Salı, 07 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/10
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Sorular-Cevaplar

Soru-1: İktisat Nizamı Kitabının 89. sayfasının sondan 3. satırında şöyle geçmektedir: "Çünkü icaranın, bilinen olması lazımdır. Bazı işlerde süreyi belirtmemek işi meçhul kılar. İcara meçhul olunca caiz olmaz."

Yine aynı kitabın 90. sayfasının 7. satırında şöyle geçmektedir: "Cehaleti kaldırmak için müddeti zikretmek zaruret olduğu zaman bu müddetin dakika, saat, hafta, ay veya sene olarak belirlenmesi gerekir."

Yine aynı kitabın 91. sayfasının 8. satırında şöyle geçmektedir: "Özet olarak icaranın, bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde bilinen bir yapıda olması gereklidir. Çünkü bütün sözleşmelerde, ücret üzerinde ittifakın olması temel esastır. Ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur."

Soru Şudur: Buradaki [يجب] "gerekir" kelimesi, teklif hükümlerinde bilinen ve terk edeni günahkar yapan farz anlamındaki vacip anlamına mı gelmektedir? Şayet böyleyse 91. sayfasının 10. satırında neden "ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur" denilmiştir? O halde önceki metindeki [يجب] "gerekir" kelimesi ile son metindeki [يكره] "mekruhtur" kelimesinin arasını nasıl örtüştürürüz? Bütün nasslar, cehalet/belirsizlik üzerine olan sözleşmenin/akdin, caiz olmayacağını belirtmektedir.

Sözleşme/akit, ücretin belirtilmemesinden dolayı fasit olduğunda ecr-i misil gerekir. Fasit akit, fesat düzeltilinceye kadar kişiyi günahkar yaparken kerahette günah olmadığını söylemekteyiz. O halde ücret belirtilmediğinde akdi ifsat edeceğinden kişi, nasıl olur da önce mekruh sonra da günah işlemiş oluyor?

Bunun izah edilmesini rica ediyorum. Allah, sizi mübarek kılsın.

Cevap-1:

İktisat Nizamı Kitabının 89. sayfasında şöyle geçmektedir:

- "Çünkü icaranın, bilinen olması lazımdır. Bazı işlerde süreyi belirtmemek işi meçhul kılar. İcara meçhul olunca caiz olmaz... Cehaleti kaldırmak için müddeti zikretmek zaruret olduğu zaman bu müddetin dakika, saat, hafta, ay veya sene olarak belirlenmesi gerekir."

- 91. sayfasının 8. satırında şöyle geçmektedir: "Özet olarak icaranın, bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde bilinen bir yapıda olması gereklidir. Çünkü bütün sözleşmelerde, ücret üzerinde ittifakın olması temel esastır. Ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur..."

Siz, "bir yerde gerekir ve başka bir yerde mekruhtur" şeklinde söylediğimizden bir çelişki olduğunu zannederek bunu soruyorsunuz!

* 89. sayfada geçene gelince; bu, açıktır ve bunda bir şey yoktur. Zira müddetin belirlenmesinin "vacip" olduğu ve cehaleti ortadan kaldıracak şekilde belirlenmediğinde icaranın caiz olmadığı, yani sahih olmayacağı belirtilmektedir. Bu, açıktır ve bunda bir sorun yoktur.

* 91. sayfada belirtilene gelince; burada iki mesele olduğu halde siz tek bir mesele olduğunu zannetmektesiniz:

Birinci Mesele: Ücret, cahaleti/belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde belli olmalıdır. Dolayısıyla ücretlinin ücretinin, aynı sayfanın, yani 90. sayfanın sonunda geçen ücretliye, "Senin ücretin, hasat edeceğin ekinin bir kısmıdır" demeniz misalindeki gibi belirlenmesi caiz değildir. Bu caiz değildir. Bilakis ücretin, anlaşmazlığı kaldıracak şekilde belirli ve bilinen olarak belirlenmesi gerekir. Şöyle demeniz gibi: "Senin ücretin, bir ölçek veya bir kiledir" yada "Benim için şu on dönüm ekini hasat et, senin ücretin şu bir dönüm ekindir." Yani burada hüküm, vaciptir.

İkinci Mesele: Belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde belirtildiğinde ücretin vacip olması ile ilgili değildir. Bilakis ücretlinin ücretinin çalıştırılmadan önce belirtilmesi ile ilgilidir: Ücretlinin ücreti, çalıştırılmadan önce bildirilir mi veya ücreti belirlenmeden önce çalıştırılır mı? Bu durumda hüküm, mekruh olur. Yani haram olmaz. Dolayısıyla icara akdi batıl olmaz. Bilakis ecr-i misline hükmedilir...

* Görüldüğü üzere mesele, iki meseledir:

Birincisi: Ücret belirtilirken belirlisizliği ortadan kaldıracak şekilde belli olması gerekir. Aksi takdirde sahih olmaz.

İkincisi: Ücretli kiralanırken ücreti belirtildikten sonra mı yoksa ücreti belirtilmeden önce mi kullanılır? Burada hüküm, mekruhtur. Yani icara sahih olur ve ecr-i misil gerekir. Diğer bir ifadeyle:

- Ücretli kiralanırken, ücreti belirtilmeden önce kullanılması mekruhtur.

- İcara akdinde ücretlinin ücreti belirtilirken belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde belli olması gerekir.

Soru-2: Şeri hakikat ile şeri mana arasında bir fark var mıdır?

Bu hususta kafamız karıştı. Zira şebabtan biri, aylık halakada şöyle dedi:

Şeri hakikat: Lügat manasının, salah kelimesi gibi aslından farklı yeni bir manaya nakledilmesidir.

Şeri mana: Lügat manasının aynısının kullanılması ve buna bir kayıt veya sınırlama getirilmesidir. Kıble kelimesi gibi. Bu doğru mudur?

Eğer bir fark varsa aşağıdaki hususların açıklanmasını rica ediyorum:

a- İktisat Nizamı Kitabının 222. sayfasındaki israf ve tebzir konusunda şöyle geçmektedir: "İsrafın manasına gelince; malın Allah'ın yasakladığı yerlerde harcanmasıdır." Şebabtan biri, bunun şeri mana olup şeri hakikat olmadığını söyledi.

b- et-Teysîr Fî Ahvali't Tefsîr Kitabının 190. sayfasında [مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ] "Yönelmekte oldukları kıbleden onları çeviren nedir?" ayetinin tefsirinde şöyle geçmektedir: Ayetteki [قِبْلَتِهِمُ] kelimesinin tefsirindeki kıblenin, müveceheden gelen veche gibi mukabeleden gelen bir fiil olduğu söylenmiştir. Şeri bir manası olmuştur ki o, Müslümanın salahta yöneldiği cihettir. Bu, şeri hakikat olarak değil şeri mana olarak isimlendirilir.

c- Şahsiye Kitabının 3. cüzündeki şeri hakikat bahsine baktığımızda bir fark olduğunu göremedik.

Şayet şeri hakikat ile şeri mana arasında bir fark varsa bizi bilgilendiriniz. Allah, sizleri mübarek kılsın.

Cevap-2:

Şeri hakikat, lafızdır...

Şeri mana, manadır...

İki husus birbiri ile çelişmemektedir!

- Şahsiye Kitabının 3. cüzünün 155. sayfasının sondan 11. satırında şöyle geçmektedir: "Şeri hakikat, şeriatın, kendisi için belirlenen mana dışındaki bir manada kullandığı lafız olup Araplar onu, şeriat kullandıktan sonra şeriatın kullandığı manada kullanmışlardır. Böylece önce şeriatın ardından Arapların kullanması ile başka bir manaya nakledilmiş ve ilk mana ortadan kalkmıştır..."

- Yine 149. sayfasının 14 ila 15. satırlarında şöyle geçmektedir: "Şeri hakikat, şeri örfte kendisi için konulana göre kullanılan lafızdır..."

- Yine 150. sayfasının 2 ila 3. satırlarında şöyle geçmektedir: "Şeri hakikat, şeriatın bir karine olmadan kendisine delalet ettiği mana için koyduğu lafızdır..."

Yani şeri hakikat, Arapların lügat mananın dışında şeri manada kullandığı, lügat mananın ortadan kalktığı ve şeri mananın meşhur olduğu lafızdır. Salah gibi. Zira salahın lügat manası, duadır ve şeriat, ona şeri bir mana vermiştir. Yani şeriat, onu lügat manasından şeri manaya nakletmiş sonra bununla meşhur olmuştur. Böylece bu lafız, yani "özel hareketlerin" olduğu şeri manadaki "salah" lafzı, şeri bir hakikat haline gelmiştir.

Binaenaleyh lafzın ne olduğunu öğrenmek istediğinizde bakılır:

1- Lügat manasında kullanılmışsa lügavî hakikattir.

2- Lügat manadan örfi manaya nakledilmiş, bununla meşhur olmuş ve lügat mana ortadan kalkmışsa örfi hakikattir.

3- Lügat manadan şeri manaya nakledilmiş, bununla meşhur olmuş ve lügat mana ortadan kalkmışsa şeri hakikattir.

Bunun içindir ki lafzı incelersiniz ki şeri manada kullanılmışsa bu durumda o, şeri hakikattir:

Dersiniz ki: Salahın, kullanıldığı şeri bir manası vardır ve bununla meşhur olmuştur. Bu durumda salah lafzı, bu şeri manasıyla şeri hakikattir.

Ve dersiniz ki: Kıblenin, kullanıldığı şeri bir manası vardır ve bununla meşhur olmuştur. Bu durumda kıble lafzı, şeri hakikattir.

Bununla birlikte salah lafzının, şöyle şöyle şeri bir manası vardır dememiz mümkün olup bu durumda ona, şeri hakikattir demeye gerek yoktur.

Aynı şekilde kıble lafzının, şöyle şöyle şeri bir manası vardır dememiz mümkün olup bu durumda ona, şeri hakikattir dememiz zorunlu değildir.

Dolayısıyla şeri hakikat, bir şeri manası olan ve bununla meşhur olan lafızdır.

Ümit ederim ki sizin açınızdan şeri hakikat ile şeri mana arasındaki fark açığa çıkmıştır. Zira bu ikisi müteradif/eşanlamlı değildir. Bilakis bu ikisi, şu düzen içerisindedir: Şeri hakikat, şeri manada kullanılan, bununla meşhur olan ve lügat manası ortadan kalkan lafızdır. Buradaki [هجر] "ortadan kalkma" kelimesinin manasının lügat manası olduğu da bilinmelidir. Yani lafız işitildiğinde, zihin bir karine olmadıkça lügat manasına yönelmez.

Soru-3: Kitleleşme Kitabında "Felsefe" ıstılahı geçmiştir. Bundan felsefe ile kastedilenin İslam fikri olduğunu anlıyoruz. Ancak hizb, içeriğine rağmen neden bu ıstılahın kullanımına başvurmuştur. Ortaya çıkabilecek itirazları savuşturmak amacıyla başka bir ıstılah veya fikir gibi başka bir kelime kullanılamaz mıydı? Çünkü hizb, kitaplarının birçok yerinde filozofları eleştirmiştir.

Cevap-3: Felsefe kelimesi, Kitleleşme Kitabında felsefeye ilişkin maddenin ruhla mezcedilmesi, yani maddenin Allah ile ilişkiyi idrak etmekle mezcedilmesi, yani Allah'ın şeriatını hayatta, devlette ve toplumda hakim kılmak şeklindeki tarifimize göre kullanılmıştır.

Mefhumlar Kitabının 32. sayfasında şöyle geçmektedir:

"Buradan, İslam felsefesi, maddenin ruh ile mezcidir, yani amelleri Allah'ın emirleri ve nehiyleri ile müseyyer kılmaktır. Ne kadar az yahut çok olursa olsun, ne kadar küçük yahut büyük olursa olsun, bu felsefe her amel için daima elzemdir. İşte hayat tasviri budur. İslamî akidenin, hem hayatın esası, hem felsefenin esası, hem de nizamların esası olmasından ötürü, -İslam'ın bakış açısından hayat hakkındaki mefhumların toplamı olan- İslamî Hadarat, tek bir ruhî esas üzerine bina edilmiştir ki o, akidedir. Onun hayat tasviri ise, maddenin ruh ile mezcidir ve onun nazarında saadetin manası da Allah'ın rıdvanıdır."

Gördüğünüz üzere "felsefe" kelimesinin yukarıda geçtiği üzere kullanılmasında bir sakınca yoktur.

Yine felsefe kelimesinin kullanıldığı yerlerin tedebbür edilmesiyle bu mananın açık olduğunu, bunun fasit filozoflara bir cevap olduğunu ve bunun, felsefede açıkladığımız bu esasın dışında hareket ederek dalalete düşen veya küfre giren filozofların durumlarıyla karıştırmaktan uzak olduğunu göreceksiniz.

İşte size bu yerlerden bazıları:

Kitleleşme Kitabının 4. sayfasında şöyle geçmektedir: "Fikir ve metot mevzuuna gelince; bunlar, bir felsefelerinin var olduğu farz edilirse, bu hareketlerin üzerine kaim oldukları felsefenin hatasında zahirdir..."

6. sayfasında şöyle geçmektedir: "İşte biz inanıyoruz ki kalkınmanın hakiki felsefesi; fikir [el-fikra الفِكْرَة] ve metodu [el-tarika الطَرِيْقَة] beraber bütünleştiren ideolojidir [mebde' مَبْدَأ] ve bu ideoloji de İslâm'dır zira kendisinden tüm devlet ve ümmet işleri için bir nizam kaynaklanan ve tüm hayat sorunlarını çözen bir akidedir..."

7. sayfasında şöyle geçmektedir: "Dedik ki kalkınmanın hakiki felsefesi; fikir ile metodu beraber bütünleştiren ideolojidir ki bu ikisinin kavranması, kalkınmaya götüren ciddî bir çalışma ile kaim olmayı hedefleyen her kitleleşme için kaçınılmazdır."

10 ila 11. sayfalarından şöyle geçmektedir: "Küfür ve sömürgecilik fikirlerinin terkiz edişinde, kalkınmanın başarısızlığında ve gerek cemiyetçi gerek hizbî kitleleşme hareketlerinin fiyaskosunda bu ecnebi kültürünün büyük etkisi vardır. Zira kültürün, hayatın mecrasına etki eden insanî fikirde büyük etkisi vardır. Nitekim sömürgecilik, öğretim ve kültür minhaclarını sabit bir felsefe esası üzerine koydu ki o, kendisinin hayattaki bakış açısıdır [vichet el-nazar fi el-hayâ وِجْهَة النَّظَر فِيْ الحَيَاة]. Bu da maddenin ruhtan ayrılması ile dinin devletten ayrılmasıdır. Yine hem kendi şahsiyetini, içerisinden kültürümüzün çekilip çıkarıldığı yegâne esas kıldı, hem de hadâratını, mefhumlarını ve ülkelerinin teşekküllerini, tarihini ve tabiatını, akıllarımızı tıka-basa doldurduğumuz aslî kaynak kıldı..."

Ve 23. sayfasında şöyle geçmektedir: "...bu hizbî bağ; kendisinden hizbin felsefesinin kaynaklandığı akide ve hizbin, mefhumları ile vasıflandığı kültürdür. İşte o zaman hizbî kitle oluşturulmuş ve hayat meydanında seyrettirilmiş olur..."

Bu yerlerde bir karışıklığın olmadığı açıktır.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Nasıl Olur da Batılı Değerlere Hizmetkârlığın Yeniden İlanı, "Avrupa'ya Rest Çekmek" Şeklinde Kabul Edilebilir?

Başbakan Erdoğan 13 Nisan 2011 tarihinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde (AKPM) bir konuşma yaptı. Erdoğan'ın yaptığı bu konuşma, kamuoyuna "Avrupa'ya rest çekti" başlıkları ile yansıtıldı.

Halbuki Erdoğan'ın konuşmasındaki en dikkat çekici husus; "Hıristiyan dünyası ile İslam dünyasının birbirine bakışının, tarihsel süreçte büyük oranda Haçlı Seferleri ile şekillendiğini, yaklaşık bin yıl önceki bu karşılaşmaların, bin yıl boyunca önyargılara, yanlış anlamalara, bloklaşma ve kutuplaşmalara bir bahane ve bir gerekçe olarak görüldüğünü", "medeniyetler çatışması tezlerinin çöktüğünü" ifade etmesi, bunun yerine "Türkiye'nin, bulunduğu coğrafya içinde halkı Müslüman olan, aynı zamanda da İslam-laiklik-demokrasi gibi kavramların bir arada varlığını sürdürebileceğini tüm dünyaya ispat etmiş son derece anlamlı bir model haline geldiğini" vurgulaması, sömürgeci kafir Batı'nın çirkef yüzünü örtebilecek yegane ülke olarak Türkiye'yi pazarlamış olmasıdır. Bu şekliyle Başbakan Erdoğan, Batılı değerlerin İslam Ümmeti'ne enjekte edilmesinde, sömürgeci kafir Batı'ya hizmetkar olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Bu tutumun neresinde "Avrupa'ya rest çekmek" vardır? Eğer Erdoğan hükümeti, sömürgeci kafir devletlere rest çekmek istiyorsa NATO'dan tümüyle el çekerek, "insani yardım" bahanesiyle cürümlerine ortak olmayarak, ekonomik açıdan buhranlarla boğuşan AB ile müzakereleri ve Türkiye adına AB ile imzaladığı tüm anlaşmaları iptal ederek yapmalıdır. Bu işe önce Kıbrıs Rum kesimini "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında zımnen tüm Kıbrıs'ın temsilcisi olarak kabul ettiği "Ek Protokolü" iptal etmekle başlayabilir.

Ey Müslümanlar!

Sömürgeci kafir Batı'nın kültürel, ekonomik siyasi ve askeri vb. tüm alanlardaki nüfuzunu, İslami beldelerden kökünden söküp atacak olan, şimdilerde ayak seslerini gümbür gümbür işittiğimiz, Allah'ın izniyle çok yakında kurulacak olan Nübüvvet Minhacı Metodu Üzere İkinci Raşidi Hilafet'tir. Gerçek restin ne olduğunu Allah'ın izniyle çok yakında, hem düşman sömürgeci kafir Batı görecek ve yeryüzü dar gelecektir hem de izzete susamış İslami Ümmet görecek ve yürekleri ferahlayacaktır.

الَّذِينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْ فَإِن كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِّنَ اللّهِ قَالُواْ أَلَمْ نَكُن مَّعَكُمْ وَإِن كَانَ لِلْكَافِرِينَ نَصِيبٌ قَالُواْ أَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُم مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً، إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ Onlar ki sizi gözetleyip bekliyorlar; eğer Allah'tan size bir fetih nasip olursa "Beraber değil miydik?" diyecekler ve eğer kafirlere bir nasip düşerse, "Biz sizden üstün gelmedik mi? Sizi müminlerden kurtarmadık mı?" diyecekler. Artık kıyamet günü Allah aranızda hükmünü verir ve elbette kafirler için müminler aleyhine bir yol verecek değil. Doğrusu münafıklar Allah'a hile yapmaya çalışırlar, Allah da hilelerini başlarına geçirir. [en-Nisa 141, 142]

Devamını oku...

Sorular ve Cevaplar

Soru-1: İktisat Nizamı Kitabının 297. sayfasının on dördüncü satırında şöyle geçmektedir: "Bir adamın sağlam bir dinar ile tam saf olmayan iki dinarı satın alması caiz olmaz."

Yine aynı kitabın 318. sayfasının sondan on birinci satırında şöyle geçmektedir: "Bu durumda değişim (kur) fiyatı, her iki devletin paralarının saf altın fiyatlarının birbirine göre olan oranı ile oluşur."

Birinci durumda geçen metinden ve akabindeki izahattan saf olmayan iki dinarın sağlam bir dinarla değiştirmenin caiz olmadığını anladım. Saf olmayan iki dinardaki toplam saf altının, sağlam dinardaki saf altın ağırlığına eşit olabileceği unutulmamalıdır. Binaenaleyh ben bundan şunu anladım ki mesela 24 ayar altın 21 ayar altınla değiştirildiğinde her iki ayardaki saf altın oranı farklı olmasına rağmen değişim bire bir olmalıdır. Ancak ikinci durumda geçenler, değişimin ilk durumda anladığım gibi bire bir değil saf altın ağırlığı oranında olacağını açıkça belirtmektedir. O halde bu iki anlayıştan hangisi doğrudur? İki durumda geçenlerin arasını nasıl örtüştürürüz? Yani kur işleminde muteber olan nedir? İçerisindeki saf altın ağırlığı göz önünde bulundurulmaksızın her iki külçenin ağırlığı mıdır yoksa her iki külçedeki saf altın ağırlığı mıdır?

297. sayfada sağlam bir dinarın saf olmayan iki dinarla değiştirilmesinin caiz olmadığına Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in, bir ölçek kaliteli hurmanın iki ölçek kalitesiz hurma ile değiştirilmesine karşı çıkmasının delil getirilmesi dikkatimi çekti. Hurmanın hurma ile değiştirilmesinin bir alış-veriş olduğu, sağlam dinarın saf olmayan dinar ile değiştirilmesinin ise bir sarf/mübadele olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca kaliteli hurma ve kalitesiz hurmanın her ikisi de hiçbir şeyin karışmadığı birer saf hurmadır. Oysa saf olmayan altın, kusurların karıştığı saf olmayan bir altındır. Ben burada iki vakıanın, birbirine delil getirilemeyecek şekilde farklı olduğu görüşündeyim.

Son tahlilde farklı iki ayardaki altınlar birbiriyle değiştirildiğinde mübadele, ayarlarına bakılmaksızın bire bir mi olur yoksa önemli olan her ikisindeki saf altın ağırlığının eşit olması mıdır? Zira ayarların farklı olması, her iki külçedeki saf altın oranının farklı olmasının kaçınılmaz olması demektir.

 

Cevap-1: Mesele aşağıdaki gibidir:

1- Altının altınla sarfı/mübadelesi, misli mislinedir. "Altın" lafzı, bir cins isim olup ister 18 ister 21 istese 24 ayar olsun altın olarak isimlendirilen her şeye intibak eder.

Dolayısıyla değiştirmek istediğinizde bire bir değiştirebilirsiniz. İcap ve kabul gerçekleştiğinde sarf/mübadele işlemini bozmak caiz değildir. Ancak şu şartla ki mübadelede aldatma olmamalıdır. Yani sizde 24 ayar altın ve arkadaşınızda 18 ayar altın varsa sizden herhangi biriniz altının ayarını gizlememelidir.

Fakat bu altın, 24 ayar der ve sarf/mübadele, misli misline tamamlandıktan sonra diğer kişi bu altının 21 ayar olduğunu anlarsa burada aldatma vardır. Bu durumda kişinin, mübadele işlemini bozması caizdir ve aldatılan kişi, mübadele işlemini kabul veya iptal etmede muhayyerdir. İptal etmesi durumunda her biri diğerine altınını iade etmelidir. Ancak "24" ayar altının sahibinin, "21" ayar altının sahibinden fark alma hakkı yoktur. Çünkü her iki ayar da altın olup fazlalık caiz değildir.

Bu, İktisat Kitabının 295. sayfasında geçenlerin açıklamasıdır: "24 ayar altın karşılığında 24 ayar altın alan bir kimse, 24 ayar diyerek altının ayarı 18 ayar olduğu görülürse bu bir aldatma olduğu için alan adam muhayyerdir. Dilerse aldığı 18 ayar altını geri verir isterse günün piyasa fiyatından kabul eder. Altın mübadelesinde bulunan kimselerden aldanan 18 ayar olarak aldığı altının kusurundan dolayı uğradığı zarar karşılığında fazla olarak bir miktar altını satıcıdan almak istemesi caiz değildir. Çünkü aynı cins olan bir maddede aranan benzerlik ve miktar şartı ortadan kalktığı için caiz olmaz."

2- 297. sayfada geçen şu metne gelince: "Bir adamın sağlam bir dinar ile tam saf olmayan iki dinarı satın alması caiz olmaz. Fakat birkaç dirhem vererek bir dinarı, sonra da birkaç dirhem vererek tam saf olmayan iki dinarı satın alması caizdir. İster bu dinarların her iki tanesini dirhem sattığı adamdan alsın ister başkasından alsın farketmez. Ebu Said'den: "Bilal, Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e kaliteli bir hurma getirmişse Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Bilal'e bu hurmalarını nereden getirdiğini sordu. Bilal: "Sana ikram etmek için kalitesi düşük olan iki ölçek hurma verdim. Karşılığında bu hurmalardan bir ölçek hurma aldım" dedi. Bu durumda Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şöyle dedi: أوه عين الربا، لا تفعل، ولكن إذا أردت أن تشتري التمر، فبعه ببيع آخر، ثمّ اشتر به "Bu, faizin ta kendisidir. Böyle yapma. Ancak böylesi bir hurmayı almak istediğin zaman elindeki sat sonra istediğin hurmayı al." [Muslim]

İki ratıl kalitesiz hurma ile bir ratıl kaliteli hurmanın değiştirilmesinin caiz olmaması ve bunun saf olmayan iki dinar ile saf olan bir dinarla değiştirilmeyeceğine delil getirilmesi, sahih bir delillendirmedir. Bu delillendirmenin sizi şöyle söylemeye itmesine gelince: "Kalitesiz hurma ile kaliteli hurmanın değiştirilmesinin vakıası bir alış-veriştir, sağlam bir dinar ile saf olmayan bir dinarın değiştirilmesi ise bir sarftır." Bu söz, doğru değildir. Zira sarf da bir alış-veriştir. Sadece nakdin nakitle alış-verişi, sarf/mübadele olarak isimlendirilmektedir.

Kitabın 295. sayfasındaki konunun başındaki şu metne bakınız: "Sarf işlemleri ne kadar çeşit ve miktarda olursa olsun şu iki temel dışında olmaz: 1-Aynı cinsten olan paranın parayla satış ve alışı. 2-Ayrı iki cinsten olan paranın parayla alış-verişi."

Bundan dolayı sarf da bir alış-veriştir ey sevgili kardeşim. Allah, seni tüm şerlerden ve kötülüklerden korusun.

3- 318. sayfada belirttiğiniz şu metne gelince: "Bu durumda değişim (kur) fiyatı, her iki devletin paralarının saf altın fiyatlarının birbirine göre olan oranı ile oluşur."

Buradaki mesele, başka bir durumdur. Mesele, "sağlam ve saf olmayan" meselesi değildir. Bilakis İslamî dinar ve İngiliz sterlini gibi bir meseledir. Bu ikisi değiştirildiğinde aynı yöntem, "misli misline" yöntemi takip edilir. Mesela 1 naibe İslamî dinar, 24 ayar altın cinsinden "4,25" gram ve 1 naibe İngiliz sterlini, 21 ayar altın cinsinden "2,125" gram olur ve siz de mübadelede bulunmak isterseniz bu, misli misline olmalıdır.

Bu durumda "4,25" gram altına denk olan İslamî dinar, altının cinsine bakılmaksızın İngiliz sterlininin iki katıdır, yani 2 x 2,125: 4,25 gram altın demektir. Yani 21 ayar altın, 24 ayar altından daha azdır, o zaman iki katı ve fazlasını istiyorum demek caiz değildir... Bu caiz değildir: Çünkü ister 24 ister 21 isterse 18 ayar olsun altın olarak isimlendirilen her şey aynı ağırlıkla mübadele edilir. İcab ve kabul gerçekleştiğinde alış-veriş bozulmaz. Ancak bir aldatmanın olmaması şarttır. Yani kişilerden her biri arkadaşındaki altının cinsini bilmelidir.

Şayet ortada bir aldatma varsa, yani habis bir İngiliz -ki böyledir-, saf olan bir Müslümana -ki ara sıra olabilir- bendeki bu iki naibe sterlini, İngiliz bankasında değiştirdiğinde sana bunun yerine 24 ayar cinsinden 2,125 gram altın verirler der ve Müslüman da bu ikisini alır ve İngiliz'e 4,25 gram değerindeki dinarı verir. Daha sonra saf Müslüman, bu habis İngilizin sözüne güvenerek bankaya gider ve iki naibe sterlin karşılığında 21 ayar cinsinden 4,25 gram altın alırsa bu durumda, Müslümanın şu iki şey için İngilize geri dönmesi caizdir: Ya bu alış-verişi kabul eder yada bozar ve her biri altınını geri alır. Fark almak caiz değildir. Çünkü altın olarak isimlendirildiği sürece altın altınla misli misline mübadele edilir.

Tabii ki bu muamele, Dâr-ul İslam'da gerçekleşmişse İngiliz için aldatma cezası vardır. Ancak bu İngiliz, bir elçi ise aldatma cezası olarak onu kovmamız yeterlidir!

 

Soru-2: Maliye Kitabının 230. sayfasının üçüncü paragrafında şöyle geçmiştir: "Bu türden kağıt paralar, üzerinde yazıl nominal değerin altın yada gümüş olarak karşılanan kısmı naibe kağıt para sayılır... Eğer 40 dinara ulaşmıyorsa zekat vermek gerekmez."

Soru şudur: Kısmi karşılığı olan naibe kağıt para olması itibarıyla vesika kağıt paralara, karşılığının vakıasına göre altın veya gümüşün zekatı gibi zekatı verilmelidir şeklinde bakmak mümkün müdür? Karşılığı olmayan kısmına da nakit ve değer illeti tahakkuk etmesi bakımından zorunlu kağıt paraların vakıası intibak eder ki bu husustaki durumu, zorunlu kağıt paraların durumu gibidir. Dolayısıyla bu kısmı da altın ve gümüş nakdine zekatı vacip kılan hadislerin kapsamına girer.

 

Cevap-2: Nakit aşağıdaki gibidir:

1- Altın ve gümüş konusu ve bunların zekatı açıktır.

2- Üzerinde her yazılı olan naibe kağıt para. Şayet üzerinde 4,25 gram altın değerinde olan İslamî dinar yazılıysa bu kağıda, altın dinarmış, yani somut bir maddeymiş gibi "dinar" muamelesi yapılır. Dolayısıyla bu kağıdın zekatı, üzerinde yazılı olana göre verilir. Şu şartla ki bu kağıt para, her an üzerinde yazılı olana göre altına dönüştürülebilir olmalıdır. Yani beraberinizde bu tür kağıttan 85 gram altın değerinde 20 kağıt varsa nisap miktarına ulaşmış olur ve zekatı verilir. İşte naibe kağıt paranın anlamı budur. Yani her an tam değeriyle devlet bankasından değiştirilebilinir demektir.

3- Üzerinde kısmen altınla değiştirilir yazan naibe kağıt para. Mesela üzerinde dinar isminin yazmasına, yani insanlar nezdinde muamelede dinar olarak isimlendirilmesine rağmen devlet bankasına götürdüğünüzde size, 2,125 gram altın, yani yarım dinar altın verilmesi gibidir. Bu da nisaba, bu tür kağıttan 40 kağıda, yani (40 x 2,125 = 85 gram altına) sahip olduğunuzda ulaşılıyor demektir. Bu durumda üzerinde dinar yazan bu kağıt para, yarısı naibe yarısı zorunlu olmak üzere iki kısma ayrılıyor denilmez. Çünkü o, tek bir kağıttır ve piyasada ona, 2,125 gram altın miktarının satın alma gücü kadarki alım gücüne göre muamele edilir. Başka bir şeye göre değil.

Yani alım değeri, 2,125 gram altın + başka bir şey olmaz!

Dolayısıyla onun vakıası, sadece 2,125 gram altın değerinde olan bir nakit kağıt paradır.

4- Zorunlu kağıt paraya gelince; üzerinde yazılı olana göre altınla değiştirilemez. Yani ister üzerinde 1 dinar isterse 10 dinar yazsın bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü o, "hiçbir şekilde" altınla değiştirilemez. Şöyle denilmez: Onunla bir miktar altın alınabileceği halde bu, neden bir karşılık olmadığı gibi zorunlu para, belirli miktarda altın karşılığı olan bir vesika kağıt para olmuyor.

Böyle denilmez: Çünkü tamamen naibe olan kağıt para veya kısmî naibe olan vesika kağıt paraya, tamamen veya kısmî naibe paranın intibak edebilmesi için altın değerlerinin belli ve sabit olması ve her an devlet bankasında değiştirilebilmesi şarttır. Bu iki şartın, "belli bir değerin ve her an bu değer karşılığında değiştirilmesi" şartının tahakkuk etmemesi onları, naibe kağıt paranın dışına çıkarır.

Görüldüğü üzere zorunlu para, böyle değildir. Zira devlet bankasından dilendiği an altınla değiştirilebilir belli sabit bir karşılığı yoktur. Bilakis Amerika'nın 1971 yılında doların altınla değiştirilmesini kaldırdığını ilan etmesinden bu yana belli oran karşılığında değiştirilebilinir kağıt para kalmamıştır.

Binaenaleyh zorunlu kağıt paraya şeri hükümlerde nakit muamelesi yapılması, "nakit" illetinden dolayıdır ve piyasadaki altın veya gümüş değeri öğrenildikten sonra zekatı verilir. Eğer alım değeri, 20 dinara, yani "85 gram altına" veya 200 dirheme, yani "595 gram gümüşe" ulaşmışsa nisap miktarına ulaşmış olur. Eğer kişinin borcundan fazlaysa ve üzerinden de bir yıl geçmişse onun zekatı vacip olur. Bu meselede bana göre racih olan şudur ki iki nisaptan en düşük olana ulaşılmasıdır. Zira gümüşün nisabına -ki bu günümüzde nisabı en az olandır- ulaştığında, zorunlu paraya sahip olan bir kimse zekat ehlinden olur.

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Kur'an'ı, [لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ] "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir" hadisini delil getirerek "makam" tarzıyla okumak caiz midir? Kur'an'ı makam tarzıyla okuyanların birinden bu hadisin aksi olan başka bir hadisin, yani [ليس منا من تغنى بالقرآن] "Kur'an'ı makamla okuyan bizden değildir" hadisinin olduğunu duydum. Binaenaleyh bana, bu iki hadisin arasını cemetmenin kerahete delalet ettiği şeklinde bir cevap verdi. Bu doğru mudur?

 

Cevap:

1- Muslim, Ebî Hurayra'dan Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir." Başka bir rivayette ise ziyade olarak "Kur'an'ı cehren okumayan" ifadesi geçmiştir.

Aynı şekilde el-Hakim, bu hadisi Mustedrak adlı eserinde Sa'd İbn-u Malik [RadiyAllahu Anh] kanalıyla tahriç etmiş ve bu hadisin sahih isnadlı olduğunu ve bu isnadla tahric edilmediğini söylemiştir. Yine bu hadis, Abd İbn-u Hamid'in Musnedi ile eş-Şihâb el-Kadâî'nin Musnedi'nde de geçmiştir.

Hadiste geçen [يتغنّى] "makamla" kelimesinin tefsirinde ihtilaf edilmiştir:

- Sufyan İbn-u Uyeyne, [يَسْتَغْني به] "Kur'an'ı makamla okumayan" kelimesini, dünyanın meşgalesi yüzünden Kur'an'ı makamla okumayan kimse bizden değildir, yani bizim yolumuz üzere değildir şeklinde tefsir etmiştir.

- İbn-ul Arabî, gezgin ve boşta olan bir kimsenin şarkı mırıldanmayı [هِجِّيراه] alışkanlık ettiği gibi Kur'an'ı (mırıldanmayı) alışkanlık etmesidir şeklinde tefsir etmiştir.

İbn-ul Arabî, Araplar deveye bindiklerinde, avlularına oturduklarında ve genellikle şarkı mırıldandıklarını ve Kur'an inince Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e, şarkı mırıldanmaları yerine Kur'an okumayı alışkanlık edinmelerinin daha çok hoş geldiğini söylemiştir. Buradaki [هِجِّيراه] kelimesinin manası: Alışkanlık, adet ve haslet demektir.

- el-Leys İbn-u Sa'd, bunu şöyle diyerek tefsir etmiştir: Ebu Avaneh'in kendisinden naklettiği üzere Kur'an'ı makamlar okumak, yani kişinin onunla hüzünlenmesi ve kalbinin Kur'an'la yumuşamasıdır.

- Taberi, Şafii'den kendisine İbn-u Uyeyne'nin hadiste geçen teganni kelimesini makam olarak tevil etmesi sorulduğunu, bunu kabul etmediğini, şayet kastedilen makam olsaydı [لم يستغن] derdi, ancak kastedilenin sesi güzelleştirmek olduğunu söylediğini zikretti. Ve Taberi, şöyle dedi: "Şayet teganni kelimesinin manası, makam olsaydı diğer rivayette cehren kelimesinin zikredilmesinin bir anlamı olmazdı. (Başka bir rivayette ise ziyade olarak "Kur'an'ı cehren okumayan" ifadesi geçmiştir.)"

Hakeza bana göre racih olan Kur'an'ı teganni etmek, Kur'an'ı Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den varit olan tertil kurallarına göre okuyarak sesle güzelleştirmek demektir. Nitekim Ahmed, Ebu Davud, en-Nesai ve İbn-u Mace'nin Berâ İbn-u Âzib'ten tahric ettikleri Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu hadisi de bunu teyit etmektedir: زَيِّنُوا الْقُرْآنَ بِأَصْوَاتِكُمْ "Kur'an'ı seslerinizle süsleyin."

Dolayısıyla mana, okumayı Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den sabit olan tertil kurallarına göre sesle güzelleştirmektir ve Kur'an'ı bu vecih üzere teganni etmeyen bir kimse, yani okumayı nakledilen tertil kurallarına göre sesiyle güzelleştirmeyen bir kimse, okuma açısından Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in gereğince okumayı talep ettiği yol üzere olmaz.

Nağme "makam ve benzerleriyle..." okumaya gelince; Nağmeyle okumanın, kıraat kurallarına göre okunup okunamayacağı(?) bakımından bu hususta fakihler nezdinde ihtilaf vardır. Buna binaen bazıları, harflerin esnetilerek bilinin çizgisinden çıkılıp kıraat kurallarının dışına çıkılacağından nağmeyle okumanın haram olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise bunu, şu şarta bağlamıştırlar: Nağmeyle okumak, doğru metodun dışına çıkmadıkça caiz aksi durumda caiz değildir...

Bana göre racih olan: Nağmeyle okumanın caiz olmadığıdır. Çünkü genellikle harfler kıraat kurallarına göre çıkmamaktadır. Nitekim bu konuda şunu okudum: "Kıraatta nameyi gözeten kimse, genellikle (harfleri hakkıyla) eda etmeyi gözetmemektedir. Nağmeyle okuyanlarda ağırlıklı olarak vuku bulan budur."

Bu, لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir." hadisi hakkındadır.

Şu hadise, yani لَيْسَ مِنَّا مَنْ يَتَغَنَّى بِالْقُرْآنِ "Kur'an'ı makamla okuyan bizden değildir." hadisine gelince; böyle bir hadis olduğunu bilmiyorum.

Velhasıl: Kur'an okumayı kıraat kurallarına göre güzel sesle güzelleştirmek, mustahab bir iştir, yani mendubtur. Kur'an'ı nameyle okumak, genellikle nağmelerde olduğu üzere harfler kıraat kuralları göre olan çizgisinden çıkacağından ve harflerde Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den nakledilen kıraat kurallarının dışına çıkaracak bir esneme olacağından caiz değildir.

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Ey Mısır'ın Kadınları! Adaleti ve Kadın Haklarını Garantileyecek Olan Sadece Hilafet Devleti Anayasasıdır

"Kadın Araştırmaları Bakış Merkezi", Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi tarafından mevcut sistemde kadınlarla ilgili olarak bir geçici anayasa beyanının (kotanın) yayınlanmasını kadın haklarına zulmedilmesi olarak değerlendirdi...

Burada Yüksek Konsey veya diğer kurumlar tarafından yayınlanacak olan herhangi bir kanunun yada beyanın bundan daha iyi olmayacağına dikkat çekmek isteriz!! Hatta bu kota, Bakış Merkezinin istediği gibi değiştirilmiş olsa dahi Mısırlı kadınlar, adaletli ve onurlu bir hayat yaşayamayacaklardır! Zira sorun, köklüdür ve bizzat rejimin temeliyle alakalıdır...

Mısırlı kadınların yaşadığı aşağılama, baskı, fakirlik ve zulmün sebebi, sadece Mübarek'in diktatör yönetimi ve rejimi değildir. Aksine bu zulmün temeli, insanlığa hiçbir hayrı dokunmayan beşerî kanunlara muhakeme olan yürürlükteki laik sistemdir.

Mısır'da kadınların durumu, kötü ve korkunç olup tüm sınırları aşmıştır. Zira el-Ahram el-Arabi de dahil birçok kaynakta okuma-yazma bilmeyen kadın oranının %60'a ulaştığı geçmektedir. Fakirlik sınırı altında yaşayan kadın oranı ise %40'a ulaşmıştır. Aynı şekilde başka bir kaynakta kadınların %90'na yakınının, üniversiteyi bitirdikten sonra iki yıl boyunca bir iş bulamadığı geçmesinin yanı sıra bakım ve sağlık hizmetleri de yetersizdir...

İşte bunlar, demokratik beşerî sistemlerin semeresidir!! Bu felaketler, sadece Mısır'la sınırlı değildir. Bilakis Pakistan'dan Endonezya, Bangladeş, Afrika, Güney Amerika ve Orta Asya'ya kadar tüm İslam beldelerinde ve diğerlerinde de vardır. Hatta Hindistan ve Brezilya gibi ekonomik gelişmeye sahip laik devletler bile kadınla ilgili sorunları çözememişlerken İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya ve İspanya gibi Batılı devletlerde ise kadınların hakları sadece engellenmekle kalmanın ötesinde sermaye sahiplerince köleleştirilerek ürünlerin pazarlanması için bir eşya ve zevkleri doyurucu bir meta haline gelmiştir!

Ey Mısırlı Kadınlar! Ey Baskı ve Vahşet Karşısında Cesaretiniz ve Sebatınızla Tagutların Kalplerine Korku Salan Kadınlar! Seslerinizi adalet talebiyle yükselttiniz ve asrın Firavununun tahtını devirdiniz. Ancak yeryüzüne, insanlara ve ümmete daha parlak bir gelecek sağlayacak anayasa ve siyasî bir sistemi belirlemede azim bir sorumluluğu üstlenme rolünün zamanı gelmiştir.

Ey Hakkı ve Adaleti İsteyen Kadınlar!

İslamî bir anayasanın kadına saygısızlığı doğuracağı, bunun da kadının aşağılanmasına ve alçaltılmasına neden olacağı ve demokratik laik sistem dışında kadın haklarını güvence altına alacak başka bir sistemin olmadığı şeklinde İslam hakkında yalanlar yaymaya çalışan kimseler vardır! İslam'a yönelik bu ithamlar, yeni bir şey değildir. Zira diktatör rejimler, laik otoriter yönetimlerini devamını sağlamak için bunların propagandasını yapmış ve Batılı hükümetler, ekonomik çıkarlarını garantilemek amacıyla sömürgecilik savaşlarını ve İslam dünyasındaki politikalara yönelik süregelen müdahalelerini meşrulaştırmak için bunları yaymışlardır.

Ey Mısırın Sevgili Anneleri ve Kızları!

Mısır'da kadının yaşadığı zulüm ve zorbalığın artması, medya organlarının, dergilerin, eğitimin ve siyasî sistemin propagandasını yaptığı liberal Batılı hadaratın topraklarınıza nüfuz etmesinden kaynaklanmaktadır. Zira Mısır, kadının sermaye sahipleri için en büyük kar getiren bir araç olmasına izin veren "liberal özgürlüğü yaymaya" çalıştıkları "Doğunun Hollywood'u" şeklinde tanınır hale gelmiştir.

Ortada dile getirmek istemedikleri bir hakikat vardır ki o, eğitim, ekonomi, iş, yargı ve siyasetin yanı sıra uygun bir eş seçimi, boşanma talebi ve kendi haklarına saygın hususlar gözüyle bakma gibi hakları 1400 yıldır kadına tam olarak sadece İslam vermiştir. Zira birçok şeri delillerde erkeğin kadına şefkat ve saygıyla muamele etmesine dair emirler gelmiştir. Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Veda Haccı'nda şöyle buyurmuştur: اسْتَوْصُوا بِالنِّسَاءِ خَيْرًا فَإِنَّهُنَّ عِنْدَكُمْ عَوَانٍ "Kadınlara hayrı tavsiye ediniz. Zira onlar, sizin yanınızda yardımcılarınızdır." Ve şöyle buyurmuştur: خَيْرُكُمْ خَيْرُكُمْ لأَهْلِهِ "Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır." Yine kadın, demokratik laik sistemlerde temel haklarını garantilemenin mücadelesini verdiği bir sırada İslam, ona karşı şiddeti, istismarı ve kötü muameleyi yasaklamıştır.

Ey Mısırın Sevgili Anneleri ve Kızları!

Diktatör yada demokratik olsun beşerî kanunlara dayalı olup da İslam dünyasında kadının başarı hikayesini temsil eden tek bir sistem dahi yoktur. Zira Irak ve Afganistan'da demokrasi tecrübesi, ağır bir başarısızlığa uğramıştır. O halde daha parlak bir gelecek yönünde umutların yükseldiği bir sırada Arap dünyasının geriye kalanında bu tecrübeyi fiilen yaşamak ister miyiz?! Kadının, bu başarısız beşerî sistemlerin altında sürekli olarak yaşadığı kıssa, zillet, utanç ve sefalettir.

Kanun koyucular ne kadar dürüst ve zeki olurlarsa olsunlar insanın sınırlı aklına dayalı hiçbir sistem, asla insanların temel ihtiyaçlarını temin etmeye muktedir olamayacaktır. "İslamî ve İslamî olmayan" şeklinde isimlendirilen parlamentolar, insanların işlerini gütmede veya kadının onurunu korumada başarısız olurlarken başka bir başarıyı gerçekleştirebileceklerini tasavvur etmek mümkün müdür?! Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur: لا يُلْدَغُ الْمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ مَرَّتَيْنِ "Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz."

Ey Bu Ümmetin Anneleri ve Kızları!

Müslüman yada gayrimüslim olsun kadının hak ettiği hakları temin etmeye sadece İslam muktedirdir. Zira kadının onurunu takdir eden, kadını dünyanın tüm hazinelerinden daha değerli sayan ve kadını koruma sorumluğunu bizzat hayatı koruma derecesinde gören sadece İslam'dır. SallAllahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَخَيْرُ مَتَاعِ الدُّنْيَا الْمَرْأَةُ الصَّالِحَةُ "Dünya, bir metaadır ve dünya metaının en hayırlısı ise saliha kadındır."

Ey Bu Ümmetin Anneleri ve Kızları!

Allahu [Subhânehu ve Te'alâ], diktatörü ortadan kaldırmanız için size güç verdi. Mısır'ın ve Mısırlı kadınların hatta tüm İslam dünyasının kurtuluş yolu sadece Hilafet Devleti Nizamı'dır. Eğitim, ekonomi, iş, siyaset ve İslam şeriatında belirlenen yargı gibi kadının tüm ihtiyaçlarını karşılayacak olan bu nizamdır.

Kadının sırtından aileye bakma yükünü kaldıracak ve onun maddî güvencesini sağlayacak olan Hilafettir. Kadının öğretim, seyahat ve çalışma gücü ile güvenli bir ortamda siyasî bir aktivist olmasını sağlayacak olan toplumsal kanunların çerçevesini belirleyecek olan Hilafettir. Hilafet, zorla evliliği, baskıcı uygulamaları ve kadına yönelik olumsuz klasik tutumların bitirmeye çalışmasının yanı sıra cehaletle mücadele edecek ve aynı şekilde temel ihtiyaçların doyumunu garantileyecek bir devlettir.

Hilafet, Müslüna yada gayrimüslim olsun kadına yönelik hiçbir saldırıya tahammül etmeyen siyasî bir nizamdır! Kadına yönelik hiçbir şiddet veya kötü muamele veya baskı veya istismar şekline de tahammül etmez. Ne kadar hafif olursa olsun her türlü alayı ve cinsel istismarı ağır bir cezayı hak eden bir suç olarak görür. Kadının itibarına iftira atmayı veya erkeğin arzularını doyurmanın bir aracı olmasını yasaklar. Dünyaya kadının onuruna ve haklarına yönelik gerçek takdirin nasıl olacağını gösterecek bir devlettir.

Ey Bu Ümmetin Anneleri ve Kızları!

Bozuk bir temel üzerine güçlü, sabit ve sarsılmaz yeni bir ev inşa etmek imkansızdır. Bundan dolayı eski rejimin kalıntılarını söküp atmalı, beşerî sistemin direklerini yıkmalı ve yönetim sisteminde köklü bir değişiklik yapmalıyız. Bizler -Müslüman bacılarınız- olarak sizleri, Sümeyya, Hatice, Ümmü Ammara, Esma Binti Ebî Bekir [RadiyAllahu Anhunne]'nin adımlarını takip etmeye, Allahuteala'ya itaat etmeye, ümmetin ve ümmetin kızlarının üzerine adalet ve onur fecrini doğuracak olan bu devleti beldenizde kurmak için bizlerle birlikte çalışmaya çağırıyoruz.


Dr. Nesrin Nevaz
Hizb-ut Tahrir
Merkezî Medya Bürosu Üyesi

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Fransa'da Peçenin Yasaklanması, Laikliğin Başarısızlığının Başka Bir Kanıtıdır

Fransa'da peçe yasağı, 11 Nisan 2011 pazartesi günü yürürlüğe girdi. Zira yeni kanuna göre, toplu taşıma araçları, parklar ve sokaklar da dahil genel alanlarda peçe giyen herkes suçlu sayılacak ve genel alanlarda peçe giyen herhangi Müslüman bir kadın, ya yüzünü açmaya zorlanacak yada 150 eoru para cezası ödeme veya laik cumhuriyetin değerlerinde bulunması gereken "erdemler" hakkında Fransız vatandaşlardan ders alması gibi bir cezaya çarptırılacaktır!! Ailesindeki kadınları peçe giymeye zorlayan koca veya baba, ya 30,000 euro para cezası ödeyecek yada 1 yıl hapis yatacak.

Bu yasak kararı, Fransa'daki iktidar partisinin İslam'ın Fransız toplumu üzerindeki "olumsuz etkisi", okulların kantinlerinde helal et verilmesiyle ilgili endişeler, sadece helal etin olduğu özel lokantaların bulunması ve mescitlerin yetersiz gelmesinden dolayı Müslümanların sokaklarda salah kılması hakkında genel bir forum düzenlemesinin akabinde geldi. Keza Fransa İçişleri Bakanı, Claude Gueant, Fransa'da Müslümanların sayısının artmasını bir sorun olarak nitelendirdi.

Bu tür yorumlar, forumlar ve peçeyle mücadele yasa tasarısı, iktidar partisinin anti-göç oranının yükselmesini ve Fransızların yabancılardan nefret etmelerini istismar etmeye dönük girişimlerinden öte bir şey değildir. Bunu ise 2012 yılı cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yapılan seçim anketlerinin durumunun zayıfladığını gösteren Sarkozy'e hizmet etmesi amacıyla İslam karşıtı ırkçı bir dalgaya kapılması girişimi altında yapmaktadır. Yine bunlar, geçen ayki yerel seçimlerde seçmenlerin arasındaki popülaritesinde dikkat çekici bir yükselme görülen aşırı sağcı Le Pen taraftarlarının oylarını kazanmaya dönük girişimlerdir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu Üyesi Dr. Nesrin Nevaz, bu hususta şu değerlendirmelerde bulundu:

"Fransa, komik bir şekilde kendisini Libya ve Fildişi Sahili'ni diktatörlükten kurtarıcısı olarak sunmaya çalışırken sınırları içerisindeki Müslüman kadınlara diktatörlüğü dayatmakta ve onları, dinî inançlarını terk etmeye zorlamaktadır. Fransız laikliği, sözde saçma sapan bir 'kadının kurtuluşu ve seçme özgürlüğü altında Müslüman kadını, sırf mütevazi kıyafetinden dolayı Fransız toplumunda dışlanmışlığa itmekte ve kadınları, dinî inançları yüzünden evlerine kapatılmış bir esir olarak görmektedir."

"Ne üzücüdür ki Fransız laikliği, Müslüman kadınları ırkçı seçmenlere yaranmak için bir yem olarak kullanmakta, ırkçı siyasî muhaliflerin üstesinden gelmek, laikliğin fırsatçılığını ve çöküşünü gösteren siyasî hedefleri gerçekleştirmek üzere Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki çatışma ipinde oynamak için bir seçim aracı olarak görmektedir. İşte toplumu parçalayan ve bölen bu olup bir parça kumaş değildir. Dini azınlıklara karşı önyargılı olmaya teşvik eden bir ideoloji, siyasî rekabette nasıl adil olabilir? Tutarlı, istikrarlı ve uyumlu toplumlar inşa etmede öncü bir sistem olduğunu nasıl iddia edebilir?!"

"Kadına yönelik bu ırkçı muamele ve düşmancıl ayrışım, güvenlik gerekçelerinin ve kadın haklarının arkasına gizlenen sırf ırkçı yasaların parçasından başka bir şey değildir. Müslümanlara yönelik bu baltacılığın hedefinin, Avrupa'da İslam'ı kabul edenlerin sayısının artmasının üzerine onları, sarsılmaz dinî inançlarını terk etmeye ve laik liberal değerleri kabullenmeye itmektir."

"Entegrasyon politikasından söz etmek, sırf arkasında Fransa'daki Müslümanları özellikle İslam'a ilişkin açık her türlü görüntülerden 'temizleme' girişiminin gizlendiği bir kılıftır. Tartışmanın odağı, İslam'ın Fransız toplumu üzerindeki 'olumsuz etkisi' yalanı olmak yerine laikliğin insanlıktan yoksun olması, tüm hakları özümseyememesi, tüm insanlığın işlerini düzenlemede ideal bir sistem olduğu yalanı iddiasında hızla geri adım atması olmalıdır."

"İslam gelince; ırkçılığa, fırsatçılık siyasetine ve azınlıkların hedef alınmasına nefretle bakan siyasî bir akidedir. İslam Nizamı, Hilafet rayesi altında tüm dinlerin haklarının garantilendiğini gösteren örneklerle dolu bir tarihi olan nizamdır. İslam Nizamı, özel ibadetlerinin korunmasına ihtiyaç duyan dini azınlıkların hissettiği dahası yaşadığı kırılganlık veya güvensizlik sıkıntısı çekmeyen bir yaşam tarzdır."

"Böylesine kritik bir zamanda bizler, Fransa, Avrupa ve tüm Batı ülkelerindeki Müslüman kadınlara, zorla dinî inançlarından döndürmeyi hedefleyen çocuksu korkutma taktikleri karşısında kararlı bir duruş sergilemeye ve İslamî inançlarına sımsıkı sarılmaya çağırıyoruz."


Dr. Nesrin Nevaz
Hizb-ut Tahrir
Merkezî Medya Bürosu Üyesi

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Anayasa Mukaddimesi Kitabının 2. cüzünün 147. sayfasının altıncı satırında şöyle geçmiştir: Allahuteala'nın şu kavline gelince; وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ "Hasat günü de hakkını verin." [el-Enâm 141] Bu ayette zekat varit olmamıştır. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir ve zekat Medine'de farz kılınmıştır. Bundan dolayı öşür olmadığı halde narı zikretmiştir."

Yine Maliye Kitabının 213. sayfasının ilk satırında "Ekin ve Meyvelerin Zekatı Kitap ve Sünnetle Farzdır" başlığından sonra şöyle geçmiştir: Kitaba gelince; Allahuteala'nın şu kavlidir: وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ "Hasat günü de hakkını verin." [el-Enâm 141]

Soru şudur: Anayasa Mukaddimesi'nde geçtiği üzere içerisinde zekat varit olmadığını söylememizin bilinmesine rağmen bu ayeti, zekatın vacipliğine nasıl delil getirebiliyoruz? Yani bu ayeti, ekinin ve meyvenin zekatının vacipliğine nasıl delil kılabiliyoruz? O halde bunun hakkında tashîh yayınlanması gerekmez mi?

 

Cevap:

1- Mukaddime Kitabında geçenler, Maliye Kitabında geçenlerden daha detaylıdır ve şöyle bir anlayış çıkarılabilinir:

Bu ayetin, yani وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ "Hasat günü de hakkını verin." ayetinin, zekata genel olarak delil getirilmesi, yani bütün ekinlerde zekat vardır denilmesi doğru değildir. Çünkü bu ayet, Mekkîdir ve zekat henüz farz kılınmamıştı.

Böyle bir anlayış çıkarılabilmesine rağmen bu ayeti, her ekin için genel olmayan bir şekilde dahası Mukaddime'de geçtiği üzere delil getirenler de vardır:

a-      Hasat edilenler için

b-      Beyanı gerektiren mücmel bir ayet olarak

Binaenaleyh Mukaddime Kitabında şöyle geçmiştir: "Dolayısıyla narın zekata dahil olduğunu saysak bile hasat edilen şeylere hamledilirdi. Çünkü nar, hasat edilmez. Dolayısıyla mücmel kabilinden olur. Hadisler gelerek hasat edilenlerden zekatı verilecek olan şeylerin buğday ve arpa olduğunu beyan etmiş ve bunlara hurma ve üzüm olmak üzere iki sınıf daha eklemiştir. Her halükarda bu ayet Mekke'de indiğine ve o zaman henüz zekat farz kılınmadığına göre bu, bu ayetle istidlalin reddedilmesi için yeterlidir."

Yani bu ayet, tüm ekinlerin zekatına dair delil getirilemez. Çünkü Allah'ın kelamının siyakı, bu ayetin tüm ekinlerin zekatına delil getirilmeyeceği şeklindedir. Ancak bu ayetin, hasat edilenler hakkında ve hadislerin beyan ettiği mücmel şeklinde delil getirilmesi mümkündür.

Maliye Kitabına gelince; mücmel olarak zikredilmiştir. Mücmel hadis, yani [فيما سقت الأنهار والغيم العشور...] " Bulutun (yağmurun) ve nehirlerin suladığı (arazilerin mahsulünde)..." hadisi, zekata delil getirilmiş olsa dahi mücmel deliller tek başına yeterli değildir. Çünkü mücmel delil, beyana muhtaçtır ve beyanı da zekatı sadece muayyen bir miktara ulaşan buğday, arpa, hurma ve üzümle sınırlandıran hadislerdedir...

Hakeza beyanın takip etmesi şartıyla mücmel nassı delil getirmek caizdir. Bu nedenle Maliye Kitabında ayet mücmel olarak zikredilmiş ardından bunu, beyan edici hadisler takip etmiştir. Zira Maliye Kitabında şöyle denilmiştir:

"Ekin ve Meyvelerin Zekatı Kitap ve Sünnetle Farzdır." Kitaba gelince; Allahuteala'nın şu kavlidir: وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ "Hasat günü de hakkını verin." [el-Enâm 141] Sünnete gelince; Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in şu kavlidir: لَيْسَ فِيمَا دُونَ خَمْسَةِ أَوْسُقٍ صَدَقَةٌ "Beş vasktan az olan şeylerde zekat yoktur." [Muttefekun aleyh]

Her şeye rağmen Mukaddime Kitabında olduğu gibi Maliye Kitabında da ayrıntılı olsaydı daha iyi olurdu... Buna rağmen Mukaddime'de geçtiği gibi detaylı bir şekilde anlaşılsın diye tashîh edilmesi için bir neden görmüyorum.

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Mecusiler hakkındaki bir hadiste, Ömer İbn-ul Hattab'ın Mecusileri hatırlayınca onların durumu hakkında ne yapacağını bilmediğini söylediği ve Abdurrahman İbn-u Avf'ın, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittiğime şahitlik ederim dediği geçmiştir: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أَهْلِ الْكِتَابِ "Onlara Ehl-i Kitaba uyguladığınızı uygulayın." Alimler, bu hadisi sadece kanların korunması karşılığında cizye alınmasına hamlettiler. O halde "onların kadınlarıyla evlenilmez ve kestikleri yenilmez" konusunu bu hadise eklemek doğru olur mu? Yoksa bu bir içtihat ve nassa dair bir anlayış mıdır?

 

Cevap:

- Onlara uygulayınız... hadisi, [غير ناكحي نسائهم ولا آكلي ذبائحهم] "Onların kadınlarıyla evlenilmez ve kestikleri yenilmez" ifadesinin zikredilmediği hadisler şeklinde varit olmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:

- Malik, Cafer İbn-u Muhammed İbn-u Ali'den o da babasından Ömer İbn-ul Hattab'ın Mecusileri hatırlayınca onların durumu hakkında ne yapacağını bilmediğini söylediği ve Abdurrahman İbn-u Avf'ın, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittiğime şahitlik ederim dediğini tahric etmiştir: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أَهْلِ الْكِتَابِ "Onlara Ehl-i Kitaba uyguladığınızı uygulayın."

- İbn-u Ebî Şeybe, Musannafı'nda Cafer'den o da babasından Ömer'in (Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in) kabri ile minberi arasındaki bir meclisteyken Ehl-i Kitaptan olmayan Mecusiler hakkında ne yapacağımı bilmiyorum deyince Abdurrahman İbn-u Avf'ın Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittim dediğini tahric etmiştir: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أَهْلِ الْكِتَابِ "Onlara Ehl-i Kitaba uyguladığınızı uygulayın."

- Ancak İbn-u Ebî Şeybe, Musannafı'nda geçen başka bir rivayetinde sorunun sebebinin Mecusilerin cizyesi hakkında olduğunu, yani sorunun cizye hakkında olduğunu zikretmiştir. Bu rivayette şöyle demiştir: Bize Vakî', bize Sufyan ve Malik İbn-u Enes Cafer'den, o da babasından Ömer İbn-ul Hattab'ın, Mecusilerin cizyesi hakkında insanlarla istişare ettiğini ve Abdurrahman İbn-u Avf'ın Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittim dediğini tahdis etti: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أَهْلِ الْكِتَابِ "Onlara Ehl-i Kitaba uyguladığınızı uygulayın."

Bu da konunun, Mecusilerden cizye alınması hakkında olduğu anlamına gelmektedir. Bu nedenle Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hadisi, buna dair bir delildir. Yani Mecusiler açısından cizyenin hükmü, Ehl-i Kitap için olan hükmün aynısı olup bu hadis, nikah ve kestikleri hayvanlar gibi başka meseleleri kapsamaz.

-Şâfii'nin bu konuda zikrettiği şey de budur. Zira el-Beyhaki, Fî Marifet-is Sünen ve'l Âsâr'da şöyle dediğini tahric etmiştir: Bize Ebu Bekir, Ebu Zekeriya ve Ebu Saîd'in şöyle dediklerini haber verdi: Bize Ebu el-Abbas tahdis etti, bize Rabî' haber verdi, bize Şafii haber verdi, bize Malik Cafer İbn-u Muhammed İbn-u Ali'den o da babasından Ömer İbn-ul Hattab'ın Mecusileri hatırlayınca onların durumu hakkında ne yapacağım bilmiyorum(?) dediğini ve Abdurrahman İbn-u Avf'ın, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittiğime şahitlik ederim dediğini haber vermiştir: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أَهْلِ الْكِتَابِ "Onlara Ehl-i Kitaba uyguladığınızı uygulayın." Şafii, Ebî Saîd'den yaptığımız rivayetimiz hakkında şöyle dedi: Şayet böyle bir rivayet sabit olmuşsa bu, onların kadınlarıyla nikahlanmamız ve kestiklerini yememiz hakkında değil cizyenin alınması hakkında olduğu anlamına gelmektedir.

Bu, hadisler, yani [غير ناكحي نسائهم ولا آكلي ذبائحهم] "Onların kadınlarıyla evlenilmez ve kestikleri yenilmez" ifadesini zikretmeyen hadisler hakkındadır.

Ancak bu ifadeyi açıkça zikreden hadisler de vardır:

İbn-u Ebî Şeybe, Musannafı'nda Hasan İbn-u Muhammed'den Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'den şunu tahric etmiştir: كتب إلى مجوس أهل هجر يعرض عليهم الإسلام فمن أسلم قبل منه ومن لم يسلم ضرب عليه الجزية غير ناكحي نسائهم ولا آكلي ذبائحهم "Hacer Mecusilerine onlara İslam'ı arzeden bir mektup yazdı ki; kim Müslüman olursa ondan kabul edilecek, kim de Müslüman olmazsa ona cizye konulur. Onların kadınlarıyla nikahlanılmaz ve kestikleri yenilmez."

El-Heysemi, Buğyet-ul Bahis an-Zevaid-i Musned-il Haris adlı kitabında bu hadisin bir benzerini zikretmiş ve demiştir ki: Bize Abdulaziz İbn-u Ebân, bize Sufyan Kays İbn-u Muslim'den, o da Hasan İbn-u Muhammed İbn-u Ali İbn-u Ebî Talib'ten şöyle dediğini tahdis etmiştir: كتب رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى مجوس هجر يسألهم الاسلام فمن اسلم قبل منه إسلامه ومنه أبى أخذت من الجزية غير ناكحي نسائهم ولا آكلي ذبائحهم "Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Hacer Mecusilerine onlardan Müslüman olmalarını talep eden bir mektup yazdı ki kim Müslüman olursa ondan İslam'ı kabul edilecek, kim de karşı çıkarsa ondan cizye alınır. Onların kadınlarıyla nikahlanılmaz ve kestikleri yenilmez."

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER