Pazar, 05 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/08
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Dr. Afiyet'in 86 Yıl Hapse Mahkum Edilmesi, Amerikan Adaletinin Saçmalığını ve Amerikan Demokrasisinin Katılığını Göstermektedir

New York Manhattan'daki ABD Federal Mahkemesi, 23 Eylül perşembe günü, Afganistan'daki Amerikan subaylarına suikast girişiminde bulunmasından dolayı Dr. Afiyet hakkında 86 yıl hapis kararı verdi. Bu karar, hiçbir sağlam kanıt olmamasına rağmen suçlama kararına yol açan uyduruk iddialara binaen akrabosi mahkeme salonundaki saçma bir yargılamanın ardından verildi. Dolayısıyla onun hakkındaki bu kararın verilmesi meselesi, gerçeğe değil Dr. Afiyet'e, Müslümanlara ve İslam'a karşı olan nefrete dayanmaktadır. Bu masum kadının ve üç çocuğunun Amerikan otoritelerinden çektiği büyük çileyi gizlemek için sıkı bir organize tertip edilmiştir.

Hizb-ut Tahrir / İngiltere Kadın Medya Temsilcisi Nesrin Nevaz, bu hususta şöyle bir değerlendirmede bulundu: "Dr. Afiyet'i suçlama ve hakkındaki bu saçma karar, Amerikan demokrasisinin başka bir suçudur. Masum bir kadın hakikate değil de önyargıya binaen suçlanırsa Amerikan tarzı adalet böyle olur. Çünkü Amerikan yönetimi, siyasi bir kazanım için genç bir anneye ve çocuklara vahşice bir cürüm işlemekten zevk alan, ulusal çıkarları garantilemek için kaçırma, gizli tutukevleri ve işkence eylemleri ticaretini kabullenen, "hedeflerimizi için her şey meşrudur" mantığına dayalı merhametten yoksun gayriinsanî, adaleti veya insan haklarını alçakça alaya aldığı hatta çocukları bile siyasi mahkumlar olarak gördüğü ifşa olan bir sistemdir. Burada gerçek suçlu Dr. Afiyet değil Batı demokrasisidir."

"Burunlara Zerdari hükümetinin her pisliğinden kaynaklanan iğrenç bozuk bir hıyanet kokusu gelmektedir. Zira bu masum Müslüman kadını hayasızca yalnız başına bırakarak Müslümanların kanlarına bulanmış ellere terk ettiler, onu Batılı efendilerinin nezdindeki prestijlerini korumak ve ceplerine akan dolarları güvence altına almak için bir pazarlık kozu olarak kullandılar. Dr. Afiyet'in Amerikalı otoritelerden çektiği büyük çileye rağmen Pakistanlı liderler, hala neşeyle ona zulmedenlerle sarmaş dolaş olmaya ve yüzlerce Pakistanlı Müslümanın hapsedilmesine, kötü muamele görmesine ve katledilmesine yol açan "terörizmle savaşlarında" onlara yardım etmeye devam etmekteler. Bir de utanmadan kendi vatandaşlarını kaçıran, onlara işkence eden, servetlerini çalan, Pakistan'ı egemenliğini çiğneyen Batılı hükümetler tarafından 'yüzlerine şamar indirilmesini' kabullenmekteler. Böylece zelil bir şekilde kölelik boyunduruğunu boyunlarına vurmaktalar ve onların emirlerine amade olmaktalar. Demir parmaklıklar arkasında olması gereken Dr. Afiyet değil hıyanetlerinden dolayı bizzat bu yöneticilerdir."

"Batılı hükümetler, kendi bayrakları altında Sayın Dr. Afiyet'e yapılan muamele de dahil bu değerlerin dünya genelinde başlattığı onca vahşete, kaosa ve sefalete şahit olmasından sonra İslam dünyasının Batılı özgürlüklere ve demokrasiye inanacağını sanıyorlarsa çok çok yanılıyor. Gerçekten işgal, savaş, zulüm ve zorbalıkla nam yapmış ajan yöneticiler yoluyla nizama boyun bükmeyi zorla dayatacaklarına inanıyorlar mı? Bugün dünya, Batılı zulmün lideri, terörün önderi, insanlık için ölümü ve yıkımı yaymanın öncüsü demokrasinin gerçek yüzünü görmektedirler."

"Şu halde İslam dünyasının köklü alternatif bir nizamı, İslami Hilafet Devleti'ni kendilerini mevcut bataklıklarından çıkaracak bir can simidi olarak talep etmesi bir sürpriz midir? Bu nizam, gerçekten vatandaşlarına önem verecek bir liderlik ortaya çıkaracak, İslam beldelerindeki korku halini ortadan kaldıracak, halkını tekrar şereflendirecek, hayatlarında güvenlik oluşturacak, Dr. Afiyet'i, 'terörizmle savaş' altında tutuklu bulunan diğer masum Müslümanları kurtarmak için mevcut tüm araçları kullanacak, hiçbir yabancı devletin herhangi bir kız çocuğunun şerefini kirletmesini bir daha asla izin vermeyecek, sefalete, eleme, İslam ümmetinin akan göz yaşlarına son verecek, İslam dünyasının umudu, gücü ve adaleti için yeni bir fecrin doğuşunu ilan edecek, insanlığın hayattaki gerçek saygınlığını, insanlık onurunu ve adaleti ortaya çıkaracak bir devlet olacaktır."

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Tunus Devleti, İslami Uyanışla Mücadele Etmek İçin Müslüman Kadınlara Baskı Yapmaktadır

Tunus İnsan Haklarını Koruma Derneği'nin, Tunus'taki başörtülü bayanları savunma amacıyla geçenlerde yaptığı açıklamaya göre Tunus Devleti, İslami başörtüsü giyen iffetli Müslüman kadınlara karşı taciz faaliyetini sürdürmektedir. Zira Dernek, bu yılın Ağustos ayının sonlarında siyasi polisin Nabiol şehrindeki bir fabrika sahibini başörtüsü takan iffetli bayan işçileri kovamaya zorladığını ifade etti. Daha önce aynı ayın içerisinde asayiş polisi, kadınları başlarını açmaya ve ikinci bir defan başörtüsü takmamaları için imza atmaya zorlamak için Nabiol sokaklarında haftalık devriye attılar. Bu uygulamanın ülkenin dört bir tarafındaki caddelerde ve sokaklarda yaygın bir durum haline geldiği ifade edildi.

İslam dünyasında laikliğin Avrupa güdümlü kalesi sayılan Tunus, 1981 yılında tüm okullarda, üniversitelerde ve devlet dairelerinde başörtüsü takmaya genel bir yasaklama getirdi. Ancak bu kıyafete karşı bir kampanya başlatarak bu kanunun uygulamasını 2006'da şiddetlendirdi. Birçok kişiye göre bunun nedeninin yasağa rağmen İslami kıyafet giyen iffetli kadınların sayısındaki yoğun artıştır. Devlet subayları tarafından kızlara taciz yapılmakta, okullardan ve üniversitelerden kovulmakta veya eğitimlerini sürdürmek istemeleri halinde başörtülerini çıkarmaları için imza atmaya zorlanmaktalar. Böylece başörtülerini çıkarmayan kadınlar işlerini kaybetmekle karşı karşıya kalmaktalar. Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali başörtüsünü, Tunus'a zorla giren "etniksel kıyafetten kaynaklanan yabancı bir şekil" olarak nitelendirerek "Tunus kültürel mirasıyla örtüşmediğini" ifade etti. Böylece Tunus Devleti, İslami giyim tarzlarına sınırlamalar getiren Türkiye, Suriye ve Mısır gibi diğer laik İslami ülkelerle aynı safta yer almaktadır.

Ayrıca Tunus Devleti, bayan akademisyenleri, gazetecileri, insan hakları aktivisitlerini, avukatları, öğrencileri, her türlü şekilde Bin Ali rejimine muhalefet eden veya yolsuzluklarını ve zulümlerini ifşa eden İslami örgüt üyelerini tutuklama, hapsetme, karlama, darp ve taciz etme hususunda da dikkat çekici bir rekora sahiptir.

Hizb-ut Tahrir / İngiltere Kadın Medya Temsilcisi Nesrin Nevaz, bu hususta şöyle bir değerlendirmede bulundu: "Devletin bu davranışları, ülkedeki İslami uyanışla mücadele etmeye ve otorite üzerindeki hakimiyetini sürdürmeye yönelik beyhude bir girişimdir. Tunuslu otoritelerin kullandığı vahşi baskı yöntemlerine rağmen iffetli Müslüman kadınların büyük oranının başörtüsü ve İslami kıyafet giymesi, Tunus Devleti'ne indirilmiş bir şamardır. Nitekim geniş çapta Müslüman kadınların devletin laik akidesini reddederek İslam'ı, hayatta toplumsal ve siyasi bir yaşam tarzı olarak benimsemeleri bunu ortaya koymaktadır. Yine bu durum, Batılı hükümetlerin sunduğu ve yerel İslami kıyafet tarzı yasağına İslami kıyafetin kadınlara dayatılıp sırf kendi tercihlerinin olmadığını gerekçe göstermek için kullandığı tandık hikaye açısından bir dikendir."

"Bin Ali, uzun bir dönem kadın-erkek eşitliğine çağıran Batılı fikirlere dayalı ülkedeki ahval-i şahsiye kanununu Müslüman kadınlara karşı olan zulmünü gizlemek için bir kılıf olarak kullandı. Tunuslu Müslümanların %98'i İslam akidesine inandığına göre İslami kıyafeti etniksel olarak nitelendirmek bir saçmalıktır. Eğer ortada etniksel bir şey varsa o da İslam kültürü inançlarıyla ve Müslüman nüfusunun çoğunluğunun giderek kimliklerini raptettikleri Tunus kültürüyle çelişen laik devletidir. Ülkeye herhangi bir şey zorla girmişse o da 'yabancı' etkilerini laik Batı güdümlü ve Tunus Müslümanlarının İslami değerlerine karşı duran otoriter bir rejim şeklinde bırakan Fransız sömürgesidir. Müslüman kadınların hayatlarını zindan çeviren tek şey kıyafetleri değildir. Bir de önce kadın hakları için göz yaşı döken ardından da hayasızca bu kadınların giyim tarzını yasaklayarak ve bu diktatörleri destekleyerek bu hakları çiğneyen Batılı hükümetlerin şımarık çocukları sayılan diktatör rejimler vardır."

"Tunus, Mısır, Suriye ve Türkiye devletlerinin Müslüman kadınların kıyafeti alanında açtıkları siyasi savaş, kaybedilmiş bir savaştır. Zira dünyanın dört bir tarafındaki Müslüman kadınlar, liberalizme ve laikliğe inanmayarak topluca İslami köklerine dönmektedirler. Laiklik ise kendisini, varlığını sürdürmek için gerçek despotik bir yöntemle kadınları temel haklarından soyutlamak zorunda hisseden bir akide olduğu gibi kadınlara baskı yapmayı otorite koltuğunu korumak için ödenmesi gereken bir bedel olarak gören akidedir. Artık Müslüman kadınlar, laikliğin kadınlara yapılan zulme bir çare olmadığını bilakis aslında birçok durumda bu zulmü yapanın bizzat onun olduğunu açıkça anlamışlardır. Böylece laikliğe özlem duymak yerine dikkatlerini, umutlarını ve özlemlerini İslami Hilafet Nizamı'na bağlamışlardır. Hilafet Devleti ise Müslüman kadınların içerisinde İslami kıyafetlerini tam bir kanun koruması altında giyecekleri, hiç engelleme olmadan toplumdaki genel hayata gerçek manada katılacakları, ceza korkusu olmadan yöneticileri açıkça muhasebe edecekleri, şeri nassların belirlediği vatandaşlık haklarının tamamının korunacağı ve "kadın hakları" söylemini sloganik bir söylemden gerçek bir eyleme dönüştürecek olan bir devlettir."

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İster İlköğretimde İster Lisede Olsun Buluğa Ermiş Her Kız Çocuğunun Allah Subhanehu'nun Emri Gereği Şeri Libas Giymesi Farzdır!

08 Kasım 2010 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül, Londra'da konuştuğu bir toplantıda "ilkokul"da türban takılmasına karşı olduğunu belirterek "Bu konuda yaşanan bir cehalet varsa ortadan kaldıracağız" demişti. Bu sözleri Cumhurbaşkanı Gül de destekledi.

Bilindiği üzere "28 Şubat post modern darbesi" olarak anılan olay sonrası Türkiye'de 8 yıllık zorunlu eğitimle, 5 yıllık ilkokullar ve 3 yıllık ortaokullar birleştirilerek, ilköğretim okulları şeklinde anılmaya başlanmıştı. Bu vesileyle her ne kadar laik eğitim verilse de buluğa ermiş kız çocuklarının başörtü giyebildikleri İmam Hatip Liselerinin orta kısmının iptal edilmesi hedeflenmişti. İslami şiarlara bağlı olan halkımız, doğal olarak bu duruma tepki verdi. Bu tepkilere karşın laik (dinsiz) devlet politikaları devreye sokularak, kızlarını okula göndermeyen aileler, para ve hapis cezalarıyla tehdit edildiler -ki bu tehditler halen sürmektedir-  ve buna da "ailelerin ikna edilmesi" adı verildi. Kızlarını okula göndermek istemeyen aileler, yukarıdaki sözlerde olduğu gibi "cahillikle" nitelenerek toplumsal bir baskı oluşturulup, konu gündem dışı tutulmaya çalışıldı.  Bu konu Adana ve Konya'da kızlarını örtünerek okula göndermek isteyen ailelerle tekrar gündeme geldiğinde ise konuyu sadece "üniversitelerde başörtüsü serbestliği" ve "yüksek öğrenim hakkı"na indirgediği halde boş umutlar verip aldatarak Müslümanların oylarını alan AKP yetkilileri tarafından aileler "provokatör" ilan edildiler. Hatta Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı sıfatını taşıyan AKP Milletvekili Zafer Üskül'den "gerekirse çocukların ailelerinden alınarak devlet gözetimine verilebileceği" tehdidi de duyuldu. Şimdi ise Cumhurbaşkanı ve eşinden bu garip hezeyanları duymaktayız. إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ Muhakkak ki mümin erkeklere ve mümine kadınlara eziyet edip sonra tövbe de etmeyenlere, cehennem azâbı ve yanma cezası vardır. [Burûc 10]

Ey Türkiye'deki Müslümanlar!

İster ilköğretim okullarında isterse lisede olsun buluğa ermiş her kız çocuğunun, Allah'ın açık hükümleri gereği şeri libas giymesi farzdır. İktidarıyla ve muhalefetiyle Allah [Subhanehu ve Teala]'nın farz kıldığı "örtünme" yerine "başörtüsü" kavramı üzerinden yürütülen yüzeysiz ve güdük tartışmalar, 2011 genel seçimlerine umutların bağlanmasının hedeflendiği, basit oy hesaplarından başka bir şey değildir. Sizleri bu tartışmalara bir son vermek üzere sadece şeri libas giymesi değil Allah [Subhanehu ve Teala]'nın bütün hükümlerini hayatta geçerli kılarak İslami hayatı yeniden başlatacak ve İslam'ı bir risalet olarak dünyaya taşıyacak farzların tacı olan Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafet'i kurmak için Hizb-ut Tahrir'le birlikte çalışmaya davet ediyoruz.  وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ  Zalimler, nasıl bir inkılâp ile devrileceklerini yakında bileceklerdir. [Şuara 227]

Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcü Yardımcısı
Türkiye Vilâyeti

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Irak Vilayeti, Şebablarından Biri Olan Leys Muhammed Zennun el-Hıyât'ın Vefatını İlan Eder

  • Kategori Irak
  •   |  

Saygıdeğer bir eğitmen ve İslami eğitim öğretmeni olan Muhammed Zennun el-Hıyât dün, yani 09.10.2010 cumartesi günü vefat etti. Bu ise bazı ihtiyaçlarını gidermek için bulunduğu bölgede açılan bir ateşin kardeşimiz Leys'in göğsüne isabet ederek onun vefatına yol açtığı üzücü bir olayın akabinde meydana gelmiştir. إِنَّا للَّهِ وَإِنَّـآ إِلَيْهِ رَاجِعونَ "Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz." [el-Bakara 156]

Üstaz Leys [Rahimahullah], yeryüzünde Allah'ın hükmünü ikame etmek amacıyla Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafeti kurmak için çalışanlara bağlı olan şebablardandı. Allah bunları, amel sayfalarına ve hasanet mizanına yazsın.

Allahuteala'dan; bu musibetimizden dolayı bizlere yardımcı olmasını, ailesine sabır ve metanet vermesini temenni ediyoruz. Rabbimizin razı olduğu kimselerden olsun demekten başka söyleyecek sözümüz yoktur.

 

إِنَّا للَّهِ وَإِنَّـآ إِلَيْهِ رَاجِعونَ

"Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz." [el-Bakara 156]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İslam Düşmanı Amerika, Filistin Halkını Katletmesi İçin Yahudilere Modern Uçak ve Silahlar Temin Ederken Yöneticiler ile Otorite ise Amerika'nın Verdiği Kırıntıların Peşinde Koşuyorlar

Arap liderleri Sirte zirvesinde, Mescid-i Aksa'yı koruma sorumluluğunu Uluslararası Toplum'a özellikle de Güvenlik Konseyi, Avrupa Birliği ve UNESCO'ya yüklediler. Arap Takip Kurulu da Sirte'den, Amerika Birleşik Devletleri'ne başta yerleşim birimlerinin durdurulması olmak üzere barış sürecini yeniden doğru bir zemine oturtturması için uygun şartları oluşturmaya yönelik çabalarını sürdürmesi çağrısında bulundu. Bu bağlamda otorite başkanı, tökezleyen müzakereler hususunda "Amerika Birleşik Devletleri'nin 1967 sınırları dahilinde kurulacak bir Filistin devletini tanımasını veya aynı hedef için Güvenlik Konseyine veya Filistin topraklarının uluslararasının vesayeti altında belirlenmesi için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na başvurulmasını" belirten alternatifler sundu.

Bu ise Amerika Birleşik Devletleri'nin Yahudi varlığına F-35 tarzı 20 savaş uçağı sattığı bir vakitte olmuştur.

Sirte zirvesinde Filistin ile halkı hakkında dile getirilen iğrenç cürüm, Filistin ve halkını katletmede, yerinden etmede, yıkmada, Yahudileştirmede ve yakmada haddi aşan işgalci Yahudilerin cürümlerinin iğrençlerinden daha aşağı değildir. Bizler, Hizb-ut Tahrir / Filistin olarak aşağıdaki hususları vurgularız:

1. Yahudi varlığı şehitlere suikast düzenlerken Arap Takip Kurulu, örgütlerin ve otoritelerin iradesi ile politikalarının, bu varlığın Filistin ve bölge üzerindeki hegemonyasının bekası için F-35 modern uçaklarla Yahudi varlığını destekleyen Amerika'ya olan bağımlılıklarının sürmesine hükmeden bir cevap vermiştir.

2. Amerika'nın 67 sınırları dahilinde bir Filistin devletini tanıması, sadece kağıt üzerinde olan bir devleti ortaya çıkaracaktır. Dolayısıyla Amerika'nın bunu tanıması, ne yerleşim birimlerini ortadan kaldıracak ne bir toprak parçasını kurtaracak ne bir egemenliği ortaya çıkaracak ne katliamı ne de Yahudileştirmeyi durduracaktır.

3. Filistin topraklarının uluslararası vesayet altında belirlenmesi, çok tehlikeli bir açıklama ve çok tehlikeli bir çözümdür. Çünkü bunun manası, küresel devletlerarası işgali Yahudi işgaline dönüştürmek, elli veya yüz devlete hasım kesilmek üzere yolda olan Hilafetin önüne engeller koymaktır. Dolayısıyla bu, işgali ortadan kaldırmaz derinleştirir. Otorite, hem Irak hem de Afganistan'daki işgalciler olduğu halde Amerikan, İngiliz, Fransız ve benzeri orduları kardeş olarak görüyorsa o başka!

4. Otorite, aslında FKÖ'nün aynı amaçla kurulduğunu iddia ettiği halde İslam'ın gösterdiği gerçek ve doğru seçeneğin dışında olası her seçeneği araştırmaktadır. Dikkat edin o! Kurtuluş için Yahudi'nin anlayacağı dille, yani kuvvet ve ordular diliyle çalışmaktır. Dolayısıyla otorite, Filistin meselesini dünyanın dört bir tarafındaki gerçek sahibi olan Müslümanlara iade etmeli ve onunla oynamaktan vazgeçmelidir. Zira o, devletlerarası gizli bir ittifakla meseleyi gerçek sahiplerinden çekip almıştır.

5. İradelerini ve eylemlerini İslam'ın ve Müslümanların düşmanı Amerika'ya bağlayan, Mescid-i Aksa'yı kurtarma ve koruma sorumluluklarını terk eden örgütler, hayatta kalmayı hak etmedikleri gibi sökülüp atılmalıdırlar. Yahudi varlığını ortaya çıkararak onu silah, finansman ve haksız devletlerarası kararla destekleyen devletlerin hakim olduğu UNESCO ve Birleşmiş Milletlere teslim olmak ve başvurmak dışında İslami bir alternatife sahip olmayan hükümetler de ümmet tarafından muhakeme edilmelidir.

6. Filistin halkı, kendilerini katletmede, yerinden etmede ve mukaddesatlarını Yahudileştirmede haddi aşması için leziz bir lokma olarak terörist Yahudilere teslim eden Amerika'ya, Arap devletlerine ve örgütlerine lanet okumaktadırlar. Filistin halkı ve tüm Müslümanlar, Filistin'i Yahudilerin pençelerinden kurtarma şerefini hak eden süvarileri olduğunu bilmektedirler. İyi bir hazırlık yaptıktan ve muktedir olanları ordu altına aldıktan sonra Yahudi varlığının kökünü kazıması amacıyla ümmetin ordularını harekete geçirebilmek için bu zavallı örgütleri söküp atacak olan bizzat bu süvarilerdir. İşte o zaman müminler Allah'ın nusreti ile ferahlayacaklardır.

إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا "Kesinlikle Allah emrine galiptir. Allah, her şey için bir kader koymuştur." [et-Talâk 3]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Almanya'da İslam Tartışması

Almanya Devlet Başkanı Christian Wolf, geçen pazar günü Alman Birliğinin Yirminci Yıldönümünde yaptığı konuşmada, İslam'ın Almanya'nın bir parçası haline geldiğini söyledi. Bu söz başkana, 'Şayet başkan, Almanya'da İslam'ın, Nasranilik ve Yahudilikle eşit olmasını istiyorsa bu hatadır' şeklinde eleştiriler yönelten bazı siyasileri hiç de şaşırtmadı: Binaenaleyh Almanya Şansölyesi "Angela Merkel", 'Almanya'nın Nasranilik-Yahudilik köklerinin binlerce yıl olmasa da yüzyıllara uzandığını' vurgulayarak devlet başkanının sözlerini bağlamına oturtarak onun bu söylemini savundu. Dolayısıyla Şansölye, kendi konumunu, diğer bir ifadeyle Almanya'da şeraitin değil anayasasının egemen olduğunu teyit etmeyi unutmadı.

Bizler; Almanya'daki siyasilerin, Nasranilik-Yahudilik geleneğinin geçmişine ve köklerinin boyutuna vurgu yapmalarının ne anlama geldiğini anlamıyoruz.

Yani siyasiler, Alman modernist kültürünün, Nasrani-Yahudi aydınlanmasının bir ürünü olduğunu mu kastetmekteler?

Ancak bu nasıl olur? Oysa bütün herkes, aydınlanma ve modernite hareketinin Nasrani-Yahudi dinsel fikrinin yıkım enkazlarının üzerine bina edildiğini bilmektedir. Ayrıca Batı, Nasrani fikrinden kurtulduktan sonra kalkınmadı mı?

Yoksa siyasiler, Nasraniler ile Yahudiler arasındaki kardeşlik bağının, köklü bir sevgi bağı olduğunu ve binlerce yıl olmasa da yüzyıllara dayandığını mı kastetmektedirler?

Ancak bu nasıl olur? Oysa bütün herkes, bu ikisi arasındaki tarihsel ilişkiyi bilmektedir. Bununla ise Almanya'daki Yahudilerin binlerce yıl değilse bile yüzyıllarca maruz kaldığı kovulmayı, sürgünü ve katliamı kastediyoruz.

Yoksa siyasiler, Almanya'nın Nasrani-Yahudi dinini tanıma üzerine kurulu olduğunu mu kastetmektedirler?

Ancak bu nasıl olur? Oysa bütün herkes, Almanya'nın dini devletten ayıran laik bir devlet olduğunu iddia etmektedir.

Sonra, şayet Alman kimliği Nasranilik-Yahudilik geleneklerinde temeyyüz ediyorsa o halde Almanya'ya entegre olmanın ve sadık kalmanın gerekliliğine vurgu yapmanın ne anlamı vardır? Yoksa bunun manası; siyasiler, Müslümanlardan Nasranilik-Yahudilik kültürlerine bağlı kalmalarını mı istemektedirler? Yani Müslümanlardan, İslami kimliklerinden vazgeçip Nasranilik-Yahudilik gelenekleri anlamına gelen Alman kimliğini benimsemelerini mi istemektedirler?

Bizler, kesinlikle İslam'ın Almanya'nın, onun kültürünün ve kimliğinin bir parçası olduğunu söylemiyor ve bu hususun araştırılmasını da istemiyoruz. Çünkü mesele, İslam'ın Alman kültür sistemine entegrasyonu meselesi olmadığı gibi Müslümanların, kendi dinlerinden vazgeçip Almanya'nın Nasranilik-Yahudilik kimliğini benimseyerek Alman toplumuna entegrasyonu meselesi de değildir. Ancak mesele; sizlerin hadaratınızın ve kültürünüzün hoşgörü ve özgürlük değerlerine dayandığını iddia etmenize rağmen sizler gibi olmadıkları sürece toplumdaki ötekileri kabul etmemeniz meselesidir.

O halde sorun, ne İslam'da ne Müslümanlarda ne İslam'ın Batılı kültürün bir parçası olarak sayılmasında ne de Müslümanların Batılı toplumun bir parçası olarak sayılmasındadır. Ancak asıl sorun, bu kapitalizm ideolojisi ile bu demokratik modelin, kendisine muhalif olanları kabullenememesindedir.

Allahutealanın izniyle yakında tüm dünya, kurulacak olan Hilafet Devleti'ndeki ideal İslam modelini görecektir. Zira Hilafet Devleti'nde yaşarken ne bir Nasrani'ye ne bir Yahudi'ye ne de bir Budist'e kendi dinlerinden vazgeçmesi şartını koşmayacağız. Bilakis orada yaşayıp dinlerini muhafaza edecekleri gibi entegrasyon gerekçesiyle dinlerini terk etmeye de zorlamayacağız. Çünkü Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bizlere tavsiyede bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: إنه من كان على يهودية أو نصرانية فإنه لا يفتن عنها "Yahudilik ve Nasranilik üzerine olan hiçbir kimse bundan dolayı fitneye düşürülmez."

Dolayısıyla İslam Devleti'nde, ben ötekini olduğu gibi kabul ederim görüşü hakimken demokratik bir devlette ise ben ötekini benim gibi olması şartıyla kabul ederim görüşü hakimdir.

Mühendis Şâkir Âsım
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Almanya ve Alman Bölgeleri

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: İktisat Nizamı kitabının 31. sayfasında eşyanın değeri şöyle tarif edilmiştir: "Az bulunurluluk faktörü dikkate alınarak maldaki faydanın miktarıdır." Yine 32. sayfada daha ayrıntılı olarak şöyle geçmiştir: "Değere gelince; takdirden bir parça olduğu dikkate alınmaksızın onun takdirine tahakküm eden şey, az bulunurluk faktörü dikkate alınarak takdir sırasında maldaki faydanın miktarıdır." Dolayısıyla az bulunurluk faktörü takdire dahil değildir. O halde niçin tarife dahil edilmiştir? Az bulunurluk faktörünün dikkate alınmasının ne faydası vardır? Bunu açıklamanızı ve Allah'ın sizleri hayırla mükafatlandırmasını temenni ederiz.

Cevap: Değerin tarifinin, "Az bulunurluluk faktörü dikkate alınarak maldaki faydanın miktarı" olduğu doğrudur. Aynı şekilde az bulunurluk faktörünün takdirden bir parça olduğunun dikkate alınmayacağı da doğrudur. Niçin tarife dahil edildiğine gelince; bunun beyanı aşağıdaki şekildedir:

Az bulunurluk faktörü, takdirden bir parça değildir. Bilakis değere hırs göstermek, ona itina etmek ve onu korumak içindir. Mesela siz, az bulunduğu bir sırada bir ekmeğe sahip olsanız, bileşenleri, özellikleri ve kullanımı gibi onda bulunan fayda bakımından onun değerini takdir ettiğinizde; siz ona hırs göstererek onun bir çeyreğini sabah diğer çeyreğini de akşam yersiniz. İkinci günde de aynı şekilde devam edersiniz ve onun küçük bir parçasını düşürdüğünüzde hemen harekete geçerek onu alırsınız... Ancak siz, bu ekmek gibi birçok ekmeğe sahip olduğunuzda ondaki zati fayda aynı, yani değeri aynı olmasına rağmen ilk ekmeğinize gösterdiğiniz gibi ona hırs ve itina göstermezsiniz. Hatta küçük bir parçası düşse dahi onu almayacağınız gibi bir günde birkaç tanesini yiyebilirsiniz... Bu nedenle (o vakitteki) ifadesi açıklanırken (az bulunurluk faktörünün dikkate alınması) tarife dahil edilmiştir. Zira 31. sayfanın şöyle denilmiştir: "Çünkü malın değeri, o vakitteki az bulunurluk faktörü dikkate alınarak takdir sırasındaki onda bulunan faydanın miktarına göre takdir edilir." Yani değerin takdiri sırasında ona eşlik eden vakittir. Yani değer, değerin takdiri dışında başka bir sebepten dahası az bulunurluğundan dolayı bulunmaması halinde bir benzerinin elde edilmesinin zorluğu nedeniyle bu değeri korumak ve ona itina göstermek için az bulunurluk faktörü dikkate alınarak maldaki faydanın kendisidir. Bu dikkate alış, değerin heder olmaması dahası miktarınca kullanılması için önemlidir. Ayrıca az bulunurluk faktörünün dikkate alınması, az bulunurluk faktörüne göre yukarı ve aşağı şeklinde değerin sabit kalması ile fiyatların değişimi arasında mukayese yapmak için faydalıdır.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İran'ın, Amerika'nın Irak ve Afganistan'da Kurduğu Örgütleri Desteklemedeki Rolü

New York Times gazetesinin, Karzai hükümetinin İran'dan para aldığı şeklinde bir haber yayınlanmasından iki gün sonra İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mehmanparast dün İran'ın, "Afganistan'ın istikrarına katkıda bulunmak için... büyük yardımlar yaptığını" vurguladı. Afganistan devlet başkanın, İran'dan para aldığını kabul etmesinin ardından bu paranın, "bazı siyasilerin, milletvekillerinin, Afgan kabile liderlerinin borçlarını üstlenmek ve Taliban hareketindeki unsurları cezp etmek için" kullanıldığı nitelendirilmiştir.

İran dışişleri bakanlığının açıklamaları, İran rejiminin Amerika'nın Irak ve Afganistan'da kurduğu örgütleri ta başından beri lojistik, güvenlik, siyasi ve mali olarak desteklemedeki rolünü "şirin gösterme" yönünde verdiği çabadaki bir sırrı ifşa etmemektedir. Aynı şekilde İran-Amerikan ilişkilerinin "normalizasyonunun" ivme kazandığı ve İran'ın, Amerika'nın Afganistan ve Irak'taki çıkarlarına katkıda bulunma rolünün açığa çıktığı yönündeki yeni bir şeyi de ortaya çıkarmamaktadır. Nitekim daha önce eski savunma bakanı Ali Şemhani, Uzmanlar Konseyi ve eski devlet başkanı Haşimi Rafsancani ve eski devlet başkanı yardımcısı Muhammed Ali Ebtahi dahil birçok İranlı liderler İran'ın, Amerikan'ın Afganistan ve Irak işgalini desteklemedeki rolünü açıklamışlardır. Nitekim Ali Ebtahi, 15.01.204'te şu açıklamada bulunmuştur: "Şayet İran'ın desteği olmasaydı Amerika, Afganistan ve Irak'ı bu kadar kolay işgal edemezdi!" [Körfez Konferansı ve Geleceğin Zorlukları]

2008 yılında yayınlanan Baker-Hamilton raporunda, Amerikan yönetimine Afganistan'daki İran-Amerikan "işbirliğini" alıntılayıp Irak'ta aynısını yapması çağrısında bulunulmuştur. Nitekim öyle de olmuştur. Zira İran ve Amerikalı yetkililer arasında açıkça yapılan güvenlik görüşmeleri sırasında bundan maksadın, "Irak'ın istikrarını ve güvenliğini korumak" ve kesinlikle Amerikan işgali üzerindeki baskının hafifletilmesi olduğu açıklanmıştır. Bu ise bir taraftan güvenlik işbirliği yapmak ve etnik çatışmayı beslemek -ki bunları yapmakla İran rejimini görevlendirmiştir- ve diğer taraftan 'es-Sahve' gurubunu oluşturmak ve 'Sünnileri' siyasi sürece dahil etmek -ki bunu yapmakla da Suriye rejimini görevlendirmiştir- yoluyla Amerika'yı Irak bataklığından kurtarmak amacıyla Amerika'nın Bağdat'ta kurduğu fasit ajan nizamı pekiştirmek içindir...

İşte Obama yönetimi, direnişçilerin yoğun saldırılarıyla gittikçe kızışan Afganistan bataklığından çıkmaya çalışmakta dolayısıyla Amerikan işgali üzerindeki baskıyı hafifletmek, "ulusal uzlaşı" ve "barış süreci" denilen siyasi süreci kolaylaştırmak için Pakistan'ın yanı sıra İran'daki rejimle de işbirliği yapmaktadır. Ki Amerika, bu siyasi süreç yoluyla bariz askeri işgal hegemonya şeklini siyasi, ekonomik ve güvenlik hegemonyasına ve güvenlik anlaşmaları, danışmanlar, Afgan ordu güçleri ile polisini eğitecek eğitmenlerle gizlenen uzun erimli askeri varlığa dönüştürerek Afganistan halkını aldatmayı ümit etmektedir. Aynen Irak'ta yaptığı gibi. Hatta Amerika, Irak'taki "es-Sahve Konseyi" benzeri "Şura Evlatları Konseyi" adında bir konsey oluşturmaya başladı bile.

İran'ın, bu ay 18.10.2010'da yapılan ve geçiş sürecinin ele alındığı Afganistan Uluslararası Temas Gurubu Konferansı'na ilk defa katılmasıyla Afganistan'daki rolü dikkat çekici bir şekilde ortaya çıkmıştır. Nitekim 19.10.2010'daki haber ajanlarına göre Amerikan Temsilcisi Richeard Holbrooke, "Afganistan'da istikrarın" gerçekleşmesi için uluslararası çabalara dikkat çekerek Afganistan ve Pakistan'a yönelik şu açıklamada bulunmuştur: "İran'ın, Afganistan'daki barış sürecinde oynayacağı bir rolü vardır." Tabii ki bu da askeri, insani ve mali direncini kırmaksızın ve uluslararası heybetini sarsmaksızın hem Amerikan çıkarlarına göre hem de Amerika'nın hegemonyası ile çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde olacaktır!


Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER