet, Müslüman ülkelerdeki hain rejimlerin ondan yüz çevirmesi ve onu bir ümmet ve din davası olmaktan çıkarıp ulusal bir davaya dönüştürmesiyle tecelli etmiştir. Sonra da, halkın adına ihanet pazarlıkları yapsın diye Filistin Kurtuluş Örgütü diye bir kukla yaratmışlardır! Ve o günden beri, Filistin ve mazlum halkına ihanet bir an bile durmamıştır!

Nasıl ki dün Filistin, batısıyla doğusuyla İslam ülkelerinin dört bir yanından gelen askerlerin eliyle Haçlıların esaretinden kurtarılıp ait olduğu ümmetin kucağına döndürüldüyse, Allah’ın izniyle yine bu ümmetin abdestli ve temiz evlatlarının eliyle tekrar ümmetin bağrına döndürülecektir. Böylece Filistin, yeniden Şam’ın parlayan incisi ve Müslüman yurdunun kalbi olacaktır!

فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ الْآخِرَةِ لِيَسُوءُوا وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُوا الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَلِيُتَبِّرُوا مَا عَلَوْا تَتْبِيراً“İki vaatten ikincisinin vakti gelince, yüzünüzü üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları, önceden Mescid’e girdikleri gibi girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için onları tekrar göndereceğiz.” [İsra 7]

Devamını oku...

Filistin Halkı, Kral Hüseyin (Allenby) Köprüsü’ndeki İzdiham, Yolsuzluk ve VIP Geçişlerdeki Ayrıcalıklı Uygulamalar Nedeniyle Ciddi Sıkıntılar Yaşamaktadır

Mübarek Toprak Filistin çevresindeki ülkelerin, halkı boğmak, canından bezdirmek, onları topraklarından göçe zorlamak ve bu toprakları Yahudilere peşkeş çekmek için adeta birbirleriyle yarıştıkları bir ortamda, Kral Hüseyin (Allenby/Kerame) Köprüsü, Filistinliler için dış dünyaya açılan tek hayat koridoru ve can damarı olma özelliğini koruyor. Ne var ki, normalde sadece bir geçiş noktası olması gereken bu sınır kapısı, özellikle Ürdün tarafında, yolcular için gündelik bir eziyete dönüşmüş durumda. İnsanlık dramlarının, bürokratik engellerin ve siyasi hesapların iç içe geçtiği bu noktada, ortaya kelimenin tam anlamıyla zalimce bir tablo çıkıyor.

Köprüden karşıya geçmek, gidiş-dönüş fark etmeksizin, çoğu zaman on saati bile aşabilen bitmek bilmez bir çileye dönüşüyor. Üstelik bu uzun bekleyiş, en temel insani imkanlardan bile yoksun bir ortamda yaşanıyor. Bu çileyi en ağır yaşayanlar ise yaşlılar, hastalar ve kadınlar oluyor. Çünkü ne oturacak yeterli bir yer var, ne de rahatça bekleyebilecekleri uygun bir köşe...Üstüne bir de yazın kavurucu sıcağı, kışın ise iliklere işleyen soğuğu eklenince, bu yolculuğun yükü insanlar için dayanılmaz bir hal alıyor.

Ürdün yönetimi, kalabalığı azaltma ve geçişleri düzenleme gerekçesiyle kısa süre önce belirli seyahat ofisleri aracılığıyla önceden rezervasyon uygulamasını başlattı. Ancak bu uygulama, yolcuların yaşadığı sıkıntıları daha da artırdı. Ancak gerçekler, bu yeni sistemin, yolcuların işini kolaylaştıracağına, birilerinin tekel kurduğu, yolsuzluk yaptığı ve insanlara eziyet ettiği bir mekanizmaya dönüştüğünü gösterdi. Zira artık sıradan bir vatandaşın istediği tarihe bilet bulması neredeyse imkânsız. Bu durum tabii ki karaborsacıların ve bilet simsarlarının ekmeğine yağ sürdü. İşin en acı tarafı ise bu simsarların genellikle devlet memurları, hatta bizzat köprüde görevli olanlar arasından çıkmasıdır. Yolcular, bazı acentelerle anlaşmalı simsarların biletleri satın alıp, daha sonra fahiş fiyatlara karaborsada sattıklarından şikâyet ediyorlar. Bu alçakça uygulama, acil bir bilet için avuç dolusu para dökmek zorunda bırakılan Filistinli ailelerin sırtındaki bir başka hançer olmuştur! Bu, apaçık planlı bir ihanettir; yolsuzluğun ve şantajın kapılarını sonuna kadar açan bir komplodur! Bu durum, Ürdün rejiminin, kardeşlerimizi o mübarek topraklara gidiş-dönüş işkencesinden bezdirip onları ata yurtlarından sürmek için Yahudi varlığıyla yaptığı kirli ittifakı gözler önüne seriyor.

Karaborsa bir yana, bir de VIP sistemiyle körüklenen apaçık bir ayrımcılık var. Kişi başı 150 dinarı bulabilen fahiş bir ücret ödeyen yolcuya, uzun kuyrukları beklemeden geçme, işlemleri hızla tamamlama ve klimalı lüks otobüslerle yolculuk etme gibi ayrıcalıklar tanınıyor. Kısacası, bu VIP hizmeti, sınırı tam anlamıyla bir sınıf ayrımı sahnesine çevirmiş durumda: Parayı veren düdüğü çalıyor, veremeyen ise bitmek bilmeyen kuyruklarda esir kalıyor. Peki bu düzenin kaymağını kim yiyor? Genellikle, halkı soymak ve paralarını aralarında bölüşmek için Yahudilerle iş tutan Ürdünlü devlet yetkilileri bu düzenin kaymağını yiyor.

Olay sadece kalabalık ve yolsuzluktan ibaret değil; işin çok daha derin bir psikolojik ve siyasi katmanı var. Filistinlilerin gözünde, köprüde yaşanan bu çile, planlı bir aşağılama politikasının bir parçasıdır. Bu, onlara hareket özgürlüklerinin olmadığını, seyahat edebilmek için ya paraya ya da bitmek bilmez bir eziyete katlanma sabrına sahip olmaları gerektiğini anlatan üstü kapalı bir mesajdır. Böylece köprü, insanları birbirine bağlayan bir yol olacağına, yitirilen onurun ve yaratılan toplumsal uçurumun anıtına dönüşmüştür.

Yolcu ise hangi tarafın daha kötü niyetli olduğu konusunda kararsız kalmaktadır: Filistin Yönetimi mi, Yahudi varlığı mı, yoksa Ürdün mü? Çünkü hepsi, sanki anlaşmış gibi, tüm hınçlarını savunmasız yolcudan çıkarmaktadır. Filistin Yönetimi tarafı ise daha çok bir gümrük kontrol noktasına benziyor. Gümrük memurları, insanların yanındaki kişisel eşyalara, ‘Bunlar Mahmud Abbas, oğlu Tarık ve Yönetim’deki diğer kodamanların özel tekeli altındadır’ diyerek utanmazca el koyuyorlar. Yahudi varlığı tarafında da durum farklı değil; burada da insanlar ve eşyaları didik didik güvenlik aramasından geçiriliyor. Ayrıca, Filistinlilerden çıkış yaparken fahiş ücretler talep ediliyor, paralarına el konuluyor ve kişisel eşyaları için bile akıl almaz cezalar ve vergiler çıkarılıyor. Ürdün tarafı da, bir yandan ülkeye giriş vergisi, diğer yandan havaalanı çıkış harcı alıyorlar. Daha da kötüsü, getirdikleri ön rezervasyon sistemiyle insanları öyle bir sıkıştırıyorlar ki, çoğu kişi gücü yetmese de mecburen VIP hizmeti almak zorunda kalıyor. İşin en ironik tarafı ise, insanları bu fahiş fiyatları (kişi başı 150 dinarı bulabiliyor) ödemeye zorladıkları hizmetin topu topu üç kilometrelik bir otobüs yolculuğu olması!

Bir yolcunun şu sözleri, yaşanan dramı belki de en iyi şekilde özetliyor. Yahudi varlığı tarafındaki kontrolü atlattıktan sonra şöyle diyordu: “İnsanlığınızdan utandığınız Yahudi devleti tarafından ayrılıp, adeta küçük bir cehennemin kapısından geçer gibi Ürdün tarafına adım atıyorsunuz” İşte o köprü, en kutsal haklardan olan seyahat hakkının nasıl bir zulme ve aşağılanmaya dönüştürülebildiğinin apaçık kanıtıdır! O köprü, Filistin halkının kendi toprağındaki onurlu direnişini kırmak için kurulan ihanet tezgâhlarının; en adisinden yolsuzluk, soygun ve zengini kayıran ahlaksızlıkla nasıl iç içe geçtiğinin canlı bir anıtıdır!

Aslında köprüdeki manzaraya bakınca, Yahudilerin başrolde olduğu ve Filistin Yönetimi ile Ürdün rejimini birer maşa olarak kullandığı büyük bir komplonun özeti görülür. Bu komplonun amacı çok açıktır: Filistin halkını bezdirmek, direnme güçlerini yok etmek ve en sonunda onları o mübarek toprakları terk etmeye zorlayarak bölgeyi tamamen Yahudilere bırakmaktır. Ürdün rejimi, Yahudilerin en uzun sınırının sadık bir muhafızı rolünü oynamaya devam ediyor. Filistin Yönetimi ise, kendi halkından geriye kalanlara karşı Yahudi varlığının bir casusu ve güvenlik aygıtı gibi hareket etmeyi sürdürüyor. Ancak heyhat heyhat! Ne bu Ruveybida yöneticiler ne de Allah düşmanı Yahudiler, ilahi takdiri ve Allah’ın vaadini değiştirebilecek güce sahip değildir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُقَاتِلَ الْمُسْلِمُونَ الْيَهُودَ، فَيَقْتُلُهُمْ الْمُسْلِمُونَ، حَتَّى يَخْتَبِئَ الْيَهُودِيُّ مِنْ وَرَاءِ الْحَجَرِ وَالشَّجَرِ، فَيَقُولُ الْحَجَرُ أَوْ الشَّجَرُ يَا مُسْلِمُ يَا عَبْدَ اللَّهِ، هَذَا يَهُودِيٌّ خَلْفِي فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ، إِلَّا الْغَرْقَدَ فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرِ الْيَهُودِ“Müslümanlar Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. O harpte Müslümanlar Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; “Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu! İşte arkamda bir Yahudi. Gel, onu öldür” der. Yalnızca Garkad bir şey söylemez. Zira o, Yahudilerin ağaçlarındandır.” [Ahmed]

Devamını oku...

Amerika, Gazze’deki Soykırımı Desteklerken, Diğer Yandan da Güvenlik Ortağı Olarak Özbekistan’a Giriyor!

28 Ağustos 2025’te Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, ABD Başkanı’nın Küresel Ortaklıklar Özel Temsilcisi Paolo Zampolini’yi kabul etti. Cumhurbaşkanlığı basın servisinden yapılan açıklamaya göre “Görüşmede Özbekistan ve Amerika arasındaki stratejik ortaklık ilişkileri ve çok yönlü işbirliğinin genişletilmesi konuları ele alındı.” Görüşmede, ekonomik iş birliği ve güvenlik meseleleri öncelikli gündem maddeleri arasında yer aldı. Açıklamada, bu yıl sonbaharda yapılması planlanan genişletilmiş stratejik ortaklık toplantısının en önemli etkinlik olacağı ifade edildi.

İki ülke arasındaki ekonomik işbirliğindeki büyüme temposuna göre, 2024 yılında mal dolaşımı %15 oranında artmıştır. Hâlihazırda ortak projeler portföyü 11 milyar doları aşmış durumda. Cumhurbaşkanlığı Basın Servisi’ne göre “İki ülke arasında güvenlik, terörizm, aşırıcılık ve yasa dışı göç alanlarında etkin bir işbirliği kurulması teyit edilmiştir.”

Washington, ekonomik nüfuzunu genellikle IMF, Dünya Bankası, IFC gibi güdümündeki uluslararası yapılar ve küresel finans şirketleri üzerinden yürütmektedir. Bu kurumlar üzerinden gelen yatırımın asıl amacı, gelecekte borçları bir şantaj unsuru olarak kullanarak siyasi baskı kurmaktır. Böylelikle ülkenin ekonomisi ve siyasi kararları Washington’un kontrolü altına girecektir. Bunun en bariz kanıtı, Özbekistan’ın kamu borcunun 70 milyar doları aşması ve halkın sırtına binen borç ve vergi yükünün her geçen gün ağırlaşmasıdır.

Amerika ayrıca güvenlik alanında da ‘iş birliği’ sunuyor. Peki Amerika nerede güvenliği sağlamış? Irak’ta mı, Afganistan’da mı, Libya’da mı?! Demokrasiyi savunma örtüsü altında, bu ülkelerde on yıllardır çok sayıda masum insanın kanı dökülmüş, şehirler ve köyler yok edilmiştir. Gazze’de ise Amerika, işgalci Yahudi varlığına verdiği tam destekle tarihin en büyük soykırımına öncülük ediyor; her gün onlarca kadın ve çocuk katlediliyor! Dolayısıyla, Amerika’nın terörle mücadele ve güvenlik işbirliği gibi öne sürdüğü sloganların arkasında, istihbarat servislerini ülkeye sokmayı, iç operasyonlar üzerinde kontrol kurmayı ve Özbekistan’ın değil, kendi güvenliğini garanti altına almayı hedefleyen bir stratejiyi gizlediği kesindir.

Bu nedenle, Amerika’nın ‘ortaklık’ adı altında önerdiği yol, aslında tehlikelerle ve tuzaklarla dolu bir yoldur. Amerika’nın ekonomik ‘yardım’ dediği şey, aslında bir borç ve bağımlılık tuzağıdır. Güvenlik ortaklığı vaadi ise dış kontrole ve istikrarsızlığa açılan bir kapıdır.

Bu yüzden Mirziyoyev yönetimine diyoruz ki sömürgeci nefreti ve doymak bilmez hırslarıyla, başta Gazze’deki kardeşlerimiz olmak üzere tüm dünya Müslümanlarını katleden, açlığa mahkûm eden sömürgeci Amerika ile herhangi bir ilişkiye girmeden önce, en birinci ve en acil göreviniz İslam’ın ve Müslümanların izzetini ve menfaatini korumak olmalıdır. Amerika’nın ikiyüzlülüğe dayalı politikasının, Özbekistan’ı ve tüm bölgeyi tehlikeli jeopolitik oyunlara sürükleyebileceği ve istikrarsızlığa neden olabileceği konusunda uyarıyoruz.

Ey Özbekistan Müslümanları! Rejimin size ‘ekonomik kalkınma ve güvenlik’ diye yutturduğu bu sözde işbirliği, aslında Amerika, Rusya, Çin gibi sömürgeci zalimlerin sırtınıza vurduğu acı kamçısından başka bir şey değildir! Söyleyin bize, bu zalim yönetimin siyasi ve ekonomik baskılarına, kutsal inançlarımıza yaptığı saldırılarına daha ne kadar sessiz kalacaksınız? Alnınıza vurulan bu ‘köle’ ve ‘ikinci sınıf işçi’ yaftasını daha ne kadar taşıyacaksınız?! Uyanın artık! Bütün bu zilletin sebebi, önünüze ‘işbirliği’ diye konulan bu ihanetin ta kendisi değil midir?! Tek bir çıkış yolu var: Allah’ın yasalarını uygulayan bir Hilafet çatısı altında tüm Müslümanlarla birleşmedikçe, bugün maruz kaldığınız bu aşağılanma ve kölelik düzeninden asla kurtulamayacaksınız! Ama şunu bir kez daha aklınızdan çıkarmayın: Başınızdaki idarecilerden hesap sormak, yaptıklarını İslam’ın terazisinde tartmak ve doğru yoldan ayrıldıklarında onları hemen uyarmak yani iyiliği emredip kötülükten alıkoymak boynunuzun borcudur. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

كُنتُمۡ خَیۡرَ أُمَّةٍ أُخۡرِجَتۡ لِلنَّاسِ تَأۡمُرُونَ بِٱلۡمَعۡرُوفِ وَتَنۡهَوۡنَ عَنِ ٱلۡمُنكَرِ وَتُؤۡمِنُونَ بِٱللَّهِ “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. marufu emreder, münkerden nehyedersiniz.” [Ali İmran 110]

Devamını oku...

Trablus’ta Sözde Duygu Festivalleri Adı Altında Düzenlenen Etkinlikler, Şehrin Ümmet Hissiyatından Yoksun Olduğu Algısını Yaratmaya Çalışıyor Bu Yüzden Bu Festivalleri Boykot Edin ve İzinlerini İptal Edin!

Ümmetin kalbine ve acısına yöneltilmiş bu meydan okuma, ilim ve âlimlerin şehri Trablus’a yapılmış bir hakarettir. Trablus ve Şimal Daru’l Fetva’sına bağlı Aile Koruma Komisyonu bu ahlaki çöküşe karşı yayınladığı uyarı bildirisinde şu ifadelere yer vermiştir: “Tarih boyunca alimlerin ocağı, değerlerimizin sarsılmaz kalesi olmuş bu aziz şehirde, son zamanlarda ortaya çıkan ve ahlakımızı dinamitleyen festival, eğlence ve film adı altındaki ahlaksızlıkların tehlikesine karşı uyarıyoruz! Bu faaliyetler, sanat ve kültür kılıfı altında sapkın fikirleri zihinlere zerk etmek için alçakça kullanılmaktadır! Toplumsal koruma bu tür riskler karşısında çok katmanlı ve paydaşlı bir sorumluluktur. Bu sorumluluk aileden ve yakın çevreden başlayıp, eğitimciler, öğretmenler ve din âlimleriyle devam etmekte, sivil toplum kuruluşlarını, belediyeleri, siyasetçileri ve en nihayetinde devlet düzeyindeki karar mercilerini kapsamaktadır...”

Bildiride, Milli Eğitim Bakanlığı, Enformasyon Bakanlığı ve belediyeler başta olmak üzere ilgili kurumlar, söz konusu olumsuz eğilimlerle mücadelede sorumluluk almaya davet edildi. Özellikle belediyelere yönelik açıklamada, toplumun ahlakı ve kültürel değerleriyle çelişen hiçbir etkinliğe izin verilmemesi gerektiği vurgulandı. Ancak sorumlu kurumların, Darü’l-Fetva Aile Komitesi’nin uyarılarını göz ardı ettiği, Gazze’deki halkın yaşadığı acılara ve açlığa kulak tıkadığı, hatta Lübnan’daki Yahudi varlığı ihlallerini bile dikkate almadığı ifade edildi. Belediyelerin, hele de Trablus Belediyesi’nin, işgal altındaki Filistin’le, yiğit ama yaralı Gazze’mizle kardeşlik köprüleri kurup oradaki kardeşlerimize bir lokma ekmek, bir yudum su göndermenin yollarını aramak yerine, kalkıp burada dansöz oynatıp şarkı söyletmek miydi marifet? Sanki Trablus’un bütün sorunlarını çözdüler de, milletin tek eksiği bu soysuz eğlenceler kalmış gibi utanmadan bir de festival düzenliyorlar!

Biz, Trablus’a ve halkına yönelik bu tekrarlanan yönelimin arkasında, ülkenin en tepesindeki güçler tarafından şehrin kimliğini ve ahlaki dokusunu bozmaya yönelik kasıtlı bir planın olduğunu biliyoruz. Milletvekili Necat Saliba’nın Trablus ve diğer şehirlerdeki ‘aşırıcılıkla mücadele’ adı altında hazırlanan bir plandan bahsetmesi, bu durumun en bariz kanıtı değil de nedir?

Ey Trablus’un asil halkı! Ey onun alimleri, hatipleri, önderleri! Ey bu şehrin yiğit Müslümanları! Bu ahlaksızlığa ve peşinden sürükleyeceği felaketlere ‘dur’ demek sizin elinizde! Her kürsüden, her meydandan bu ve bunun gibi soysuz festivallere karşı boykot çağrınızı yükseltin! Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de ve Sudan’da kan ağlayan bir ümmetin parçası olduğunuzu ispatlama göreviniz ise her şeyden daha büyüktür. Söyleyin, ümmetin kanayan yaraları üzerinde tepinircesine eğlenmemiz bize yakışır mı?

Ey Trablus Belediyesi! Siz bu şehrin öz evlatlarısınız, köklü kimliğinin temsilcilerisiniz. Dans ve şarkı festivalleri Trablus’un ruhuna ait değildir! Trablus, kendi acısına rağmen her mazluma sığınak olmuş bir şehirdir ve olmaya da devam etmektedir. Bu yüzden bugün genel ahengin dışına çıkmayın ve o festivalin ruhsatını derhal iptal edin.

Biz Lübnan ve bölgeyi etkisi altına alan bu baskın seküler dalga karşısında durumun ne denli çetin olduğunun idrakindeyiz. Ancak biz, bu ümmetin özünde tükenmemiş bir iyilik potansiyeli barındırdığına da yürekten inanıyoruz. Ne var ki bu potansiyel, Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın belirttiği ilkeye uymadığı sürece, ne somut bir güce dönüşebilir ne de hakiki kimliğine kavuşabilir:

وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ * وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِن بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُولَٰئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” [Ali İmran 104]

Bizim çağrımız, hayra çağrı, marufu emretme ve münkeri yasaklama çağrısıdır! Bu davet, ihtilafı değil, birliği hedefleyen bir davettir.

Ey Trablus’un halkı, şeyhleri, hatipleri, Müslüman evlatları ve belediyesi! Siz Allah’ın izniyle bu sese kulak verecek liyakat ve erdeme sahipsiniz. Gelin, hep birlikte Allah’ın safında olalım.

وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَن يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ“Allah sizinle beraberdir ve amellerinizi asla zayi etmez.” [Muhammed 35]

Devamını oku...

El Ariş Limanı Mahallesi Yeni Bir Varrak Mı? Halkının Yerinden Edilmesi, Zoraki Bir Yatırım mı, Yoksa Zorla Yerinden Etme Suçu mu?

El-Ariş kenti, Mısır halkının çektiği sıkıntıların yeni bir evresine tanıklık ediyor. Sahnede yine, insanı kendi yatırım planları ve kâr hırsı önünde bir engel olarak gören bir yönetim anlayışı var. Yıllarca süren bir sessizliğin ve Liman Mahallesi halkına dokunulmayacağına dair verilen yalan vaatlerin ardından halk, bir sabah rejimin buldozerlerinin evleri yıktığını ve sakinleri köklerinden söküp attığını görünce dehşete düştü. Bu vahşi saldırı sırasında evlerin mahremiyetine, insan onuruna ve Allah’ın Subhânehu ve Teâlâ’nın insanlara kendi toprakları ve mülkleri üzerinde meşru kıldığı haklara zerre kadar saygı gösterilmedi

Yönetim, Temmuz 2025’te El Ariş Limanı genişleme projesinin 4. ve 5. etaplarını hayata geçirmeye başladı. Bu kapsamda, rejimin ilan ettiği “kamu yararı” alanı içinde yer alan binden fazla konut ve ticari yapıdan, ilk etapta yaklaşık 180 konutun hedef alındığı bildirildi. Yıkım operasyonları sürerken zorla yerinden edilmeye karşı sloganlar atan bölge halkının geniş çaplı protestolar düzenledi. Polis, eylemlere gözaltılar ve psikolojik baskıyla karşılık verdi. Ne acıdır ki bu, artık ezberlediğimiz bir senaryo. Rejim ne zaman bir toprağı, halkına zerre faydası dokunmayacak bir avuç yatırımcı veya bir beton projesi için gözüne kestirse, aynı tanıdık film yeniden başlıyor.

Valilik, tahliye edilen halka başka bölgelerde küçük arsalar ya da daireler gibi sözde alternatifler ve tazminat paketleri sunduğunu duyurdu. Ancak mahalle sakinleri, sunulan tazminatın, stratejik ve seçkin bir konumda bulunan arazilerinin gerçek değerini karşılamadığını, bu durumun liman ve çevresindeki büyük çaplı gelecekteki yatırımlara kapı araladığını, bu yatırımların kârının rejime bağlı küçük bir azınlığa gideceğini, yerli halkın ise mağdur edileceğini belirtiyor.

El Ariş Limanı’nın, Süveyş Kanalı Ekonomik Bölgesi’ne dahil edildiğinden bu yana rejimin ilgi odağı haline geldiği, iştahını kabarttığı, limanı genişletip ülkenin ham maddelerinin ve diğer ürünlerin ihracat kapısı hâline getirmek için milyarlarca cüneyhlik rant projesinden bahsedildiği biliniyor. Aslında bu hikâye bize hiç de yabancı değil. El Ariş’te yaşananlar, doğası gereği, birkaç yıl önce Kahire’nin kalbindeki Maspero Üçgeni’nde sahnelenen oyunun acı bir tekrarından başka bir şey değil. Bu proje, Kahire’nin kalbindeki Maspero Üçgeni’nde yoksul halkı yurtlarından sürdükten sonra bölgeyi büyük emlak baronları için iştah kabartan bir rant alanına dönüştürme alçaklığının aynısıdır. Bu alçaklık, aynı zamanda Varrak Adası’nda yaşanan facianın da bir kopyasıdır. Ada sakinleri de, adayı BAE ve diğer yabancı sermayedarlara peşkeş çekmek için uydurulan sahte kalkınma yalanıyla, yıllardır bitmeyen tehditler ve zorla sürgün girişimleriyle karşı karşıyalar.

Bütün bu alçaklıkların ortak ve değişmez noktası şudur: Devletin yatırım kokusu aldığı her toprak önce haritalarda sararıyor, sonra kapılara mühür düşüyor. Geriye, zorla tahliyenin aynı hikâyesine sürüklenen insanlar kalıyor. Devlet artık kendini halkın işlerinin güdücüsü ve çıkarlarının bir emanetçisi olarak görmemektedir; devlet, artık elindeki toprağı parsel parsel pazarlayan bir emlakçıya dönüşmüştür. Bu toprağın kadim sahipleri olan insanlara, sanki onlar piyasanın acımasız planları ve bir avuç kapitalistin bitmek bilmeyen hevesleri uğruna kurtulunması gereken bir nüfus fazlasıymış gibi bakmaktadır.

Yaşanmakta olanlar, insanların haklarına yönelik alçakça bir saldırı ve İslam’ın ahkâmına (hükümlerine) apaçık bir muhalefettir. Zira Allah Subhânehu ve Teala mülkiyeti üç kısma ayırmıştır: Bireysel mülkiyet, kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyeti. Bu mülkiyetin her birinin kendine özel hükümleri ve sınırları vardır, asla çiğnenemezler. İnsanların üzerinde yaşadığı ve atadan dededen miras aldığı topraklar, bireysel mülkiyetlerdir. Devletin bu topraklara şer’î bir hak olmaksızın el koyması caiz değildir. Örneğin arazi işletilmezse veya başkalarına zarar verecek şekilde kullanılırsa o zaman devlet el koyabilir. “Geliştirme” veya “kamu yararı” bahanesiyle insanların arazilerine zorla el koyup sonra yatırımcılara ve tüccarlara peşkeş çekilmesi, insanların mallarını batıl yolla yemek demektir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَن تَكُونَ تِجَارَةً عَن تَرَاضٍ مِّنكُمْ“Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret hâli müstesna, mallarınızı batıl (haksız ve haram yollar) ile yemeyin.” [Nisa 29] Dahası insanları zorla yuvalarından söküp atmak, evlerini başlarına yıkmak, dinin en katı şekilde yasakladığı o karanlık kapıdan, yani zulüm kapısından içeri girmek demektir. Ama en büyük, en affedilmez zulüm, çoban olması gerekirken kendi sürüsüne saldıran kurdun, yani halkını koruması gerekirken onlara zulmeden yöneticinin zulmü değil midir?

Ayrıca, rejimin arkasına sığındığı “kamu yararı” bahanesinin, bu denli geniş ve lastikli anlamıyla Şeriat’ta hiçbir aslı yoktur. Aksine bu, Kapitalist nizamlardan sızmış yabancı bir mefhumdur. İslam’da ise, amellerin ölçüsü soyut bir maslahat veya yatırım değil, yalnızca Allah’ın Şeriatı’dır. Bir liman inşası ya da bir projenin genişletilmesi Müslümanlar için faydalı olsa dahi bu, insanlara zulmü ve mülkiyetlerine haksız yere el konulmasını asla meşrulaştırmaz.

İslam’da bir arazi, nehirler, madenler ve büyük tesisler gibi kamu mülkiyeti ise, o tüm tebaanın (halkın) malıdır. Devlet sadece onu yönetmek ve faydasını herkese eşit olarak dağıtmakla yükümlüdür. Devletin, insanları yurtlarından edip topraklarını şirketlere peşkeş çeken bir alete dönüştürülmesine gelince; işte bu batıldır! Bu batılı yapmak da, kabul etmek de, ona sessiz kalmak da caiz değildir!

El Ariş, Varrak ve Maspero’da yaşananlar; Mısır’ı uluslararası sömürgeci yatırım projelerine bağlamayı ve hem toprağı hem de insanları birer alet haline getirip yerli ve yabancı kapitalistlerin alçakça planlarının hizmetine sunmayı hedefleyen zalim rejimin uzun ihanet zincirinin sadece bir halkasıdır. Ve işte bu yüzden, ne zaman bir toprağın altında ekonomik bir değer parıldasa, o tanıdık ve acımasız oyun yeniden sahneleniyor: Önce yuvalar sökülüp atılıyor, insanlar evsizleştiriliyor, karanlık odalarda imzalar atılıyor ve işlenen cinayeti unutturmak için, adına “tazminat” dedikleri üç kuruşluk bir rüşvet sunuluyor.

Bu meselenin çözümü, ancak ve ancak bu alçakça politikaların kökünden reddedilmesiyle, onları uygulayan ve halkı boyun eğmeye zorlayan bu zalim rejimin söküp atılmasıyla ve yerine Allah’ın indirdikleriyle hükmeden Hilafet Devleti’nin kurulmasıyla mümkündür! Hilafet, halkın mülkiyetini koruyacak, zulmü engelleyecek ve kamu hizmetlerini şirketlerin değil, ümmetin maslahatı (yararı) için yönetecektir.

Bugün El Ariş halkımızın başına gelenler, tüm Mısır halkının kulaklarında çınlaması gereken bir tehlike çanı olmalıdır! Bu tehcirin (zorla sürgünün) sadece belirli bir bölgeyle sınırlı kalacağını zannedenler büyük bir yanılgı içindedir. Rejimin gözünde kârlı bir anlaşmaya denk gelen her karış toprak tehdit altındadır ve sözde “kalkınma” vaat edilen bir sahilde, bir adada veya bir şehrin kalbinde yaşayan her aile, evinden sürülme tehdidi altındadır! Nasıl ki dün Maspero halkı evlerinden sökülüp atıldıysa...Nasıl ki yıllardır Varrak halkının boğazı sıkılıyorsa... İşte bugün de El Ariş halkı, aynı acı kaderle yüzleşiyor.

Ey Mısır Kinane halkı! Unutmayın ki, rejimin Varrak Adası’nda durmayan zulüm eli, El Ariş mahallesiyle de yetinmeyecektir! Aksine, içinde zerre kadar bir ayrıcalık ve yatırım potansiyeli gördüğü her karış toprağa uzanacaktır. Ve o toprakları zorla, baskıyla, zorbalıkla gasp edecektir! Rejime karşı durmak, Varrak halkına saldırmasını ve arazilerine el koymasını engellemek şeri bir görevdir. Eğer bugün onları yüz üstü bırakırsanız, rejim teker teker arazilerinize çökecektir. Sonra da “Ben aslında aslan beyaz öküzü yediği gün yenilmiştim.” diyeceksiniz. Varrak halkını rejim karşısında yalnız bıraktığımız gün saldırıya uğradık. Gelin, haklarınızı ve servetinizi peşkeş çeken, arazileriniz ve geçiminiz konusunda sizinle mücadele eden, dininize savaş ilan eden bir rejime karşı tek bir duruş ilan edelim.

Ey Kinane ordusundaki samimi insanlar! İbn Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- Şam’da zindandayken, cellat yanına geldi ve ona dedi ki: “Beni bağışla şeyhimiz, ben bir memurum. Bunun üzerine İbn Teymiyye şöyle dedi: Vallahi sen olmasaydın, onlar zulmedemezlerdi!” Vallahi siz olmasaydınız rejim Mısır ve halkına zulmedemezdi, onlara ceberutluk yapamazdı. Şimdi yaptığı gibi onları köleleştiremezdi. Allah’a andolsun ki Kıyamet Günü sorumlu olacaksınız. O gün Mevla Azze ve Celle size şöyle seslenecek:

وَقِفُوهُمْ إِنَّهُمْ مَسْئُولُونَ * مَا لَكُمْ لا تَنَاصَرُونَ“Durdurun, tutuklayın onları! Çünkü onlar yaptılarından hesaba çekilecekler. Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?” [Saffat 24-25] Ne rejim, ne malı, ne makamı, ne de sağladığı, dininizi, şerefinizi ve saygınızı satın aldığı ayrıcalıklar size fayda sağlamaz. Allah ile karşılaşacağınız güne hazırlanın. İnsanlar boynunuza sarılıp, “Ya Rabbi, bizi yüzüstü bıraktılar, bizi düşmanımıza ve senin düşmanına terk ettiler” diyeceklerdir. Şeri göreviniz, insanları bu rejimin zulmünden korumak ve onlara zulmetmesini önlemektir. İnsanların güdümünü garanti eden, hak ve haysiyetlerini koruyan öncelikli göreviniz, tüm araçları, sembolleri ve uygulayıcıları ile bu sistemi kökünden söküp atmak ve Nübüvvet metodu üzere Hilafeti kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için çalışanlara destek olmaktır. Hilafet, insanları zalimin zulmünden koruyacak, onur ve gururlarını iade edecektir. Bu sizin görevinizdir ve Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bu görevden hesaba çekileceksiniz. Acele edin, umulur ki Allah kalbinizi açar da Mısır sizinle aydınlanır. Allahım bu günü hızlandır.

وَلَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرِيقاً مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالْإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.” [Bakara 188]

Devamını oku...

Katiba Günü: Laik Anayasacılığın Altmış Yıllık İflasıdır!

27 Ağustos 2025, Kenya’nın 2010 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinin 15’inci yıldönümüdür. “Dönüştürücü” olarak nitelendirilen bu anayasa, eski düzenin yarattığı on yıllarlık istikrarsızlık ve kaosa bir son vermek amacıyla tasarlanmış; ülkeye köklü siyasi, sosyal ve ekonomik reformlar vadetmişti.

Bu bağlamda, Hizb-ut Tahrir / Kenya olarak biz aşağıdaki noktaları açıklamak istiyoruz:

Anayasanın yürürlüğe girmesinden bu yana, Kenya’daki anayasal krizler genellikle şu konular etrafında yoğunlaşmıştır: Uygulama eksiklikleri, seçim anlaşmazlıkları, güçler ayrılığı, cinsiyet kotası kuralı, anayasa değişikliği süreci. Kenya’nın ilk Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Dr. Willy Mutunga, 2010 Anayasası’nın ilerici (progressive) bir belge olduğunu ve tam olarak uygulanmasının en az 20-30 yıl süreceğini sıkça belirtmiştir. Yeni bir anayasanın, sömürge döneminden miras kalan derin yaraları sihirli bir değnekle iyileştireceği umudu vardı. Ancak on beş yıl, bu umudun ne denli yersiz olduğunu görmek için fazlasıyla yeterli bir süredir. Karşımızdaki manzara, seküler anayasacılığın vaatlerini yerine getirmede nasıl da aciz kaldığının acı bir tablosudur.

Siyasi erkin çıkarları, temel ilkelerin ve hatta bizzat anayasanın bile önüne geçtiği için, insan yapımı anayasalar siyasi aktörler tarafından kolaylıkla manipüle edilebilmektedir. Kenyalıların 2010 referandumundan sonra oyladığı yeni anayasanın temeli, özünde sömürge anayasasından farksızdır. Çünkü sömürge anayasası da yeni anayasa da egemenliği insana vermektedir. Yaratıcı Allah’ın mutlak egemenliğini (hâkimiyetini) inkâr etmektedir. Oysa Allah insan, hayat ve kâinatın Yaratıcısıdır, hidayet ve yasama sadece O’na aittir. Kötücül Kapitalist ideolojinin boy verdiği demokratik anayasaların kusurlarından gerçek anlamda kurtuluşu sağlamak için; aydınlar, akademisyenler ve siyasetçiler de dâhil olmak üzere hayatın her kesiminden insanı, asla değişikliğe ve tahrifata uğramayan ve benmerkezci liderlerin oyuncağı olmayan ilahi hidayeti (rehberliği) ikame etmek için çalışmaya davet ediyoruz. Şüphesiz ki insan, Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan gelen bir hidayete muhtaçtır. Bu kurtuluş fikrinin ne anlama geldiğini en güzel anlatanlardan biri, İslam’ın ilk yıllarında yaşamış bir elçi olan Rib’î bin Âmir’dir. “Biz, Allah’ın, insanları kula kul olmaktan kendisine kulluğa, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine ve batıl dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine çıkaralım diye gönderdiği bir toplumuz.”

Anayasa, yönetim sistemin yapısını belirleyen, yönetenler ve yönetilenler arasında bir sözleşme oluşturan, halkın ideolojisini ve değerlerini yansıtan ve hayatın tüm alanlarını düzenleyen temel bir metin olarak tanımlanmaktadır. Bu perspektife göre, kapsamlı bir ideoloji olarak İslam, meşruiyetini ilahi hukuktan alan sarih (açık) bir anayasa gerektirmektedir. Böyle bir anayasayı ancak ve ancak Hilafet Devletiyle uygulamak mümkündür. Hilafet, Allah’ın izniyle pek yakında Müslüman ülkelerin birinde kurulacaktır.

Devamını oku...

Yahudi Varlığı Kolonyal Bir Projedir ve Hollanda Onun Temel Direğidir

Medya, Yeni Sosyal Sözleşme Partisi’nin hükümetten çekilmesini, Gazze’deki vahim insanlık dramından ötürü partinin tüm politikalarını terk ettiği şeklinde yorumlayıp, hemen bu hamleye ilkeli bir duruş yaftasını yapıştırdı! Fakat bu son derece yanlış bir algıdır! Zira söz konusu partinin koalisyondan ayrılması, ahlaki bir öfkenin tezahürü olmayıp siyasi hesap ve stratejilerin bir sonucudur. Dolayısıyla bu hamle, Yeni Sosyal Sözleşme Partisi’ni sömürgeci proje olan Yahudi varlığının dışına itmez, tam tersine, bu yapının ne kadar derinden bir parçası olduğunu gözler önüne serer.

Yahudi devleti, en başından beri İslam coğrafyasının kalbine saplanmış sömürgeci bir projedir. Bölgeyi bölmek ve zayıflatmak amacıyla kurulmuştur ve varlığını Batı çıkarları için bir ileri karakol vazifesi görmek üzere sürdürmektedir. Hollanda da on yıllardır bu projenin bir parçasıdır. İster VVD, ister BBB, isterse NSC olsun; hepsi Yahudi varlığını bir devlet olarak tanımakta ve desteklemektedir. Bu nedenle, bir asırdan uzun süredir Filistin halkını baskı altında tutan sömürgeci projeyi de desteklemektedirler.

Mevcut hükümet ile Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) arasındaki fark tamamen şekilseldir. Koalisyon, Netanyahu’nun soykırım politikasını açıktan desteklerken, NSC ise kurulduğu günden beri aynı politikaları örtük bir biçimde benimsemiştir. Bu partilerin problemi hiçbir zaman işgal, etnik temizlik veya sömürgeci vakıanın kendisiyle olmayıp, problem, Netanyahu’nun savunulması güç olan bu politikaları uygulama metodolojisi ile ilgilidir. Dolayısıyla onların hükümetten ayrılmalarının sebebi Gazze ile dayanışma göstermek değil, üç temel çıkar hesabıdır: Birincisi, BM’nin artık soykırımı açıkça dillendirmesiyle artan uluslararası baskı. İkincisi, Lahey’deki dev protestoların tetiklediği iç kamuoyu baskısı. Üçüncüsü ise tarihin yanlış tarafında kalmanın getireceği seçim maliyetinden duyulan korku.

Filistinliler açısından değişen bir şey yoktur. Istırap, yaklaşık iki senedir sürmektedir. On binlerce can katledilmiştir, çocuklar bir lokma ekmek için can çekişmektedir ve koca şehirler birer moloz yığınına çevrilmiştir. NSC bütün bu vahşeti bir tiyatro izler gibi, suç dolu bir sessizlikle izlemiştir. Bu riyakârlığa son verdikleri an, masumların kanının dökülmeye başladığı an değil, kendi siyasi ikballerinin tehlikeye girdiği andı.

İşte bütün bu tablo, Hollanda’nın Yahudi varlığının gelip geçici bir piyonu olmadığını, aksine bütün o Batılı sömürge canavarının en temel direklerinden biri olduğunu haykırmaktadır. Yahudi varlığı, yolunu şaşırmış sıradan bir devlet değildir; O, doğası gereği sömürgeci mantığın ete kemiğe bürünmüş halidir. Hollanda’daki partiler bu canavarca projeyi tanıdığı ve beslediği sürece, dökülen her damla kanda onların da payı olacaktır.

İşte bu yüzden Gazze’nin kurtuluşu, Batılı liderlerin o meşhur ‘merhametine’ asla bağlı olmayacaktır; ne Lahey’den bir umut vardır, ne Brüksel’den, ne de Washington’dan! Bu hükümetler tarafsız değildir; bilakis, Yahudi devletinin İslam topraklarında temsil ettiği sömürgeci yapının mimarları ve bekçileridir.

Gerçek kurtuluş, Müslümanların bu projeyi bizzat reddedip birleşmesiyle gerçekleşecektir. Ümmet, birliğini yeniden tesis edip Batı uydusu olmayan, bilakis İslami referanslara göre işleyen kendi siyasi otoritesini kurduğu zaman Filistin özgürleşecek ve onunla birlikte insanlığın kalanı da kapitalizmin ve sömürgeci hegemonyanın boyunduruğundan kurtarılacaktır.

Devamını oku...

Almanya Müslümanlara Karşı Daha Büyük Bir Düşmanlık Sergiliyor Ve Şu Anda Yahudi Varlığına Avrupa Yaptırımlarının Uygulanmasını Reddediyor

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Almanya Müslümanlara Karşı Daha Büyük Bir Düşmanlık Sergiliyor

Ve Şu Anda Yahudi Varlığına Avrupa Yaptırımlarının Uygulanmasını Reddediyor

Haber:

Cumartesi günü Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da düzenlenen Avrupa Birliği toplantısı sırasında Almanya Dışişleri Bakanı Johann Wadephull, Gazze Şeridi'ndeki felaket niteliğindeki insani durumun akabinde Berlin'in şu anda Avrupa Komisyonu'nun Yahudi varlığına yaptırımlar uygulanması önerisini kabul etmeyeceğini açıkladı.(Arab48, 30/8/2025)

Yorum:

Bugün Müslümanların, tüm ülkelerin kendilerine karşı tutumlarını izlemesi gerekir; her ne kadar bazı yabancı ülkeler Yahudi varlığını eleştirse de diğer bazı ülkeler ise tüm güçleriyle onun katliamlarını desteklemektedir. Batı ülkelerinden bunu beklemek doğal olsa da, Batılı ülkelerin tutumları farklılık göstermektedir. Gazze'deki insani durumun, durumu tersine çevireceği ve birçok kişinin düşüncesini değiştireceği sanılıyordu ancak Müslümanlara büyük bir düşmanlık besleyen Batı ülkeleri tutumlarını hiç değiştirmediler.

İslam'a düşmanlık eden küfür ülkelerinin büyük başları Amerika, İngiltere ve Fransa olsa da ancak özellikle Almanya'nın Müslümanlara en şiddetli düşman olan Batı ülkelerinden biri olarak ortaya çıkışının bu derecede olması beklenmiyordu. Gazze'de Yahudilerin katliamlarının yaşandığı dönemde Almanya'da hükümetlerin değişmesine rağmen, ancak Almanya, Yahudi varlığına destek verme ve Gazze ve Gazze dışındaki Müslümanlara karşı çıkma konusundaki kararlığına devam etmiştir.

Avrupa Birliği'nin bu önlemi, hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayan boş laftan ibaret olup Yahudi varlığına yönelik hafif bir boykottan bahsetmesine rağmen Almanya bu önlemi bile reddetmiş, savaş dönemi boyunca Yahudi varlığına silah ve teçhizat sağlamış, uluslararası ceza mahkemelerinde Yahudi varlığını savunmuş, Almanya'daki aktivistlerin Yahudilerin Gazze'deki katliamlarını protesto etmelerini ve kınamalarını engellemiş, bu aktivistleri tutuklamış ve diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir şekilde onlara sert kısıtlamalar getirmiştir.

Almanya'nın Müslümanlara karşı bu derin düşmanlığı ve Yahudilere bu kadar büyük destek vermesi, Müslüman yöneticilerin kendi ciltlerinden olan evlatlarına karşı Batı'nın yanında yer almalarından kaynaklanmaktadır. Zira bu yöneticilerden hiçbiri, ticaret, sanayi veya Müslüman ülkelerden gelen gaz ve petrol tedarikindeki Almanya'nın çıkarlarını tehdit etmemiştir.Tüm bunlar Alman siyasetçilerin İslam düşmanlığında kendilerini güvende hissetmelerini sağlamıştır; zira onlar tarih boyunca siyasi pervasızlıklarıyla öne çıkmışlardır. Bu yüzden durumu gerektiği gibi değerlendiremiyorlar ve hızla düşmanlık dalgalarına kapılarak çoğu zaman Almanya için felaketle sonuçlanan politikalar benimsiyorlar.

Bugün Almanlar, Nazi tarihleri ve Avrupa'daki Yahudilere yönelik katliamları için kefaret ödediklerini iddia ediyorlar;bu nedenle her yerde Müslümanlara karşı katliamlar gerçekleştirmelerine destek veriyorlar ve Gazze, Almanya'daki herhangi bir kör insandan bile uzak değildir. Nitekim Almanya bu dar görüşüyle Batı'ya teslim olması bakımından İslam ülkelerinin gerçekliğinin bu şekilde kalmaya devam edeceğini sanıyor ama değişimin gelmekte olup yaklaştığını fark etmiyor.

Almanya, Müslümanlara karşı derin düşmanlığı ve bu düşmanlığın şiddeti konusunda Amerika, İngiltere ve Fransa gibi zor bir eşikten geçmekte ve şunu unutmaktadır; eğer Almanya kendi tarihinden ders almış olsaydı bu ülkeler milyonlarca Alman'ı öldürürken, Müslümanların tek bir Alman'ı bile öldürmediğini görürdü. Ancak kendisi bu ülkelerin kuyruğuna takılmakta ve geleceği hiç düşünmeden İslam düşmanlığına öncülük etmektedir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Bilal Et-Temimi

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER