Salı, 29 Safer 1446 | 2024/09/03
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Bu Gidişle Sağımız-Solumuz, Altımız-Üstümüz, Önümüz-Arkamız Kâfir Projelerinin Boru Hatlarıyla Dolup Taşacak!

06.08.2009 tarihinde Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin, Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye ve Rusya arasında enerji konulu 12'si hükümetler arası 20 ayrı belge imzalandı; Başbakan Recep Erdoğan ile Rusya Federasyonu Başbakanı Çeçen kasabı Vladimir Putin; "Gaz Alanında İşbirliği" ve "Petrol Alanında İşbirliği" protokollerine imza koydu. Malumdur ki bu görüşmede imzalanan en önemli madde, Amerika liderliğinde Avrupa Devletleri'nin, 13 Temmuz 2009'da Ankara'da imzalanan ve davet edildiği halde Rusya'nın katılmadığı Nabucco Projesine karşı Rusya'nın, alternatif olarak gerçekleştirmeye çalıştığı Güney Akım Projesi'dir.

Bu imzayla Türkiye, Rusya'ya Güney Akım boru hattının Karadeniz bölgesinden geçmesi için gerekli araştırma çalışmalarının yapılması iznini vermiş oldu ve Başbakan Erdoğan bu bağlamda şöyle dedi: "Rusya güçlü bir tedarikçi, Türkiye transit bir ülke ve tüketici; aynı zamanda bu imzayla tüketimde lojistik merkez olma özelliğini kazanmaktadır."

Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı, Nabucco ve Güney Akım Projesi derken ülkemiz, kâfirlerin cirit attığı, ellerini kollarını sallayarak gezdikleri, gözlerimizin içine baka baka başka bir Müslüman beldenin servetlerini yok bahasına alarak, üç beş kuruş kira bedeli vererek yine bir Müslüman beldesi olan bizim beldemizi bir "taşıyıcı bant" olarak kullandığı âdete sömürgeci kâfirlerin projelerinin mesken tutuğu bir bölge haline geldi.

Ey Müslüman Türkiye Halkı!

Orta Doğu ve Hazar Havzası'nda bulunan ispatlanmış %72 oranındaki doğalgaz rezervlerini Allahu Subhânehu ve Te'alâ'nın râzı olduğu yere koyarak İslâm ile Müslümanların menfaatlerinin olduğu yerlere yönlendirecek olan İslâm akidesine dayalı Hilâfet'i ikame edip dünyanın süper devleti haline gelmemiz için çalışan Müslümanların, özellikle Hizb-ut Tahrir şebabının üzerine zalim güvenlik güçlerini vahşice saldırtan bu laik Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; bizim ülkemizi, üç beş kuruşluk kira bedeli karşılığında kafir devletlerin çıkarları uğruna yol geçen hanı haline gelmesine izin vermekten dolayı hoşnutluğunu dile getirerek Müslümanlara saldırttığı 2000 polisini, Müslüman celladı eli kanlı Putin'i korumaları için görevlendirmiş ve Putinle tokalaşarak boy boy resimler çektirmiştir.

O halde Müslümanların maslahatlarını gerçekleştirmek yerine kâfir devletlerin çıkarları için çalışan, onlara boyun büken, izzeti ve şerefi onların yanında arayan bu hain yöneticileri artık kaldırıp atınız ve sizlerin izzeti, şerefi ve onurunu iade etmek için çalışan Hizb-ut Tahrir'e destek vermek için acele ediniz. Zira Allahu Subhânehu ve Te'alâ şöyle buyurmuştur:

الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا Mü'minleri bırakıp da Kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Muhakkak ki izzetin tamamı Allah'a aittir. [en-îsa 139]


حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcü Yardımcısı
Türkiye Vilâyeti

Devamını oku...

Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Tarafına, es-Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh,

  • Kategori Lübnan
  •   |  

Lübnan'ı ziyaret ettiğiniz haberini öğrendik. Bizler, hükümetinizin bir haftadan beri ortaya attığı cürüm ve iftira haberleri ile şu ana kadar yüz kişiyi aşan Türkiye'de Hilâfet için çalışan Hizb-ut Tahrir şebâbına karşı başlattığı zalimane tutuklama kampanyasını takip ediyoruz. Bu iftiranın Allah'a, dinine ve sâlih kullarına düşmanlıkla dopdolu olduğu akil bir mü'minin gözünden kaçmaz. Bizler Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilâyeti olarak İslâmî sorumluluğumuz konumuyla bazı noktaları açıklama ve sizleri de bazı noktalara davet etme gereği duyuyoruz:

1. Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilâyeti'nin, İngiltere ile Arap ve Türk ajanları tarafından Hilâfetin yıkılışının elim yıldönümü münasebetiyle beyan dağıttığını görüp Hizb'in bu elim yıldönümünde "İstanbul'da" bir konferansa davet ettiğini öğrenince emniyet birimleriniz, Hizb'in şebâbına ve destekçilerine yönelik geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı. Böylece sizler, H. 1342 yılından, yani 88 seneden beri İslâm'ın ve Müslümanların devletini yıkan mücrimlerin sadık birer halefi olduğunuzu ortaya koydunuz. Dolayısıyla onların miraslarını yüklendiniz ve seleflerinizin yıkmayı başarmasından sonra Hilâfet Devleti'nin kurulmasını engellemek için çaba sarfettiniz. Ancak heyhat ki heyhat, beyaz ipliği siyah ipliğinden her an belli olmak üzere olan İkinci Râşidî Hilâfet fecrinin doğuşunu engelleyesiniz!

2. Ülkenin enince ve boyunca Hilâfeti kurmak için çalışan yüzlerce şebâbı kapsayan bu kampanyanızla, Hilâfetin kurulmasına davetin İslâmî âlem boyunca Müslümanların nefislerine kök saldığı gibi artık Türkiye halkının nefislerine de kök saldığını ortaya koydunuz. Dolayısıyla Allah'ın inzal ettikleriyle hükmedecek Müslümanların birleştirici devleti Hilâfet Devleti'nin Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatın yeniden başlatılması projesine adavetinizle İslâm'ın ve Müslümanların saflarında yer aldınız.

3. Ardından bu cürümünüze bir cürüm daha eklediniz. Dikkat edin! O, bu muhlis ve muttakî kimseler Türkiye'yi kana bulayacak "terörist" eylemler planlıyorlar şeklindeki onlara yönelik iftiranızdır. Dolayısıyla sizler, büyük bir günah ve bir iftira işlediniz. Bunun da ötesinde Allah'tan ve kuldan utanmaz birer yalancı olduğunuzu ispat ettiniz. Çünkü sizler, fenalığı apaçık olan bir yalan ortaya attınız. Zira Hizb-ut Tahrir'in yarım asrı geçen tarihinin her türlü silahlı veya maddî eylemden beri olup silahlı ve maddî eylemlerden imtina etmesinin metodunun bir parçası olduğunu herkes bilmektedir. Zira bu, şer'î hükme mukayyet kalmaktır. Yoksa buradaki tâğuttan veya oradaki zalimden korkmak değildir. İşte Hizb'in "İstanbul'da" kararlaştırılan konferansın zamanıyla eşzamanlı olarak Doğuda Müslüman Âlimler Konferansı'nın yapıldığı Endonezya'dan başlayarak Lübnan'da dahil diğer İslâmî âlemde yaptığı bu konferanslar ve etkinlikler, yalanınızı ortaya koymuştur. Zira en ufak şiddet olayı yaşanmaksızın disiplinli ve sakin bir şekilde yapılmış ve tamamlanmıştır. O halde aklınıza hile, dahası bu konferansın kanlı terörist bir eylem münasebetiyle olduğuna dair iftiranızı ve yalanınızı getiren "İstanbul" Konferansı'nın önemi nedir?!

4. Ardından bu cürümünüze daha korkunç, daha iğrenç bir cürüm daha eklediniz. Zira kendisine büründüğünüz büyük günahınızdan -ki o, Yahudi Devleti'ni dost edinmeniz ve onunla barış propagandasına dönük bölge devletleri arasında simsarlık rolü oynamanızdır- kendilerini Müslümanların beldelerindeki İslâm egemenliği için çalışmaya adayan Hizb'in şebâbından muhlis ve muttaki kimselere attığınız iftiradır. Böylece yalanlar ördünüz ve onlardan sinema filmleri senaryolarına ve polisiye romanlarına benzer bir hikâye oluşturdunuz! Ancak bizler, falınızın boşa çıkacağını sizlere şimdiden söyleyelim. Zira Hizb'in dostu ve düşmanı olmak üzere herkes, Hizb'in arılığını, duruluğunu ve safiyetini bilirken sizlerin de Yahudi Devleti ile müttefiklik, onunla askerî işbirliği ve onun simsarlığını yapma bataklığını saplandığınızı da bilmektedir. Bu simsarlığın en yeni perdesi ise amacının barış sürecinin gidişatını ele almak olduğu açıklanan Lübnan'a yönelik bu ziyaretinizdir. Yani "İsrail Devleti'ni" tanımak ve Filistin'in genelini onun adıyla "takdis etmenin" yanı sıra İslâm'a, şeriatına ve devletine adavette dünyadaki tüm laikliği sollayan Kemalizm laikliği hatasına düşmenizdir.

Sizler ki Hizb-ut Tahrir şebâbına attığınız iftiracı yalan ithamdan dolayı kendinizi alçalttınız. Zira sizler, Türkiye'deki kamuoyuna karşı yaptıklarınızın baskısını hafifletmek için bu iftiradan daha büyük iftira bulamadınız. Bu da gösterse gösterse, Yahudilere yaklaşım cürümünün büyüklüğünü gösterir. Oysa yapılması gereken İslâm Devleti'ni kurmak, beldeleri Yahudilerin ve avenelerin pisliklerden kurtarmak için çalışanların elleri yerine Filistin'deki çocukların katiliyle tokalaşırken görüntüsü televizyon kanallarını dolduran, gece-gündüz müzakereler simsarlığı yoluyla Filistin'i Yahudilere vermek için çalışan ve Yahudilerle silah anlaşmaları yapmak yoluyla onları destekleyen kimsenin eline kelepçe vurmaktır.

Sizlere reddiye olarak Allahu Te'alâ'nın şu kavli yeterde artarda:

إِنَّ الَّذِينَ يُحَآدُّونَ ٱللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَـٰۤئِكَ فِى ٱلأَْذَلِّينَ كَتَبَ ٱللَّهُ لأََغْلِبَنَّ أَنَاْ وَرُسُلِىـ إِنَّ ٱللَّهَ قَوِىٌّ عَزِيزٌ "Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar. Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, Kavî ve Azizdir." [el-Mucadele 20-21]

Son olarak içerinizde İslâm ve iman kırıntısı olduğu varsayımına dayanarak sizlere ma'rufu ve münkerden nehyi emrediyor ve diyoruz ki: Şayet sizler, kendinizin İslâmî hayatı yeniden başlatma ve Allah'ın şeriatını ikame etme projesine yardım etme seviyesine çıkmayacağını düşünüyorsanız en azından kendinizi, kendilerini İslâmî davetin ve İslâm'ın karşısında durmaya adayan Ebu Cehl, Ebu Leheb, Ummiye İbn-u Halef ve Mustafa Kemal'in ortaya koyduğu arşive dâhil olmaktan geri durunuz. O halde Hilâfet Devleti'ni kurma fırsatını kaçırmadan ve saltanatınız yok olup gittiği halde Rabbinizin huzuruna çıkarılmadan önce bu kahramanları serbest bırakınız, onları takip etmekten ve onlara işkence etmekten vazgeçiniz ki o gün şöyle diyeceksiniz:

مَآ أَغْنَىٰ عَنِّى مَالِيَهْ هَلَكَ عَنِّى سُلْطَـٰنِيَهْ "Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da benden (koptu) yok olup gitti." [el-Hâkka 28-29]

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Türkiye-Suriye sınırına mayın döşenmesi meselesinin hakikati nedir? Nasıl ve ne zaman tamamlanmıştır? Buna dair devletlerarası çatışma ilişkisinin boyutu nedir? Allah sizi hayırla mükâfatlandırsın!

Cevap:

1- Türkiye ile Suriye arasındaki sınır boyuna mayın döşenmesi kararı, 1956 yılında yayınlandı. Bu kararın uygulanması, Hilâfet'in yıkılmasından sonra, muhtelif senelerdeki sömürgeci anlaşmalar çerçevesinde çizildiği üzere iki ülke arasındaki aslen 877 km olan kara sınır boyunun 513 km uzunluğu ve 350 metre genişliği üzerinde 1957 ila 1959 yılları arasında başladı. Bu arazinin alanı 216 km2 olarak tahmin edilmektedir ki bunun 186 km2'sinin mülkiyeti devlet hazinesine ve geriye kalan kısmının mülkiyeti ise, Devlet Demir Yolları, diğer kurumlar ve vatandaşlara aittir. Bu zikredilen bölgeye "615.145" mayın döşenmiştir. Bunun yanı sıra Irak-Türkiye sınırının 42 km boyuna "75.115" adet mayın döşendiği gibi Türkiye-İran sınırının 109 km uzunluğuna "191.428" ve Türkiye-Ermenistan sınırının 17 km uzunluğuna "21.984" mayın döşenmiştir. Ayrıca Türkiye-Bulgaristan ve Türkiye-Yunanistan sınırına da mayınlar döşenmiş, ancak bu ülkelerin NATO üyesi olmalarından dolayı daha önce bunlar temizlenmiştir.

2- Bu mayınların Türkiye tarafından yoğun bir şekilde Suriye ile olan sınır üzerine döşenmesinin sebepleri, bölgedeki Anglo-Amerikan çatışması atmosferi ve bunun Türkiye'ye ulaşması tehdididir. Zira Suriye'deki darbeler birbirini takip etmiş, 1949 yılından beri iktidar İngiliz ve Amerikan ajanları arasında el değiştirip durmuş ve bu durum, geçen asrın ellili yıllarında iyice alevlenmiştir. Özellikle Amerika'nın ellili yıllarda Türkiye'ye nüfuz etmede kararlı olduğu sıradaki bu endişe verici durum, Türkiye'ye etki etmiş ve İngiltere ile Türkiye'deki ajanları, özellikle "Ordu'", Amerika'nın Suriye'deki bu endişe verici durumu istismar ederek "bu enfeksiyonu" Türkiye'ye bulaştırmasından korkmuşlardır. Nitekim Amerika'nın Türkiye yönündeki etkin hareketi açıktır. Zira bu sırada bölgedeki Amerikan ajanlarının elebaşı olan Abdünnâsır'ın yıldızı parlamış, Türkiye ile İngiliz ajanlarına saldırmaya başlamış ve İngiltere ile baş kurucu üyesi olan Türkiye'nin oluşturduğu Bağdat Paktı'na musallat olmuştur. Bölgedeki Bağdat Paktı'nın manevi babası olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar liderliğinde Türkiye, bölgedeki İngiltere'nin güçlü üssü olan Hüseyinli Ürdün'ü ve İngiliz ajanı olan Camille Chamoun liderliğindeki Lübnan'ı pakta dâhil etmeye çalışmaktaydı. Her ne kadar Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Amerikan uşaklarından olsa da işlerin dizginini elinde bulunduran ve Türkiye'de ülkenin fiili hâkimi olan, İngilizlerle çok sıkı bağlantısı olup onlarla sarmaş dolaş olan orduydu. İşte tüm bunlar, 1956 yılında Mısır'daki Amerikan ajanlarına karşı açtığı üçlü saldırılarda İngiliz hezimetine yol açmış ve daha sonra da İngilizlerin Süveyş'ten kovulması ve Mısır'da hiçbir üssünün kalmaması bunun sonuçlarından biri olmuştur. Aynı şekilde sömürgeleri olan Irak da Amerikalıların eline düşme tehdidi ile karşı karşıya olmasının yanı sıra Arap milliyetçiliğini savunanlar, Ege Denizi'ndeki 12 adanın Türkiye'ye verilmesi karşılığında Suriye'yi sömürmekte olan Fransa ile İngiltere arasındaki anlaşma yoluyla 1939'da Türkiye'ye ilhak edilmiş olan İskenderun Sancağı'nın geri alınması talebini tahrik ediyorlardı.

Tüm bunlardan dolayı İngiltere ile ordu, Suriye tarafından gelmekte olan tehlikeye karşı Türkiye'yi korumanın en iyi çözümünün, sınıra mayın döşemek olduğunu gördüler ve İngiltere ile ordu, Türkiye ile Suriye arasına, mayınlardan bir engel koymanın gerekçelerini oluşturmak için güçlü bir şekilde çalışmaya başladılar. Bu nedenle Celal Bayar, Türkiye'deki rejimi tahrip etmek için Suriye'den gelmekte olan komünistlerin üzerine odaklandı ve insanları yanıltmaya devam etmek üzere bu hususta Sovyetler Birliği'nin Suriye'ye yakınlaşma girişimlerine işaret etti. Oysa Sovyet nüfuzu Suriye'den çok uzaktı. Aynı şekilde Suriye'deki kaygı verici konuları ön plana çıkarıyor ve ekseriyetle arkasında Abdunnâsır'ın olduğu İskenderun Sancağı yönünde Suriye'deki gerilimli atmosfere yoğunlaşıyordu.

Hakeza ordu, mayın döşemek için gerekçeler bulmuş ve en büyük mayın bölgesi İskenderun Sancağı olmuştur. Bilindiği üzere Türkiye'nin Suriye tarafından korkusu, bu Sancağın Türkiye'ye ilhak edilmesinden bu yana gelen kadim bir korkudur. Zira İsmet İnönü, Mustafa Kemal'in ölümünün ardından 1939 yılında Türkiye Cumhurbaşkanlığını teslim almasının üzerine o yıldaki bir konuşmasında; "Kaynağı Suriye ve irtica olmak üzere Cumhuriyete yönelik iki tehlikenin olduğunu söylemiş ve irtica ile de fıtrat dinini, yani İslâm'ı kast etmiştir." Nitekim bu konuşma, Türk dış politikasının çizgilerini belirlemesi bakımından tarihi meşhur bir konuşma olarak addedilir. Türkiye dış politikasının, 1939 yılında imzalanan Türkiye-İngiliz dostluğu anlaşması temeli üzerine bina edildiğini ifade etmiştir. Nitekim bu konuşma, Amerikan ajanları olan Esat ailesi ile kuyruklarının düşürülmesi için "İsrail" ve Ürdün'le bir anlaşma yaparak Türkiye'nin kuvvetlerini Suriye sınırına yığdığı ve ona saldırmak üzere olduğu 1998 yılında etkisini göstermiştir.

3- Bu mayınlar, uzun bir müddet baki kalmış ve bu mayınların döşeli kaldığı on yıllar boyunca asker ve sivil olmak üzere pek çok Türk ölmüş ve yaralanmıştır. Nitekim resmî istatistiklerin verilerine göre, 1993 ila 2003 yılları arasındaki on yıl içerisinde, ölen pek çok inek ve diğer hayvanlar hariç 299 asker ile 289 sivil ölmüş ve 1527 asker ile 739 sivil yaralanmıştır. Bundan dolayı halk arasındaki şikâyetler yükselmiş, zararı faydasından büyük olan, dahası işe yaramaz olan bu mayınların temizlenmesi için talepler giderek artmaya başlamıştır. Bunların yanı sıra iki halk arasındaki kardeşlik bağları ve insanlar arasındaki sıla-i rahim ile akrabalık bağlarını kesmiştir. Zira özellikle İskenderun Sancağı ve civarı olmak üzere sınırın iki yakasındaki insanlar, aralarında yaygın olan evlilik gibi akrabalık ve sıla-i rahim bağlarıyla birbirlerine bağlı oldukları gibi bu mayınlar, onların birbirleriyle olan ticaretlerini de engellemiştir. Bu da kaçakçılığı önleme gerekçesiyle fırkacılığı ve parçalanmışlığı pekiştirmek içindir.

Ancak Kürt milliyetçiliği naraları bayrağını açan Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) ortaya çıkması ve Suriye'den hareket ederek sınır yoluyla Türkiye'ye karşı saldırılara başlaması, mayınların temizlenmesini dillendiren bu çağrıları, Kürdistan İşçi Partisi'nin tehlikesi gerekçesinden ötürü faydasız hale getirmiştir. Oysa bu mayınlar, ne ayrılıkçı parti unsurlarının sızmasını engellemiş, ne de saldırılarını durdurmuştur. Dahası onun unsurları, Türkiye içerisinde bulunmakta ve eğitilmektedir.

4- Türkiye-Suriye sınırı boyunca döşenmiş mayınların temizlenmesi mevzusunu ilk gündeme getiren, dahası temizlenmesine ilk azmeden kişi, 1983 yılında Türkiye Başbakanlığını üstlenen ve Amerika'nın dostu olan Turgut Özal'dır. Ancak ordu, onun hedefini gerçekleştirmesini engellemiştir. İlk hükümeti döneminde Başbakan Özal'ın Müsteşarı, ikinci Özal hükümetinde ise Devlet Bakanı ve Hükümet Resmî Sözcüsü olarak çalışan Hasan Celal Güzel, 26.05.2009 tarihli "TimeTürk" sitesine bu konu hakkında bir makale yazmış ve şöyle demiştir: "Seksenlerden bu yana sahanın mayından temizlenmesi ve tarım üretimine kazandırılması için çeşitli teşebbüslerde bulunulmuştur. Merhum Özal'ın Hükümeti döneminde bu proje üzerinde çalışmayı bizzat üstlenmiştim. Ancak, bu konuda TSK'nın teknik şartlarının uygun olmaması ve meselenin hallinin de TSK dışında düşünülmemesi, buna ilişkin çalışmayı durdurmuş ve mayın temizleme maceramızı bu güne kadar uzatmıştır." Ve şöyle eklemiştir: "Bu durum, o zamanki yanlış güvenlik politikaları neticesinde ortaya çıkmıştır." Ve şöyle eklemiştir: "Mayın temizlemeye ilişkin bu görevi 1992'deki (Özal dönemindeki) Bakanlar Kurulu Kararı'yla Türk Silâhlı Kuvvetleri üstlenmiş; yapılan ön çalışmalar 2003'e kadar devam etmiştir." Dolayısıyla eski Bakan'ın bu sözü, mayın döşenmesinin ardında Menderese rağmen ordunun, doğal olarak da ordunun arkasındaki İngilizlerin olduğunu teyit etmektedir.

5- 1 Mart 1999'da, bütün dünyada büyüyen kara mayınları sorununa karşı; anti-personel mayınlarının kullanılması, depolanması, üretimi ve transferinin yasaklanması ve imhasına dair, Kanada'nın Ottowa şehrinde, 146 ülke arasında imzalanan bir sözleşme yapılmıştır ki bu sözleşmenin metni şöyledir: "...Taraf devletlerden her biri, yetkisi ya da denetimi altında olan mayınlı alanlardaki bütün anti-personel mayınları bu sözleşmenin söz konusu Taraf Devlet için yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan daha geç olmamak şartıyla mümkün olan en kısa zamanda imha etmek ya da imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür."

12 Mart 2003 tarihinde; Ottowa Sözleşmesine ilişkin yasa Türkiye Parlamentosu'nda kabul edildi ve 1 Mart 2004'de yürürlüğe konuldu.

Türkiye Hükümeti, 01.03.2008'de, 01.03.2014 tarihine kadarki dönem içerisinde mayınların temizlenmesi sözünü verdi. Bu da yapılan sözleşmeye göre sözleşmenin uygulanmaya koyulmasından 10 yıl sonrasıdır.

6- Erdoğan bu sözleşmeyi istismar etti ve mayın temizleme yasası hazırlatarak ardından bunu parlamentoya sundu. Nitekim parlamentodaki birçok oturumlarda, iktidar partisinin sunduğu yasa tasarısı üzerinde bazı değişiklikler yapılmasıyla birlikte çoğunlukla onaylanıncaya kadar iki hafta boyunca devam eden keskin tartışmalar ve gerilimler baş gösterdi. Türkiye Parlamentosu, 04.06.2009'da, Türkiye-Suriye arasındaki döşeli mayınları temizleme yasasını, 91 muhalif üyeye karşılık 255 üyenin muvafakatiyle onayladı, çekimser ve katılmayan üye sayısı 204 oldu ve karar, 17.06.2009 tarihli resmî gazetede yayınlanmasıyla yürürlüğe girmiş oldu. Ayrıca Türkiye Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri, 30.06.2009 tarihinde bu mayınların temizlenmesine ilişkin bir beyanda bulunarak şöyle dedi; "Mayınların temizlenmesi hususundaki çalışmayı Millî Savunma Bakanlığı yüklenecek, bunu dört aşamada tatbik edecek ve "Kuzey Atlantik Anlaşmasına Bağlı Bakım ve Tedarik Ajansı" olan (NAMSA) yoluyla gerçekleştirecektir." Yasaya göre öncelik Genel Kurmay Başkanlığına verilmekte, ardından da bununla ilgili çalışmanın keyfiyetinin açıklanması için Savunma, Maliye ve Dışişleri Bakanlıklarına verilmektedir. Bu kurumların muvafakatiyle, mayınları bölgeden temizleyecek olan şirkete, bu bölgeyi 44 yıllığına kiralama hakkı verilecektir.

Kamuoyu ve medyaya mayın temizleme projesinin "İsrailli" bir şirkete verileceği duyumları ulaştı. Özellikle Yahudi varlığı "İsrail'in" Ankara'daki büyükelçisi "Gaby Levy'nin" bu hararetli tartışmanın yaşandığı bir dönemde Şanlıurfa'ya giderek şöyle bir açıklama yapması: "Her Yahudi için atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli" [Kaynak: 26.05.2009 / Hürriyet Gazetesi] Ardından da Parlamentonun, ilgili yasa projesini görüştüğü bir sırada Türkiye Parlamentosuna gerçekleştirdiği ziyareti, Yahudi varlığı "İsrail'in" bu işlerin arkasında olduğu intibaını vermiştir.

Dolaysıyla Muhalefet Partileri, bunu istismar etmişler ve Hükümeti, Türkiye topraklarını Gazze'yi yerle bir eden "İsrail'e" satmakla suçlamışlardır. Ancak muhalefetin suçlamalarına karşı, Erdoğan'ın bu suçlamaları teyit eden yanıtı hükümeti sıkıntıya sokmuştur. Zira Hükümetin bu arazileri karşılıksız olarak "İsrail'e", yani Yahudilere vereceğine dair muhalefetin suçlamalarını reddeden AK Parti Düzce İl Kongresinde yaptığı konuşmasında cevap vermiş ve şöyle demişti: "Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor, bakıyorsunuz birileri çıkıyor o Yahudi sermayesidir, olmaz. Yahu arkadaş gelip benim ülkemde yatırım yapacak. 500 milyon dolarlık, 1 milyar dolarlık yatırım yapacak. Yahu işsizlik diyorsun, işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak? Burada İzak çalışmayacak, Hasan çalışacak, Ahmet, Mehmet çalışacak. İşte buyur bak işsizliği aşıyoruz, sen bunu istemez misin? O dinden veya bu dinden diye yabancı şirketleri ret mi edelim! Paranın dini ve milliyeti olmaz!" [Kaynak: 24.05.2009 / Radikal Gazetesi]

Hakeza Erdoğan, halkını kandırmaktadır ki o, bugün Allah'ın İslâm ile kerim kıldığı, onu taşımakla ve yüzyıllarca kendi yolunda cihat etmekle şereflendirdiği bir halkı böylesi bir zamanda onun düşmanı olsa bile onları bir şirkette çalıştıracak ve bu halkın, dünyanın dört bir köşesinde birer işçi ve hizmetçi olarak kalmasını istemektedir.

Ardından Erdoğan, muhalefete karşı reddiyesine şu sözlerini ekledi: "Bizden önceki Milliyetçi Hareket Partisi (Devlet Bahçeli'nin Partisi), Demokratik Sol Parti (Ecevit'in Partisi), ve Anavatan Partisi (Yılmaz'ın Partisi)'nin de dâhil olduğu üçlü hükümette "İsrail" ile birçok anlaşmalar imzalamışlardır. Sanki hiçbir anlaşma yapmamış gibi baka baka halkı aldatmayın." (07.06.2009 / Türkiye Radikal Gazetesi ) Sanki o, Filistin'i gasp eden Yahudi varlığına sevgide herkes eşittir demek istemektedir!!

7. Kayda değerdir ki Hâlife AbdulHamîd'in Filistin topraklarına yönelik Yahudilere karşı söyledilerinin aynısı sanki Türkiye topraklarında gerçekleşmektedir. Zira Filistin meselesinin devletlerarası bir sorun olduğu yüzyılda Yahudilerin siyasî liderleri Filistin'de kendilerine tutunacak bir yer edinmek için kâfir devletlerle özellikle de İngiltere ile dayanışma çabası içerisinde idiler. Bu amaçla Osmanlı Hilâfet Devleti'nin içerisinde bulunduğu malî krizden faydalanmaya çalıştılar. O dönemdeki Yahudi liderlerinden Hertzl, aynı amaçla devlet hazinesine ödenmek üzere büyük miktarda para teklifinde bulundu. Fakat Halîfe AbdulHamîd Hân onun bu teklifini reddetti. Halîfe'nin Hertzl'in önerisine cevaben iletilmek üzere Sadrazam'a söylediği meşhur sözü şöyle idi: "Doktor Hertzl'e bu konuda ciddi adımlar atmasını nasihat ederiz. Zira ben Filistin toprağının tek bir karışından dahi vazgeçemem!... Orası benim şahsi mülküm değildir. Bilakis İslâm Ümmetinin mülküdür. Halkım bu topraklar uğrunda Cihat etti ve orayı kanlarıyla suladı... Yahudilerin milyonları kendilerine kalsın!... Eğer bir gün Hilâfet Devleti parçalanacak olursa işte o gün, onlar Filistin'i bedelsiz alabilirler. Ancak ben hayatta olduğum müddetçe hayır..." Gerçekten siyasî dehaya sahip olan AbdulHamîd'in [Allah Subhânehu ve Te'alâ ona rahmet etsin], Filistin konusunda söyledikleri haklı çıkmış ve Filistin Yahudilere bedelsiz verilmiştir! Şimdi Filistin'de olanların küçük bir resmi Türkiye'de tekrarlanmaktadır. Zira onlar, Suriye sınırındaki toprakların mayınlardan temizlenmesi gerekçesiyle 44 yıllığına Yahudilere verilmesini ve İslâm Ümmetinin kalbine yeni bir hançerin saplanmasını istemektedirler.

8- Bunlar, Hükümetin tutumu hakkındadır. Cumhuriyet Halk Partisini (CHP) temsil eden Ana Muhalefetin tutumuna gelince; bizler biliyoruz ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarda olsa idi Yahudilerin çıkarlarını gerçekleştirmede hiç tereddüt etmezdi. Çünkü o, Hilâfeti yıkan ve iliğine kadar Yahudilerle birlikte olan Mustafa Kemal'in soyundandır. Tüm bunların ardından Cumhuriyet Partisi'nin, Erdoğan'ın bu arazilerin kullanım hakkını bir Yahudi şirketine verilmesini istemesine olan kızgınlığını tasavvur etmek mümkündür.?! Ancak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), mayınlardan temizlenmesi karşılığında arazilerin 44 yıllığına (İsrailli) bir Yahudi şirketine kiralanması meselesinde Hükümetin niyetini istismar etmiştir. Ardından da iyi niyetinden ve samimiyetinden ziyade Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) yıpratma hususunda belirginleşen politik çıkarlarını ve hedeflerini gerçekleştirmek için bununla kamuoyunu meşgul etmiştir. Bunun içindir ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Güney Doğu Anadolu Bölgesi'ni ziyaret etmiş ve orada popülerlik elde etmek için konuyu, bu bölgedeki kamuoyuna yoğun bir şekilde arzetmiştir. Kaldı ki Cumhuriyet Halk Partisi, Müslüman Türkiye halkının Filistin'deki Müslümanların kasabı İsrail'e yani (Yahudi) varlığına karşı aşırı tepkisi olduğunu çok iyi bilmektedir! İşte öfkeli Müslümanların bu duygularını istismar ederek AK Partiyi yıpratma girişiminde bulunmuş ve bunda da ciddi bir başarı elde etmiştir. Zira Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) bu tepkisi ve eylemleri, bizzat Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) bazı yandaş gazeteleri tarafından övülecek derecede Müslümanlar tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır!

Muhalefetin, bu arazileri işletmesi için bir İsrailli şirkete verilmesi hususunda Hükümetin isteksiz olmadığı haberlerinin sızmasına dayanarak Erdoğan'a, yani Adalet ve Kalkınma Partisi'ne karşı çıkması, yani Müslümanların duygularını istismar etmesinin sebebi işte budur. Bu da Türkiye'deki Müslümanların, Filistin'i gaspeden Yahudi varlığına karşı büyük düşmanlık beslemesi hususundaki tutumu sebebiyledir. İşte sebep budur. Yoksa Cumhuriyet Halk Partisi de Yahudi'nin çıkarlarının gerçekleştirme hususunda Adalet ve Kalkınma Partisi ile rekabet etmektedir. Şayet partisel bir rekabet olmasaydı, hiçbir muhalefet ortaya çıkmazdı.

9- Müslümanların beldelerinin arasına mayınlar döşemekle bir hata işlemiş olan devlete düşen, mayınların temizlenmesi karşılığında bu toprakların yabancı bir şirkete özellikle de 44 yıllığına işletmesi amacıyla İsrailli bir şirkete vererek tekrar başka bir hata işlememesidir. İslâm'ın zorunlu kıldığı sahih çözüm ise, devletin ve kurumlarının, özellikle ordunun, mayınları temizlemesi ve oradan mayınlar temizlendikten sonra büyük bir kısmı kamu ve devlet mülkiyeti olan, küçük bir kısmı da özel mülkiyet olan arazilerin kullanım hakkının sahiplerine iade edilmesidir.

Bu topraklardan mayınların temizlenmesi ve imar edilmesi için ne kadar para harcanırsa harcansın bu topraklar, harcanan tüm paraları, daha fazlasını karşılayacak derecede büyük bir gelir getirecek, tarımsal ve içerisinde bulunan petrol ile madenler sonucunda endüstriyel bir kalkınma oluşturacaktır.

Bu toprakların 50 yıldan beridir terk edilmiş bir arazi olması burasını, son yıllarda çok kazançlı olan organik tarım için elverişli kılmaktadır. Özellikle de 216 km2 den 186 km2 gibi %80'e ulaşan alanının mülkiyetinin devlet hazinesine, geriye kalanlarının ise, Devlet Demir Yollarına, diğer kurumlara ve vatandaşlara aittir ki bu tarıma elverişlidir.

 

Ayrıca Bölgede, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) açtığı kuyuların 10'undan günde iki bin varil petrol üretilmeye başlanmış ve aynı bölgenin karşısında, yani Suriye tarafında ise 560 civarındaki kuyudan günde 450 bin ile 500 bin varil arasında petrol çıkarılmaktadır. TBMM'deki tutanaklara yansıyan bilgilere göre, TPAO yetkilileri yeni açılacak 12 kuyudan yaklaşık 2500 varil petrol daha çıkarılabileceğini belirtmektedirler.

Hakeza devletin bu arazileri işletmemesi ve yarım asra yakın bir süreliğine yabancı bir şirkete vermesi, İslâm'da bir cürümdür. Hele hele bu şirket, iki kıblenin ilki ile el-Harameyn-iş Şerîfey'nin üçüncüsünü işgal ederek Filistin'i gasp eden, orada fitne ve fesat saçan Yahudi varlığına bağlı bir şirket olursa nice olur? İşte o zaman, son derece kötü olan bu projeye büyük-küçük katkısı olan herkesin günahını yükleneceği büyük bir cürüm olacaktır.

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması - Sömürgecinin Ajanları, İslâmî Şeriatı ve Şer'î Hadleri Karalamak için Birbirinden İlgisiz ve Farklı Olaylar Arasında İlişki Kuruyorlar

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Hanımlar Resmî Sözcüsü Fehmide Ferhâna Hânım, kadın ve insan hakları kuruluşlarının, 17.06.2009'da Dakka'da düzenledikleri "İnsanlık Dışı Fetvalar... Kabul Edilemez... Zorba Tahakküm.. O halde Hukuk Nerede?" başlıklı konferansa ilişkin olarak bugün yaptığı basın açıklamasında şöyle dedi: "Aralarında hiçbir bağlantının olmadığı Müslümanların farklı beldelerinde vuku bulup 'fetva' olarak nitelendirilen birbirinden ilgisiz bazı hadlerin ikame edilmesi olayları istismar edildi. Bunlar, İslâm'a ve İslâm'daki ukûbat nizamına saldırmak için sömürgecilerin ajanları ve insan hakları örgütleri denilen kuruluşlar tarafından istismar edildi. Zira şer'î hükümlerin barbarca ve insanlık dışı hükümler olduğunu iddia eden batıl ve dışlanmış fikirlerini yaymak için bu olayları istismar ettiler. Her zaman olduğu gibi batıl fikirlerini ispatlamanın bir kanıtı olarak da 'hukukun egemenliği' gerekçesini kullandılar! Ve sözde Batılı kanunların ve anayasalarının başarısızlığını ve toplumların sorunlarını çözmeye muktedir olmadıklarını ortaya çıkaran Batılı toplumlardaki kadına karşı suç ve şiddet olaylarının yükselmesine rağmen toplumlar için en uygun olanın bizzat sömürgeci Batının kanunları ve anayasaları olduğunu iddia ettiler. Bunun aksine İslâm, İslâmî değerler ve eşsiz İslâmî ukûbat nizamı yoluyla suç gerekçelerini köklü bir şekilde çözmüştür. Böylece emin bir hayat temin etmiş ve devletin tüm vatandaşlarının ırzları ile mallarını korumuştur."

Fehmide Ferhâna Hânım şöyle dedi: "İslâm'ı, kadına zulmediyor şeklinde nitelendirmek için gerçekte kapitalistlerin ajanları olan bazı aydınlar, insan ve kadın hakları hususunda dırdır yapmaya soyunarak şer'î hükümlere ve İslâm Nizamı'na saldırdıkları halde insanlığı ve kadın haklarını koruma hususunda kanunlarının ve yasalarının iflas ettiği mevcut Kapitalizm Nizamı'nın ağır başarısızlığı hakkında tek bir laf dahi etmediler. Aslında insanlık, önyargılı insan ürünü olan başarısız kanunlara ve batıl yasalara sahip kapitalizmin gölgesinde ezilmiştir. Buna dair pek çok örnek vardır. Mesela kadının ev içinde ve dışında katledilmesi, işkenceye maruz kalması, hırsızlık, silahlı gasp, kaçırma, şantaj vakalarının sayısının yükselmesi ve diğer cürümler, insanların Kapitalizm Nizamı'ndan çektiği sıkıntılara dair bir örnektir. Diğer taraftan artık insanlar, iğrenç kuruluşlar, kurumlar ve bazı bencil avukatlar tarafından dayatılan taraflı ve bozuk siyasî kanunların ipoteği haline gelmiştir."

Ayrıca Fehmide, bazı ilgisiz olaylara ışık tutulması yoluyla İslâm'ın eleştirilmesine iten faktörün, hastalıklı nefisler olduğuna dikkat çekerek, İslâm'ın hiçbir kimseye "fetva" adı altında dilediğini yapma ve dilediği kimseyi cezalandırma yetkisi vermediğini teyit etti.

Allah'ın kanun kıldığı ukubat nizamını ve hadleri tatbik etmekten mesul olan İslâm'da bizzat devletin başı Halîfedir. Keza aralarında İslâm'da Yönetim Nizamı, İktisat Nizamı, Ukubat Nizamı ve Öğretim Siyaseti de olmak üzere İslâm'ı kapsamlı olarak tatbik edecek olan bizzat Halîfedir. Ukubat nizamı da dahil İslâm'ın kapsamlı olarak tatbik edilmesi sayesinde hem İslâmî toplum suçtan arındırılmış, hem de adalet toplumun temel taşı olacaktır.

Son olarak Fehmide Ferhâna Hânım, Müslümanları toplumları her zulümden arındırmanın garantörü olan İslâm'ın tatbiki için Hilâfet Devleti'ni kurmak üzere çalışmaya davet etti.


Fehmide Ferhâna Hânım

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Hanımlar Resmî Sözcüsü

Bangladeş

 

Devamını oku...

Müslüman Kadının Elbisesi, Laikliğin Kefenidir

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Pazartesi günü Fransa Ulusal Meclisinde yaptığı konuşmasında, "Burka veya peçenin, kadının köleleştirilmesi simgesini oluşturduğunu, Fransızların bunları ülkelerinde görmek istemediklerini ve Fransa'da hoş karşılanmadığını" ifade etti. Ayrıca, "Burkan sorununun, özgürlük sorunu olup dinsel bir sorun olmadığını ve kadının onuruyla alakalı bir sorun olduğunu" ifade etti. Böylece Sarkozy, Obama'nın Kahire'deki konuşmasına cevap verdi. Sanki o, Avrupa halklarına ve tüm dünyaya şöyle demektedir: Fransız laiklik modeli, laikliğini temel modelidir ve İslâm laikliği kaldırmadan önce laiklik İslâm tezahürlerini Batılı toplumlardan kaldırmalıdır.

Diğer taraftan Sarkozy'nin konuşması, daha önce uyardığımız bir hususu da teyit etmiştir ki o, Batıda İslâm'ı ve Müslümanların İslâmî kimliğini aşamalı olarak bitirme politikasıdır. Zira dün başörtüsü, bugün peçe, yarın ne olur Allah bilir.

Fransa, Cehennem'in en altında olacak olan -Filozofu Sartre gibi- düşünmektedir. Bunun içindir ki toplumda fikirlerine karşı çıkan ve laikliğini inkar eden kimselerin olmasını kabullenmemektedir. O, Müslümanların kendi sistemine sadece boyun eğmesinden razı olmamaktadır. Bilakis onlardan, daha fazlasını istemektedir; İslâmlarını inkar etmelerini, kuvvet ve zorlama yoluyla kendi değerlerini ve mefhumlarını benimsemelerini istemektedir. Özgürlüğün beşiği olan Fransa, bu özgürlükten vazgeçip baskı ve dışlama ülkesi haline geldiğine göre bu, özgürlüğün içerisine defnedilmek üzere kendi beşiğine dönmesi demektir. Fransa, aydınlanma ve modernite fikrinin miladını ilan eden ilk ülke olduğuna göre, bugün başörtüsü ile peçeyi yasaklamasıyla da aydınlanma ve modernite fikrinin öldüğünü ilan eden ilk ülke olmuştur.

Son olarak deriz ki: Fransız devrimi Marie Antoinette'nin fücurlarıyla başlamış, daha sonra "Marianne'nin" çıplak resimlerini kendisi için birer şiar ve özgürlüğün bir simgesi olarak almıştır. İşte o, bugün de Müslüman kadının elbisesini kendisi için bir kefen olarak almaktadır. Dolayısıyla temizliğin, iffetin ve takvanın simgesi olan Müslüman kadının elbisesini laikliğin ve Batılı hadâratın kefeni kılan Allah'a hamdolsun.


Mühendis Şâkir Âsım

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Almanya ve Alman Bölgeleri

 

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Yemen'in Sorunlarını ve Krizlerini, Ne Cumhuriyet, Ne Demokrasi, Ne Federalizm, Ne de Konfederalizm Çözecektir

Yemen bugünlerde en tehlikeli sorunların ve krizlerin içerisinden geçmektedir. Zira ülke, siyasî, iktisadî ve içtimaî olmak üzere her yönüyle çökmektedir. Kargaşalar, gösteriler, protestolar, kaçırmalar, öldürmeler, yaralanmalar ve keyfî tutuklamaların yanı sıra fakirlik, cehalet, güvensizlik, cürümlerin işlenmesi, sağlık ve eğitim masraflarının artması, günlük sık sık elektrik kesilmesi, suların kuruması, petrol ve doğalgaz servetlerinin tükenmesi, ahlaksızlığın yayılması, arazilerin ve malların gasp edilmesi, yiyecek, giyecek ve mesken gibi temel ihtiyaçların insanların geneline yakışır bir şekilde temin edilmemesi; işte tüm bunlar, servet zengini ve haksız yere insanlardan alınan büyük vergiler ülkesinde meydana gelmektedir.

Tüm bunlar, bu ülkedeki mevcut rejimin başarısızlığını, ülkeyi kasıp kavuran ve önüne geçilmemesi halinde salgın bir şerrin habercisi olan bu meselelerden hiç birini çözmeye muktedir olmadığını göstermektedir ki bu da bunların değiştirilmesi, ülkenin ve insanların bunların şerrinden kurtarılması için ciddî çalışmanın gerekliliğini teyit etmektedir.

Ancak bu değişimin yolu nedir? Ortaya atılan çözümler, bu Ümmetin akîdesinden kaynaklanan bir görüşün ürünü olup onun özlemleriyle örtüşen sahih bir yönelişi mi göstermektedir? Yoksa bunlar, dışarıdan bazılarına telkin edilen çamuru balçığa çevirecek, ne aç bırakan, ne de doyuran çözümler midir?

Son zamanlarda bu krizlerin çözümü için birçok girişimlerde bulunuldu. Mesela Federalizm, Konfederalizm, eyalet sistemi fikri ortaya atıldı ve Güney Hareketi, Sahranın Çocukları Hareketi, Vatanî İstişare Formu, Vatanî Dayanışma Konseyi, Vatanî İstişare Komitesi v.s gibi birçok yeni blok ortaya çıktı. Ancak bu bloklar, bu sorunun çözümü için hiçbir net siyasî projeye sahip değiller. Mesela "Vatanî Dayanışma Konseyi ile Vatanî İstişare Komitesi", iktidar rejimi lehine toplum içerisindeki etkin güçleri kuşatmayı öngördüler ve Güney Hareketi, sadece zulümlerin kaldırılması ve hakların iade edilmesi talebinde bulundu! Şibve, Hadramut, Me'rab ve el-Cavf olmak üzere Sahranın Evlatları Hareketi ise Suudi sınırı üzerindeki özellikle petrol ve doğalgaz olmak üzere servet zengini dört ildeki Suudi kökenli bir harekettir. Yine Vatanî İstişare Komitesi, gerginlikleri gidermek, bazı pazarlıklarda, pozisyonlarda ve fonlarda muhalifleri tatmin etmek için kurulmuştur!! Ortaya atılan projelere yüzeysel bir bakışla görürüz ki bunlar, İslâm'daki yönetim nizamına aykırıdır, siyasî, iktisadî ve içtimaî sisteme yıkıcı zararları vardır:

Mesela Federalizme gelince: Ülkenin bölgelerini, merkezî hükümete sahip federal bir devlet altında birleştiren bir sistemdir. Her bölge, yabancı devletlerle diplomatik ilişkiler kurma hakkına sahip olmaksızın merkezî hükümetin ilişkisiyle yetinen, maliye, ekonomi, ordu ve dışişleri dışında bölgedeki tüm yetkilere sahip olan kendi özerkliği, kendine has kanunları, kendine has yönetimi ve kendine has hükümeti olarak kalır. Konfederalizme gelince: İki yada daha fazla devletin ekonomi veya savunma veya anlaşmaya göre bunların benzerleri gibi birkaç alanda aralarındaki birlikten ibarettir. Her bir devletin kendi bağımsızlığı, kendine has dış diplomatik ilişkileri ve her birinin ordusu baki kalır. Yani Konfederal birlik altındaki iki yapının veya iki devletin varlığıdır. İslâm'a gelince: İslâmî beldeler arasında vahdeti farz kılar ve kendi aralarındaki birliği haram kılar. Sahih nizam, şeriatın kendisine delaletinden ve kendisi dışındakileri haram kılmasından dolayı yalnızca vahdet nizamıdır. Zira Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmaktadır:

وَمَنْ بَايَعَ إِمَامًا فَأَعْطَاهُ صَفْقَةَ يَدِهِ وَثَمَرَةَ قَلْبِهِ فَلْيُطِعْهُ إِنِ اسْتَطَاعَ فَإِنْ جَاءَ آخَرُ يُنَازِعُهُ فَاضْرِبُوا عُنُقَ الآخَرِ "Her kim bir İmâma [Halîfeye] bey'at edip elinin ayasını ve kalbinin semeresini verirse, gücü yettiğince ona itaat etsin. Eğer bir diğeri onunla (yönetimi ele geçirmek üzere) çekişmek için gelirse, o diğerinin boynunu vurun!"

Ve şöyle buyurmaktadır:

إذا بويع لخليفتين فاقتلوا الآخر منهما "İki Halîfeye biat edildiğinde, onlardan sonuncusunu öldürün."

İlk hadis, devletin parçalanmasının haramlılığını belirlemekte, parçalanmasına izin verilmemesini ve kılıç zoruyla da olsa ondan ayrılmanın yasaklanmasına teşvik etmektedir. İkinci hadis ise devletin, birden fazla devlete dönüştürülmesinin haramlılığını belirlemekte ve bir Halîfenin dışında başka bir Halîfenin varlığına izin vermemektedir. Bundan dolayı İslâm'da Yönetim Nizamı, federal sistem değil vahdet nizamıdır ve vahdet nizamı dışındakileri kesin olarak haram kılmaktadır. Bunun yanı sıra İslâm yönetimi, dünyanın her yerinde tek bir yönetimdir. Özel bir bölge ve özel bir gurup için özel bir yönetim bulunmaz. Bu da hangi isim altında olursa olsun federal sistemin, kesinlikle haram olması demektir.

Müslümanların zihinlerine, Cumhuriyet Nizamının İslâm'dan olduğu egemen oldu. Bunun sebebi ise Cumhuriyet Nizamının kâfir Avrupa hadâratının bir ürünü olduğunu bilmelerine rağmen Batı ve onun yöneticilerden olan ajanları ile saltanat âlimlerinin maksatlı saptırmalarıdır. Zira onlar, bataklığına saplandıkları Orta Çağ karanlığının zulmünden kendilerini kurtarmak için "Demokrasi-Laiklik-Cumhuriyet" şeytanı üçgenini meşrulaştırdılar. Ancak gerçekte karanlık Orta Çağlar ile icat ettikleri şeytan üçgeni arasında geniş bir fark yoktur. Zira -kendi iddialarına göre- kurtulmak için Cumhuriyet ile Demokrasiyi ortaya çıkarmalarına rağmen onlar, dünyayı kargaşa, savaş, zulüm ve adaletsizlikle doldurdular. Zira Müslümanların beldelerini, kana ve gözyaşına boğdular, ortaklık ve yatırım adı altında halkların servetlerini yağmaladılar. Mesela Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılması ve İmam Muhammed el-Bedr'e karşı yapılan askerî darbeden sonra Yemen, bu şerle yönetilerek Cumhuriyetin gölgesinde daha çok geriye gitti. Böylece Yemen ve halkı, aşağıların en aşağısına sürüklendiler. Zira Yemen, tarihi boyunca tüm alanlarda Cumhuriyetin gölgesinde ulaştığı bu denli bir çöküş noktasına ulaşmamıştır.

Cumhuriyet İslâm'ın yerini aldı, Batının tüm fesatlarını ve şerlerini bize getirdi. Bundan dolayı Cumhuriyet Nizamı ile İslâmî Hilâfet Nizamı'nın arasını ayırmak kaçınılmazdır ki İslâm Yönetimi ile Laiklik Yönetimi arasındaki engin ve açık farkı bizzat gözlerinizle göresiniz.

Cumhuriyet Nizamı, dini hayattan ayırma ve halkın yönetimi esasına dayanır ve onda egemenlik halka aittir. Dolayısıyla hangi nizam ile hükmedileceğine karar veren bizzat halk olup o, yönetim ve yasama hakkına sahiptir. Dolayısıyla o, dilediği herhangi bir yasamayı ve herhangi bir kanunu getirme hakkına sahiptir. Herhangi bir yöneticiyi getirme ve azletme, küfür dahi olsa anayasa ve kanunlar çıkarma, onları ilga etme veya değiştirme hakkına sahiptir.

Oysa İslâm Nizamı, İslâmî akîde ve şer'î hükümler esasına dayanır. İslâm'da egemenlik Ümmete değil, şeriata aittir. Ne Ümmet, ne de Halîfe İslâm'da yasama hakkına sahiptir. Zira kanun koyucu ancak Allah'tır. Halîfe ise ancak Kitâp ile Sünnetten hükümler benimseme hakkına sahiptir ki böylece anayasa haline gelir. Ayrıca Ümmet, Halîfeyi azletme hakkına sahip değildir ve onu azledecek olan muayyen hükümler çerçevesinde şeriattır. Ümmet, Cumhuriyetin yaptığı gibi cebir, zorlama ve halkın iradesini taklit etme ile değil de seçimler, rıza ve ihtiyarla Halîfeyi nasbetme hakkına sahiptir. Çünkü İslâm, otorite ile yönetimi Ümmete vermiştir ki seçtiği ve biat ettiği kimse ona vekâlet eder. Dolayısıyla Halîfe, Ümmetin vekilidir ve Cumhuriyette olduğu gibi onun yanında bir ücretli değildir. Zira Cumhuriyette, şeriatın siyasetini, hatta halkın veya Ümmetin siyasetini infaz etmek yerine kendi çıkarlarını gerçekleştirmesi ve kendi siyasetlerini uygulaması için kapitalistler ve nüfuz sahipleri, bir kişiyi ücretli olarak tutarlar!

Hilâfet Nizamı'nda ise, Ümmetten mesul olan Halîfedir ve Ümmet tarafından muhasebe edilir. Ancak Ümmet, onu azletme hakkına sahip değildir. Onu azletme hakkına sahip olan şeriattır. Yani şer'î bir hükme muhalefet ettiği zaman, azli gerektirir ve bunu kararlaştıracak olan da Mezalim Mahkemesi'dir. İşte Kapitalizm ve Cumhuriyette bu mahkemeye yer yoktur!

İster başkanlık, isterse parlamenter olsun Cumhuriyet Nizamı'nda başkanlık, belirli bir süre ile sınırlıdır ve bu seneler içerisinde yeryüzünde fesat saçsa dahi hiçbir kimse onu azledemez. Ancak İslâm ve Hilâfet Nizamında, Halîfenin süresi ne belirli bir zaman süresi, ne de birkaç yıl ile sınırlıdır. Bunun tahdidi, ancak şeriatı infaz etmesi kapsamına göredir. Zira bir gün veya bir hafta veya bir ay dahi olsa şeriata muhalefet ettiğinde Mezalim Mahkemesince azledilir ve bir gün daha dahi yönetimde kalamaz.

Buna göre esas, kaide, şekil ve içerik bakımından aralarında büyük tenakuzluk olmasından dolayı İslâm Nizamı, Cumhuriyet Nizamıdır veya İslâm Cumhuriyetidir demek kesinlikle caiz değildir.

Bu, nizamların Allahu Te'alâ'nın şeriatına muhalefeti açısından böyledir. Bunların zararları açısından ise şöyledir; Yemen'in taksim edilmesine, sömürgecilerin tahakkümü ile egemenliğini kolaylaştıracak olan birçok devletçiklere parçalanmasına, savaşların ve kargaşaların tahrikine davet etmektedirler. Son olarak deriz ki; ortaya atılan her çözüm, bizzat Allah'ın şeriatına muhalif  bir çözümdür ve Allah, İslâm'dan başkasına muhakemeyi haram kılmıştır. Bundan dolayı sizleri, sizleri İslâm râyesi altında birleştirecek, sorunlarınızı ve tüm İslâmî Ümmetin sorunlarını halledecek İkinci Râşidî Hilâfet Devleti olan hak, adalet, hayır ve nûr devletini kurmak için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışmaya davet ediyoruz ey Yemen Halkı.

فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً "Eğer herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, gerçekten Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasulü'ne döndürün. Bu, hem daha hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir." [en-Nisâ' 59]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması-

Avrupalı savaşçı Napolyon Bonopart, Mısır'ı işgal etmesinin üzerine dünyaya hegemonya kurma çabası içerisinde insanlara seslenirken şöyle dedi: "Sizlere benim, dininizi yok etmek için geldiğimi söyleyeceklerdir. Buna inanmayın... Rabbinize, Rasûlüne ve Kur'ân'a olan saygım kralların saygısından daha büyüktür."

Kimileri, Barack Obama'nın Mısır'da yaptığı konuşmayı İslâmî âleme yönelik takip edilen politikada yeni bir yüz olması itibarıyla memnuniyete karşıladı. İslâmî âlem karşısında atılan bu adıma yönelik olumlu intibaya rağmen Obama hükümetinin çalışmaları, Bush yönetiminin sergilediği küstahlığın aynısını sergilemektedir. Dolayısıyla o da alenen nefretten bahseden Bush'tan farklı değildir. Ancak "yumuşak gücünü" ve kişisel nezaketi kullanması niyetlerini örtmektedir. Sloganları bir tarafa bırakarak gerçeklere değinelim:

Pakistan Hususuna Gelince: Obama yönetimi, iktidarının ilk üç ayında 3 milyon mültecinin sürgün edilmesi başarısını gösterdi. Bu da Zerdari yönetimini, Svat Vadisi'ne savaş açmaya sevk etmesiyle olmuştur. Nitekim Obama, otoriteyi teslim almadan önce Pakistan'ın dünyada en tehlikeli bir bölge sayıldığını açıkladığı gibi gerektiğinde İslamabad'ı bombalamaya hazır olduğunu da ifade etmiştir. Zira onun bölgeye yönelik politikasına liderlik eden şey, Amerika'nın Afganistan ile Pakistan'daki ayağını güvene alma girişiminin yanı sıra halk direnişiyle savaşmaktır. Ancak o, Amerikan askerlerinin yerine Pakistan askerlerini kurban etmeyi kararlaştırmıştır. Ayrıca Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı [CIA]'in, Irak ve Orta Amerika'da uyguladığına benzer iğrenç aldatmayı kullanıldığına dair kanıtlara da şahit olduk. Bu da Müslümanlar arasına ayrılıkçı ve nefretçi tohumları ekmenin yanı sıra Obama'nın Amerikan uçakları dışında Pakistan'daki uçak saldırılarını sürdürmeyi amaçlamasıdır.

Filistin Hususuna Gelince: Obama, bir Filistin devletinin kurulmasını güvenceye alma yönünde "Yol Haritası'nın" uygulandığını görmeyi istediğini iddia ediyor. Görünen o ki Obama'nın buna karşı muhalif olan İsrailli politikacılara meydan okumayı istemesinden dolayı insanlar, bu yönde iyimserdiler. Ancak insanların, "Yol Haritası" hakkındaki bu propagandanın içerisinde unuttukları bir şey vardır ki o, Filistin devleti denilen şey, İsraillilerin yerine Filistinlilerin bekçiliğini yapacağı kötü namıyla bilinen hapishaneden başka bir şey olmayacaktır. Çünkü İsrail, istediği şekilde güvenliğinin korunmaması halinde bölgeyi yeniden işgal edecektir.

"İsrail'i" Desteklemesi Hususuna Gelince; Obama, İrgon'dan İsrailli bir teröristin oğlu olan Ram Emanuel'i, Beyaz Saray çalışanlarının başkanı olarak atadı. Emanuel şöyle demiştir: "Obama, politikasını İsrail lehine yöneltmek için kendisinin etkisine ihtiyacı yoktur." Bu, Obama'nın seçilmeden önceki, "İsrail ile olan eşsiz savunma ilişkimiz yönündeki taahhüdümüze, askerî yardımların eksiksiz finanse edilmesi, Arrow Projesi ile bunun ilgili füze savunma projesi hakkında çalışmanın sürdürülmesi yoluyla sadık kalmalıyız." şeklindeki sözünden dolayı doğrudur. Ayrıca "Kudüs, İsrail'in başkenti olarak kalacak ve taksim edilmeksizin kalmalıdır." diyerek daha önce hiçbir Amerikan başkanının söylemediği bir şeyi söylemiştir. Gazze'deki İsrail katliamına da şu sözüyle yanıt vermiştir: "Amerika, İsrail'in güvenliğine bağlıdır ve gerçek tehditlere karşı kendisini savunma hususunda daima İsrail'in hakkını destekleyecektir."

Guantanamo ve İşkence Hususuna Gelince; Obama, Guantanamo Hapishanesi'ni kapatma sözü verdi ve insanların geneli, askerî yargılamalara son verileceği beklentisi içerisine girdiler. Ancak pek çok Guantanamo mahkûmu, hala başka yerlerde tutuklu bulunmaktadır. Ayrıca tartışmaya yol açan askerî mahkemelerin de devam edeceğini kararlaştırdı. Obama, pek çok kez CIA'in işkenceye başvurmasını engelleyeceğini söylemesine rağmen geçmişte işkence yapanlardan hiçbir kimsenin kovuşturulmayacağını kararlaştırdı ve dünyanın başka bölgelerinde işkence yoluyla elde edilen bilgilerin kullanılmasını da reddetmedi.

Yargılamaksızın Hapsetme Hususuna Gelince; Obama, Mayıs 2009'da, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yargılamaksızın süresiz tutuklamayı desteklediğini açıkladı ve "Yargılanmaları için yeterli delil bulunmadığında tutuklu olarak kalmaları gereken çok tehlikeli insanlar var." diyerek Bush'un üslubuna benzer kelimeler kullandı.

İslâmî Âlemdeki Tâğut ve Mücrim Yöneticileri Desteklemesi Hususuna Gelince; daha öncekilerin İslâmî âlemdeki tâğut ve mücrim yöneticilere verdiği desteğin aynısını Obama da vermektedir. Nitekim İngiliz BBC Radyosu ile yaptığı röportajda muhaliflerine işkence eden ve baskı uygulayan Mısır Firavunu Mübarek'i şu sözleriyle nitelendirmiştir: "O, Birleşik Devletler'in güçlü bir müttefikidir... O, bölgede istikrar ve düzen gücüdür." Ayrıca o, insanî yardımları almalarını engellemek için Gazze halkına ambargo dayatmayı kapsayan "Mübarek'in İsrail ile olan daimi barışını" methetmiştir.

Müslümanlar, Obama'nın sözlerine aldanmamalıdırlar. Amerika Birleşik Devletleri, kapitalist bir devlettir. Dolayısıyla onun kurucuları, dünya yoluyla Amerika'nın gücünü korumaya yönelmişlerdir. Hatta durum, bu uğurda başkalarının sömürülmesini gerektirse bile. Dolayısıyla Amerika, insanların işgalin ve zulmün gölgesinde yaşması pahasına dahi olsa dünyadaki Amerika'nın her türlü rakibini bitirmeye yönelmiştir. Dolayısıyla da ister Bush, ister Obama, isterse bunlardan başkası olsun, Beyaz Saray'ın başında her kim olursa olsun Amerika'nın temel politikaları ve çıkarları asla değişmeyecektir.

Obama'nın bu tür iltifatlarının arkasındaki gerçek neden, ekonomik ve ahlakî olmak üzere iki alanda da iflas eden Amerika'nın imajını düzeltmektir. Zira artık ekonomik sisteminin her an yıkılabilir kartondan bir ev olduğu ifşa olmuştur. Fakirliği azaltmak için servet oluşturma vaatlerine rağmen fakirliği, milyarlarca insanın günlük yaşadığı bir hakikat yaptıkları gibi siyasî sistemi, demokrasi ve insan hakları hakkındaki ahlakî üstünlük vurgusunun öldürme, hapsetme ve insanlara sınırsız işkence etme hususunda meşru olan birebirer yalandan başka bir şey olmadığı ifşa olmuştur.

Obama'nın yapmaya çalıştığı şey, İslâmî âlemde alternatif bir rakibin çıkmasını engellemeye yönelik ümitsiz bir çırpınıştır. Zira Amerikan Haber Alma Teşkilatı [CIA], dünyanın 2020 yıllarında İslâmî âlemde yeni bir Hilâfet Devleti'nin kurulacağına tanık olacağı haberini vermiştir!

İşte bu devlet, Amerika'nın getirdiği terörizmi getirmeyecektir. Bilakis o, işgale son verecek, İslâmî âleme barışı ve istikrarı getirecek, Allahu Subhânehu'nun şeriatını, kerîm Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in onurunu ve tebasının selametini müdafaa edecek bir devlettir.

Tüm dünya çapındaki Müslümanlardan talep edilen, Batılı liderlerin kendilerine sevgi beslediği bu fasit yöneticileri alaşağı etmek ve Müslüman Ümmetin lider varlığı olan Hilâfet Devleti'ni yeniden ikame etmek için Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünnetini örnek alarak çalışmayı sürdürmektir.

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِيـنَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُون "Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vaâdetti. Zira onlar yalnız bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Her kim de bundan sonra inkâr ederse işte onlar fâsıkların ta kendileridir." [en-Nûr 55]

 

Devamını oku...

إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ "Eğer haya etmiyorsan dilediğini yap!" Bilincini Yitiren Türkiye Yöneticileri, Artık Hiç Haya Etmez Oldular!!

  • Kategori Hizb
  •   |  

Türkiye yöneticileri, yayınladıkları kararlarında ve medya organlarında Hizb-ut Tahrir / Türkiye Resmî Sözcüsü'nün Mossad ajanlarından biriyle bağlantısı olduğunu söylüyorlar!

Türkiye yöneticileri, Hizb-ut Tahrir'in 26.07.2009 günü yapmayı kararlaştırdığı Hilâfet Konferansı yoluyla terörist bombalama eylemlerinde bulunacağını söylüyorlar!

Türkiye yöneticileri, Hizb-ut Tahrir'in Yahudilerle yürütülen müzakerelerin "manevi babası" Erdoğan'a suikast düzenleyerek Yahudilerin çıkarını istediğini söylüyorlar!

Türkiye yöneticileri, söylüyorlar da söylüyorlar..!

Böyle söylüyorlar!

Hilâfeti yok etmek için İngiliz ve Yahudi planlarını infaz eden mücrim Yahudi Mustafa Kemal'in varisi olan, ardından Yahudilere bağlılıkta ve Hilâfetle savaşta İngiliz planlarına Amerikan planlarını da ekleyen Türkiye yöneticileri, Hilâfeti geri getirmek için gecesini gündüzüne katan Hizb-ut Tahrir'in, Yahudilerin çıkarına çalıştığını söylüyorlar!

Allah'ın dinine karşı cürette sivrilerek Filistin'i gasp eden Yahudi varlığını, kurulduğu günden beri tanıyan Türkiye yöneticileri, Yahudi varlığının kökünü kazıyacak Hilâfeti kurmak için çalışan Hizb-ut Tahrir hakkında onun Yahudiler için çalıştığını ve resmî sözcüsünün Mossad ajanlarından biriyle ilişkisi olduğunu söylüyorlar!

Yahudi varlığı ile askerî ve güvenlik anlaşmaları imzalama ve ortak askerî tatbikatlar yapma noktasında herkesi sollayan Türkiye yöneticileri, İslâm'da büyük bir cürüm olan bu anlaşmaların imzalanmasını ve tatbikatların yapılmasını bir utanç lekesi olarak gören Hizb-ut Tahrir'in Mossad ile çalıştığını söylüyorlar!

Özellikle Suriye rejimi ile Yahudi varlığı arasındaki hıyanet müzakerelerinin idaresinin manevi babası Erdoğan olmak üzere Türkiye yöneticileri, Yahudi varlığı ile müzakere eden her haini dikkatle gözetleyen Hilâfetin erleri hakkında, onlar Yahudilerin çıkarı için çalışıyorlar ve Mossad ajanlarından biriyle bağlantıları var diyorlar!

Özellikle Yahudilerin Gazze'ye saldırısından dolayı "rahtsızlığını" açığa vurduğu Davos'taki sözlerine aldananlardan biri, "O halde niçin Yahudi varlığıyla diplomatik ilişkilerinizi kesmiyorsunuz?" diye sorduğunda, "Yahudilerle ilişkilerin sürmesi, kesilmesinden daha hayırlıdır!" diyerek cevap veren Erdoğan olmak üzere Türkiye yöneticileri, Yahudiler ile ilişkilerin Allah'a, Rasûlü'ne ve mü'minlere bir hıyanet olduğu hakkını haykıran Hizb-ut Tahrir'in Yahudilerin ajanlarıyla ilişkisi olduğunu söylüyorlar!

Özellikle Suriye ile olan sınırlar üzerindeki Türkiye topraklarının işletilmesi hakkını bir İsrailli şirkete vermek için çırpınan ve çırpınmakta olan Erdoğan olmak üzere Türkiye yöneticileri, bu toprakların işletilmesini Yahudi varlığına vermek isteyen Erdoğan'ın girişimlerini ifşa eden Hilâfetin erleri ve Hizb-ut Tahrir hakkında, Yahudilerin çıkarı için çalıştıklarını ve Mossad ajanlarından biriyle bağlantısı olduğunu söylüyorlar!

Türkiye yöneticileri, işte bu şekilde hayâlarını kaybettiler! Ya Rasulullah [SallAllahu Aleyke ve Sellem ve Bârek], gerçekten şu hadis-i şerifinde ne kadar da doğru söyledin. Zira el-Buharî, Ebî Mes'ûd Ukbe İbn-u Âmir el-Ensâri el-Bedrî [Radıyallahu Anhu] kanalıyla Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle dediğini tahriç etti:

إن مما أدرك الناس من كلام النبوة الأولى إذا لم تستحيِ فاصنع ما شئت "İnsanların Nübüvvet sözlerinden ilk öğrendiklerinden biri de: Haya etmiyorsan dilediğini yap."

Ey Müslümanlar!

Türkiye yöneticileri, bilinçlerini yitirdiler. Zira onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar, kulakları vardır, onlarla işitmezler, gözleri vardır, onlarla görmezler. [وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ] "Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur! [el-Hacc 46] Onlar, Türkiye Müslümanlarının, İstanbul'da Hilâfet Konferansı düzenlemek istediklerinden dolayı tutuklanan Hizb'in şebâbını nasıl desteklediklerini, insanların tekbirler getirerek, şebâbı tutuklayan otoritenin polislerine karşı hak sözü haykırarak mahkemeyi sardıklarını, Hilâfetin erlerinin serbest bırakılması için seslerini yükselttiklerini... hatta bazı şebâbı çıkarttıklarını bizzat gözleriyle görüp Hilâfetin Müslümanların kalplerine yer ettiğini ve sabırsızlıkla geri dönmesini beklediklerini anlayınca, mü'min ve muttaki şebâba atacakları bir iftira olayı bulmanın peşine düştüler. Böylece şeytanları da onları, bu iftiraya sevk etti... Ne var ki Hizb'in şebâbının kendi bölgelerinde güçlülükleri ve takvalılıklarıyla tanındıklarını ve her yalancı müfteriyi dikkatle gözetlediklerini gözden kaçırdılar. Keza iftira olayının iftira atan kimsenin sandığından daha hızlı bir şekilde sahibine döneceğini ve yarının da bekleyeni için çok yakın olduğunu gözden kaçırdılar.

Ey Müslümanlar!

Hizb-ut Tahrir, kendisi hakkında iftira olayını ortaya atanların, fesatlarının kokusu burnun direğini sızlatan ve Yahudi varlığı ile hıyanetsel ilişkilerinin ayıpları açığa çıkan yöneticiler olmasından dolayı Allah'a şükretmektedir. Keza Türkiye yöneticilerinin iftirasını dillendiren medya organlarının bizzat bir süredir güvenirliğini harap eden, iftira çığlıkları atan ve Ümmetin senelerden beri silip attığı medya organları olmasına da şükretmektedir. Eğer kendisine iftira edenlerin hali, Kıyâmet Günü Allah'ın huzurunda dile getirecekleri İslâm ve Müslümanlar adına hayatları boyunca kayda değer hiçbir kahramanlık göstermeyen böylesi yöneticiler ve böylesi medya organları ise, ne mutlu o kimsenin hayatına ve ölümüne. Nitekim İbn-u Sa'd'ın et-Tabakât el-Kubrâ'da Ömer [Radıyallahu Anhu]'dan naklettiği şu rivayette bizler için bir örnek vardır: Ömer, kendisini öldürenin Kıyâmet Günü hüccet olarak göstereceği Allah'a tek bir secde dahi etmeyen kâfir bir Mecusi olduğunu öğrendiğinde Allahu Subhânehu'ya şükretmiştir. İşte kendisine iftira edilen herkesin hali böyledir. O halde iftiracılar, birer süprüntü olduklarında Allahu Subhânehu'ya şükredilmelidir.

Hizb-ut Tahrir, azamette ve hayırda tepesinde ateş olan bir sancaktır ki Muntakîm ve el-Cebbâr olan Allah'ın daha önce sizlerin benzerleri hakkında buyurduğu gibi bugün yada yarın müfterilerin ve iftiracıların dillerini yakacaktır:

وَلَقَدْ أَهْلَكْنَآ أَشْيَاعَكُمْ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ "Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helâk ettik. Düşünüp ibret alan yok mu?" [Kamer 51]

Ancak onlar nerede, ibret almak nerede! Zira onlar içerisinde ne ibret alan, ne de ders alan biri vardır! Ayrıca onlar için Allah'ın asla dönmeyeceği bir vaadi vardır.

وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Şüphesiz ki Allah, emrine gâliptir, muktedirdir. Velâkin insanların çoğu bunu bilmezler!" [Yûsuf 21]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER