Pazar, 02 Cumade’s Sânî 1447 | 2025/11/23
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Ey Sudan Halkı! Amerika Sudan’daki Savaşının Meyvelerini Toplamak İçin Adımlarını Hızlandırıyor; Darfur’u Bölmesine İzin Vermeyin!

ABD Başkanı Donald Trump, ABD-Suudi Yatırım Forumu’ndaki konuşması sırasında, Prens Muhammed bin Selman’ın Sudan’daki krizin çözülmesini talep ettiğini belirterek, Veliaht Prens’in durumu izah etmesinden yarım saat sonra meseleyi incelemeye başladığını söyledi! Trump, Truth Social sitesinde, savaşı derhal durdurmak için başkanlık nüfuzunu kullanacağını yazdı!

Bunun hemen ardından, Egemenlik Konseyi Başkanı Burhan, X platformunda yaptığı paylaşımda “Teşekkürler Prens Muhammed bin Selman, Teşekkürler Başkan Donald Trump” ifadelerini kullandı. Ardından Konsey, sanki önceden hazırlanmış bir metni okurcasına, “Suudi Arabistan ve ABD’nin barış çabalarını memnuniyetle karşılıyoruz” diyerek teslimiyet bayrağını çekti.

Peki ne oldu da düne kadar seferberlik, milisleri yok etme ve toprakları kurtarma naraları atanlar, bir anda barış güvercini kesiliverdiler? Sudan halkının beklediği barış söylemine eviriverdiler?

Amerika’nın, bizzat körüklediği bu savaşın meyvelerini toplamak istediği apaçık ortada. Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK), Darfur’un tamamını ele geçirmesinin, Kordofan’a yayılmasının ardından Amerika şimdi, ordu ile isyancıları eşit saymak ve aynı masaya oturtmak için Dörtlü İttifak üzerinden dayattığı o kirli planı devreye sokuyor. Bugün Egemenlik Konseyi ve bazı siyasi çevrelerin coşkuyla karşıladığı çözüm, dörtlü mekanizmanın daha önce sunduğu ve orduyla Hızlı Destek Kuvvetleri’ni eşitleyen aynı çözümdür. Amerika’nın bu aceleciliği ise Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin Sudan’a yeniden nüfuz etmesini engelleme çabasından kaynaklanmaktadır. Avrupa, El Faşir’de işlenen vahşetleri gerekçe göstererek Sudan’a müdahale kapısını aralamak istemektedir. Nitekim ABD Başkanı’nın Danışmanı Massad Boulos şöyle bir tweet atmıştır: “Başkan Trump’ın liderliğinde, insani bir ateşkesi kolaylaştırmak ve şiddeti körükleyen dış askeri desteği taraflar için sona erdirmek amacıyla ortaklarımızla birlikte çalışıyoruz.”

Amerika’nın Sudan savaşını bitirmek için adımlarını hızlandırmasının sebebine gelince; bu, Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin Sudan’a müdahalesinin önünü kesmek içindir. Zira bu lanetli savaşın sebeplerinden biri de, sözde “Çerçeve Anlaşması”nı ortadan kaldırarak İngiltere ve adamlarını sahneden uzaklaştırmaktı ve bu gerçekleşti de. Avrupa, El Faşir’de işlenen vahşetleri gerekçe göstererek Sudan’a müdahale kapısını aralamak istemektedir. Nitekim Avrupalı bir diplomatik kaynak, 18 Kasım 2025 Salı günü El-Arabi TV’ye verdiği demeçte, AB dışişleri bakanlarının silah ambargosunun tüm Sudan topraklarını kapsayacak şekilde genişletilmesi yönünde baskı uygulayacaklarını vurguladı. Birleşmiş Milletler Acil Yardım Koordinatörü Tom Fletcher, Darfur bölgesine gerçekleştirdiği ziyaretin ardından özellikle El-Faşir şehrindeki durumu “bir korku manzarası ve suç sahnesi” olarak tanımladı.

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak biz, Amerika’nın Sudan’a müdahalesinin oluşturduğu büyük tehlikeye karşı geçmişte olduğu gibi bugün de uyarıyoruz ve uyarmaya da devam edeceğiz. ABD’nin Güney Sudan’ı sözde barış adına ayırdığını biliyoruz. Bugün de aynı yöntemle, yani “savaşı durdurma ve barış” yalanıyla Darfur’u bölmeye çalışmaktadır. Ajanı Hamideti’ye Darfur’da alan açtı ve orada paralel bir hükümet kurmasına göz yumdu. Özel elçisi Massad Boulos ise hâlâ iki taraftan söz ederek Sudan ordusu ile Hızlı Destek Güçleri’ni eşit saymaktadır. Daha önce Sudan hükümeti ile asi milis John Garang arasında da aynı yöntemi izlemişti!

Ey Sudan halkı! Amerika’nın deliğinden iki kez ısırılmayın. Hemen ayağa kalkın ve Rabbinizin size emrettiği gibi İslam’ın hükümlerine dönerek Amerika’nın Darfur’u bölme planını boşa çıkarın. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً“Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” [Nisa 59] Amerika’nın planlarını uygulayanlara engel olun ve onları hakka döndürün. Nübüvvet Metodu üzere Hilafeti kurmak için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışın. Hilafet, ülkemizin birliğiyle oynayanların elini kesecektir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Devamını oku...

Gazze, Güvenlik Konseyi ve Barış Konseyi Kararının Acı Hasadını Topluyor

BM Güvenlik Konseyi’nin kararından sadece birkaç gün sonra Gazze halkı, bu kararın bedelini ödemeye başladı. Yirmi dört saatten kısa bir sürede, çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere otuz dört insan şehit düştü. Bunun yanı sıra onlarca yaralı, açlık ve dondurucu soğuk altında can çekişmektedir. İşte bu temiz kanlar; Amerika’ya Gazze Şeridi üzerinde vesayet ve manda yetkisi veren, ona dilediği gibi başları vurma imkânı tanıyan kararın gerçek anlamıdır. Aynı karar, Batı Şeria’daki Filistin halkının kanını, malını ve topraklarını görmezden gelmiş, Yahudi varlığının elini serbest bırakmış, saldırıları Gazze’yi aşarak Lübnan’daki Ayn el-Hilve Kampı’na kadar uzanmıştır. Dahası mücrim Yahudi varlığının başbakanı, sanki kendi toprağıymış gibi Şam topraklarında dolaşmaktadır. Türkiye, Pakistan, Endonezya, Suudi Arabistan, Katar, Mısır, Ürdün ve BAE’deki yöneticiler ise; Güvenlik Konseyi daha karar almadan önce yayınladıkları ortak bildiriyle Yahudilerin elini serbest bırakmışlar, ülkede diledikleri gibi at koşturmalarına izin vermişler, Gazze’yi Trump’ın mülkü kılmışlar ve Gazze halkını da ona ve Yahudi varlığına “Kara Saray’ın” eşiğinde kurban olarak sunmuşlardır.

Ümmet, Gazze’de akan kanı, açlıktan bitkin düşen halkını ve boğucu kuşatmayı gördükçe öfke seline boğulurken, hain yöneticiler suçlu Yahudi varlığıyla el ele yürümekte, sözde kınama ve reddiye açıklamalarıyla ihanetlerini örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Ama kuşatma onları rezil rüsva etmiştir, zilletlerini açığa çıkarmış, Yahudi varlığına giden silah ve mühimmatlar onları ele vermiştir.

Artık yüzlerindeki ihanet peçesi düşmüştür! Amerika ve Yahudilere Gazzeli mücahitlerin silahını ve halkının kanını teslim ederek İslam’a savaş açmışlardır. Gazze’yi Amerikan vesayetine teslim etmişlerdir. Bu kadar cürümden sonra susmak olur mu? Susmak, onların suçuna ortak olmak ve rıza göstermek anlamına gelmez mi?

Gazze’de ölüm daha da yaygınlaşmadan ümmetin ve ordularının harekete geçmesi farzdır. Hatta İngiliz postalları bu topraklara değdiği gün harekete geçilmesi farzdı! Dökülen her damla kan, orduların gecikmesinin sonucudur. Harekete geçilmeyen her gün, Filistin halkı için ölüm, açlık ve kahır demektir.

Artık iş haddi aşmış, bıçak kemiğe dayanmıştır. Yöneticiler Gazze’yi, halkını, tüm Filistin’i ve kutsallarını yok pahasına satmışlardır. Artık Ümmetin öfkesi bir volkan gibi patlamalı! Bu öfke tüm ihanet planlarını yakmalı, tüm vesayet kararlarını eritmeli ve Müminlere düşmanlık eden rejimlerin tahtlarını söküp atmalıdır. Bu öfkeyi ancak Mescid-i Aksa’da kılınacak Özgürlük Namazı ve Mescid-i Aksa’nın yeniden İslam’ın ve ordusunun gölgesi altına girmesiyle Allah’a yapılacak şükür secdesi söndürmelidir!

O gün gelene kadar, ümmeti ve orduları harekete geçirmek için çırpınan sadık kullar müstesna kimse bu yüz üstü bırakma günahından kurtulamayacaktır. O şehit kanları, o korku içindeki canlar ve Mescid-i Aksa, yarın Allah’ın huzurunda duracak ve haklarını alana kadar bu ümmetten davacı olacaklardır!

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ دَمَّرَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلِلْكَافِرِينَ أَمْثَالُهَا * ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ“Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Allah onları yere batırmıştır. Kâfirlere de onların benzeri vardır. Bu, Allah’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcıları yoktur.” [Muhammed 10-11]

Devamını oku...

Kapitalist Sistemde Bankalar: Hakikati, İşlem Gerçeği ve Şer’î Hükmü

Resmi kurumların mevcut bozuk mali düzeni aklamak için çırpındığı bir dönemde, Mısır Fetva Kurumu’ndan (Darul İfta) şaşırtıcı bir açıklama geldi: Bankalarla işlem yapmak ve onlardan faiz almak şer’î olarak caizdir. Aynı şekilde bu faiz gelirlerini mubah olan harcama kalemlerinde kullanmak da caizdir” Bu tehlikeli fetva, faizciliğin (Riba) önünü açmakla kalmıyor, İslam’ın faiz konusundaki kesin yasağı ile faize “kâr payı” veya “hizmet bedeli” diyerek makyaj yapan kapitalist sistem arasındaki uçurumu da gözler önüne seriyor.

Kapitalist sistemde bankalar, ekonomik yapının temel bir parçasını oluşturur. Bu kurumlar, sistemin bireysel kârı maksimize etme, sermaye sahiplerini güçlendirme ve toplumları ekonomik bağımlılık ile siyasi hegemonyaya yol açan borçlara boğma felsefesine hizmet etmek için kurulmuştur. Bu nedenle, bankaların şer’î hakikatini anlamak, bu sistemin kendisini, yaptığı sözleşmelerin doğasını ve insanların hayatı üzerindeki etkilerini anlamaktan bağımsız değildir. Buradan açıkça görülmektedir ki kapitalist bankalar, şeri sözleşmelere göre işlem yapan gerçek kurumlar değildir; şeri olmayan bir anlayış üzerine bina edilmiş ve aslı itibarıyla haram olan işlemlerle, özellikle de fazl ve nesîe ribasıyla iş gören araçlardır.

Hukuken bankalar “Tüzel Kişi” sayılır. Yani gerçekte var olmayan, hayali bir varlıktır. İnsan, tanınan gerçek bir tüccar veya mal sahibiyle muhatap olduğu gibi onlarla muhatap olmaz. Tüzel kişilik, sorumluluğu parayı yöneten bireylerden alıp kuruma yükleyen beşerî bir hukuk kavramıdır. Görünüşte teknik gibi duran bu fikir şer’î olarak son derece tehlikelidir. Çünkü İslam’da akitler, ehliyet sahibi olan, zimmetleri (borç sorumluluğu) bulunan ve rıza, kabul ve icapları ile sorumlu tutulabilen gerçek taraflar arasında yapılır. İnsanları bağlayan, üzerine hak ve sorumluluklar yüklenen ve işlemlerinin şer’î olarak geçerli sayıldığı hayalî bir varlığın icat edilmesinin ise şeriatla hiçbir ilgisi yoktur.

İşte bu tüzel kişilik anlayışı, bankaların kendilerine emanet edilen ve belirli bir sahibi olmayan paralarla işlem yapmasına ve insanların hiçbirinin gerçek anlamda garantör sorumluluğu üstlenmediği sözleşmeler akdetmesine olanak tanımıştır. Bu durum, bu sözleşmelerin birçoğunu, hem taraflar arasında gerçek bir akdin bulunmaması hem de şeriatın muamelelerin sıhhati için zorunlu kıldığı şartları ihlal etmesi sebebiyle batıl kılar.

Uygulamada ise kapitalist bankalar, üretken yatırıma veya risk ortaklığına dayanmazlar. Aksine, kuruluşlarından bu yana temel faaliyetleri olan önceden belirlenmiş artışla borç verme esasına dayanırlar. Bankalar, mevduat sahiplerinden sabit bir getiri vaadiyle para alırlar, sonra bu parayı daha yüksek bir getiriyle bireylere, şirketlere veya devletlere borç verirler ve aradaki farkı kendilerine kâr olarak alırlar. Dolayısıyla, bu finansal işlemin hakikati, şartlı bir fazlalık karşılığında verilen bir borçtur ki bu, şeriatın Kur’an, Sünnet ve Sahabe icması ile kesin olarak haram kıldığı faizin ta kendisidir. Önceden belirlenmiş sabit getiri, değişmez, banka kâr veya zarar ediyor bakılmaz. Kar, gerçek bir yatırım faaliyetine veya risk ortaklığına bağlı değildir. Aksine sadece anapara üzerine şart koşulmuş bir fazlalıktır ve bu da şeriatın kesin nasslarla (delillerle) haram kıldığı vade faizinin (riba’n-nesîe) tanımıdır.

Bazıları, banka getirilerinin faiz olmadığı, çünkü bunların “yatırım kârı” olduğu ve bankanın bu paraları projelerde “yatırım” yaparak mevduat sahibine kârından bir pay verdiği fikrini yaymaktadır. Bu görüş, birkaç yönden çürüktür:

1- Getiri önceden belirlenmiştir. Oysa İslam’da kâr, faaliyet gerçekleşmeden önce bilinemez; aksine, kâr gerçekleştikten sonra anlaşılan bir orana göre dağıtılır. Faiz ise yatırımın sonuçlarından bağımsız, sabit bir miktardır.

2- Ortaklık sözleşmesi yoktur. Mevduat sahibi ne bir ortaktır ne bir mudârib (emek-sermaye ortağı) ne de projeden bir hisse sahibidir. İlişkiyi ispatlayan tek delil, para yatırma makbuzudur. Bu, mudârebe (emek-sermaye ortaklığı) sözleşmesi olarak kabul edilemez. Çünkü mudârebe, kâr ve zarar ihtimaline dayanırken, banka hem anaparayı hem de faizi garanti eder.

3- Banka anaparayı garanti eder. Bir ortak veya mudârib tarafından anaparanın garanti edilmesi, sözleşmeyi şer’î olarak fasit kılar. Çünkü garanti, ortaklığı borca dönüştürür ve eğer borçla birlikte bir menfaat şart koşulursa bu faiz olur.

4- Gerçek bir yatırım asla yoktur. Bankaların paralarının çoğu, başka müşterilere borç olarak verilir veya borçlanma araçlarına yatırılır; ortaklık hükümlerine tabi olan üretken yatırımlara değil.

O halde, banka getirilerinin faiz olmadığı iddiası, sadece haram olan bir şeyin adını değiştirme çabasından ibarettir ki bu, onun hakikatinden hiçbir şeyi değiştirmez. Riba, şer’î açıdan haram olmasının yanı sıra, fiiliyatta da yıkıcı sonuçlar doğurur: Serveti küçük bir azınlığın elinde toplar, bireyleri ve devletleri borç batağına sürükler, toplumu bir alacaklı ve bir borçlu sınıfına ayırır ve parayı zenginler arasında dolaşan bir meta haline getirir. Bu gerçekler teori değil, Müslüman ülkelerde yaşanan bir vakıadır. Öyle ki devletler uluslararası bankalara rehin olmuş, insanlar tüketim, konut ve eğitim kredileriyle kuşatılmıştır. Bankalar, ekonomiye hizmet eden kurumlar değil, küresel sermayeye hizmet edecek şekilde serveti emen ve yeniden dağıtan, Müslüman ülkeleri Batılı kurumların yönettiği uluslararası finans sistemine sürekli bağımlı kılan araçlardır.

Ey Kinane halkı! Ümmetin karşılaştığı en büyük tehlike yoksulluk ya da hayat pahalılığı değildir. Asıl tehlike, ribanın helal kisvesiyle sunulmasıdır. İnsanlara Allah’ın açıkça haram kıldığı fetva veya bir açıklama ile caiz olduğu söylenmesidir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin ve Rabbinizin hükümlerini, hükümdarların rızasını Allah’ın rızasının önüne koyanlardan almayın. Kimden fetva aldığınıza iyi bakın, çünkü fetva makamına oturan herkes buna ehil değildir. Her sarıklı âlim değildir, her fetva veren doğru söylemez!

Ey Ezher alimleri! Ey Allah’ın açıklama emanetini yüklediği kimseler! Allah, hakkı açıklayacağınıza ve onu gizlemeyeceğinize, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağınıza dair sizden söz almıştır. Faizi meşrulaştırmak için fetvayı kullanan bir sistemin borazanları olmayın ve Allah’ı gazaplandıran fetvalar vermeyin. İslam devletini kurmaya, insanları kapitalizmin tasallutundan kurtarmaya davet edenler olun; ümmetin boyun eğmesi istenen bozuk bir düzeni meşrulaştıranlar değil.

Şüphesiz ümmet sizden, kalpleri diriltecek ve dinine olan güvenini tazeleyecek dosdoğru bir söz bekliyor. Sizden, bildiğiniz hakka, vahyin gösterdiği yola ve yüklendiğiniz emanetin gereğine uygun bir duruş bekliyor. Öyleyse İslam’ı tatbik etmek ve onun devletini kurmak için çalışanların öncüleri olun. Umulur ki Allah sizinle kalpleri fetheder de, vaat edilen Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet devleti kurulur.

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” [Bakara 159]

Devamını oku...

Mücrim Yahudi Varlığı Ayn el-Hilve Kampı’nda Yeni Bir Katliam Gerçekleştirdi!

Amerika’nın Lübnan ve bölgede yürüttüğü, hakikatte teslimiyet ve boyun eğmek anlamına gelen barış ve normalleşme sürecinin gölgesinde; gaspçı mücrim Yahudi varlığı, Amerikan silahları, Avrupa mühimmatı, Yahudi elleri ve resmi Arap suç ortaklığıyla, 18 Kasım 2025 Salı günü Güney Lübnan’ın Sayda kentinde bulunan Ayn el-Hilve kampındaki bir stadyum ve spor kulübünü bombaladı. Yahudi varlığının suçlu tabiatını ve Müslümanlara olan düşmanlığını teyit eden bu vahşi saldırıda on beş kişi şehit düştü, onlarca sivil çocuk ve genç de yaralandı.

Burada Yahudi varlığıyla barış ve müzakere söylemini ağzından düşürmeyen ve bunu Lübnan ile Yahudi varlığı arasında yaşanan sorunun yegâne çözümü olarak gören Lübnan yönetime söylenecek çok şey vardır. Bu iktidarın, kamplarda ve dışında silahları toplamak için nasıl bir acele ve hevesle hareket ettiği ve “mekanizma” denilen yapı üzerinden Amerika ve Yahudi varlığıyla nasıl iş birliği yaptığı herkesin malumudur! Bunca taviz ve çabaya rağmen Yahudi varlığı, hiçbir anlaşmayı tanımamakta, her türlü koordinasyonu hiçe saymaktadır. 27 Kasım 2024’teki ateşkes sonrası İHA saldırıları ve bombardımanlar sonucu öldürülen ve yaralananların sayısı bini aşmıştır. Katliamlarına devam eden bu mücrim varlık, Ayn el-Hilve kampında, “kendisine saldırmak için eğitim aldıkları” bahanesiyle hayatlarının baharındaki gençlere yönelik yeni bir katliam gerçekleştirmiştir! Ardından da hiç tereddüt etmeden Güney Lübnan’daki bölgeleri tehdit etmekte, oraları da vuracağını söylemektedir!

Yahudi varlığının bu nitelikteki bir saldırısı, Filistin kampları dosyasını kanlı bir şekilde açma planının bir parçasıdır. Lübnan otoritesini ve onların peşinden koşturan partileri, bu yolda yürümenin veya bu tuzaklara düşmenin vahim sonuçları konusunda uyarıyoruz.

Ey Lübnan otoritesi! Barış ve müzakere dediğiniz bu mudur? Barış ve normalleşme aradığınız varlık bu mu?!

Bu katliam karşısında şunları açık ve net bir şekilde vurguluyoruz:

Birincisi: Sivillere insanlara saldırmak, korkutmak ve evleri başlarına yıkmak, terördür, suçtur; bu, yeryüzündeki fesat ve ifsadın en şiddetli biçimlerindendir.

İkincisi: Mazlumları korumak ve saldırıyı defetmek şer’i bir farzdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” [Nisa 75] Bu, devletin, orduların ve mücrim varlığı çevreleyen ülke ordularının sorumluluğudur!

Üçüncüsü: İşgalciyi caydırmak; bugün Lübnan da dahil olmak üzere işlevsel devletlerin yaptığı gibi kınamakla olmaz. Ne hastalığın ve belanın başı olan büyük devletlere yalvarmakla, ne de kurulduğu günden beri İslam’a ve Müslümanlara düşman olan Birleşmiş Milletler’den yardım istemekle de olmaz.

Dördüncüsü: Eğer İslam ülkeleri Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın emrettiği gibi tek bir devlet olsaydı, İslam ümmeti, topraklarımızdan herhangi bir karışına yahut devletin tebaasından herhangi bir ferdine yönelik her türlü cüretkâr saldırıya karşı derhal harekete geçerdi. Saldırganların akıbeti ise, saldırıya uğrayan bir kadının yardım çığlığı üzerine Amuriye’yi fetheden Müslümanların Halifesi Mu’tasım’ın yaptığı gibi olurdu.

Beşincisi: İslam beldelerinde onları bir arada tutan Osmanlı Hilafeti’nin enkazı üzerinde çok sayıda devletin türemesi; bu devletlerin cahiliye vatanperverliğini kökleştirmesi, beşeri anayasaları kutsaması, hayali sınırlar uydurması ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sancağı yerine cahiliye bayrakları edinmesi; düşmanların, başkalarının iç işlerine karışmama bahanesiyle diğer devletlerin yardıma gelmemesi nedeniyle her ülkeyi tek tek avlamasına yol açmış ve bugün yaşadığımız zillet ve gevşekliğe sebep olmuştur.

Müslümanların artık birleşmelerinin ve Hilafeti yeniden kurmalarının zamanı gelmiştir. Tek kurtuluşları Hilafettir. Hilafet ülke ve kullarına koruyacak, düşmanları yok edecek, İslam’ı dünyaya taşıyacak ve insanları sömürgeciliğin ve kapitalizmin karanlıklarından İslam’ın aydınlığına, kulların zulmünden Alemlerin Rabbinin adaletine çıkaracaktır.

Devamını oku...

Hasina Hakkında Verilen İdam Kararı: Hasina’yı Yaratan Laik Zorbalık Hüküm Sürmeye Devam Etmekte

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), devrik Bangladeş diktatörü Şeyh Hasina hakkında tarihi bir idam kararı verdi. Bu karar, Bangladeş’in mazlum halkı için geç kalmış bir iade-i itibar ve insanlığı ayaklar altına alan bir rejime karşı güçlü bir tokat niteliğindedir. Ancak bu karar, sadece kutlamayı değil, vakur bir tefekkürü de beraberinde getirmektedir. Zira gerçek adalet, sadece bir tiranın cezalandırılmasını değil, sistemsel bir değişimi zorunlu kılar. Bu zulmün temel nedeni, demokrasi söylemiyle ortaya çıkıp fiiliyatta jeopolitik pragmatizm uygulayan ABD öncülüğündeki uluslararası düzendir. Batılı güçler, kalkınma ve istikrar adı altında Bangladeş, Pakistan ve Mısır gibi ülkelerde despot yönetimleri desteklemekte, insan haklarını ise ikinci plana itmektedirler.

Onlar için Batı yanlısı bir diktatör, öngörülemez bir demokrasiden her daim daha makbuldür. Bu durum, laik demokratik modelin özündeki ikiyüzlülüğü açıkça ortaya koymaktadır: “Sözde demokrasi, fiiliyatta diktatörlük.” Onların otokratlarla olan ittifakı bir sistem hatası değil, sistemin ta kendisidir.

Şeyh Hasina hakkında verilen hüküm, her ne kadar önemli olsa da, tek başına gerçek özgürlüğü temin etmeye yetmez. Bu nedenle mücadelem, bireysel tiranları devirmekten, onları üreten ikiyüzlü jeopolitik mimariyi yıkmaya evirilmek zorunda. Diktatörlerin yaratılıp sonra da ortadan kaldırıldığı bu döngü, 1924 yılında Osmanlı Hilafetinin ilgasıyla oluşan otorite boşluğunun doğrudan sonucudur. Bu siyasi boşluk, adalet yerine hegemonyayı esas alan, Batı tasarımı bir düzenle doldurulmuştur.

Saldırgan Batı, Hilafetin yıkılmasından sonra onu itibarsızlaştırmak için sahte bir anlatı inşa etmiş, Hilafeti 1400 yıllık yekpare bir zulüm düzeniymiş gibi göstermeye çalışmıştır. Bu oryantalist anlatı, Haccac bin Yusuf veya birkaç Memluk sultanı gibi belirli figürleri cımbızla seçerken, otokrasiyi sınırlayan güçlü hukuki ve ahlaki çerçeveleri görmezden gelmiştir. Osmanlı Hilafeti, devlet gücünü doğrudan kamu refahına bağlayan “Daire-i Adliye” (Adalet Dairesi) ilkesiyle hareket etmiştir. Sultan Süleyman, keyfi yönetimiyle değil, sistematik kanunlaştırmalarıyla “Kanuni” unvanını almıştır. Dahası, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra 15. yüzyılın ortalarında uyguladığı Osmanlı “Millet Sistemi”, dini azınlıklara önemli ölçüde özerklik tanırken, bağımsız alimler ve Şeriat hukuku, Halife’nin otoritesi üzerinde daimî bir denetim mekanizması olarak işlev görmüştür. Mezalim Mahkemeleri (Mahkematü’l-Mezalim) ise halkın, devletin en üst görevlilerine karşı dahi hukuki yollara başvurabilmesini mümkün kılmıştır. Her ne kadar idealimiz Raşidi Hilafet olsa da, sonraki hilafet dönemleri de Batının iddia ettiği gibi basit diktatörlükler değil, farklı dinler ve ırklar arasında adaleti sağlayan içsel mekanizmalara sahip karmaşık ve gelişmiş sistemlerdi.

Ey insanlar! Bu anı, tek bir tiranın düşüşüyle sınırlı tutmamalı ve onları besleyen sistemden kurtuluşa kanalize etmelisiniz. Zira gerçek ve kalıcı değişim, yüzleri değiştirmekte değil, Hilafet yönetimi altındaki ilahi nizamı tatbik etmekte yatmaktadır. Her Şeyi Bilen Aziz Allah Subhânehu ve Teâlâ tarafından indirdiği bu nizam, eşsiz bir donanıma sahiptir. Otokrasiyi kökünden söküp atacak, iktidar üzerinde değiştirilemez sınırlamalar yerleştirecek ve herkes için adaleti önceleyecektir. Şimdiki mücadele, bu aşkın değişim içindir; insanın kusurlu ve zalim modellerini, Allah’ın adil ve kutsal nizamı ile değiştirmek içindir. Allah Azze ve Celle Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]

Devamını oku...

Temmuz Reform Bildirgesi: Büyük Bir Aldatmacadır, Hizb-ut Tahrir Bu Bildirgeyi Şiddetle Reddediyor ve İflas Etmiş Demokrasiye Karşı Köklü Bir Siyasi Alternatif Çağrısında Bulunuyor

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, Başdanışman Profesör Yunus’un Temmuz Ulusal Bildirgesi’nin uygulanması ve anayasal reform önerileri üzerine yaptığı son konuşmaya cevaben; reform önerilerinin ve uygulama sürecinin, Bangladeş’teki siyasi krizin temel nedenlerini çözmekten aciz, yüzeysel tedbirlerden öteye gitmediğine dair keskin bir uyarıda bulunuyor. Bu girişim, iflas etmiş demokratik sistemin özünü muhafaza etmek için sözde bir değişim illüzyonu sunmaktadır. Görev sürelerinin sınırlandırılmasını, kurumların güçlendirilmesini ve denge-denetleme mekanizmalarını vaat eden Bildirge, on yıllardır süren otoriter yönetime bir çözüm olarak lanse edilmektedir. Oysa bu çerçeve, aynı iflas etmiş demokratik sisteme yeni bir kılıf giydirmekten başka bir şey değildir. Hizb, Batı destekli elitlerin –gerek BAKSAL, gerek askeri yönetimler, gerekse sözde demokratik rejimler altında– iktidarı ellerinde tutmalarına mütemadiyen izin veren bir yapıyı tamir etmeye çalışmanın, Titanik’teki şezlongların yerini değiştirmekten farksız olduğunu ortaya koymaktadır.

Temmuz Bildirgesi, karmaşık denge-denetleme planlarıyla, cumhurbaşkanı ile başbakan arasındaki güç dengesi hesaplarıyla bizatihi demokratik sistemin bünyesindeki içsel bozuklukları gözler önüne sermektedir. Örneğin yetkilerini seçilmiş siyasetçilerin çıkardığı yasalardan alan atanmış yargıçların, bu siyasetçileri hesaba çekmeleri ve onlardan hesap sormaları düşünülebilir mi? Bu tam bir kısır döngü ve komedidir. Yine hem cumhurbaşkanının hem de parlamentonun seçimle gelmesi, çıkar çatışmasını kaçınılmaz kılacak ve örnek almamız gerektiği söylenen ABD modelinde olduğu gibi siyasi tıkanıklık ve kilitlenmelere yol açacaktır.

Bu nedenle Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, Bangladeş’in samimi siyasi kesimlerini bu fikri kölelikten kurtulmaya ve cesaretle gerçek bir alternatifi araştırmaya davet ediyor. Bizi sürekli hayal kırıklığına ve hüsrana uğratan bir sistemin meşruiyetini sorgulama cesaretini göstermeliler. Gerçek değişim, aynı bozuk çerçeve içinde yeni bir bildirgeyle değil; halka gerçekten hizmet eden, yozlaşmış demokratik ideallerin aldatıcı prangalarından azade olmuş yeni köklü bir siyasi sistem tasavvur etmekle mümkündür. Hasina’nın devrilmesinin ardından halk gerçek bir değişim talebinde bulunmuştur ancak daha önce de defalarca hüsrana uğradıkları aynı demokratik sistem onlara yine çözüm olarak sunulmuştur. Bu nedenle siyasetçiler ve aydınlar kendilerine şunu sormalıdırlar: Onca fedakârlıktan sonra neden hala bize ihanet eden bir sistemin içinde çözüm arıyoruz? Hasina’nın tiranlığını ayakta tutan Batılı güçlere meydan okumaktan neden çekiniyoruz? O zaman bize yardım etmediler; şimdi neden onların planlarını takip edelim? Tartışmayı bu bozuk modelle sınırlamak, gerçek değişim için mücadele edenlerin kanına ve terine ihanet etmek demektir.

Artık Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet sistemini tartışmanın zamanı gelmiştir. Bu romantik bir ideal değil, pratik ve hazır bir çözümdür. Hizb-ut Tahrir, Şer’î hükümlere dayalı, Hilafet sistemi için tam ve tafsilatlı bir anayasa hazırlamıştır. Hilafet; iktisat, yargı, içtimai hayat, ulusal güvenlik ve dış ilişkiler dahil olmak üzere yönetimin tüm alanları için kapsamlı politikalar sunmaktadır. Haydi gelin; Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın vaadini ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesini yerine getirerek Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet gölgesinde hakiki değişimi gerçekleştirmek için bir araya gelelim ve bize sadece zulüm ve sefalet getiren saldırgan Batılı dünya düzenine meydan okuyalım.

Devamını oku...

Trump, Hamas'ı Bölünme Tuzağına Düşürmek İstiyor!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Trump, Hamas'ı Bölünme Tuzağına Düşürmek İstiyor!

Amerika Birleşik Devletleri, özellikle Trump döneminde Filistin sahnesine güçle geri döndüğünden beri, çatışmayı çözmekten ziyade, Yahudi varlığının kontrolü projesine hizmet edecek ve Filistin'in karar alma birliğini parçalayacak şekilde yeniden şekillendirmeye çalıştığı açıkça ortaya çıkmıştır. Bu gidişatın en tehlikeli sonucu, Hamas'ı yeniden inşa, sükunet, ekonomik kalkınma ve benzerleri gibi parlak sloganlar altında bölünme tuzağına çekme girişimidir.

Trump ve onun arkasında olan Siyonist lobi, direnişe silahla darbe indirmenin başarısız olduğunu ve direnişin yapısının ancak içeriden, yani Gazze'nin Batı Şeria'dan bağımsız bir varlık olduğu fikrini pekiştiren ayrılıkçı bir gerçeklik oluşturmak yoluyla parçalanabileceğini fark etmiştir. Bundan dolayı siyasi ve ekonomik baskılar başlamıştır ki bu da şunlardır: Otoriteye yönelik mali abluka ve uzun süreli sükunet şartıyla Gazze'ye sınır kapılarını ve limanları açma ve yeniden inşa etme sözleri.

Bu teklif zahiri olarak insani olarak görünmekte ancak bünyesinde tehlikeli bir projeyi taşımaktadır; zira ateşkesi bölünmenin girişi haline getirmekte ve Hamas'ı bir direniş hareketinden, dayatılan uluslararası kurallara göre yönetilen yerel bir otoriteye dönüştürmektedir. Bu, Trump'ın Yüzyılın Anlaşması'nda açıkça ifade ettiği Amerikan-Siyonist planıdır; bu plan ise direnişi finansal ağlar ve uluslararası baskılar ile kuşatmaktır.

Bölünmenin tuzağı sadece haritalarla kurulmaz; zira Filistinliler topraklarını kurtarmak yerine yaşam şartlarını iyileştirmeyi düşünmeye zorlandıklarında, o zaman işgal gerçek galip olacaktır. İşte bu yüzden ideolojiyi menfaate dönüştüren ve tüfeği kurtuluş aracına değil, müzakere aracına dönüştüren geçici pazarlıklar tehlikesi ortaya çıkmaktadır.

Bugün direniş, belirleyici bir sınavla karşı karşıya kalmıştır: Mevcut haliyle kalmaya devam mı edecek, yoksa şüpheli uluslararası şemsiyenin altında mı boğulacak?

Direnişin birliğini korumak duygusal bir tercih değildir, aksine herhangi bir özgürlük projesinin bekası için bir şarttır. Komplo sadece Amerikan tuzaklarında değil, aksine Arapların ve Müslümanların utanç verici sessizliğinde ve yenilgiyi bir kader olarak karşılayan bitkin bilinçte yatmaktadır.

Bizim anlamamız gereken şey, Amerika'nın istediği en tehlikeli şeyin, Filistin'in coğrafya ve çıkarlar arasında bölünmüş bir rüya olarak kalmasını sağlamak için Gazze'yi bölünmeye teşvik etmesidir.

Bölünme projesi müzakerelerdeki teklif şartları ile değil, bilinç, duruş ve direnişle düşecektir. Direniş ve onunla birlikte tüm Filistinliler, toprak bütünlüğünün yönetim otoritesinden daha önemli olduğunu anlamadıkça işgal, silahla aciz kaldığı şeyi kurnazlıkla kazanacaktır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Munis Hamid – Irak

Devamını oku...

Fransa’da Gençler, Şeriat ile Cumhuriyet Kanunları Arasında!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Fransa’da Gençler, Şeriat ile Cumhuriyet Kanunları Arasında!

Haber:

Le Figaro gazetesi, IFOP Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmanın, 15 ila 24 yaş arasındaki Müslümanların, daha önceki nesillerden farklı olarak dinin en uç şekillerine ilgi gösterdiğini ve cumhuriyetin kanunlarına nazaran şeriatı tercih ettiklerini ortaya çıkardığını söylemiştir.Gazete, Jean-Marie Guénois'in özel raporunda, 1989'dan günümüze kadar olan dönemi kapsayan araştırmanın, Fransa'daki genç Müslüman nesil içinde derin bir değişime işaret ettiğini açıklamıştır;bu da katı dini uygulamalarda ve İslamcı akımlara duyulan sempatide, otuz yıl öncesine kıyasla çok daha belirgin bir artış olduğunu ortaya koymaktadır. (El Cezire Ağı)

Yorum:

Fransa'daki Müslüman gençler artık insan yapımı kanunlar yerine İslam şeriatını tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.Medya ve siyasi çevrelerde geniş çaplı tartışmalara yol açan bu veri, salt hukuki bir tercihten daha derin bir gerçeği ortaya koymaktadır; zira bu, uzun süredir devam eden bir kimlik çatışmasının ve Müslüman gençlerin, Fransız laik sisteminde bulamadıkları İslam'ın adaletini aradıkları toplumsal bir sahnenin yansımasıdır.

Şeriat, sadece kanunlar sistemi değildir, aksine insanın yaratıcısıyla bağlantı kurduğu ve toplumda adil davranışların tesis edildiği kapsamlı değerler çerçevesidir.Öte yandan Fransa'daki birçok Müslüman genç, laik kanunların kimliklerini marjinalleştirdiğini ve doğdukları ülkelerinde kendilerinin yabancı bir cisim gibi muamele gördüklerini hissederken, ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının göç ettiği ülkelerinde sıcaklık ve şefkat hissetmektedirler.

Eşitlik ve özgürlük çağrısında bulunan laik sistem, son yıllarda Fransa'da, dini tezahürlere, özellikle de Müslümanlarla ilgili olanlara karşı daha kısıtlayıcı politikalar benimsemiştir ki bunlar şunlardır:

* Okullarda ve resmi kurumlarda başörtüsünü yasaklayan kanunlar.

* Camileri ve İslami dernekleri izleme.

*Resmi açıklamada, sosyal karışıklıkların sorumlusu olarak Müslümanların gösterilmesi.

Bu ortam, gençler arasında devletin onlara dinlerini ifade etmek için yeterli alan tanımadığına dair genel bir his yaratmış olup bu da gençlerin İslami kimliklerine daha fazla sarılmalarına ve adalet ve güven kaynağı olarak şeriata olan bağlılık gücünü artırmalarına neden olmuştur.

Günümüz Avrupa toplumları, belirsizlik, artan bireycilik, uyuşturucu ve depresyonun yayılması ve ahlaki değerlerin yitirilmesi gibi gerçek değerler kriziyle karşı karşıyadır.

Bu değer boşluğunda, Müslümanlar gençler, İslam şeriatında kaybetmiş oldukları şeyleri buluyorlar ki onlar şunlardır:

* Ahlaki netlik.

* Allah'ın huzurunda sorumlulukla bağlantılı bir adalet vizyonu.

* Aileyi koruyan ve insanları ahlaki ve insani çöküşten koruyan standartlar.

Bu anlamlar onlara, Laik Fransa'nın sağlayamadığı güçlü bir kimlik kazandırmaktadır.

Gençlerin şeriatı tercih etmeleri, izolasyonun bir göstergesi değil, aksine asli kimliklerine, yani İslam'a geri dönme arzularının bir göstergesidir; dolayısıyla Fransa'daki Müslüman gençlerin İslam şeriatını tercih etmeleri, sadece siyasi bir meydan okuma değil, aynı zamanda daha yüksek adalet ve daha derin değerler arayışlarını ifade eden bir mesajdır.Zira onlar, dinlerinden ve medeniyetlerinden vazgeçmeleri talep edilmeden tam haklara sahip tebaalar olarak yaşamak istiyorlar; bu ise ancak tebaasına cinsiyet veya renk ayrımı gözetmeksizin eşit muamelede bulunacak ve onlara ülkelerinde izzet ve güvenlik hissi verecek olan Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet Devleti'nin kurulmasıyla gerçekleşebilir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Abdulazim Haşlemon

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER