Cumartesi, 04 Rebiu’l Evvel 1446 | 2024/09/07
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Koalisyon Hükümeti, Dr. Zakir Naik'in İngiltere'ye Girişini Yasaklayarak Aşırılığını ve İkiyüzlülüğünü Gösterdi

Yeni İngiltere İçişleri Bakanı Theresa May, bugün bir dizi konferans turu düzenlemek için gelen Dr. Zakir Naik'e, "kabul edilemez davranışta bulunduğu" suçlaması ile İngiltere'ye girişini yasakladı.

Hizb-ut Tahrir'in İngiltere'deki Medya Temsilcisi Tâci Mustafa, bu yasaklamaya ilişkin olarak şu değerlendirmede bulundu: "Bu yasaklama, bu hükümetin Avrupa'da İslam'a karşı nasıl aşırı ve düşmanca bir politika yürüttüğünü göstermektedir. Dr. Zakir, tartışma ve diyalog alanında uzman, güçlü, saygın ve tüm katılımcılardan sorular alması ile ünlü Müslüman bir konuşmacıdır. Geniş ölçüde kendisine siyasi olmayan ve barış yanlılığı ile tanınan bir kimse olarak bakılmaktadır. Bu nedenle Dr. Naik'in İslam'ı sunmasının engellenmesi büyük bir hoşgörüsüzlüğün ve nefretin göstergesidir."

"Bu karar, ikiyüzlü bir karardır. Çünkü İngiltere, Dr. Naik gibi insanları engellerken Geert Wilders gibi İslam düşmanı ve nefret yayan insanların avam kamerasında konuşmasına izin vermektedir."

"Hükümetin bu kararı, Batılı hükümetlerin karşıt ve rakip görüşleri susturmadan insanları kendi değerlerine ikna etmeye muktedir olamadıklarının başka bir kanıtıdır. Bu (yasaklama kararı), İslam'a yönelik saldırılarını meşrulaştırmak için genellikle bir kılıf olarak kullandıkları ‘fikir özgürlüğü' hakkındaki gururlu konuşmalarına çürütmektedir."

"Özelde Batıdaki İslami jenerasyona mesajımız şudur ki bu çirkin eylemin karşısında cesarete bürünmelidirler. Genelde de tüm Müslümanları Batıda İslam için ve İslam risaletini topluma taşımak için kıyama kalkmaya davet ediyoruz. Zira Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in döneminden bu yana İslam'ın fikrilerini engelleme girişimleri İslami risaletinin gelişimini durdurmada başarısız olmuştur. Nitekim İngiltere Hükümeti ne yaparsa yapsın şunun veya bunun şu anda yaşanan ‘İslam risaletinin gelişimini durdurduğunu' gösteren hiçbir emare göremiyoruz."

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Nizamın Bekası ve Sürdürebilirliliği İçin Yamalar!!

Yemen Devlet Başkanı, Temsilciler Meclisi ve Şura Konseyi başkanları ile bazı cumhurbaşkanlığı danışmanlarının katıldığı 15.06.2010 salgı günkü Bakanlar Kurulu Toplantısına başkanlık yaptığı sırada, "Ekonomik ve idari çabaların devam edeceğini, harcamaya yönlendirmek, gelirleri arttırmak, petrol, maden, balık ve tarım alanlarına yatırım yapılması için çalışılacağını...şu anda senelik 510 milyar riyali geçen petrol ürünlerini destekleme politikası hakkında entegral bilimsel bir çalışmanın yapıldığını" vurguladı.

Yemen'deki iktidar nizamı, kendi bekası ve sürdürebilirliliği için yama ve reform politikasını alışkanlık haline getirdi. Bugün Yemen, dini hayattan ayırma akidesine dayanan en kötü bir nizamın gölgesinde en kötü bir hayat yaşıyor. Bu nizamın başındakiler ise bu bayağı hayvani yaşamı hazırlayan kaideler ve esaslara göre yaşamaktalar ki bunlar şu dört özgürlüktür: İnanç, , fikir, mülkiyet ve şahsi özgürlük.

Dünya Bankası ile IMF'in belirlediği reform programlarını sürdürmek Yemen halkını daha da fakirleştirecek ve işsizliği daha çok arttıracak ve kötüleşen sorunları halletmeyecektir. Zira bu kuruluş, köle Yemen halkının hesabına olmak koşuluyla "ekonomik reforma" ilişkin bir takım koşullar ve tedbirler dayatmaktadır ki bunlar şunlardır: Vergilerin arttırılması, birçok gerekli malzemeler üzerindeki sübvansiyonların kaldırılması, fiyatların yükseltilmesi, satış vergisi gibi ek vergilerin getirilmesi, yerel paranın fiyatının düşürülmesi ve birçok diğer önlemlerin alınmasıdır. Dolayısıyla bu nizam, (ferdi, kamu ve devlet mülkiyetlerini) birbirine karıştırdı, (özelleştirme) adı altında kamu mülkiyetlerini şahısların veya şirketlerin mülkü haline dönüştürdü ve servetlerimizi yağmalaması için stratejik ortaklık adı altında (sömürgecileri) ülkemize soktu. Dolayısıyla halka ait kamu mülkiyetlerine daha fazla yatırımcı çekmek ve yöneticiler, akrabaları ve etrafında dönenlerin onlara ortak olmaları ölüm döşeğindeki Yemen halkının son nefesini de alacaktır!!

Yemen halkının tüm sorunlarını çözecek olan doğru bilimsel bir araştırma ancak İslam'ın gölgesinde mümkündür. Bu sorunların köklü, kesin ve doğru bir şekilde çözülmesi ancak İslam ve onun azim iktisat nizamı ile mümkündür. O iktisat nizamı ki mülkiyetleri belirlemiş, malların mülk edinilmesindeki eşitsizliği tedavi etmiş, parayı tedavüle etmek ve kenzi yasaklayarak toplumda ekonomik bir denge oluşturmuş, servetin dağılımı ve harcama hususunda tebaanın fertlerin arasında fahiş bir eşitsizlik meydana gelmesi halinde çözümler koymuş, arazi hükümleri, tarım politikası, projeleri finanse etmeye yönelik ideal yol ve benzerleri ile de ekonomik büyümeyi halletmiştir.

El-Hak Subhânehu ve Te'alâ şöyle buyurmuştur:

كَيْ لا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "Resul size neyi getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan kaçının. Allah'tan ittikâ edin. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.Ta ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmasın." [el-Haşr 7]

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Akıtılan Kanlar, Yemen Halkının Dikkatini Değişimden Başka Bir Yöne Çekmeye Dönük Organize Bir Cürümdür!!

Kurunun yanında yaşı da yakan altı senedir süren savaşın ardından 11.02.2010'da Husiler ile Yemenli yetkililer arasında Kuzey Yemen'de ateşkes üzerinde anlaşma sağlandı. Ancak felaket şudur ki devletin çözemediği savaşın sonuçlarıdır. Zira Husi tarafları ile iktidar yanlısı kabileler arasında onlarca kişinin canına kıyan süregelen intikamlaşmalar, kurulan pusular, yol kesmeler ve ihanetler bir türlü dur durmak bilmedi.

Öte yandan Güney Yemen'de "ordu ile Halk Hareketi" denilen gurubun tarafları arasındaki katliam ve savaşın devam etmekte olduğunu görmekteyiz. Nitekim bunların sonuncusu onlarca kişinin katledilmesi, evlerin ve ticaret mahallerinin yıkılması ile sonuçlanan Dali şehrinde dönen savaştır.

Üçüncü bir yönden ise korkuya, açlığa, çocukların ve kadınların terörize edilmesine, Müslümanın Müslüman kardeşini savaşlarda ve pusularda katletmesine yol açan kabileler arasındaki süregelen savaşlar ve intikamlaşmalardır. O kadar ki insan, sanki cahiliye döneminde yaşıyormuşuzcasına iman ve hikmet beldesinde Müslümanların evlatlarının arasında yaşananlar karşısında hayretler içerisinde kalmaktadır!!

Dördüncü bir yönden ise ülkenin egemenliğini çiğneyerek ve sözde terörizme karşı savaş gerekçesi altında Pakistan'ın Veziristan ve Belucistan bölgelerinde uyguladığı senaryoyu yeniden kurmak üzere Amerikan uçaklarının (küme bombaları ve homatok füzelerinin olduğu) yasak silahları kullanarak düzenlediği hava saldırılarıdır!!

 

Bizler Hizb-ut Tahrir / Yemen Vilayeti olarak aşağıdaki noktaları vurgulamak isteriz:

-Doğrudan veya dolaylı şekilde olsun bu vahşi eylemlerin arkasında iktidar nizamı vardır. Çünkü iktidar nizamı, sahip olduğu ve çatışan taraflara karşı kullandığı imkanlar, araçlar ve yöntemler sayesinde sorunları çözebilir. Keza köklü çözümler getirebilir veya kendisine sunulan çözümleri de benimseyebilir. Ancak iktidar nizamının politikası, kuvvet sahipleri tarafından muhasebe edilmekten ve değiştirilmekten kurtulmak için insanları oyalama ve onları fitnenin, savaşın ve çatışmaların içine sürükleme esasına dayanmaktadır.

-Yemen'in Müslüman evlatları arasında akıtılan ve akıtılacak olan her damla kanın günahı ve vebali iktidar nizamına aittir. Çünkü o, çobandır ve güttüğünden mesuldür.

-Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın kendisinden soracağı devletin şeri görevi, kabileler arasındaki intikam duygularını ve savaşları tahrik etmek yerine Yemen halkını korumak ve güvenliklerini sağlamak amacıyla orduyu harekete geçirmedir!!

-Hem Yemen halkı hem de zalim iktidar nizamı, Müslümanların kanının kutsiyeti Allahu Subhânehu katında Beyt-il Haram'ın kutsiyetinden daha büyük olduğunu bilmelidirler. El-Hak Teberake ve Te'alâ şöyle buyurmuştur: وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُّتَعَمِّداً فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِداً فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَاباً عَظِيماً "Her kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içerisinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için azim bir azap hazırlamıştır." [en-Nisâ 93]

İbn-u Mâce, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Kabe'yi tavaf ettiğini ve tavaf esnasında şöyle dediğini rivayet etti: ما أطيبك وأطيب ريحك، ما أعظمك وأعظم حرمتك، والذي نفس محمد بيده لحرمة المؤمن أعظم عند الله حرمة منك ماله ودمه، وأن لا نظن به إلا خيرا "(Ey Kabe!) Sen ne güzelsin, senin kokun ne güzeldir, sen ve senin kutsiyetin ne büyüktür. Muhammed'in nefsini elinde tutan (Allah'a) yemin olsun ki, müminin Allah katındaki kutsiyeti senin kutsiyetinden daha büyüktür. Müminin malı ve kanı da böyledir. Biz mümin hakkında ancak hayır zannında bulunuruz."

El-Buhari, SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in şu kavlini rivayet etti: ... فَإِنَّ دِمَاءَكُمْ وَأَمْوَالَكُمْ عَلَيْكُمْ حَرَامٌ كَحُرْمَةِ يَوْمِكُمْ هَذَا فِي شَهْرِكُمْ هَذَا فِي بَلَدِكُمْ هَذَا إِلَى يَوْمِ تَلْقَوْنَ رَبَّكُمْ أَلا هَلْ بَلَّغْتُ قَالُوا نَعَمْ قَالَ اللَّهُمَّ اشْهَدْ فَلْيُبَلِّغْ الشَّاهِدُ الْغَائِبَ فَرُبَّ مُبَلَّغٍ أَوْعَى مِنْ سَامِعٍ فَلا تَرْجِعُوا بَعْدِي كُفَّارًا يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ... "Bilin ki, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize kesinlikle haramdır, tıpkı Rabbinize kavuşacağınız güne kadar şu yerde, bu ayda şu gününüzün haram olması gibi. Haberiniz olsun! Tebliğ ettim mi. Dediler ki: "Evet." Dedi ki: "Allahım şahit ol! Şahit olan olmayana ulaştırsın. Zira kendisine söz ulaştırılan nice kimse vardır ki sözü dinleyenden daha kavrayışlıdır. Sakın Benden sonra birbirlerinizin boynunu vurarak Kâfirler olarak gerisin geriye dönmeyin!"

Bundan dolayı Müslümanların kanının günahı ve kutsiyeti; sesiz kalan veya plan kuran veya destekleyen veya destek veren veya işaret eden veya öldür kelimesinin "öl..." harfini söyleyen her sorumluyu kapsayacaktır!

Ey Müslümanlar! Ey Yemen Halkı! Dünyada ve ahirette kurtulmanız için Allah'ın sizlere emrettiği şeyle meşgul olmalısınız, bu nizamın sizleri kendisiyle oyaladığı oyalama politikası bir cürümdür ve bu politika karşısında sessiz kalmanız Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın öfkelenmesine neden olur. O halde masum kanlarınızı enjekte edecek, işlerinizi hak ve adaletle güdecek, sizleri yakıtı insan ve taş olan cehennem yerine genişliği arz ve semevat kadar olan cennete götürecek olan Hilafeti kurmak için çalışınız.

 

فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ "Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını çok iyi görendir." [Mümin 44]

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Resmi Sözcüsünün, 2011 Ocak Ayında Güney Sudan'ın Ayrılmasına Yönelik Yapılacak Olan Referandumu Reddetmeye Dönük İmza Kampanyasının ve Protesto Mitinginin Tanıtımı Hakkında Sudan Haber Ajansı Platfo

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti'nin ülkemizin içerisinden geçtiği Hilafetin yıkılışının 89. yıldönümüne denk gelen H. 1431 Receb-il Ferd ayında yapacağı faaliyetlerini ilan etmek üzere çağrıda bulunduğu bu basın toplantısına katılan gazeteci, medya mensubu ve katılımcı kardeşlerimiz hoş geldiniz. Nitekim önce Güney Sudan'ı ayırmak ardından Sudan'ın geriye kalan yerlerini parçalara ayırmak için 2011 yılında yapılması planlanan referandum yoluyla Sudan'ı parçalamaya çalışan kafir Batı, ülkemize karşı komplolar kurdu.

Bizler Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak ümmetin enerjisini, bu referandumun yapılmasına karşı seferber ve kanalize edecek siyasi çalışma yoluyla bu cürüme karşı durmak için önceki kampanyamıza aşağıdaki şekilde iki yeni üslup daha eklemekteyiz:

Birincisi: H. Receb 1431 el-muvafık M. 13 Haziran ayının ilk pazar gününden itibaren ülkenin dört bit tarafında önümüzdeki sene yapılması planlanan referandumun iptal edilmesinin talep edileceği geniş çaplı bir imza toplama kampanyası başlatacağız.

İkincisi: Önümüzdeki sene yapılacak olan referandumu reddetmek ve Allah'ın izniyle yakında kurulacak olan Raşidi Hilafeti anmak amacıyla ümmetin tüm muhlis evlatlarını, H. 27 Receb el-muvafık 09.07.2010 cuma günü Hartum'daki el-Mulid Meydanı'nda düzenlenecek mitinge katılmaya seferber edeceğiz.

Referandumu reddetmemiz:

-Alemlerin Rabbi ile kerim resulünü razı etmemiz ve kafirler ile onların komplocu kuyruklarını öfkelendirmemiz demektir.

-2011 Ocak ayında yapılması planlanan referandum gölgesi dışında asla gerçekleşmeyecek olan ayrılmayı reddetmemiz demektir.

-Önce Güney Sudan'ı ayırmayı ardından Sudan'ın geri kalan yerlerini parçalamayı amaçlayan Amerika'nın planlarını hayata geçirmek üzere ülkemizin kendi ellerimizle parçalanmasını reddetmemiz demektir.

-Kaynaklarımıza ve servetlerimize kolaylıkla hakim olmak için ülkeyi ve insanları parçalamayı amaçlayan kafir Batının planına göre hareket etmeyi reddetmemiz demektir.

-Akıllarını başlarına toplamaları ve hakka dönmeleri -ki hakka dönmek fazilettir- için iktidar ortaklarını hakka yöneltmek ve hakla yetinmelerini sağlamamız demektir.

-Ülkenin birliğini korumakla görevli (silahlı kuvvetlerin ve diğer düzenli birliklerin) güçlerin ülkenin birliğini koruma karşısındaki sorumluluklarını, şartlar ve koşullar her ne olursa olsun ülkenin herhangi bir karışında ifrata kaçmamalarını hatırlatmamız demektir. Dolayısıyla bu referandumu reddetmemiz dünyada izzet ve ahirette onur demektir. Aksi takdirde dünyada zillet, aşağılanma, alçalma ve ahirette rezillik ve günah demektir.

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının. Muhakkak ki Allah, ikabı şedid olandır." [el-Enfâl 28]


İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Sudan Vilâyeti

Devamını oku...

Küresel Sorunlar Beyrut'ta Tartışıldı

  • Kategori Lübnan
  •   |  

Dünyanın dört bir yanından Beyrut'a gelen pek çok isim İslâm dünyasının sorunlarını tartışıyor. Hizb-ut Tahrir örgütü tarafından organize edilen konferans, Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta bugün bir toplantı düzenledi.

 

 

Hizbut Tahrir Örgütü, Hilafet'in Hilafet'in kaldırılışının 89. Yıl dönümü vesilesiyle Lübnan'nın başkenti Beyrut'ta bugün (18 Temmuz)" "Hizb-ut Tahrir'in Uluslararası ve Bölgesel Sıcak Meselelere İlişkin duruşu" başlığı altında uluslararası bir konferans düzenledi. Hizb-ut Tahrir bu konferansı üç bölüm olarak gerçekleşti. Sabah saat 9.00'da başlayan konferans aşağıdaki kısım ve konulardan oluşuyor:

 

Birinci Kısım: İslami beldelerde saldırıya uğrayan

 

İslami meseleler

 

1.Arap ülkelerindeki Müslümanların meseleleri (Filistin, Irak, Sudan "Güney'in Ayrılması")

2.Güney Asya'daki Müslümanların sorunları (Afganistan ve Pakistan "Keşmir")

3.Güneydoğu Asya'daki Müslümanların sorunları (Endonezya'daki ayrılıkçı hareketler)

4.Batı ve Orta Asya'daki Müslümanların sorunları ( Türkiye "Kıbrıs", "Kafkaslar, Doğu Türkistan")

 

İkinci Kısım: Batıdaki Müslümanlara Yapılan Saldırılar

 

Üçüncü kısım: Müslümanları ve Gayrimüslimleri ilgilendiren uluslararası Genel Sorunlar:

 

1.ABD'de başlayıp dünyaya yayılan uluslar arası ekonomik kriz

2.Küresel nükleer enerji krizi ve özellikle İran'daki barışçıl nükleer enerji.

 

Konferansa 19 ülkeden farklı kesimlere mensup pek çok yazar, din adamı ve gazeteci ve Hizbut Tahrir'in ülke temsilcileri çağrıldı. Sudan, Ürdün, Yemen, Avustralya, Danimarka, İngiltere, Türkiye, Japonya, Rusya ve Ukrayna'dan katılımlar olurken, davet edilmelerine rağmen Lübnan hükümetinin vize vermediği ülkelerden ise katılım olmadı. Konferans sırasında yapılan açıklamada bu ülkelerin Endonezya, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan ve Kırgızistan olduğu belirtildi.

Açılış konuşmacısı Fâdi Abdullatif, İslam dünyasındaki sorunları kendi sorunları olarak kabul ettiklerini ve bu sorunların İslam hilafetinin kurulmasıyla çözülebileceğini belirtti.

Abdullatif sözlerine devamla: "Hizbut Tahrir; İslam hilafetinin diriltilmesi ve Allah'ın hükümlerinin uygulanması temel siyaseti olarak kabul etmektedir. Tüm sorunlara İslam düşüncesi nazariyesinde değerlendirir ve sorunların çözümünde yine bu nazariye içinde çözülebileceğine inanmaktadır." Şeklinde devam etti.

İlk oturum Filistin sorunu tartışıldı. İlk konuşmayı İsmail Vahvah yaptı. Hizbut Tahrir'in Avustralya medya temsilcisi olan Vahvah konuşmasına kendisinin de Filistinli olduğunu belirterek başladı. Beytul makdis'in öneminden ve bir İslam beldesi olduğunu dillendireren Vahvah, Müslümanlar'ın ancak birlik içinde hareket ederlerse Filistin'in kurtulabileceğini belirtti. Tüm sorunların Müslümanların bir liderlik çerçevesinde yoksun olduğundan kaynaklandığını belirttiği konuşmasında pek çok Müslüman ülke başkentinin İsrail'le ilişkisi olduğunu belirtti. Bu sorunun çözümü Hilafetin dirilişi ve Müslümanların birlik içinde hareket ederlerse çözüleceğine inandığını belirtti.

İkinci konuşmada,Güney Sudan sorunu işlendi. Osman İbrahim, Sudan'ın İslam'la tanışması ve stratejik konumuna değindiği konuşmasında, bağımsızlığını elde ettikten sonra yaşadığı siyasal değişimlerle sürdürdü. Osman, daha sonra Güney Sudandaki sorunlara değindi ve Hristiyan ayrılıkçıların Batı'dan gördüğü desteğe vurgu yaptı.

Hizb-u Tahrir'in Irak sözcüsü Ebu Zeyd ise Irak sorununu işlediği konuşmasında Irak'ın İslam tarihindeki ve günümüzdeki önemine değindi. Ebu Zeyd şöyle konuştu: "Batı emperyalizmin Irak üzerinde nasıl oynandığını görüyoruz. Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle Avrupa ve Amerika emperyalizmini Irak'ın merkezine taşımış oldu. Bu bozguncular bugün Irak toprakları üzerinde kan kusmaktadırlar. Felluce, Necef ve diğer kentlerde dökülen kanlar bilinmektedir. Mezhepsel ayrılıklar kışkırtılmakta ve Müslümanları kendi aralarında çatışır duruma getirmiştir. Bugün bu ayrılıklar Müslümanların temel problemi olmuştur. Saddam döneminde Kürtler ve Şiiler ezilirken bugün Suniler Amerika'nın desteğiyle beraberce suniler ezilmektedir. Bundan kurtulmanın ana kaynağı Amerika'nın ülkeden atılmasıyla mümkündür."

Oturuma video konferansla katılan Kudüs Rum Patrik yardımcısı el-Mederan Adaullah Hanna; Müslümanların hilafeti dönemindeki adaletine değindi. Müslüman ve Hıristiyan işbirliğine değindi.

Musa el-Mebkuri, Güney Sudan'daki el-Barza siyasi sorunlarını, Hizbut Tahrir Pakistan Medya Grup Başkanı Saad Cağranifi, Afganistan ve Keşmir sorunlarını ele alırken, Hizbut Tahrir Endonezya Medya grup başkanı Abdulhakim, Endenozya'daki Banda Açe ve Doğu Timor ayrılıkçı hareketlerinden bahsederken, Müslümanların bundan zarar gördüğünü ve bunun hilafetle aşılabileceğine olan inancının tam olduğunu dile getirdi.

Japonya İslam Meclisi başkanı Prof. Hasan Kunakata hilafetin gerekliliği üzerinde ayet ve hadisler ışığı altında vurgu yaptı. Türkiye Hizbut Tahrir Medya grup başkan yardımcısı Haluk Özdoğan Kıbrıs tarihinden başladığı konuşmasında AK Parti ve Kıbrıs Mehmet Ali Talat'ın işbirliğinin temel nedeninin ikisinin de Amerikancı olmalarından kaynaklandığını ileri sürdü. Özdoğan, "Kıbrıs'ın Rumlarla birleşmekle çözüm bulamayacağını ve ancak KKTC'nin lağvedilerek doğru'dan Türkiye'ye bağlanması gerektiğini hatta Türkiye'nin tüm Kıbırıs'ı ele geçirmesi gerektiğini ifade etti. Özdoğan, Kıbrıs sorununun Ada'nın Türkiye'ye bağlanmasından sonra İslam hilafetinin kurulmasıyla nihayete ereceğini savundu.

Türkiye Hizbut Tahrir Medya grup başkan yardımcısı Hanefi Teymur Kafkasya ve Doğu Türkistan sorununun tarihini özetledi. "Bu iki bölgenin emperyalistçe baskı altına alındığı ve bunlar Müslümanlar tarafından bilinmesine rağmen neden yardım edemedikleri ise dikkat çeken bir olgudur. Bu bölgeler kafirler tarafından işgal edilmiştir. Müslümanlara düşen ise bu mustazaf Müslümanların kurtarılması için fiili bir savaştan çekinmemelidirler." şeklinde konuştu.

 

Türkiye'den Konuklar da Söz Aldı

Konuşmalardan sonra söz alan Gazeteci-Yazar Mustafa Özcan, İslam Hilafeti'nin nasıl olması gerektiği üzerine diğer İslami gruplarla istişareler yapılması gerektiğini belirtti.

Özcan İslam Devletinin tüm dünya'da tek bir devlet olup olmayacağını tartışmak gerekir. Derken,Hizbut Tahrir Irak yetkilisi Ebu Zeyd Hizbut Tahrir'e göre İslam devletinin dünyada tek bir otorite olması gerektiğini savundu. İslam Devletinin Demokrasi'den farklı bir sistem olduğunu ve "Rabbani bir devlet" olarak tanımladı.

Daha sonra söz alan Gazeteci-Yazar Ahmet Varol, Filistin'e Özgürlük Gemisinde yaşadıkları İsrail terör saldırısını anlattı. Müslümanların birliğine ve cemaatlerin birbirlerinin yanlışlarına değil doğrularına yoğunlaşmaları gerektiğine vurgu yapan Varol, Filistin sorununun çözümü için tüm İslami yapıların ellerinden geleni yapmaları gerektiğini vurguladı.

Konferans'a Türkiye'den Özcan ve Varol dışında Köklü Değişim Dergisi, Vuslat Dergisi, Mustazaf-Der ve Özgür-Der yetkilileri de katıldı.

Konferans'tan görüntüler az sonra

 

Kaynak:

http://www.timeturk.com/kuresel-sorunlar-beyrutta-tartisildi_132862-haberi.html

http://www.gencbilim.com/Haber/Kuresel-sorunlar-Beyrutta-tartisildi_80944.html

-------------------------------------

 

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: İktisad Nizamı kitabının 106. sayfasında kıymet ve fiyat hakkında geçenleri açıklamanızı rica ediyorum:

Kıymet şu şekilde tarif edildi: "Herhangi bir malın kıymeti; az bulunma faktörü göz önüne alınarak onda var olan menfaat miktarıdır." Birkaç satır sonra şöyle ekleniyor: "Bu kıymet ise malın gerçek kıymetidir." Ve şöyle devam ediyor: "Fakat malın fiili değeri, o malın başka bir eşya veya para ile olan bedel miktarı ile takdir edilir." Oysa bedelin miktarı fiyattır kıymet değildir. Burada malın gerçek kıymeti ile fiili değerinin arası ayırt edilmektedir.

Ancak fiili değeri zikredildikten sonra şöyle deniliyor: "Malın bu değeri, bu şekilde zaman, mekan ve şartların değişimiyle değişmez, sabit kalır."

Sanki burada da malın gerçek kıymeti ile fiili değerinin arası ayırt edilmemektedir. O halde bu nasıl izah edilir?

Bu sorunun bir yönüdür. Diğer yönüne gelince; verilen örnek şudur: "vasfı belirtilmiş muayyen bir dolap"... "kıymetinin de elli dinar olduğunu"

Buradaki dinar şeri dinar mıdır ki kıymet sabit olsun? Yoksa kağıt dinar mıdır ki bu durumda kıymet nasıl sabit olacak? Ayrıca akit sırasında dolabın kıymeti veya fiyatı belirtildiği sırada bu örneğin daha geniş şekilde açıklanmasını rica ediyorum.

Cevap:

1. Malın gerçek kıymeti, ondaki menfaatin miktarıdır... Bu kıymet sabit olup değişmez. Çünkü malın menfaati onun ayninde (bizzat kendisinde) mevcuttur.

Herhangi bir muamelede kıymeti takdir etmek istediğimizde buna fiili kıymet denilir. Yani teslimat sırasında buna müracaat edilir. Dolayısıyla bizler kıymeti, takdir sırasında taraflarca bilinen bir mala veya taraflar nezdinde altın yada gümüş gibi ayni kıymeti olan geçerli bir paraya göre takdir ederiz. Böylece deriz ki; bu malın kıymeti, mesela şu kadar kilo buğdaya veya şu kadar gram altına veya şu kadar dirhem gümüşe denktir. Yani kıymetin takdiri, ayni menfaati olan malzemeye göre olur. Dolayısıyla kıymet, mesela kağıt para gibi ayni menfaati olmayan bir şeye göre takdir edilmez...

İşte bu takdir, takdir sırasında mala biçtiğimiz faktörlerin menfaati ile birlikte malın menfaatine yapılan kıyasa göre gerçekleşir.

Araştırma konusu ister gerçek kıymet isterse fiili değer olsun kıymet sabit olup daha sonraki takdir zamanına göre değişmez. Çünkü o, bir kıymettir...

2. Muamele sırasında bu takdiri "kıymet" lafzı ile kayda geçtiğimiz zaman bu sabit olarak kalır ve taraflar ıstılahen bu lafzın anlamını bilmesi gerekir. Yani bu, menfaatin takdiridir ve zamanın değişmesiyle değişmez... Bilakis malın belirtilen kıymeti, muamele sırasında önlerinde kaydettiğimiz kıymettir ve bir sene sonra dahi olsa ödeme zamanında bir fazlalık ve eksiklik olmadan bizzat kaydedilen kıymetle ödenir. Çünkü takdir sırasındaki kıymet, "kıymet" olarak kaydedildiği ve taraflar da bu ıstılahın manasını anladıkları sürece sabit olarak kalır.

3. Ancak muamele sırasında mal, fiyat lafzı ile kaydedilirse fiyatın başka bir anlamı vardır ki o, fiyat illa da sabit kalacak diye bir şey yoktur. Bilakis mesela bir sene sonra ödeme anında hak sahibine malın aynısının veya kaydedilen fiyatın verilmesi yada ona aynı fiyatta bir mal alınması caizdir. Hatta bu fiyatta alınan mal kalite olarak esas maldan düşük veya iyi olsa bile fark etmez. Böylece fiyatın kaydedilmesi sabitlik demek değildir. Binaenaleyh fiyatın takdiri sırasında parayı altın veya gümüş veya kağıt para olarak belirtmemiz ve bunu kayda geçirmemiz caizdir.

4. İşte tüm bunlar malın bu lafızla takdir ve tescil edilen kıymetinin sabit olarak kalmasından dolayıdır. Dolayısıyla mal telef olursa sahibine verileceği sırada mal aynen veya takdir sırasında para olarak tescil edilen kıymeti verilmelidir. Ancak ona takdir sırasında belirtilen kıymette bir mal alınması caiz değildir. Çünkü bu, zamanla değiştiği sürece kıymeti fiyata çevirir. Çünkü mesela bir sene sonra mal ödenirken bir sene önceki, yani takdir zamanındaki fiyatından farklı olacaktır. Bundan dolayı takdir zamanında kıymet tescil edilmişse ya bulunması halinde malın aynısı yada telef olmuşsa takdir sırasındaki tescil edilen kıymeti ödenmelidir. Bir üçüncü durum söz konusu değildir.

Malın tescil edilen fiyatına gelince; illa da sabit kalacak diye bir şey yoktur. Dolayısıyla mal sahibine ödenirken malın aynen verilmesi caizdir. Telef olduğu zaman ise tescil edilen fiyatı verilir veya ona bu fiyatta bir mal satın alınır.

5. Kadına mihr olarak verilmek üzere tescil edilen dolap için de böyledir. Eğer dolabın kıymeti "elli" ve doğal olarak da elli altın dinar şeklinde tescil edilmişse kıymet olarak tescil edildiği sürece bu takdir sabit olarak kalır. Yani ödeme anında kadına dolabın aynısı verilir. Eğer dolap telef olmuşsa ilk etapta takdir anında tescil edilen değişmeksizin dolabın tescil edilen kıymeti olan "50", yani elli altın dinar verilir.

Eğer dolabın fiyatı elli dinar olarak tescil edilmişse burada fiyatın altın dinar veya kağıt para dinar olması caizdir. Çünkü o bir fiyat olup hem ayni kıymeti olan hem de "ekonomik piyasadaki" arz ve talebe göre değişen para için geçerlidir. Çünkü fiyat, piyasanın değişimi ile değişir...

Bu nedenle ödeme anında vasfı belirtilmiş dolap verilir. Eğer dolap telef olmuşsa kadına tescil edilen fiyatın olduğu "50" dinarın verilmesi caiz olduğu gibi ona 50 dinarlık fiyatta bir dolap satın alınması da caizdir. Bu fiyatla ister vasfı belirtilmiş dolap gibi bir dolap satın alınsın isterse daha güzel veya daha kötü bir dolap satın alınsın fark etmez...

Ancak tüm bunlar tarafların bu ıstılahın manasını, yani kıymet ile fiyatın manasını bilmeleri halinde geçerlidir. Aksi takdirde mesele, devletlik, yani yargılık olur.

Ümit ederim ki bu mesele sizler nezdinde açıklığa kavuşmuştur.

 

Devamını oku...

Sorular ve Cevaplar

Soru-1: İslam Şahsiyeti kitabının birinci cildinin 407. sayfasının ikinci paragrafında Sahîh Hadis'in tarifi konusunda şöyle geçmiştir: "'Udul ve zapt sahibi birisinin yine kendisi gibi birisinden muttasıl bir senedle' ifadesi ile, sahih hadis mürsel, münkatı ve mu'dal gibi, sahih hadis çeşitlerinden sayılmayan mürsel, münkatı ve mu'dal'dan korunmuş ve ayırt edilmiş olmaktadır. Çünkü mürsel hadis, tabiinin sahabeyi zikretmeden doğrudan doğruya Nebi [SallAllahu Aleyhi Sellem]'den rivayette bulunmasıdır. Münkatı ise; senedinin bir yerinde veya birkaç yerinde ravilerden birinin düştüğü hadise denir. Mu'dal; bir veya birkaç yerinde iki ravinin düşmesidir. "Mürsel, münkatı ve mu'dal'ın tamamının senedinde kopukluk olduğu için sahih hadis kapsamından çıkarılmıştır." Bu ise aynı kitabın 414 ila 415. sayfalarında mürselin alınmasının sübut bulmasıyla çelişmektedir. O halde bu nasıl izah edilir? Şükranlarımızı iletiriz.

Cevap-1: "Mürsel" hadisin hadis ilmi ıstılahına göre sahih hadisin tanımına dahil edilmemesi ile mürsel hadisle amel edilmesi arasında çelişki yoktur.

Her ilmin sahipleri, kendi ilimleri için ıstılahlar koymaktadırlar. Yani özel örfî hakikatler koymaktadırlar. Bu ıstılahlar, onların koydukları sınırlar içerisinde uygulanır ve bu sınırların dışına çıkılmaz.

Hadis ıstılahında "Sahih Hadis'in" tarifi nedir diye sorulsa bunun cevabı Şahsiye kitabının birinci cüzünde Haber-i Ahad'ın Kısımları babında "1." maddede zikrettiğimiz gibi şöyledir:

"Sahih: Şaz ve muallel olmayarak isnadının başından sonuna kadar udul ve zapt sahibi kimselerin yine kendileri gibi udul ve zapt sahibi kimselerden muttasıl senetlerle rivayet ettikleri hadise denir. Diğer bir ifade ile, udul ve zapt sahibi bir ravinin yine kendisi gibi birisinden, Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e veya Sahabeye veya Sahabe zamanındaki diğer Müslümanlara varıncaya kadar muttasıl bir senetle rivayet edilen hadise sahih hadis denir. Udul ve zapt sahibi birisinin yine kendisi gibi birisinden muttasıl bir senedle' ifadesi ile, sahih hadis mürsel, münkatı ve mu'dal gibi, sahih hadis çeşitlerinden sayılmayan mürsel, münkatı ve mu'dal'dan korunmuş ve ayırt edilmiş olmaktadır. Çünkü mürsel hadis, tabiinin sahabeyi zikretmeden doğrudan doğruya Nebi [SallAllahu Aleyhi Sellem]'den rivayette bulunmasıdır. Münkatı ise; senedinin bir yerinde veya birkaç yerinde ravilerden birinin düştüğü hadise denir. Mu'dal; bir veya birkaç yerinde iki ravinin düşmesidir. Mürsel, münkatı ve mu'dal'ın tamamının senedinde kopukluk olduğu için sahih hadis kapsamından çıkarılmıştır."

Bundan da "Mürselin" hadis ilmi ıstılahına göre "Sahih" hadisten olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Ancak alınan ve kendisi ile amel edilen hadis nedir diye sorulsa deriz ki:

-Hadis ilmi ıstılahına göre Sahih ve Hasen hadistir.

-Mürsel, yani isnadından Sahabinin düştüğü hadistir. Dolayısıyla Mürsel hadis hüccettir ve kendisi ile istidlalde bulunulur. Çünkü o, metin, senet ve ravi şartlarına haizdir. Senedinden Sahabinin düşmesi ise onun sahabi olduğu bilindiği sürece kendisinin bilinmemesi bir zarar vermez. Zira o sikadır.

-İmamların, öğrencilerinin, bunların dışındaki âlimlerin ve fakihlerin kitaplarında geçen hadisler Hasen hadisten sayılır. Çünkü onlar, bunları bir hüküm üzerine delil olarak getirmişler veya bunlardan hüküm istinbat etmişlerdir. Dolayısıyla ister usul-ul fıkh isterse fıkıh kitaplarında geçsin Mebsut, Umm, el-Mudevvine el-Kubra ve benzerleri gibi muteber kitaplar olması şartıyla bunlar Hasen hadistir...

-Kendi dışındaki zayıf hadislerle güçlendiğinde zayıf hadisi alan kimseler de vardır... "Bizler ise bunu almıyoruz."

Görüldüğü üzere ortada bir çelişki yoktur. Çünkü hadis ilmi ıstılahı bir ilimdir ve hadis ile amel etmek başka bir ilimdir. Bazen bu ikisi muayyen durumlarda zorunlu olarak bir araya gelmezler. Bir ilimde diğer ilim için hüccet olması ancak muteber delil ile mümkündür.

Bu durum ise sadece bu ilim için geçerli değildir. Bilakis diğer ilimler için de böyledir. Meselenin daha da açıklığa kavuşması için örnek olarak dilde [Sarf-Nahv] anlambilimi âlimlerinin ıstılahlarını alınız. Onlar, fail, mefulün bih ve naib-i failin isimlendirilmesi üzerinde müttefiktirler... Ancak "Fıkh-ul Luga" anlambilim âlimleri, bazen kendi ıstılahlarından kaynaklanan bazı hususlarda onlara muvafakat etmezler... Mesela Sarf-Nahv âlimleri derler ki: "Zeyd elma yedi" cümlesinde Zeyd merfu faildir ve elmanın yenmesi ona isnat edilmiştir. Anlambilim âlimleri de bu hususta onlarla ittifak ederler. Zira mana, bina edilen (anlam) ile örtüşmektedir.

Ancak Sarf-Nahv [Anlam] âlimleri, aynı şekilde derler ki: "Elma yendi" cümlesindeki elma kelimesini nâib-i fail olarak isimlendirirler. "Anlambilim" âlimleri ise bu hususta onlara muvafakat etmezler. Zira burada elma kelimesinin fiille bir ilgisi yoktur! Dolayısıyla o, nâib-i fail değildir. Dolayısıyla da hiçbir şekilde onun yerini almaz. Bilakis o, mana bakımından halen bir yemiştir!

Birçok ilimde durum böyledir. Zira her ilimin kendi metodu, yöntemi ve ıstılahları vardır. Ayrıca denilir ki ıstılahta cimrilik yoktur.

Burada da böyledir. Zira hadis ıstılahı bir ilimdir ve hadisle amel etmek başka bir ilimdir. Bu ikisinin bir hususta ihtilaf etmesi bir çelişkinin olduğu anlamına gelmez.

Soru-2: Şahsiye kitabının 342. sayfasında şu ifade geçmektedir: "Sahabi olduğu bilindiği sürece": Senedden düştüğü halde onun sahabi olduğu nasıl bilinmektedir? Senedinde ravinin düştüğü her mürseldeki ravinin sahabi olduğunu nasıl takdir edeceğiz? Zannı galiple (en azından bazılarının durumunda) onların Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hadislerini sahabilerden işittiklerinin nefyedilmesine rağmen tabiinin sahabeden yaptığı rivayetlerin hepsini nasıl kabul edebiliriz? Ayrıca "tabiinin küçüğü ile büyüğü arasında eşitliğin olduğu meşhurdur" söylemi "senedde kopukluğun veya mu'dallığın bulunması sebebiyle" onların mürsellerinin tamamını reddeden kimseler nezdinde doğrudur. Tabiinin yaşça küçük olanlarının en azından bazılarının durumu gördüğümüz gibi ortada olduğu halde bu söylem bizim nezdimizde nasıl sahih olabilir?

Cevap-2: Kendisi ile amel ettiğimiz mürsel hadis, sadece senedinden sahabinin düştüğü mürsel hadistir. Bu da sened ravilerini ve ilgili konuları bilmek için araştırmayı gerektiren bir husustur. Eğer senedden düşen ravi sahabi ise hadisi kabul edilir ve bu şekliyle amel edilir. Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e göndermede bulunan tabiin ister büyük ister küçük olsun fark etmez. Zira önemli olan senedden düşen ravinin sahabi olmasıdır. Araştırma ve inceleme sonucunda senedden düşen ravinin başka bir tabiin ve sahabi olduğu ortaya çıkarsa bizim nezdimizde bu hadis alınmaz ve onunla amel edilmez. Çünkü biz, mürsel hadis ile neden amel ettiğimizi zikrettik. Zira dedik ki:

"Senedinde bir sahabe düşen hadistir. Bir tabiinin: ‘Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle dedi' ‘şöyle yaptı' veya ‘huzurunda şöyle yapıldı' şeklinde doğrudan doğruya Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den nakletmesidir. Mürsel hadis, Tabiinden Ubeydullah Bin Adiy Bin el-Hıyar, Said Bin El Müseyyib gibi şahsiyetlerin sahabeden bir cemaata kavuşup onlarla oturmaları ve konuşma esnasında sahabeyi zikeretmeden ‘Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle dediği gibi' gibi bir ifadeyi kullanmalarıdır. Bütün Tabiin arasında eşitlik olduğu yani büyük-küçük ayrımı yapılmadığı meşhurdur. Yani büyük küçük yaş ayrımına bakılmaksızın Tabiinden herhangi bir kimsenin Sahabeyi zikretmeden doğrudan doğruya Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den rivayette bulunmasıdır... Ayrıca mürsel hadis metin, sened ve ravi şartlarına da hazidir. Senedinden düşürülen ravi Sahabe olduğu için sahabe olduğu bilindiği sürece ravinin bilinmemesi zarar vermez. Çünkü o güvenilir bir kimsedir. Bu da mürsel hadisin hüccet hadis olduğuna ve onunla istidlal yapılacağına delalet eder. Bazen, illet, tabiinin kendi gibi olan bir Tabiinden onun da Sahabeden rivayet etmesi gibi ihtimal dahilindedir denilebilir. Sahabenin düşmesi ise ravinin düşmesi anlamına gelmez. Tam tersine o, ravilerinden birisi Sahabe olan -ki o udul sıfatına sahiptir- iki ravinin düşmesi ihtimalini gösteren bir inkıtadır. Başka durumda ise onun Tabiinden olma şüphesi vardır. Bu durumda ise hadiste cerh ihtimali veya zapt noksanlığı vardır ki bu nedenle de reddedilir. Böyle bir söz söylenebilir. Bu söze şöyle cevap verilir: Mürsel hadisin tarifi şöyleydi: ‘Tabiinden sahabenin ismini zikretmeden Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den rivayette bulunmasıdır.' Bu tarifte zikredilmeyen bir tabiinin başka bir tabiinden rivayeti diye bir şey yoktur."

Binaenaleyh mesele açık ve nettir.

Soru-3: Herhangi bir fırka veya mezhebe davet eden bidatçinin rivayetlerinin tamamını niçin reddettik? Oysa ravinin kabulünde veya kabul edilmemesinde esas olan adalet ve zapttır. Dolayısıyla herhangi bir fırka veya mezhebe davetin bu ikisi ile ne alakası var? Ayrıca Şahsiye kitabının birinci cüzünün 401. sayfasının ikinci paragrafında şöyle denmektedir: "Çünkü herhangi bir mezhebe ve guruba çağırmak caiz değildir. Ancak İslam'a çağırıyor ve delillerini ortaya koyarak benimsediği görüşlerini açıklıyorsa rivayeti kabul edilir. Zira bu durumda İslam'a çağırıyor sayılır. Böyle bir kimse rivayetinden dolayı kınanmaz." Bu da şu soruları ön plana çıkarmaktadır:

-İslam'a davet etmek ile herhangi bir fırka veya mezhebe davet etmek arasında ne fark vardır?

-"İster Şii ister Harici ister Mutezile olsun" kendi görüşlerine davet eden bir kimse kendisinin İslam'ın sahih anlayışını temsil ettiğine inanmıyor mu?

-Mezhepten maksat nedir?

Cevap-3: Göründüğü kadarıyla siz bazı meseleleri karıştırmaktasınız:

1-İslami fırkaların ortaya çıkmasında İslam tarihi tanıklık etmiştir ki bu fırkalar, -Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in döneminde mevcut olmayan- bir yada daha fazla feri bir fikre dayanmakta idiler. Onlar bu fikre inanmakta, buna davet etmekte ve bu fikri destekleyici deliller, emareler ve şüpheler toplama gayreti içerisine girmekteydiler.

Mesela "tahkim" meselesi sırasında Hariciler başkaldırdılar, bunu küfür saydılar, daha da ileri giderek büyük günah işleyen kimseyi tekfir ettiler ve bu onlar nezdinde kendisine davet ettikleri bir mesele haline geldi.

Mesela Mutezile, felsefeyi tercüme ettiler ve daha da ileri giderek insanın kendi fiilinin yaratıcısı olduğunu söylediler. Ardından buna Kur'an'ın yaratılması fikrine de eklediler. Böylece bu, onların kendisine davet ettikleri bir meseleleri haline dönüştü.

Hakeza...

Vakıa göstermiştir ki onlar, feri fikirlerine davet ettikleri sırada teviller yapıyorlar... ve kendilerinin meselesi haline gelen fikirlerini ispat etmek için tevilin hiçbir anlamı olmasa dahi delil getirmekten sakınmamaktaydılar ve onların bu durumu açık olan bir husustu...

Bundan dolayı onların rivayetlerinin sıhhatinde şüphe vardır ve bu teorik bir husus değildir. Bilakis mevcut vakıalar bunu doğrulamaktadır. Bu fırkaları terk eden bazı kimselerden nakledilen hususlar da bunu teyit etmektedir. Nitekim İbn-u Hacer, Lisan-i Mizan'da şöyle demiştir: "Bidatçi bir kimse davetçi olduğunda onda bidatini güçlendiren şeyleri rivayet etmeye iten bir güdü olur." Yine Haricilerden olan bir Şeyh'in tövbe ettikten sonra şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu hadisler, bir dindir. O halde dininizi kimden aldığınıza bakınız. Zira bizler bir husustan hoşlandığımızda onu hadise çevirirdik..."

Bu nedenle Şahsiye kitabının birinci cüzünün 400. sayfasının ikinci paragrafında şöyle dedik: "Fitnelerden sonra İslami fırkalar ortaya çıktı ve bunlar yeni düşüncelere inandılar... Bazıları bağlı oldukları fırkaya davet ve teşvik için veya görüşlerine davet ve teşvik etmek, görüşlerini güzel göstermek için hadisler uyduruyorlardı..."

Buna rağmen bu fırkaların rivayetleri kabul edilmese dahi fikirleri İslami kültürden sayılır. Çünkü kültür bir şeydir, rivayet başka bir şeydir.

2. İslam'a davet edilmesine gelince:

Davet, İslam'ın devlet, hayat ve toplumda tatbik edilmesi amacıyla yapılır. Keza İslam'a davet şeri delillere binaen onun fikri ve metodu ile yapılır.

İslam, davette bir mesele olup fırkalarda ve onlara yapılan davetlerde olduğu gibi Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in döneminde olmayan feri bir fikir değildir...

İslam'a davette kitleleşmek, sadece kendisinin ön plana çıktığı feri bir fikir etrafında değil İslam etrafında olur.

Her ne kadar içtihatlarında ihtilaf etmiş olsalar dahi bu anlamda adalet tahakkuk ettiği sürece İslam davetçilerinin ihtilafları bu yöndeki rivayetlerine mani değildir...

3. Mezhepten kastedilene gelince; şeri hükümler ve şeri hükümleri istinbat metodu hakkında içtihat eden bazı müçtehitler bazı mezheplerin durumunda olduğu gibi ister kendisine has bir metot belirlesin isterse belirlemesin sahabe asrındaki müçtehitlerin durumunda olduğu gibi doğal olarak hükümleri istinbat etmeye yönelik muayyen bir anlama metoduna göre hareket ederler. Keza ister bir içtihat metodu belirlesin ister içtihat metodunda herhangi bir müçtehidi taklit etsin hükümler hakkında içtihat edebilir ve içtihat metodunu belirleyen kimseyi taklit etmeyebilir...

İşte bu metoda göre muhtelif şeri hükümler hakkında içtihat eden bu müçtehitler yapmış oldukları içtihatlarıyla meşhur olurlar ve içtihatlarından mutmain olanlar onları taklit ederler. Böylece mezhep oluşur...

Gördüğünüz gibi mesele mezhep hakkında bir soru sormayı gerektiremeyecek şekilde açıktır...

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER