Salı, 07 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/10
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Soru-Cevap

Soru: Maliye Kitabının 44. sayfasında şu hadis geçmektedir: لم تحل الغنائم لأحد سود الرؤوس من قبلكم... "Ganimetler sizden önce hiçbir başı siyaha helal kılınmadı." Hadiste geçen [سود الرؤوس] "başı siyah" kelimesiyle kastedilen nedir?

Cevap: [سود الرؤوس] "başı siyah" kelimesi, Ebî Hurayra'nın hadisinde [أَحَدِ] "hiçbir kimseye" kelimesine izafe edilerek geçmiştir: Hadiste geçen [سود الرؤوس] kelimesiyle kastedilen, başları siyah olması itibarıyla Benî Adem'den kinayedir. Yani ganimetler Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den önce Benî Adem'den hiçbir kimseye helal kılınmadı demektir...

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: İslam'da İktisat Nizamı Kitabının 260. sayfasında devletin bütçesi konusunda (bütçe) kelimesi geçmektedir. Yine Anayasa Mukaddimesi Kitabının 2. cüzünün 170. sayfasında (bütçe ve muvazene) kelimeleri geçmektedir. Ayrıca Hilafet Devletinde Maliye Kitabının 33. sayfasında Beyt-ul Mâl'in Divanları konusunda (genel muvazene) kelimesi geçmektedir.

Hesapların kontrolü mesleğinde çalışan bir kişi olmamdan ve bu ıstılahların kullanılması uzmanlığımın bir parçası olmasından dolayı bana göre, bu iki ıstılahın kullanımının farklı olmasına rağmen tek bir şeymiş gibi iç içe geçmesi uygun değildir. Bundan dolayı bu iki ıstılahın kullanım keyfiyetinin tekrar gözden geçirilmesini rica ediyorum.

Zira muvazene, devletin gelirlerine ve harcamalarına dair gelecekteki planı ve gelirlerinin yeterliliği ile harcama yapacağı yerler bakımından bunlara yönelik beklentileridir.

Bütçe ise geçen bir sene veya geçen belirli malî dönem içerisindeki gelirler, giderler ve ödenekler gibi devletin malî işlemlerini açıklayan malî rapordur. Yani diğer bir ifadeyle geçen dönem içerisinde meydana gelen malî hareketlerin özetidir.

Dolayısıyla birincisi gelecekteki bir planlamadan bahsederken ikincisi, tarihsel bir özetten bahsetmektedir.

İktisat Nizamı Kitabında bütçe kelimesi geçmekte ve muvazeneden bahsedilmekte, Anayasa Mukaddimesi Kitabında, muvazene konusu açıklanmasına rağmen muvazene ve bütçeden aynı manada bahsedilmekte ve Maliye Kitabında, muvazeneye muvazene sıfatıyla işaret edilmektedir.

Ayrıca İktisat Nizamı Kitabının 261. sayfasında -bütçe lafzıyla zikredilen- muvazene konusu açıklanırken görünürde Anayasa Mukaddimesi Kitabının 171. sayfasında ortaya çıkan sonucun aksi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.

Zira İktisat Nizamı Kitabının 262. sayfasında şöyle geçmektedir: "Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki demokratik devletlerde olduğu gibi İslam'da yıllık bütçe hazırlanmasına gerek yoktur. Ne bütçenin geneli ne bölümleri ne de bölümlerin detayları ve miktarları için senelik bütçe hazırlanmasına gerek vardır. Nitekim bütçenin gelir ve giderlerine dair genel bölümlerini şeriat belirlemiş, onun bölümlerini, detaylarını ve gereken meblağları belirleme işlerini de Halifeye bırakmıştır."

Anayasa Mukaddimesi Kitabında şöyle geçmektedir: "Madem ki Halifenin kendi görüşüne ve içtihadına göre gelirlerin kısımlarını, her kısma konulacak meblağları, harcamaların kısımlarını ve her kısma ait meblağları belirleme hakkı vardır o halde gerek kısımları gerekse gelirler yada harcamalar için olsun her kısma ait meblağlarıyla devlet için yıllık bir bütçenin belirlenmesinde bir mania yoktur. Yasak olan şey gelirleri ve harcamalarıyla bütçenin bölümleri için yıllık bir bütçenin belirlenmesidir. Çünkü bunları şeri hükümler belirlemiştir. Dolayısıyla bunlar daimidir."

Bu çelişkiyi açıklamanızı rica ediyorum. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın.

 

Cevap:

1- Soruda, "muvazenenin" devletin gelecekteki malî durumu ve bütçenin, devletin geçmişteki malî durumu hakkında olması bakımından "bütçe" ile "muvazene" arasında farkın olduğunun geçmesine gelince:

Bu tanım, gelir ve gider kısımlarına bakılmaksızın bir önceki senenin gelir ve gider bölümlerinin bir sonraki seneye göre farklı olduğu kimselere göredir. Beşerî ekonomik sistemler böyledir. Zira lafızda ayrım yapıyorlar. Çünkü geçen senenin maliye bölümleri, yasama organına göre gelecek senenin bölümlerinden farklılık arz eder. Zira bir bölümü belirleyen veya iptal eden veya değiştiren odur.

İslam'da ise geçmişteki ve gelecekteki gelir ve giderler bölümü arasında fark yoktur. Zira bunlar daimidir. Farklılık sadece Halifenin görüşüne ve içtihadına göre kısımlarda olur.

Bu nedenle "muvazene" veya "bütçe" ıstılahının kullanılması bize göre aynı manadadır ve bu, doğrudur. Özellikle ki bu ıstılah, "el-Vezn ve'l Mizan" kökünden türemiştir. Dolayısıyla "muvazene veya bütçe" olarak türemesi, sanki biri bir kefede ve diğeri bir kefede olmak üzere iki taraf arasındaki mukayeseyi göstermek içindir. Bu, ıstılahın koyulması bakımındandır.

Kullanım bakımından olana gelince; eğer iki taraftan her biri geçmişte ve gelecekte değişmiyorsa aynıdır. Yok eğer değişiyorsa bu ıstılahın bu mana için ve şu ıstılahın açıklama maksadıyla şu mana için kullanılması caizdir. Kullanım bakımından böyledir diyorum. Fakat ıstılah bakımından aynıdır.

2- İktisat Nizamı Kitabı ile Mukaddime Kitabı arasında farkın olduğunu gözlemlemenize gelince; böyle bir şey yoktur. Sadece Mukaddimenin İktisat Nizamından daha fazla ayrıntılı olmasıdır:

İktisat Nizamında şöyle geçmiştir:

"Demokratik parlamenter sistem ile yönetilen ülkelerde devlet için her yıl genel bir bütçe hazırlanır. Demokratik ülkelerin parlamentolarında her yıl hükümet tarafından bir bütçe kanun tasarısı hazırlanarak parlamentonun görüşüne sunulur. Bütçe parlamentoda tartışılarak görüşüldükten sonra kanun teklifi halinde parlamentonun oyuna sunulur ve parlamentonun onaylamasının ardından 'bütçe kanunu' adı altında uygulamaya konulur."

"İslam Devleti'nde ise demokratik ülkelerde olduğu gibi bütçe bir yıllık değildir... Çünkü Beyt-ul Mâl gelirleri delillerle (nasslarla) sabit olan şeri hükümlere göre tahsil edilir. Gelirler de olduğu gibi harcamalar da şeri hükümlere göredir. Bu şeri hükümler sabit olduğundan kalıcı ve süreklidir. Bütçede gelir ve giderler için kesinlikle içtihada ve oylamaya gerek yoktur. Gelir ve gider bölümleri değişmez şeri hükümlerin belirlediği daimi bölümlerdir. Bu açıklamalar, bütçenin geneli içindir. Bütçenin bölümlerine gelince; bu bölümlerin içereceği meblağ ve bunların tahsili ile ilgili durumlar ise Halifenin rey ve içtihadına bağlıdır. Bunlar şeriatın Halifeye verdiği görevler içindedir. Halife, bütçenin bu kısmıyla ilgili uygun gördüğü kararı alır ve Halifenin aldığı karara uymak da farzdır."

"Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki demokratik devletlerde olduğu gibi İslam'da yıllık bütçe hazırlanmasına gerek yoktur. Ne bütçenin geneli ne bölümleri ne de bölümlerin detayları ve miktarları için senelik bütçe hazırlanmasına gerek vardır. Nitekim bütçenin gelir ve giderlerine dair genel bölümlerini şeriat belirlemiş, onun bölümlerini, detaylarını ve gereken meblağları belirleme işlerini de Halifeye bırakmıştır."

Mukaddimede ise şöyle geçmiştir:

"Bütçe veya muvazene lafzı, Batılı bir ıstılah olup manası; devletin sağladığı gelirlerin, bu gelirlerin toplandığı yerlerin olduğu bölümlerin, bu yerlerin kollarının olduğu kısımların ve tahsil edilen meblağların beyan edilmesi yoluyla beyan edilmesidir. Ayrıca harcama yapılan yerlerin olduğu bölümlerin, bu yerlerin dallarının olduğu kısımların ve her kısımdaki mezkur işlerden her birine harcanan meblağların beyan edilmesi yoluyla devletin yaptığı harcamaların beyanı da belirlenir. İşte bütçenin veya muvazenenin vakıası budur. Müslümanlar ise bu vakıayı bilmiyorlardı. Onlar sadece Beyt-ul Mâl'i biliyorlar, gelirler onda toplanıyor ve harcamalar ondan yapılıyordu. Ancak Beyt-ul Mâl'e ait gelirlerin ve ondan harcamaların yapılıyor olması bütçe adıyla isimlendirilmemiş olsa da onun vakıasını oluşturmaktadır. Bundan dolayı bu lafzın ıstılahi anlamında alınmasında bir mania yoktur ki o, gelirler bölümü, harcamalar bölümü ve bunlardan her birinin bölümünün toplamıdır. Buna göre devletin bir bütçesi veya muvazenesi olmalı ve bu bütçe Beyt-ul Mâl'e bağlanmalıdır."

"Bölümleri, kısımları ve bunlara konulacak meblağlarıyla bu bütçenin hazırlanmasına gelince; şeri hükümler bunu belirlemiştir. Zira şeri hükümler gelerek haraç ve fey gibi gelirleri belirlediği gibi harcamaların keyfiyetini de belirlemiştir. Kesinlikle harcama yapılması gereken ve ancak mal olduğunda harcama yapılması gereken şeyler de sabittir. Dolayısıyla şeri hükümler gelerek gelirleri de harcamaları da belirlemiştir. Dolayısıyla da buna göre bütçenin bölümleri daimî bölümler olur. Çünkü bunları şeri hükümler belirlemiş ve şeri hüküm ise daimi olup değişmez. Bütçenin kısımları ise yağmurla sulanan arazilerin haracı ve sulama ile sulanan arazilerin haracı veya benzerleri gibi bütçeden dallanan kollardır. Bunları Halife belirler. Çünkü bunlar, işlerin gözetilmesinden ve Halifenin görüşü ile içtihadına terkedilmiş şeylerdendir. Belirlenecek meblağlar da böyledir. Çünkü meblağlar, cizye, harac ve benzerlerinin miktarında olduğu gibi Halifenin görüşüne ve içtihadına göre belirlenir. Çünkü bunlar, Halifeye bağlı olan şeylerdendir. Dolayısıyla Beyt-ul Mâl'in gelirleri, Beyt-ul Mâl'in harcamaları ve Beyt-ul Mâl'de şeriatın belirlemediği şeylerin tasarrufunu Halifenin görüşüne ve içtihadına bağlı kılınmasına ilişkin şeri hükümlerin delilleri olur. İşte bu üç delil; gelirlerin delilleri, harcamaların delilleri ve İmamın işleri gözetmesinin delili, bu maddenin delilleridir. Madem ki Halifenin kendi görüşüne ve içtihadına göre gelirlerin kısımlarını, her kısma konulacak meblağları, harcamaların kısımlarını ve her kısma ait meblağları belirleme hakkı vardır o halde gerek kısımları gerekse gelirler yada harcamalar için olsun her kısma ait meblağlarıyla devlet için yıllık bir bütçenin belirlenmesinde bir mania yoktur. Yasak olan şey gelirleri ve harcamalarıyla bütçenin bölümleri için yıllık bir bütçenin belirlenmesidir. Çünkü bunları şeri hükümler belirlemiştir. Dolayısıyla bunlar daimidir."

Yani İktisat Nizamı Kitabında şöyle denmiştir:

- Şeri hükümlere göre daimi olmasından dolayı gelir ve giderler bölümü için yıllık bütçe diye bir şey yoktur...

- Halifenin reyi ve içtihadına bağlı olmasından dolayı gelir ve gider kısımları için "yıllık veya yıllık olmayan" bir süreyle sınırlı bir bütçe yoktur...

- Ancak belirli bir süreyi göz önünde bulundurmaksızın maslahatın gerektirmesi halinde kısımları uygun gördüğü bir süreliğine takdir etme işi Halifeye aittir.

Bundan da ortaya çıkmaktadır ki Halife, kısımlar için bir yıl veya daha fazla veya daha az süreliğine bir bütçe belirlemek zorunda değildir. Ancak "maslahatın gerektirmesi halinde", belirli bir süreye bakmaksızın kısımlar için bir bütçe belirleme hakkına sahiptir.

Mukaddime Kitabında ise şöyle denmiştir:

- Halife için yıllık bir bütçe belirlemesinde bir mania yoktur.

- Ancak yasak olan şey bütçenin bölümleri için yıllık bir bütçenin belirlenmesidir. Dolayısıyla bunlar daimidir.

Mukaddimede geçenlerden de görüldüğü üzere arasında İktisat Nizamı Kitabı ile bir çelişki yoktur.

- Mukaddimede Halifenin belirlemesinde bir mania yoktur denmiştir...

- İktisat Nizamında, belirli bir süreye bakmaksızın maslahat gerektirmesi halinde kısımları belirleme işi Halifeye aittir denmiştir.

Yani Halife, bütçenin kısımlarını yarım veya bir veya iki seneliğine belirleyebilir...

Gördüğünüz gibi meselede bir çelişki yoktur.

Maliye Kitabında geçene gelince; burada muvazene kelimesi, gelecekteki mali durum için kullanılmıştır ve bunda bir sorun yoktur.

Devamını oku...

Sorular ve Cevaplar

Soru-1: İslam Nizamı Kitabında şöyle geçmiştir: "Aklî ameliye, vakıanın duyu organları yoluyla beyne nakledilmesi ve vakıanın, vasıtası ile yorumlanabileceği öncül bilgilerin bulunmasıdır."

Allame Şeyh en-Nebhani [Rahimahullah], bu ameliyenin gerçekleşmesinde öncül bilgilerin bulunmasının önemini net bir şekilde açıklamıştır.

Ancak insanın bilgi elde edebilmesi için bir alıcıya sahip olması ve bu alıcının da işitme veya görme olması kaçınılmazdır. Dokunma, koklama ve tatma gibi diğer organların bu görevi yerine getirmesi imkansızdır...

Doğuştan kör veya sağır olan bir çocuğun, herhangi bir bilgi edinmesi imkansızdır. Dolayısıyla diğer duyu organları sağlıklı olmasına rağmen onda aklî ameliye gerçekleşmez ve fikir ortaya çıkmaz.

Soru şudur: Doğuştan görme ve işitme nimetinden mahrum olan herkes mükellef değil midir?

Şayet cevap: "Hayırsa", Allah Azze ve Celle'nin şu kavli ne demektir:

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لا يَعْقِلونَ "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve onlar, akıl da etmezler."

Cevap:

Aklî ameliye için duyu organları, beyin, vakıa ve ön bilgi gereklidir... Bu akli ameliyenin tamamlanması, bu dördünün sağlıklı olması oranında gerçekleşir. Doğuştan kör ve sağır olan bir kimsede duyu organlarında ve bilgilerde eksiklik olur... Dolayısıyla aklî ameliye, sahip olduğu diğer duyu organları ve elde ettiği bilgiler oranında gerçekleşir.

Bu gibi kişilerin dokunma gibi diğer duyu organları, gören kimselerden daha güçlü ve daha dakik olduğu da bilinmelidir.

Bana, bu kişilerden birisi kör bir kişinin olduğunu, bir kişi ile bir defa karşılaştığı ve onunla tokalaştığı, yani eline dokunduğunda ardından bir süre sonra onunla tekrar karşılaşıp elini dokunmasıyla onu tanıdığını aktardı.

Velhasıl: Bir kimse, yukarıda belirtilen dört şeye sahip olduğu sürece düşünebilir. Ancak ondaki aklî ameliyenin sonucu, yukarıdaki dört unsurun bulunmasına göre ya sağlıklı ve sahih şekilde tam yada eksik olur yada sağlıklı olmaz...

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لا يَعْقِلونَ "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve onlar, akıl da etmezler." ayet-il kerimesine gelince: Bu mecazi anlamdadır. Yani bu ayet, gerçekten sağır, kör ve dilsiz olan kimseler hakkında değildir. Bilakis sahip oldukları bu melekleri ihmal eden ve bunları doğu şekilde kullanmayan kimseler hakkındadır. Dolayısıyla bu kişilerin gözleri olsa da kördürler, kulakları olsa da sağırdırlar ve dilleri olsa da konuşamayan dilsizdirler. Yani aynen şu ayet gibidir: لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir." [el-A'râf 179]

Soru-2: Halifenin benimsemesinin hilafına olan kâdinin hükmü, hükmün bozulmasını gerektirir mi? Şayet böyleyse bu hal, Anayasa Mukaddimesi'nin 1. cüzünün 83. maddesinde geçen hükmü bozan üç halle birlikte neden zikredilmemiştir?

Cevap:

Kâdinin hükmü, bizce benimsenen üç halde, yani İslam'la yönetimi terk etmesi ve küfür hükümleriyle hükmetmesi veya kat'î bir nassa muhalefet etmesi veya meselenin vakıasına muhalefet etmesi hallerinde bozulur. Bu, Halifenin benimseme yapmaması halindedir. Fakat Halife benimseme yapmışsa kâdiye düşen, benimsenen şeri hükümlere göre hükmetmesidir. Dolayısıyla istihsana ve mesalih-i mürseleye değil kitaba, sünnete, icmâ-us sahabe ve kıyasa bağlanmalıdır... Mesela benimsenmiş bir hükümse müzara'anın haram olmasına bağlanmalıdır. Dolayısıyla bunun dışında başka bir şeyle hükmedemez.

Eğer kâdi, benimsenenin dışında başka bir şeyle hükmetmişse İmamın emrine muhalefet etmiş olur, bu yüzden cezalandırılır ve hükmü reddedilir. Ancak biz bu hali, üç halin içerisinde zikretmedik. Çünkü aslolan kâdinin benimsenenin hilafına hükmetmemesidir.

Her müçtehide düşen, Halifenin benimsemede bulunduğu herhangi bir mesele hakkındaki içtihadı sonucunda vardığı hükmü terk etmesidir. Çünkü sahabe, İmamın emrinin ihtilafı kaldıracağı üzerinde icmâ etmiştir.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Filistinli Kadınlar, Müslümanların Ordularına Haykırmaktadır Bir Kurtarıcı Yok mu?

Kanlı katliam, zulüm, taciz, işkence, tutuklama, mukaddes yerleri Yahudileştirme, tehcir ve yıkıma dayanan Filistin politikasını sürdüren mücrim işgalci Yahudi varlığı, dün akşamdan beri Nablus'un kazası olan Avrata köyünden iffetli, namuslu ve sabırlı yüzlerce kadını kaçırarak vahşi hayvanlara ve barbar yol kesicilere yakışan davranışlar altında ırkçı barbar kamplara götürdü.

Bizler Müslüman kadınların Müslümanların ve insanlığın düşmanları tarafından maruz kaldıkları şeylerden dolayı acı duyan Hizb-ut Tahrir olarak aşağıdaki hususları vurgularız:

Şüphesiz bu, Filistin'i gaspeden Yahudi varlığının durmak bilmeyen cürümlerinden başka bir cürümdür. Namuslarının kaçırıldığını gördükleri halde kılını dahi kıpırdatmayan tüm Müslümanların şerefine dokunan bir cürümdür. Yöneticilerin ve Filistin Otoritesinin, bu varlığa karşı takip ettikleri teslimiyet politikası, dalalet içerisinde devam etmesini sağlamaktadır. Eğer bu varlık, temellerini sarsacak, yapısını yıkacak ve ahiretten önce dünyanın azabını tattıracak bir tepki görseydi cürümlerini sürdüremezdi.

Bu mücrim varlık, bu cürümü ile genelde Müslümanlara, özelde Filistin halkına yönelik kininin boyutunu, sürekli onları ve onurlarını lekelemeye çalıştığını göstermektedir. Bu cürüm, bu gasıp varlığın sürekli gerekçe gösterdiği güvenlik gerekçelerinin ötesinde Filistin halkına hakaret etmeye dayanmaktadır ki bu, yeryüzünde saçtığı fesatlarındandır.

Bu kadınlar, Müslümanlara haykırmaktadır. O halde Mısır, Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve kışlalarına konuşlanan tüm Müslüman ordularının üzerine düşen şeri görev, bu nidaya icabet etmek üzere harekete geçmeleridir.

Mutasım zamanında Müslümanların ordusunun, Bağdat'tan Amuriyye'ye doğru harekete geçmesi için bir tek kadının çığlığı bile yeterliydi. Zira devasa bir ordu, aşağılanmadan dolayı "Ey Mutasım!" çığlığı atan Müslümanların bir kadınını kurtarmak için harekete geçti. Böylece bu çığlık yüzünden Dâr-ul Hilafet ve başkenti sarsıldı. Büyük atalarının ve ecdatlarının siretini tekerrür ettirecek Müslümanların orduları nerede?!

-İman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olan- bu mücrim varlık, yaptıklarına uygun bir cevap verilmedikçe dalaletine, ifsadına ve cürümlerine devam edecektir. Bu varlığın cürümlerine karşı ibretlik bir ders verme görevi bu orduların boyunlarına binmektedir. Eğer harekete geçerlerse Allah'ın izniyle bu ödleklere karşı galip gelirler. Yok eğer bundan geri dururlarsa Allah, Filistin halkına yardım edecek, onları, topraklarını ve mukaddesatlarını kurtaracak bir Halife gönderinceye kadar Yahudiler cürümlerine devam edeceklerdir. Ve Allah'ın izniyle kafirler istemeseler de bu olacaktır.

إِلاَّ تَنفِرُواْ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلاَ تَضُرُّوهُ شَيْئًا "Eğer (savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir ve siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz." [et-Tevbe 39]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Devletlerin Ülkemizin İtibarını Çiğnemeye Cüret Etmelerinin Nedeni, Siyasî ve Askerî Zafiyetimizdir

Sudan uydu kanalı, Polis Resmi Sözcüsü el-Ferîk et-Tihâmî'nin bir açıklamasını yayınladı. Açıklamada şöyle geçti: "Menşei ve özellikleri bilinmeyen bir füze, akşam saat 20:00'da Portsudan şehrinin Güneyine 15 km uzaklıktaki bir devriye arabasına isabet etti." Polis Resmi Sözcüsü, arabanın içinde kömüre dönmüş iki cesedin bulunduğuna dikkat çekti.

Bu olay, türünün ilki olmadığı gibi siyasî ve askerî zafiyet altında son da olmayacaktır. Zira 2009 yılının Ocak ayında, -yine menşeinin bilinmediği söylenen- uçaklar, Doğu Sudan'da Gazze Şeridi'ne silah taşıdığı sanılan bir konvoyu bombalamış, 39 kişi ölmüş ve 17 kamyon imha olmuştu. O zaman da Ulaştırma Bakanı Mebruk Selim, yaklaşık 800 kişinin öldüğünü söylemişti. Yetkililer, buna karşı hiçbir ciddî önlem almaksızın saldırıdan "İsrail'i" sorumlu tutmuştular.

 

Bizler Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak deriz ki bu meselenin iki yönü vardır:

- Devletlerin ülkemizin itibarını çiğnemeye cüret etmelerine yol açan unsur siyasî zafiyettir.

- Bu tür saldırgan uçakları ve füzeleri düşürecek güçlü bir savunmamızın ve silahlarımızın olmamasında ortaya çıkan askerî zafiyettir.

 

Siyasî zafiyete gelince; Sudan devleti, azim İslam'ın olduğu sahih bir ideolojiye dayanmamaktadır. Hilafet Devleti döneminde ise dünyadaki devletler, denizlerden ve okyanuslardan güvenli bir şekilde geçmek için onun bayrağını takıyorlardı.

Askerî zafiyete gelince; bilimde ve sanayide geri kalmamızın bir sonucudur ki bu da silahlarımızı düşmanlarımızdan almamıza ve yönetimin gücünün ancak halka yetmesine neden olmaktadır!

Hepimize düşen, ümmetin muhlis evlatlarıyla birlikte Raşidi Hilafet Devleti'ni kurmak için ciddî şekilde çalışarak bu zafiyet ve aşağılanmışlık halini ve nedenlerini ortadan kaldırmaktır. Ki Hilafet Devleti, İslam'ın şerefini savunmaya dahası İslam'ı davet ve cihat yoluyla dünyaya taşımaya hazır güçlü bir ordu sayesinde zafiyetimizi güce, geri kalmışlığımızı ilerleme ve kalkınmaya, zilletimizi izzete ve heybete çevirecektir.

Hizb-ut Tahrir'in benimsediği İslam Devleti'nin anayasa taslağının 69. maddesinde şöyle geçmiştir: "Orduda, İslam ordusu vasfıyla görevini yapmasına imkan veren silah, cephane, teçhizat, levazım ve mühimmat bulundurulmalıdır."

Allah Azze ve Celle, şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Muhakkak ki Allah, bir kavimde olanı değiştirmez, tâ ki onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe!" [er-Rad 11]


İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir / Pakistan, Yüz Binlerce Masum Müslümanın Katledilmesinden Sorumlu Olan İngiltere'nin Başbakanının Ziyaretini Kınar

Hizb-ut Tahrir, İngiltere Başbakanı David Cameron'un Pakistan ziyaretini kınar. Pakistan'daki Müslümanlar, hem Amerika'yı hem de İngiltere'yi düşmanları olarak görmektedirler. Zira Pakistan'ın içişlerine müdahale ederek Pakistan'daki yangını tutuşturanlar bu devletlerdir. Ayrıca Cameron, tek başına gelmeyerek yanında istihbarat başkanı büyük casusu da getirdi. Bu da İngiltere'nin Amerika gibi Pakistan'a karşı casusluğa ortak olduğunu göstermektedir.

Afganistan, Irak ve diğer İslam beldelerindeki Müslümanların katledilmesinde Amerika'nın yanı sıra aynı oranda sinsi İngiltere de sorumludur. Hindistan'da İslamî yönetime son veren ve orada on binlerce Müslümanı katleden İngiltere'nin bu cürümü, Müslümanlara karşı ilk ve son cürümü değildir. Bilakis koalisyon güçlerinin yardımıyla Osmanlı Hilafet Devleti'ni yıkan ardından İslam beldelerini ellinin üzerinde küçük devletçiklere parçalayan ve Siyonistlerin iki kıblenin ilki olan (Mescid-i Aksa'ya) hakim olmasını kolaylaştıran bizzat İngiltere'dir. Dolayısıyla "İsrail", İngiltere'nin gayrimeşru çocuğudur ve bu güne kadar da Filistinli Müslümanları katletmesinde Yahudi varlığına destek vermiştir. Büyük İngiliz imparatorluğu çökmesine ve yok olmasına rağmen hala siyasî cephede devletlerarası komplolar kurmaya son vermemiştir. Tüm bunlar, Müslümanları İngiltere'ye karşı öfkelendirmektedir.

İngiliz Hükümeti bilmez mi ki Pakistan'daki Müslümanlar, kendisinden nefret ediyorlar, İngiltere'nin ülkelerinin işlerine müdahale etmesine son vermesini istiyorlar ve Pakistanlı Müslümanların bölgede fiilen yok olan İngiliz nüfuzunu nihai olarak bitirecekleri o gün hiç de uzak değildir. Bunu da Hilafeti yok etmesi ve Müslümanları katletmesi rolünden dolayı İngiltere'ye hesaba çekecek Hilafet Devleti'ni kurarak yapacaklardır.


Nâvid Butt
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmi Sözcüsü
Pakistan Vilâyeti

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER