Pazar, 05 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/08
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Soru-Cevap

Soru: Medya organları, dün 16.12.2010 günü dikkat çekici iki haber yayınladılar: Birincisi: Çin başbakanı, beraberinde (yaklaşık 300 işadamından oluşan) büyük ticari bir heyetle Hindistan'ı ziyaret etti. Ziyaret ve karşılama alışılmışın dışında biraz sıcak bir ilgi eşliğinde geçti. İkincisi: Güney Kore, Çin ve Japonya arasında Üçlü İşbirliği Sekreterliği kurulması için bir anlaşma imzalandı. Tüm bunlar ise bir tarafta Amerika ile Güney Kore diğer tarafta Kuzey Kore ve onu zımnen destekleyen Çin'in olduğu taraflar arasındaki karşılıklı tehditlerin yaşandığı Güney ve Kuzey Kore ülkeleri arasındaki gerilimin şiddeti düşer düşmez oldu. Peki bu yaşananlar ne anlama gelmektedir?

Cevap:

Bu soruyu cevaplamak için aşağıdaki hususları arzedeceğiz:

 

1- Geçen asrın altmışlarından bu yana Çin'in küresel bir güç olarak ortaya çıkmasından kaygılanan Amerika, Çin'in bölgesel meselelerdeki emellerini minimizi etmeye çalışmaktadır. Amerika, Çin'in bölgesel alandaki nüfuzunu çevrelemek ve onu bölgesel dar meselelerle meşgul etmek için bir dizi farklı meseleleri kullandı. Amerika, sürekli olarak Tayvan ile Kuzey Kore meselelerini, Çin'in azınlıklara özellikle de Tibet'in otonomi yönetimine karşı kötü muamelesini istismar etti ve Çin'in muhitinde ateşin fitilini tutuşturmanın bir aracı olarak Çin ile Japonya arasındaki tartışmalı adalar konusundaki ikili anlaşmazlıklara müdahale etti. Ayrıca Amerika Çin'i, Afganistan, Orta Asya ve Pakistan'dan Kore Yarım Adası ve Japonya'yı da içine alan Pasifik Okyanusu'na kadar uzanan üsler zinciri ile de kuşattı... Bu askeri üslerin hedefi, Çin'i kuşatmak ve askeri bir güç olarak ortaya çıkmasını engellemekti.

 

2- Amerika'nın, Çin'in askeri olarak genişlemesini engellemeye dönük çabalarının yanı sıra Çin'e karşı koyması amacıyla güçlü bir şekilde Hindistan'ın sivil ve askeri potansiyelini inşa etmek için de çalışmıştır. Amerika, Hindistan'daki tüm hükümetlerle birlikte hatta Kongre Partisi Hükümeti gibi İngiltere'yi dost edinen hükümetle bile bu politikayı kullanmıştır. Nitekim Obama, Hindistan parlamentosunun ortak oturumunda yaptığı konuşmasında şöyle demiştir: "Bugün karşınızda duruyorum. Çünkü ben, Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkarları ve Hindistan ile paylaştığımız çıkarların ortaklığımızın en iyi nedeni olduğu inancındayım... Amerika Birleşik Devletleri, kürsel bir güç olarak Hindistan'dan sadece memnuniyet duymakla kalmıyor bilakis bunu şiddetle destekliyoruz. Ortak refahı, barış ve güvenliğin korunmasını, demokratik yönetimin ve insan haklarının güçlenmesini de destekliyoruz. Bu ise bir komuta sorumluluğudur. Amerika Birleşik Devletleri ile Hindistan arasındaki bu küresel ortaklık, 21. asırda bir ilerleme oluşturabilir. Şu anda bizler, sivil nükleer anlaşmanın uygulanmasının başlanmasına hazırız... Bizlerin, savunma ve sivil uzaycılık gibi gelişmiş teknolojik sektörlerde de ortaklık yapmaya ihtiyacımız var." [Amerika Birleşik Devletleri Küresel Bir Güç Olarak Hindistan'ı Desteklemektedir/ İnternet /08.11.2010]

Kayda değerdir ki Hindistan, 29 Eylül 2010'da hava ve deniz kuvvetlerinden olmak üzere ordudan dört gurubu, Okinawa'da bulunan Amerikan üssündeki 31 piyade ve deniz askeri birimi ile Çin'in Doğu denizinde tatbikat yapması amacıyla göndermiş ve Çin bu tür askeri tatbikatlara sert bir tepki vermişti. Zira Eylül ayının sonlarında Amiral Zhou Yin, şöyle bir uyarıda bulunmuştur: "Amerika Birleşik Devletleri'nin, mücavir ülkelerle Çin'e karşı başlattığı askeri tatbikatlar silsilesi, onun Asya'daki askeri varlığını arttırmak istediğini göstermiştir. Amerika Birleşik Devletleri'nin başlattığı bu askeri tatbikatların maksadı, aralarında Çin, Rusya ve Kuzey Kore'nin yer aldığı birçok devleti ve Japonya ve Güney Kore gibi Amerika'nın müttefiki olan devletlerle stratejik ilişkileri güçlendirmeyi hedeflemektedir." [Global Times/26 Eylük 2010]

 

3- Kuzey Kore'nin nükleer emellerini frenlemek için 2003 yılında altılı müzakerelerin başlamasından bu yana Amerika, bir takım belli taleplere maruz kaldı ve her ne zaman Kuzey Kore bu taleplerin karşılanmasına yaklaşsa Amerika, yükümlülükleri hususunda verdiği sözünü bozdu. Ayrıca Amerika, ustalıkla Kuzey Kore ile onun baş müttefiki olan Çin'i müzakerelerin sürekli başarısız olmasında suçlu taraf olarak göstermiştir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, 2007 yılında Kuzey Kore'ye ait olan dondurulmuş paraların 25 milyon dolarlık dilimini Pyongyang'ın, Yongbyon nükleer tesislerini durdurması ve uluslararası nükleer denetçilerin dönüşüne izin vermesi karşılığında serbest bırakacağını ilan etmesine rağmen anlaşmayı belirlenen zamanda tamamlamayacak şekilde parayı çok geç bir vakitte serbest bırakarak sözünü tutmamıştır. Kuzey Kore ise Amerika Birleşik Devletleri'nin 2009 yılında koyduğu birçok yaptırımların sonucunda oluşan hayal kırıklığı nedeniyle altılı müzakerelerden çekilmiş ardından uluslararası nükleer denetçileri kovması, uranyum zenginleştirmesine ve 2009 Mayıs ayında yer altı nükleer denemelerine yeniden başlamayı planladığını ilan etmesi, Güney Kore'ye bağlı deniz kuvvetleri ile çatışmalara girmesi ve en son olarak da Güney Kore adasına saldırması yüzünden gerilimler yaşanmıştır.

 

4- Amerika ise buna, uçak gemilerini konuşlandırmak, askeri tatbikatlar düzenlemek ve Çin ile Kuzey Kore'nin istisna edildiği müzakereler yapmakla karşılık verdi. Bunların amacı ise müttefiki Kuzey Kore'ye karşı daha kararlı bir tavır takınması için Çin'e baskı yapmaktı. Nitekim Amerikan Genel Kurmay Başkanı Oramiral Mike Mullen, 08 Aralık 2010'da "Çinliler, Kuzey Kore üzerinde büyük bir etkiye sahipler. Yeryüzünde Kuzey Kore üzerinde Çin'den daha etkin olacak bir millet yoktur. Gerilimlerin azalmasında ortak çıkar olmasına rağmen Çin bu etkiyi kullanmaya hazır değildir" diyerek Çin'in daha yararlı bir rol oynamasına dikkat çekmiştir. Dikkat çekicidir ki son saldırının akabinde Çin, hemen altılı müzakerelerin yeniden başlaması çağrısında bulunmuş ve Amerika Birleşik Devletleri de bunu reddetmiştir. Bunun ardından Çin, Amerika'nın bölgeye müdahalesine karşı alenen Kuzey Kore'yi savunma pozisyonu almıştır! Bu da Amerika'nın gerilimin şiddetinin yüksek olarak kalmasını, Çin ile Kuzey Kore'yi gerilimin kaynağıymışlar dolayısıyla bölgedeki devletleri onlara karşıymışlar gibi göstermek istediği anlamına gelmektedir. Ancak bunu, savaş eşiğine gelinmeksizin yapmak istemektedir. Zira devletlerarası ve bölgesel koşullar buna izin vermemektedir. Çünkü Amerika, Irak ve Afganistan'da meşgul durumdadır.

 

5- Bu hususların ışığında şunu söylemek mümkündür: Gerek "Arabic.china.org.cn" Çin internet sitesinin Xinhua Haber Ajansı'ndan alıntılayarak Çin, Japonya ve Güney Kore'nin gelecek yıl Seul'da Üçlü İşbirliği Sekreterliği kurmak için 16.12.2010'da bir anlaşma imzaladıklarına dair yayınladığı haber olsun gerekse bu site de dahil birçok medya organının Çin başbakanının Hindistan'ı ziyareti hakkında yayınladığı haber olsun Çin'in mevcut tüm bu hareketleri, Amerika'nın Çin'i komşularından tecrit etmeye ve onu saldırgan bir devlet olarak göstermeye dönük çabalarını boşa çıkarmak içindir. Zira Çin'in kendilerine yakınlaşmasını Amerika'nın Çin'e karşı kendilerini istismar etmesini boşa çıkarmak olarak gören Güney Kore ve Japonya, Amerika'yı şiddetle dost edinen iki ülkedir. Ayrıca Hindistan ile Çin arasında kalıcı sorunlar çıkarmak için bu iki ülke arasında kalıcı bir gerilimin fitilini tutuşturmak amacıyla Amerika'nın istismar ettiği ve edegeldiği silahlardan biri de Hindistan'dır. Dolayısıyla Çin, Amerika'nın iki ülke arasında çıkarmaya çalıştığı gerilimin kıvılcımını söndürmek için Hindistan'a yakınlaşmaktadır.

Çin, Hindistan ziyareti ile Japonya ve Güney Kore ile yaptığı anlaşmayı iyi değerlendirmesi halinde muhtemelen Amerika karşısında hanesine bir puan katmış, Japonya ve Güney Kore'nin Amerika'nın dürtüsü ile kurdukları aldatıcı tuzağa düşmemiş olacaktır.

Devamını oku...

  Soru-Cevap

Soru: Fildişi Sahili'nde neler oluyor? Zira 28.11.2010'da ikinci tur devlet başkanlığı seçimleri yapıldı. Laurent Gbagbo'yu destekleyen Anayasa Konseyi, seçimleri %51,45 oy oranıyla mevcut devlet başkanının kazandığını duyururken Seçim Kurulu, %54,1 oy oranıyla rakibi Alassane Ouattara'nın kazandığını duyurdu. Amerika, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi, Seçim Kurulu'nun açıkladığı sonuçları ve seçimleri Alassane Ouattara'nın kazandığını kabul etti. Bunun üzerine Devlet Başkanı Gbagbo, Anayasa Komisyonu'nun açıkladığı sonuçlara göre kendisini seçimlerin galibi görerek bunu reddedip otoritede kalmakta ısrar etti ve ordu da onu destekledi. Peki bu, kabilesel veya dinsel bir seçim rekabeti midir? Yoksa siyasi bir çatışma mıdır? Şayet böyleyse kimle kimin arasındaki bir çatışmadır? Bu seçimle ilgili sorunun muhtemel çözümü nedir?

Cevap:

Bunu cevaplamak için aşağıdaki hususları arzedeceğiz:

1- Tarihsel olarak bilindiği üzere Fransa, 1843 yılında Fildişi Sahili'ne girdi ve oranın bir Fransız vesayeti olduğunu ilan etti. Ancak Müslümanlar, Fransa'ya direndiler, onu hezimete uğrattılar ve orada İslam şeriatını tatbik eden bir İslami Emirlik ilan ettiler. Fakat Fransızlar, mücavir devletlerdeki kabilelerin yardımıyla Fildişi Sahili'ni işgal etmeyi ve oraya hakimiyet kurmayı başardılar ve 1893 yılında oranın bir Fransız sömürgesi olduğunu ilan ettiler. Ardından o dönemdeki devletlerarası koşullar yüzünden De Gaulle'li Fransa tarafından şekli bağımsızlık verilen Afrika devletlerinin çoğunda olduğu gibi 1960 yılında Fildişi Sahili'ne şekli bağımsızlık verdiler. 1960 ila 1993 yılları arasında Fildişi Sahili devlet başkanlığını, 1993 yılında vefat eden Fransa'nın ajanı Felix Boigny Hovi [Boigny] yürüttü. Felix Boigny Hovi, otoritede bulunduğu sırada doğrudan Fransa ile kuvvetlerine dayandı ve ülkeyi, Fransa'nın talimatı doğrultusunda aşağıdaki şekilde taksim etti:

Müslümanlar; Batılı kaynaklar, malum politika gereği sayılarını düşürüp yaklaşık %40 veya daha az gösterseler de Müslümanların sayıları ülke nüfusunun %65'ni bulmasına rağmen Kuzeyde zulme ve baskıya maruz kaldıkları yoksunluk, yoksulluk ve dışlanma halinin içerisine iten kakao çiftliklerindeki çalışmada kullanılmaktalar.

Putperestler; varlıklı bir ortamda yaşamaktalar. İslam'ın putperestler arasında yayılmasını engellemek ve onları Nasrani yapmaya çalışmak maksadıyla aralarında ülke başkanları ve ordu komutanlarının da olduğu Güneydeki putperestlerden bazıları Nasrani olmuştur.

 

2- Fildişi Sahili, dünya üretiminin yaklaşık %40'nı oluşturan ve Fransız şirketlerince işletilen kakao zengini bir ülkedir. Ayrıca bakır, elmas, kobalt, uranyum gibi başka madeni servetler de bulunmaktadır. Bu madenlerin genelini ise Fransızlar işletmektedir. Hatta oradaki mali kurumların geneline Fransızlar hakimdir. Fildişi Sahili'nin yöneticilerinin yanı sıra sistemi de Fransa'ya bağlı olduğu gibi ekonomisi ve güvenliği de böyledir. Zira Fildişi Sahili'nde hala ülkedeki hakim zümreyi destekleyen ve sayıları 15 ila 20 bin arasında oldukları tahmin edilen sömürgeci Fransızları koruyan 900 unsurdan oluşan Fransız askeri bir kuvvet bulunmaktadır. Fildişi Sahili, Atlas sahilleri üzerindeki Gine Körfezi'ne düşmektedir. Dolayısıyla stratejik bir konuma sahip olup Fransız sömürgesi ve nüfuzu altında olan birçok Afrika ülkesi ile kuşatılmış bir durumdadır. Fildişi Sahili, Fransa'nın dilini ve kültürünü dayattığı Frankofon Örgütü'nün [Fransızca konuşan ülkeler topluluğu] kalelerinden biri sayılır. Bu nedenle ekonomik ve stratejik yönünün yanı sıra Fransız sömürgeciliği bakımından kültürel bir öneme de sahiptir.

Amerika, Fildişi Sahili'ni Fransız nüfuzundan çıkarmaya ve kendi nüfuzu altına almaya ihtimam göstermiştir. Bu nedenle Fildişi Sahili, bu çatışma yüzünden olaylara ve kargaşalara tanıklık etmeye başlamıştır. Zira 1999 yılının sonunda askeri bir darbeye tanıklık etmiş ve darbe lideri Robert Guei, seçim yapılması vadinde bulunmuş, 22.10.2000 tarihinde seçimler yapılmış ve Fransa, Amerika'nın karşıt araçlarına rağmen ajanı Laurent Gbagbo'yı seçimlerde iktidara taşımak yoluyla yönetimi elinde tutmayı başarmıştır.

Buna rağmen Amerika, farklı baskı araçlarını ve yöntemlerini kullanmaya devam etmiştir. O kadar ki Fransa, Gbagbo'nun gelecek seçimlerde iktidardan düşmesi endişesine kapılmıştır. Bu nedenle 2005'te görevi bittiğinde, Amerika'nın Gbagbo'ya ve rejimine yönelik artan baskıları ile uluslararası tecrit dayatmasında ve yaptırımlarında bulunması nedeniyle bu sene yapılan seçimleri altı kez ertelemiştir. Böylece seçimlerin ilk turu geçen Ekim ayı sonunda, ikinci turu ise 28.11.2010 geçen Kasım ayı sonunda yapılmıştır.

 

3- Seçimlerin sonucu şöyle olmuştur: Laurent Gbagbo'yu destekleyen Anayasa Konseyi, seçimleri %51,45 oy oranıyla mevcut devlet başkanının kazandığını duyururken Seçim Kurulu, %54,1 oy oranıyla rakibi Alassane Ouattara'nın kazandığını duyurdu. Amerika, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi, Seçim Kurulu'nun açıkladığı sonuçları ve seçimleri Alassane Ouattara'nın kazandığını kabul etti. Bunun üzerine Devlet Başkanı Gbagbo, Anayasa Komisyonu'nun açıkladığı sonuçlara göre kendini seçimlerin galibi görerek bunu reddedip otoritede kalmakta ısrar etti ve ordu da onu destekledi.

Amerika, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi'nin, Seçim Kurulu'nun ilanını, yani Gbagbo'nun düşmesini kabul etmesi ve Amerika'nın onu otoriteden indirecek tehdit ve ayartma eylemlerine devam etmesi, Gbagbo'nun Amerikan politikası karşıtı bir çizgide olduğu ve halen Fransa'yı olan dostluğunu koruduğu anlamına gelmektedir.

 

4- Alassane Ouattara'ya gelince; IMF başkan yardımcılığı görevindeyken "Boigny", gözle görülür baskısını hafifletmek amacıyla Amerika'yı hoşnut etmek için Alassane Ouattara'yı başbakanlığa getirdi. Fransa, IMF'de görevli iken Alassane Ouattara'nın eğiliminin farkında olmasına rağmen "Boigny" gibi deneyimli güçlü bir ajanının varlığından dolayı bundan endişe duymamakla birlikte Amerika'nın baskısından yana da rahattı... Ancak Fransa, 1993'te "Boigny'in" ölmesiyle nüfuzundan ve orada IMF'nin politikalarını uygulamaya başlayan Alassane Ouattara'nın yıldızının parlamasından endişelenir oldu. Dolayısıyla parlamento başkanlığına geçiş döneminde ülkeye başkanlık etmesi ve Alassane Ouattara'nın devlet başkanlığı seçimlerine girmesini engelleyecek bir kanun çıkarması ardından da 1995 yılında kendisini fiilen ülkeye devlet başkanı olarak ataması için kendi eliyle Henri Konan'ı getirdi.

İşte tüm bunlar, Alassane Ouattara'nın IMF kuruluşunda bulunmasından bu yana Amerika'ya olan dostluğunu koruduğunu göstermektedir. Bu nedenle Amerika, seçimlerin galibi ve ülkenin meşru devlet başkanı saydığı Alassane Ouattara'yı desteklemiş ve bu konu üzerinde devletlerarası bir kamuoyu oluşturmuştur. Ardından onu, genel sekreteri Banki Mun yoluyla Birleşmiş Milletler de desteklemiştir. Böylece Amerika, 09.12.2010'da Alassane Ouattara'ı Fildişi Sahili devlet başkanı olarak tanıdığı sırada bu hususta Güvenlik Konseyi'nde bir karar çıkarmayı başardığı gibi Laurent Gbagbo hakkında da bir uyarı kararı çıkarmayı başarmıştır. Bu uyarı kararında şöyle geçmiştir: "Güvenlik Konseyi üyeleri, halkın iradesini yok sayacak veya seçim sürecinin şeffaflığını yada seçimlerin dürüstlüğünü zayıflatacak her türlü girişimi en ağır ifadelerle kınar." Aynı şekilde Amerika, Afrika Birliği'nin de Alassane Ouattara'nın seçimleri kazandığını destekleyen bir karar çıkarmasını sağlanıştır. Amerika, Gbagbo'yu otoriteden indirmek ve otoriteyi Alassane Ouattara'ya teslim etmek için ayartmaların yanı sıra baskı ve tehditler de kullanmıştır. Zira Amerika'nın, 09.12.2010'da "Gbagbo otoriteyi Alassane Ouattara'ya teslim edinceye kadar Fildişi Sahili'nin birlikteki üyeliğini askıya aldığını" ilan eden Afrika Birliği'ni bu yönde harekete geçirdiğini gördük. Aynı şekilde Batı Afrika Ekonomik Topluluğu [BAET] da Gbagbo'dan otoriteden inmesini ve seçimlerin galibi olarak gördüğü Alassane Ouattara'ya teslim etmesini talep etmiştir. Hakeza Amerika, dünya kamuoyunu, devletlerarası ve bölgesel örgütlerin tamamını Gbagbo'ya ve rejimine karşı harekete geçirmiştir. Böylece ülkede kargaşa çıkarmış, şiddetli bir parçalanmaya karşı uyarıda bulunmuş, yaptırımları artırmak ve devletlerarası tecritle tehdit etmiştir. Bunun yanı sıra Gbagbo'ya karşı ayartmalarda da bulunmuştur. Zira Rauters Haber Ajansı, 10.12.2010'da bir Amerikalı yetkiliden şunları aktarmıştır: "Obama, Gbagbo'ya otoriteyi bırakması durumunda görevini bırakma kararını övecek, bölgede demokrasinin güçlendirilmesini görüşmek, kendisine oynayabileceği bir rol vermek için onu Beyaz Saray'a davet edecek dünyadaki ilk lider olacağı teklifinde bulundu. Bunu reddetmesi halinde ise Amerika, Gbagbo'ya yönelik tecrit dayatma çabalarını destekleyecek ve otoriteyi bırakmayı reddetmesi durumunda sorumluluğu kendisine yükleyecektir."

 

5- Amerika'nın baskıları ve siyasi uygulamaları, tehdit, korkutma ardından sopa ve havuç politikası olarak bilinen biraz da ayartma şeklindeki bu uygulamalar, Fransa ve Afrika Birliği'ni bir anlaşma karşılığında seçim sonuçlarını Ouattara'nın galibi olarak teyit etmek zorunda bırakan devletlerarası bir kamuoyu oluşturma bakımından gayet dakikti. Şu anda Fransa'nın öncülük ettiği ve Avrupa Birliği'nin özellikle de İngiltere'nin desteklediği bu anlaşma, otoritenin Kenya'da olduğu gibi paylaşımını öngörmektedir. Zira bu anlaşmaya göre Gbagbo, cumhurbaşkanı ve Alassane Ouattara da başbakan olarak kalacaktır. Fransa, hem Fildişi Sahili'ndeki kendi ordusunu hem de güçlü bir nüfuza sahip olduğu ülkenin ordusunu bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Yani Fransa bu askeri gücü, anlaşmanın kabulü için bir baskı kozu olarak kullanmaya çalışmaktadır. Nitekim İngilizler, Fransa'nın lehine Afrika'daki ajanları yoluyla bu yönde harekete geçtiler. Zira İngilizler, Güney Afrika'yı harekete geçirdiler ve Güney Afrika Dışişleri Bakanlığı da bir açıklama yaparak şöyle bir çağrıda bulundu: "Pretoria, birbiriyle rekabet eden liderleri sağduyulu olmaya ve ulusal uzlaşı için çalışmaya çağırır ve bu dönemde mutlak öncelik birlik olmalıdır." [BBC/09.12.2010] Dolayısıyla Güney Afrika, Alassane Ouattara'yı desteklediğini ifade etmemiş bilakis ülkenin birliğine ve Gbagbo'nun yönetimdeki bekasını koruma anlamına gelen bir uzlaşının sağlanmasına önem veren bir çağrıda bulunmuştur. Yine İngilizler, bu uzlaşının sağlanması amacıyla ajanları eski Güney Afrika Devlet Başkanı Thabo Mepki'yi harekete geçirdiler ve o da şeklen Afrika Birliği adına harekete geçmiştir... Mepki, Alassane Ouattara ile yaptığı yarım saatlik görüşmenin ardından Ouattara, Mepki'ye hitaben şöyle demiştir: "Kendisinden (yani Mepki'den), Gbagbo'nun otoriteyi bırakmasını istemesini talep ediyorum." [AFP/06.12.2010] Bu da Mepki'nin, Gbagbo'nun otoriteden inmesi için değil otoritede kalması için çalıştığını göstermektedir. Nitekim bizzat Mepki'nin bu görüşmenin ardından, "Durum gerçekten ciddi. Önemli olan şiddet eylemlerinin önlenmesi, tekrar savaşa dönülmemesi ve barışçıl bir çözümün oluşturulmasıdır" şeklinde yaptığı açıklama da bunu teyit etmektedir. [Aynı Kaynak] Yani Mepki'ye göre önemli olan Amerika'nın istediği ve ısrar ettiği gibi Gbagbo'nun otoriteden inmesi ve Alassane Ouattara'nın gelmesi değil şiddetin önlenmesi, Fransız nüfuzunu zayıflatacak bir savaşın çıkmaması ve barışçıl bir çözümün oluşturulmasıdır. Bu da Gbagbo ile Ouattara arasında bir uzlaşı formülünün oluşturulması demektir. Görüldüğü üzere İngilizlerin Amerikan nüfuzuna karşı çalışması, Fransa'nın kara gözü kara kaşı için değil bilakis Fransa'nın Fildişi Sahili'ndeki nüfuzunun yok olmasının Afrika Kıtası kapsamında nüfuzlarını yaydıkları ülkedeki kendi nüfuzlarına etki edecek olmasından dolayıdır. İngilizler, eski sömürgecilik döneminden beri çoğu zaman, kendi nüfuzlarını korumak ve bu uğurda aralarında işbirliği yapmak için Fransızlarla anlaşmaktadırlar. Ne zaman ki Amerika ortaya çıktı ve onları kendi sömürgelerinden tasfiye etmek için karşıt bir hamleye geçti işte o zaman Amerika'ya karşı durmak için işbirliklerini arttırdılar. Bir diğer yönden İngilizler, Kuzey Afrika ülkeleri de dahil birçok ülkede olduğu gibi Fransızların hakim olduğu ülkelere nüfuzlarını kolayca yaymalarına rağmen kendilerine göre büyük kapasite ve potansiyellere sahip olan Amerika ile rekabet etmeleri kolay değildir. Hele ki Amerika'nın, İngilizleri kendi sömürgelerinden ve nüfuz bölgelerinden nihai olarak tasfiye etmeye çalıştığının farkındalarken.

 

6- Hakeza Fildişi Sahili'ndeki seçimle ilgili sorun, bariz tarafları Fransa ile Amerika'nın olduğu devletlerarası çatışma ile ilgili bir sorundur. Muhtemel çözüme gelince; şayet taraflar, istediklerini tamamen uygulayamazlarsa iktidarın paylaşımına dönük anlaşma sorunu çözer. Fakat taraflardan biri, istediği her şeyi elde eder veya elde edeceğini görürse anlaşmanın şansı zayıf olur. Gerek Fildişi Sahili'nde yaşananları gerekse Amerika'nın Gbagbo'ya karşı harekete geçirmeyi başardığı devletlerarası kamuoyunu takip eden bir kimse Amerika'nın, Gbagbo'yu indirme ve otoriteyi Alassane Ouattara'ya teslim etme ümidiyle anlaşmaya muvafakat etmeme yönünde eline uygun bir fırsat geçirdiğini görür. Görünür gelecekteki beklenti şimdilik en azından bu olmasına rağmen anlaşma ihtimali de ortadan kalkmamıştır... Amerika, yaşananlarla birlikte askeri bir darbe yapmadan seçimler yoluyla bir Afrika devletini elde etmek için eline bir fırsat geçtiği görüşündedir. Dolayısıyla bu durum, Amerika'ya ajanlarına açıktan sahip çıkmasını ve onları savunmasını sağlayacak daha inandırıcı gerekçeler kazandırmaktadır. Çünkü onlar, kendilerinin seçimler yoluyla halkın iradesine dayalı olarak gelmiş birer meşru yönetici olduğuna inanmaktalar. Dolaysıyla hiçbir kimse Amerika'yı kınayamamakta ve ajanları askeri darbeler yoluyla gelse bile onu diktatör rejimleri desteklemekle suçlayamamaktadır.

Hakeza muhtemel beklenti; Amerika, Gbagbo'ya baskı yapmayı ve tehdit etmeyi bırakmayacağı gibi otoriteyi bırakmasını teklif etmekten de vazgeçmeyecektir. Zira devlet başkanıyla, dışişleri bakanıyla ve bunların dışındaki görevlileriyle Amerikan yönetimi, silah kullanacak ve iç savaş çıkaracak kadar bütün ağırlıklarını bu meseleye vermişlerdir. Dolayısıyla Amerika, nüfuzunu oraya yayması için Ouattara'yı iktidar koltuğuna oturtuncaya kadar onun başarı kozunu bırakmayacak ve onu var gücüyle destekleyecektir. Zira Amerikan Dışişleri Bakanı Hilllary Clinton, şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "Alassane Ouattara'nın Fildişi Sahili'nin meşru seçilmiş devlet başkanı olduğu ve seçim sonuçlarına saygı duyulması gerektiği hususunda tamamen müttefikiz." [BBC/03.12.2010] Bu defa Amerika'nın bunda başarılı olacağı görülmektedir. Binaenaleyh muhtemelen Amerika, Gbagbo'nun devlet başkanı ve Alassane Ouattara'nın başbakan olmasını öngören otoritenin paylaşımı formülünü reddedecektir. Hele ki Gbagbo rejimi, Müslüman olsa dahi kendi halkına zulmetmede nam yapmış ve Amerika da bunu nüfuzunu Fildişi Sahili'ne yaymayı ve Fildişi de dahil Fransız nüfuzunu bölgenin tamamından yok etmeyi hedefleyen hamlesine bir gerekçe edinmişken. Nitekim Amerika, Fildişi Sahili'ne giden vatandaşlarına uyarıda bulunmuş ve dışişleri bakanlığının yaptığı açıklamasında şöyle demiştir: "Gösterilerin ve şiddet olaylarının çıkması muhtemeldir." [AFP/05.12.2010] Yani Amerika, Gbagbo otoriteyi bırakmaması halinde adete buna davetiye çıkarmakta veya bunun için hazırlık yapmaktadır. Bu da Fransa'nın otoritenin paylaşımında ısrar etmesi karşısında Amerika'nın Fransa'nın nüfuzu yerine tamamen kendi nüfuzunu yerleştirmekte ısrarcı olduğunu göstermektedir.

 

7- Hakeza bir İslam beldesi ve halkının çoğu Müslüman olan bu ülkenin akıbeti, devletlerarası çatışmanın ve servetlerini yağmalayan sömürgecilerin çatışmasının mahalli olarak kalacaktır. Zira Fransa, Fildişi Sahili'nde etkin bir rolünün bekası için hırs gösterirken Amerika da Fildişi Sahili'nin sadece kendisine kalması için hırs göstermektedir. Oysa Fildişi Sahili, geçmişte İslam ile yönetilen halkının genelinin Müslüman olduğu bir İslam beldesidir. Dolayısıyla Fildişi Sahili halkı, sömürgeci kafirlerin nüfuzunun müdahalesinden uzak bir şekilde ülkelerinin akıbetini ellerine geçirmelidirler. Ancak dünyadaki mevcut hallerinde olduğu gibi Müslümanlar, Hilafetin ortadan kalkmasından bu yana çobansız kalmışlar ve diğer İslam beldeleri gibi Fildişi Sahili de kendisini sömürgeci kafirlerin nüfuzundan kurtararak bir parçası kılması ve vilayeti yapması için Hilafet Devleti'nin kurulmasını beklemektedir. Şüphesiz bu, Aziz olan Allah'a hiç de zor değildir.

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Gelelim Dubai Medya Fuarı İle Olan Meselemize

Hizbin Merkezi Medya Bürosu Müdürü ile Dubai Medya Fuarının Sorumlu Müdürü arasında medya bürosunun fuara katılıp katılamayacağı hakkında gerçekleşen telefon görüşmesine binaen fuar, 31.08.2010 tarihinde gönderdiği mesajında Hizb-ut Tahrir Medya Bürosu'nun katılımından memnuniyet duyacakları cevabını verdi. Mesajda şöyle geçmiştir: "Öncelikle sizinle yapmış olduğumuz telefon görüşmesinden ve bizimle birlikte 2010 Dubai Fuarı'na katılmak istemenizden dolayı teşekkür ederiz. Telefonda anlaştığımız gibi Hizb-ut Tahrir Medya Bürosu Kuruluşu, 10 metrekare fiyatı üzerinden 12 metrekarelik donanımlı bir yer almıştır. Dolayısıyla toplam meblağ 4800 dolar yerine 4000 dolardır. Söz konusu donanımlı yerle ilgili rezervasyon sözleşmesi tarafımızca hazırlanarak maile eklenmiş olup tarafınızca imzalanıp mail yoluyla bize tekrar göndermenizi rica ederiz..."

Söz konusu mesaj, "Satış Bölümü Yöneticisi Sayın İbrahim Şaytiya" tarafından imzalanmıştır. Bunun üzerine Medya Bürosu, aynı gün tarihli bir mesajla kendilerine cevap vermiştir. Mesajda şöyle geçmiştir: "Saygıdeğer İbrahim Şaytiya; Hizb-ut Tahrir Medya Bürosu'nun 2010 Dubai Medya Fuarına katılması hususundaki nazik diyalogunuzdan dolayı size teşekkür ederiz. Defalarca gönderdiğiniz sözleşmenin çıktısını almayı denememe rağmen teknik bir hatadan dolayı bunu yapamadım. Telefon görüşmemize binaen aşağıdaki mesajınızda geçtiği üzere muvafakat ettiğinizi ifade etmenizden dolayı sevindim." Bu mesaj, "Beyrut-Lübnan Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu Müdürü Osman Bahâş" tarafından imzalanmıştır. Ardından Medya Bürosu, fuarın gönderdiği sözleşmeyi imzaladığını bildirdi. Ardından fuar, şöyle bir cevap verdi: "Tarafınızdan gönderilen sözleşmeyi ve bizimle birlikte 2010 Dubai Medya Fuarı'na katılmayı kabul ettiğinizi aldım. Sizin ve Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu'nun bu yıl ve her yıl bizimle birlikte fuarımıza katılmanızdan memnuniyet duyarız. Allah'ın izniyle yarın, 2010 Dubai Medya Fuarı'ndaki kuruluşunuz için en ideal yer hakkında görüşmek için sizi arayacağım."

Görüldüğü üzere hukuki işlemler fuar idaresi ile açık ismimize binaen usulüne göre yapılmıştır. Çünkü biz, sorun istemeyen bir hizb olmamızdan dolayı hukuki işlemeleri tamamlamakla yetinmeyip bilakis güvenlik işlerinin doğru ve düzgün olmasını da istedik. Bu nedenle Medya Bürosu, 07.09.2010'da fuar idaresine, fuara katıldığımızda güvenlik açısından bir sorun çıkıp çıkmayacağına dair güvenlik tedbirleri hakkında bir mesaj gönderdi. Büronun mesajında şöyle geçmiştir: "Önümüzdeki Dubai Medya Fuarı'na katılımımız için gerekli işlemlerin tamamlanmasına gösterdiğiniz nazik ilgiden dolayı teşekkür ederiz. Yalnız bir noktaya dikkatiniz çekmek isteriz. Zira Dubai-Birleşik Arap Emirliği'ndeki ilgili otoritelerin Hizb-ut Tahrir Medya Bürosu'nun fuar etkinliklerine katılmasını onaylamadığı haberini aldık. Dolayısıyla bu haberin doğruluk boyutunu sizden teyit etmek istedik. Bilindiği üzere Hizb-ut Tahrir, Lübnan'da resmi bir hizb olup 18.07.2010'da Beyrut'ta yapılan Küresel Medya Konferansı da dahil bütün faaliyetlerimizi yasal olarak yapmaktayız. Buna rağmen şayet yapmamız gereken herhangi bir işlem varsa bu hususta bizleri bilgilendirmenizi rica ederiz. Böylece biz de fuara katılmak için gerekli olan işlemleri tamamlayalım. Ayrıca yaklaşan Iyd-ul Fıtr münasebetiyle Allah'tan oruçlarınızı kabul buyurmasını, ümmet için hayırlara vesile kılmasını ve bayramınızın mutlu geçmesini temenni ederiz... Teşekkür ederiz." Osman Bahâş / Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu Başkanı / Beyrut-Lübnan.

Bunun üzerine fuar, bölgenin medya organlarına serbest olması itibarıyla buna olumlu cevap verdi. Fuarın mesajında şöyle geçti: "Mesajınızdan ve bugün yaptığımız telefon görüşmesinden dolayı teşekkür ederiz. Bugün konuştuğumuz gibi Lübnan'daki Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu, herhangi bir güvenlik sorunu olmadan bizimle birlikte fuara katılabilir. Fuara katılan diğer kimseler gibi giriş vize işlemleriniz yapılacaktır. (Ancak aranan şahısların arasında adınızın geçmesi gibi şahsınız veya adınızla ilgili özel bir güvenlik sorununuz varsa o başka.) Bunun dışında sorun yok. Güvenliğin onayı olup olmaması meselesine gelince; bu, Birleşik Arap Emirlikleri'nden burada adınıza bir şube veya ofis açma talebinde bulunulduğunda belli olacaktır."

Böylece fuar, görevlilerimiz için gerekli vize ve otel rezervasyonu ile hizbin fuardaki stant işlemlerini tamamladı ve fuara katılım için belirlenen meblağ karşılandı... Görevlilerimiz geldi ve fuardaki standımızda işlerine başladılar. Medya araçlarımızı, bazı kitapları, afişleri ve rayeleri sergiledik. Standa açık bir şekilde "Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosu" adı verildi... Fuara giren kitaplarımızın, yayınlarımızın ve medya araçlarımızın hepsi, resmi ve yasal olarak girdi.

Fuar, 13.12.2010'da açıldı ve standımız, canlı ve faal olup ziyaretçiler gidip geliyordu... Bu durum, iki gün, yani 13-14.12.2010 tarihleri arasında sorunsuz olarak devam etti. Derken 15.12.2010 fuarın son günü güvenlik birimler standımıza geldi ve görevlilerimizi yaklaşık üç saat sorguya çektiler. Bu hizb yasak olduğu halde... Fuara nasıl girdiniz (?), Size kim girme izni verdi (?),Fuara nasıl katıldınız (?) gibi sorular sordular. Sonra stantta ne varsa hepsine el koydular!! Fuara katılım için ödediğimiz parayı geri vermedikleri gibi el koydukları kitapların ve yayınların bedelini de ödemediler!

Doğrusu Duba Medya Fuarı'nda başımıza gelenler karşısında hayret ve şaşkınlık içerisinde kaldık:

Fuara gizili değil açık olarak girdik...

Başka bir isim altında değil açık ismimizle girdik...

Kanuna aykırı olarak değil usulüne göre vize ile girdik...

Bilinmeyen bir yerde gizlenmiş olarak değil resmi otel rezervasyonu yoluyla girdik...

Standımızı beleş değil parasını kuruşu kuruşuna ödeyerek açtık...

Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in [لا إله إلا الله محمد رسول الله] rayesinin gölgelendirdiği arı-duru kitaplar ve medya araçları dışında bir şey girdirmedik...

Tüm bunlara rağmen görevlilerimiz sorguya çekildi ve yayınlarımız ile medya araçlarımıza el konuldu!!

Her şeye rağmen hem fuara tam olarak katılım için ödediğimiz meblağı fuar idaresinden talep etme hem de -yapabilirsek- el konulan kitapların ve medya araçlarının bedelini güvenlik birimlerinden talep etme hakkımızı saklı tutuyoruz...

Son olarak hak sözü söylemek bakımından söyleyeceğimiz bir sözümüz var: Görevlilerimize yönelik sorgulama biraz "sert" bir şekilde başladı ancak biraz "yumuşak" bir şekilde bitti. Allah'tan ki güvenlik birimleri sorgulamakla yetinerek görevlilerimizi tutuklamadılar. Gerçi yayınlarımıza ve medya araçlarımıza da el koymasalardı daha iyi olurdu!

Son ama bir kadar da önemli olarak bizler, Müslümanların beldelerini tek bir devlet, Raşidi Hilafet altında birleştirmek için davette ciddiyet ve gayretle gecesini gündüzüne katmaya ahdetmiş bir hizbiz. Bizler Allah, hayrı sadece Hizb-ut Tahrir'i değil bütün Müslümanları kuşatacak olan Hilafet vaadini gerçekleştirinceye kadar bu uğurdaki eziyetlere sabredeceğiz. Şüphesiz Allahu Subhânehu, salihlerin velisidir.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Sudan Hükümeti, Beceriksiz Obama'nın İlk Başarısını Gerçekleştirdi

Washington Post gazetesi, Amerikalı yazar Michael Greason'nun bir makalesini yayınladı. Bu makalede şöyle geçmiştir: "Amerikan Başkanı Barack Obama'nın yönetimi, İran'ın nükleer hırsları ve savaşa yol açabilecek riskli Kuzey Kore politikası hususunda pek çok sorunlarla karşı karşıya kalırken Sudan'da önemli diplomatik bir başarı elde edecek gibi görünmektedir."

Yazar, şu sözleriyle buna açıklık getirdi: "Önümüzdeki 09 Ocakta Güney Sudan'ın ayrılması hususunda yapılması planlanan referandum, başarılı bir şekilde tamamlanacaktır." Ve şöyle ekledi: "Referandumdan altı ay sonra Güney Sudan'da yeni bir bayrak dalgalanacak ve Amerika'nın yoğun çabaları sayesinde Afrika'da yeni bir doğumun gerçekleştiği ilan edilecek."

Artık basar ve basiret sahibi olan herkes hatta dağda koyun otlatan bir çoban için bile açığa çıkmıştır ki; Güney Sudan'ı ayırmaya ve Nasranilik karakterine sahip bir devlet kurmaya çalışan bizzat Amerika'dır. Bu habis planı uygulayanlar ise (Vatani Kongre Partisi ve Sudan Halk Kurtuluş Hareketi) olmak üzere bizzat iktidar ortaklarıdır. Dolayısıyla Hartum hükümetinin birlikten dem vurması gözlere kum zerrecikleri saçmaktan öte bir şey değildir.

Nitekim Devlet Başkanı Beşir, "Sudan Halk Kurtuluş Hareketi, Batının faturasını Güneyi ayırarak ödemektedir" diyerek hareketin ajanlık yaptığını itiraf ederken, Nifaşa Anlaşması'nı imzalayarak ve bir cürüm olan referandumu uygulamaya devam ederek kendisinin planın uygulanmasına ortak olduğunu unutmaktadır. Oysa Sudan Halk Kurtuluş Hareketi, genel sekreter yardımcısının dün ayrılma seçeneğini alenen desteklediğini açıklaması da dahil onlarca kez bu anlaşmayı bozmuştur.

Bizler Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak Nifaşa Anlaşması'nın batıl olduğuna ilişkin şeri hükmü açıkladığımız gibi Güney Sudan sorununa ilişkin köklü çözümün, din, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın herkese insaf eden doğru çözümlerin kaynaklandığı sahih akideye dayanan siyasi bir fikir yoluyla ihsan ile gözetmek olduğunu da açıkladık. Başta Amerika olmak üzere kafir Batının planlarının önünü kesecek olan işte bu çözümdür. Bu çözümün vakıa zemininde tatbik edilmesi ise ancak Nübüvvet Minhacı Üzere Raşidi Hilafet Devleti yoluyla mümkündür.


İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Küresel Medya Konferansı Kitabı Çıktı

Merkezi Medya Bürosu, Hizb-ut Tahrir'in geçen yaz Beyrut'ta "Hizb-ut Tahrir'in Bölgesel ve Devletlerarası Sıcak Meselelere İlişkin Tutumu" başlığı altında düzenlediği Küresel Medya Konferansı Kitabı'nın çıktığını duyurmaktan mutluluk duyar.

Kitap, konferansta yapılan konuşma metinlerini ve konferansa konuk olan siyasiler ile medya mensuplarının müdahalelerini içermektedir. Ayrıca konferans öncesinde, esnasında ve sonrasında Lübnan ve Arap basınında yer alan konferansla ilgili en dikkat çekici haberlerden derlenen bir medya ekini de içermektedir. Kitapla birlikte konferans etkinliklerinin tüm görüntülerinin olduğu bir de DVD CD'si vardır.

Konferans kitabını, Hizb-ut Tahrir'in Medya Bürosu'nun aşağıdaki sitesinden indirmek mümkündür:

www.hizb-ut-tahrir.info

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Sudan'ın Amerikan Parçalama Makinesine Düşmesini Engellemek İçin Nifaşa Anlaşmasını İlga Ediniz

Sudan Basın Hizmetleri Merkezi [SMC], (Muhammediler) denilen Darfur'daki Mini Minnawi Hareketi'nin askeri komutanının, bu hareketi Cuba üzerinden kendisine dayanak edinen Güney Sudan'da iktidarda bulunan Sudan Halk Kurtuluş Hareketi'nden askeri destek almak için Arap Denizine doğru harekete geçtiğine ve bu desteğin Güneyin ayrılmasının ardından Hartum'a resmen savaş açmanın altyapısı niteliğinde olduğuna dair bir haber aktardı.

Diğer taraftan ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı Nafi Ali Nafi, Sudan Halk Kurtuluş Hareketi'ni Darfur'daki hareketleri ağırlayarak ve onları destekleyerek Amerikan ajandasını hayata geçirmekle suçladı.

Ne üzücüdür ki Darfur'da yaşanan çatışma, (Amerika ile Avrupa özellikle de Amerika ile Fransa ve İngiltere) olmak üzere devletlerarası sömürgeci kutuplar arasındaki bir çatışmadır. Zira Amerika, bir taraftan Güney Sudan'ı tamamen ayırmayı planlarken diğer taraftan parçalanması üzerinde ittifak edilen Sudan pastasından pay alma çabası altında Fransa'nın İngiltere ile birlikte türettiği Darfur dosyasını ele geçirmeye çalışmaktadır.

Bu nedenle Amerika'nın şımarık çocuğu Sudan Halk Kurtuluş Hareketi'nin, Mini Minnawi Hareketi'ni ağırlayarak onu teçhizat ve silahla desteklemesi ve yeniden canlandırması, önümüzdeki günlerde yapılacak Nifaşa parçalama komplosu benzeri ayarlamalarda meydanı tamamen Avrupa'ya bırakmamak için Amerika'nın Darfur'daki isyancı hareketlerin içerisinde elinin olması içindir.

Sudan Halk Kurtuluş Hareketi'nin bu eylemi, daha önce defalarca bozduğu Nifaşa Parçalama Anlaşması'nı bozmak sayılır. Hükümetin, bozulan bu anlaşmanın uygulanmasını tamamlamaya devam etmesi ise çekici birlik yalanlarını çürütmekte ve hükümetin ülkeyi parçalamaya hırs gösterdiğini teyit etmektedir.

Bizler Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak yöneticilere, siyasilere ve Sudan halkına deriz ki: Nifaşa Anlaşması'nı uygulamaya ve Amerika'nın çıkarına olan Güney Sudan'ı ayırmaya devam etmek Sudan'ın diğer bölgelerini Amerikan parçalama makinesine düşürecek olan ilk domino taşının devrilmesi demektir. O halde tüm bölgelere yayılmadan ve pişmanlık saati gelmeden Nifaşa Parçalama Anlaşması illetini söküp atmak ve alemlerin Rabbinin, azim İslam'ın nizamı olan Nübüvvet Minhacı Üzere Raşidi Hilafet'in olduğu panzehirini bir an evvel hastaya vurmak için acele ediniz.


İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Ebîyi ve Halk İstişaresi Nereye Gidiyor?!

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Merkezi Temas Lecnesi, hizbin Hartum'daki bürosunda "Ebîyi ve Halk İstişaresi Nereye Gidiyor?" başlıklı aylık forumunu düzenledi. Bunu ise hizbin, ümmetin meseleleri hakkında yapıcı ve maksatlı fikrî ve siyasî diyalog kapıları açma, ülkenin krizlerden çıkmasına ilişkin olgun bir vizyon oluşturma, ülkenin birliğini ve selametini korumak için dış komplolara karşı koyma çalışması çerçevesinde gerçekleştirmiştir. Forma şu kişiler katıldı:

  • Kurdufan bölgesinin eski yöneticisi ve Ebîyi'de yoğunlaşan el-Mesîriyye Kabilesinin ileri gelen liderlerinden Üstaz Abdurresul en-Nûr: Konuşmasında tarihi ve siyasi açıdan Nifaşa Anlaşması'na kadar olan süreçteki Ebîyi meselesine değinerek oradaki durumların koşullarına ilişkin bakışını ve gördüğü çözümleri açıkladı.
  • Temel Adalet Partisi Başkanı Üstâz Mekkî Ali Belâyil: Konuşmasında Güney Kurdufan Halk İstişaresi konusuna değinerek hedefini ve bu husustaki görüşünü açıkladı.
  • Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Merkezi Temas Lecnesi Başkanı ve Toplantı Görevlisi Üstâz Nasır Rıza.

 

Tartışmaya şu kişiler katıldı:

1-      Beja Kongresi Resmi Sözcüsü Üstâz Salah Nureddin

2-      Müslüman Kardeşler Partisi'nin Başkanı Şeyh Yasir Osman Câdallah

3-      Birlik Platformu Başkanı Dr. Abdülaziz

4-      İslami Sosyalist Partisi Başkanı Üstâz Dr. Nasraddîn es-Seyyid

5-      Baas Arap Sosyalist Partisi Sekreter Yardımcısı Üstâz Osman ebu Râs

6-      Temel Adalet Partisi Liderlerinden Üstâz İsa Ali Aceb

7-      El-Rezîkât Kabilesinden Emîr Hamit Yusuf

Ayrıca katılımcılar arasında birçok işçi partisi ve kabile liderleri de vardı.

 

Son olarak Üstâz Nasır Rıza, forumu aşağıdaki şekilde özetledi:

  • Belaların başı olmasına rağmen Ülke meselelerinin Nifaşa Anlaşması temelinde ele alınması üzücü bir durumdur.
  • Nifaşa Anlaşması ve [Ebîyi, Güney Kurdufan ve en-Nîl Erzak'ın] olduğu üç protokolünün birer Amerikan dayatması olduğu artık açık bir hal almıştır.
  • Katılımcıların hepsi, forma ve sunumun yüksek seviyesine övgüde bulunarak devam etmesinin gerekliliği ve ihtilaflı meselelere katılımın geniş çaplı olması temennisinde bulundular.


İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Batı ve Kusuru Başkasına Atmak

Bir kimsenin kusuru başkasına atmasının anlamı, kendisinin yaptığı kabul edilemez bir fiil sebebiyle onu suçlaması veya kendisinin karakterize olduğu olumsuz bir sıfatla onu nitelendirmesidir. Mesela saldırgan bir kimse, saldırganlık duygusunu bir başkasına atarak onu kendisine gece gündüz tuzak kurduğunu düşünür ve zarar vermek için onu gözetler durur. Zira kusur bulan bu kimse, bazen yalanı yalanlar bazen onu doğrular ve tüm iğrenç eylemler ile kötü sıfatları başkasına yaftalayarak kendisini unutur. Çünkü bu, onu bütün kusurlardan tenzih eder.

Bu psikolojik analizden hareketle bazı kişileri ve cemaatleri başkalarını sevmemeye ve kendisini temize çıkararak kusuru başkalarına atmaya iten faktörün ne olduğunu anlayabiliriz.

Almanya'daki Müslüman gençlerin şiddet eylemlerinde bulunmaya eğilimli olmalarını kültürel köklere dayandıran Alman Gençlik Bakanı "Christina Schroeder'in" açıklamalarını bu bağlamda anlayabiliriz. Bakan, bu sözleriyle sizlerin İslam'a mensup olmanızı kastetmektedir. Bu da sizin şiddete eğilimli olmanız demektir.

İsviçre halkının, büyük suçlar işleyen yabancıların sınır dışı edilmesini kabul etmesini de bu bağlamda anlayabiliriz.

Böylece Batı, her başarısızlığı yabancılara, yani Müslümanlara atar oldu. Dolayısıyla hükümet ve halk olarak Batı, başkalarını kusurlu bulmada ideolojik, fikri, toplumsal ve siyasi sistemlerinin başarısız olduğunu düşünmedi. Sadece bu başarısızlığı başkalarına attı. Yani Batı, açık ve net olarak bize diyor ki: Sorun sistemimde veya halkımda değil. Bilakis sorun, Müslümanlardadır.

Kısacası Batı zihniyeti, kendisini hatalardan tenzih etmek ve hadaratı ile kültürü ile çelişen kanunlar çıkarmak için mantıkî gerekçeler üretmektedir.

Hıristiyan Demokrat Partisi'nin zihniyeti olan Alman zihniyeti, bizim hakkımızda şöyle bir karara varmaktadır: -Dindar olsun veya olmasın- Müslüman bir kimse, şiddet eyleminde bulunduğunda şiddet dini olmasından dolayı bunu İslamî dürtüyle yaparken Alman bir kimsenin şiddete meyilli olmadığını, şiddet eyleminde bulunduğunda ise bunu (Merkel'in isimlendirdiği üzere) Hıristiyan-Yahudi kültürü dürtüsüyle değil psikolojik rahatsızlık gibi başka bir dürtüyle yapmaktadır.

İsviçre zihniyeti ise bizim hakkımızda şöyle bir karara varmaktadır: İsviçre asıllı vatandaşlar, Eflatun'un özelliklerine sahip olup hırsızlık yapmayan, öldürmeyen, vergi kaçırmayan ve yardım almak için dalavere yapmayan ideal bir vatandaştır.

Müslüman ise ikinci sınıf bir vatandaş olup hırsızlık yapan, öldüren, vergi kaçıran ve dalavere yapan bir vatandaştır. Bundan dolayı "ideal toplum" onun şerrinden kurtulmalıdır.

Bu, bize Filozof Marcus Tullius Cicero'nun şu sözünü hatırlatmaktadır: "Kanunlar ne kadar artarsa adalet o kadar azalır." Bir devlette adalet azaldığında ise o devlet çöker. Martin Luther King Jr, bir defasında şöyle demiştir: "Her nerede olursa olsun adaletsizlik, her yerde adalet için bir tehdittir." Biz de deriz ki: "Herhangi bir yere adaletsizlik egemen olursa herhangi bir yerde adaletin ortaya çıkması kaçınılmazdır."

Zira adalet devleti olan Hilafet Devleti kesinlikle ortaya çıkacak ve dünya, onun altındaki gayrimüslimlerin hak ve yükümlülükler bakımından Müslümanlar gibi olduğunu görecektir. Zira Batının adalet kaidesi şöyledir: Bizim lehimize olanların bir kısmı onların da lehinedir, bizim aleyhimize olanların çoğu onların aleyhinedir. İslam'ın adalet kaidesi ise şöyledir: Bizim lehimize olanlar onların da lehinedir, bizim aleyhimize olanlar onların da aleyhinedir. Allahuteala, şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآَنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi ona karşı adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun ki bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan ittika edin. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." [el-Maîde 8]

Mühendis Şâkir Âsım
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Almanya ve Alman Bölgeleri

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER