Salı, 24 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/26
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Danimarka Başsavcısının Raporu, Hizb-ut Tahrir Hakkındaki Yalancı İddiaları Çürütmektedir

Danimarka Adalet Bakanı, 19 Haziran 2008'de Hizb-ut Tahrir'in Danimarka'da yasaklanmasını imkan verecek hukukî bir dayanağın bulunmadığını ilân eden bir basın açıklaması yayınladı. Bu da Başsavcının, Danimarka anayasasına göre Hizb'in yasaklanmasının yasal olup olmadığı hakkındaki raporunu teslim almasından sonra gelmiştir. Başsavcının raporu, Hizb'in çalışmasında şiddet kullandığına veya yasadışı bir gaye için çalıştığına veya kanuna aykırı araçlar kullandığına dâir deliller bulunmamasından ötürü Hizb'in yasaklanamayacağını tavsiye edici bir şekilde geldiği gibi Hizb'in yargı yoluyla feshedilmesi/lağvedilmesi amacıyla dava açılması için anayasal bir gerekçe bulunmadığı sonucuna varmıştır. Ayrıca Başsavcı, 19 Haziran 2008'de yayınladığı basın açıklamasında raporunun, teyit edilmiş güvenilir kaynaklar ile başka istihbarî delillere istinat ettiği belirtilen Danimarka İstihbarât Ajansı'ndan elde ettiği analize dayandığını belirtmiştir. Bu, Adalet Bakanı, Hükümet ve muhalefet partilerinin talebi üzerine Danimarka Başsavcısı'nın Hizb-ut Tahrir hakkında yayınladığı ikinci rapordur. Nitekim Başsavcı, 2004 yılında da aynı sonuca varılan benzer bir rapor yayınlamıştı. Adalet Bakanı ve Başsavcının açıklamalarında geçenlere ilişkin olarak aşağıdaki gerçekleri vurguluyoruz:

Birincisi: Hizb-ut Tahrir'in gayesi, İslâmî âlemde Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatı yeniden başlatmaktır. Hedefi ise İslâmî Ümmeti, İslâm ideolojisi esasına binâen kalkındırmak, gayesini gerçekleştirmenin metodu da, toplumun siyâsî, iktisâdî, malî ve toplumsal sorunlarına yönelik İslâmî fikirler, nizâmlar ve çözümler üzerinde genel uyanıklık oluşturmak için fikrî ve siyâsî çalışmaya dayanır.

İkincisi: Hizb-ut Tahrir, İslâm ideolojisine dayalı siyâsî bir partidir. Müslümanların işlerini, İslâm hükümleri ve çözümleri ile gözetir, onları İslâm fikirleri ve hükümleri ile kültürlendirir, İslâmî Ümmet'e karşı görevlerini ihmâl etmelerinden, haklarını çiğnemelerinden dolayı Müslümanların beldelerindeki yöneticileri muhasebe ettiği gibi İslâm hükümlerine muhalefetlerinden ve Sömürgeci Batılı devletler ile birlikte Müslümanların maslahatlarına karşı komplolar kurmalarından dolayı da muhasebe eder.

Üçüncüsü: Hizb-ut Tahrir, gayesine ulaşmada silahlı maddî eylemde bulunmaz. Bunun içindir ki faaliyetleri ve araçları bu tür eylemleri barındırmaz. Bunun nedeni, Hizb'in Kerîm Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Arap yarımadasındaki toplumu değiştirme ve İslâmî Devlet'i kurma çalışmasındaki metoduna bağlı kalmasıdır. Hizb, 1953 yılında kurulmasından bu yana başta Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya olmak üzere İslâmî âlemdeki mevcut nizamlar tarafından pek çok türde zulümlere maruz kalmıştır. Buna rağmen bu tür zulümler, insanlık sorunlarının sahîh çözümünün ancak İslâm olup Komünist ideoloji veya Demokratik Kapitalist ideoloji olmadığı noktasındaki Hizb'in ideolojik kanaatini değiştirmemiştir. Bu rejimler, Hizb'e ve şebâbına karşı on yıllar boyunca yasaklama, işkence, idam, takibat, sürgün, suçlama ve hapsetme gibi pek çok zulüm üslupları ve araçları kullanmışlar ve halen de kullanmaktadırlar. Ancak tüm bunlar, Hizb'i yok etmede veya fikrî ve siyâsî çalışma metodundan vazgeçirmede hiçbir işe yaramamıştır. Çünkü Hizb-ut Tahrir, hem gayesini, hem meselesini, hem de çalışma metodunu, İslâmî şeriatın nasslarına binâen belirlemiştir, şartlara, koşullara ve vakıalara göre değil!

Dördüncüsü: Hizb'in, Danimarka dâhil gayr-i İslâmî beldelerdeki çalışması ise, Müslümanları İslâmî fikriler ve hükümler ile kültürlendirmek, İslâmî kimliklerini bozulmaktan korumak, Müslümanların beldelerindeki Ümmetlerinin meselelerine karşı onları bilinçlendirmek, Batılı Sömürgeci devletlerin, mukaddeslerine, canlarına ve servetlerine yönelik politikalarını ve saldırılarını ifşâ etmek olduğu gibi gayr-i müslimleri de fikir ve delil ile -bir akîde ve yaşam tarzı- olarak İslâm'a davet etmektir.

Binaenaleyh Başsavcının, Hizb'in çalışmasında şiddet kullandığına dâir hiçbir delil bulamaması gayet tabiidir. Sebebi çok basittir; çünkü buna ilişkin bir delil veya delil benzeri hiçbir şey yoktur. Müslümanların beldelerindeki despot rejimler, bu alandaki güçlerine ve deneyimlerine rağmen böyle bir yalanı oturtmayı elli yıldır beceremediklerine göre başkalarının bunu becermesi nasıl mümkün olabilir? Kaldı ki Hizb-ut Tahrir, fikrî ve siyâsî çalışmada köklü bir geçmişe sahiptir, uyanık şebâbıyla, güçlü faaliyetleriyle ve ideolojik tutumuyla pek çok dünya devletine yayılmıştır, gizli bir Hizb olmayıp insanların içerisinde, önlerinde alenî olarak çalışmaktadır ve özellikle çalışma mecali kıldığı Müslümanların beldelerindeki gelişen olaylarda etkin ve güçlü bir varlığa sahiptir. Bununla birlikte Başsavcının yaptığı açıklamasında geçen, "Hizb-ut Tahrir, Hilâfet Devleti'ni birinci derecede İslâmî beldelerde kurmayı amaçlamaktadır" şeklindeki ifâdesi dakîk bir ifâde değildir. Çünkü Hizb, İslâmî beldelerin dışında ne Danimarka'da, ne de başka bir yerde Hilâfet'i kurmak için çalışır. Açıktır ki böylesi muğlâk bir ifâde, dava dosyasını kapatmayan, gelecekte politikacıların arzularına ve önergelerine hizmet edecek bir politikaya maruz bırakan yapıdadır. Nitekim Başsavcının -mezkûr açıklamasında geçen- ileride yasaklanmasına imkân verecek bir rapor için İstihbârat Ajansı ile polis makamlarının Hizb'in faaliyetleri hakkındaki periyodik raporlarıyla kendisini destekleyecek sürekli bir koordinasyon oluşturulmasına ilişkin kararı bunu teyit etmektedir. Bu ise bizlere, fikre ve görüşe takiple, baskıyla, insanları korkutmak için güvenlik izlemesi yapmakla, insanların kanaatlerini ve görüşlerini açıklamalarını, meselelerini ve haklarını savunmalarını engellemekle karşılık veren Müslümanların beldelerindeki despot rejimlerin üsluplarını andırmaktadır. Başsavcı, Hizb'in yasaklanması için bazı Danimarkalı partilerin yürüttükleri siyâsî ve medyatik baskılara karşılık, raporunda objektif olmaya çalışmasına rağmen Hükümetin, bu ülkedeki Müslümanların varlığını, fikrî ve siyâsî faaliyetlerini bir güvenlik meselesine dönüştürmeye dayanan resmî politikasına bağlı kalmıştır. Bu da hem mescidlerinde, hem ortamlarında, hem okullarında, dahası evlerinde ve iş yerlerinde gözlem altına alınmalarını meşrulaştırmak içindir.

Yine Başsavcı açıklamasında, Hizb'in yasaklanmasının imkânsızlığını pek çok gayr-i Müslimin kabullenmesinin zorluğuna dikkat çekmiştir. Bunun sebebi ise, bu ülkedeki birçok politikacının ve medya organının, son senelerde İslâm hakkında yalanlar yaymayı, Kerîm Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakaret etmeyi, Kur'an'ın  hükümlerini ve Hilâfet Nizâmı'nı çarpıtmayı ve Hizb-ut Tahrir'e iftirâ atmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Çünkü onlar, hakîkatleri çarpıtmadan olduğu gibi halklarına açıklamaya, objektif ve dosdoğru bir şekilde -Hizb'in davet ettiği- İslâm'ın fikirlerini ve hükümlerini tartışmaya cesaret edememektedirler. Hep Hizb'i yasaklamakla, üyelerini hapse atmakla, yargılamakla, sınır dışı etmekle tehdit etmekte, Hizb'i destekleyen ve savunan herkese gözdağı vermektedirler. Her ne zaman Hizb hakkı haykırsa, kimliklerini korumak amacıyla Müslümanların hayatî meselelerine ilişkin İslâm'ın görüşünü açıklasa, İslâm'ı, Rasulü'nü, Kitâbı'nı ve Müslümanların haklarını savunmaları için insanları harekete geçirse, Danimarka Hükümeti'nin İslâmî Âleme karşı düşmanca politikalarını ve Danimarka'daki Müslümanlara karşı zâlimane yasalarını eleştirerek tavrını ortaya koysa, Yahudi varlığının Filistin'deki cürümlerini, Amerika'nın ve müttefiklerinin Irak'taki ve Afganistan'daki cürümlerini ifşâ etse, işgâl etmek, masum insanların kanlarını akıtmak, servetlerini yağmalamak, kalkınmasın, birleşmesin ve Batının hegemonyasından kurtulmasın diye İslâmî Ümmeti ezmek için ajan nizâmları oluşturmak gibi Müslümanların beldelerine, özellikle Irak'a ve Afganistan'a yönelik Amerikan, İngiliz ve Danimarka politikasının iğrenç sömürgecilik yüzünü göstermek amacıyla Müslümanların yöneticilerinin, Sömürgeci Batı devletleri ile birlikte Müslümanların meselelerine karşı komplo kurmalarını eleştirse bunu yapıyorlar!

Ancak İslâmî Âlem'in halkları, önce Allah'ın, sonra muhlis şekilde çalışan erkeklerin ve kadınların çabaları sayesinde artık gerçek manada Müslümanları temsîl edecek, akîdelerinden kaynaklanan ve kanaatlerine dayanan İslâm hükümlerini ve nizâmlarını tatbik edecek bir devletin gölgesinde Hilâfet Nizâmı'nın kurulmasını dört gözle bekler hale gelmişlerdir. Ki o devlet, işlerini adalet ve hak ile gözetecek, Batı'yı dost edinirken halklarına düşmanlık besleyen polisiye, krallık, cumhuriyet ve askerî nizâmların hakimiyetinden kaynaklanan zulüm mâzisine noktayı koyacaktır.

Hizb-ut Tahrir İslâmî Ümmet'i, Batı'nın hegemonyasından ve ajan rejimlerinden kurtarıncaya, Allah'ı, Rasulü'nü ve mü'minleri dost edinecek, fikren, kanunen ve siyâseten İslâm'ı hakkıyla cisimleştirecek ve dâvetini âlemlere taşıyarak İslâm'ın şânını yüceltecek Râşidî Hilâfet'i kuruncaya dek samimiyet, sebât ve azîm ile çalışmasına devam edecektir.

وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ. إِنَّ اللهَ بَالِغُ أَمْرِهِ. قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكَلِّ شَيْءٍ قَدْراً "Her kim Allah'a tevekkül ederse O, ona yeter. Muhakkak ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur." [et-Talâk 3]

 

Fâdi AbdulLatîf

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi

Danimarka

 

Devamını oku...

Brown'ın Suudi Arabistan Ziyâreti, İngiliz Dış Politikasının Sonu Gelmez İkiyüzlülüğünü Göstermektedir

  • Kategori Britanya
  •   |  

Küresel petrol fiyatlarının yükselişine dikkat çekmek üzere Gordon Brown'ın bugün Suudi Arabistan'a düzenlediği beyhude ziyâret, Batı'nın İslâm Âlemi'ne yönelik politikasının gerçek yüzünü ifşâ etmektedir. Amerika ve İngiltere, bir yandan özgürlüğün ve demokrasinin güvence altına alınması bahanesiyle Irak'ta ve Afganistan'da Müslümanları bombalarlarken, öte yandan Brown, kendisine daha fazla petrol pompalamaya ikna etmek için Cidde'deki zâlim despota kur yapmaktadır.

İngiltere'nin ve Amerika'nın ikiyüzlülüğü herkesçe mâlumdur. Batı'nın dış politikasına yön veren yegâne dürtü, Müslümanların toprakları üzerindeki maddî çıkarlarını güvence altına alma "özgürlüğüdür." Irak, Sömürgecilik politikasına paralel olarak muazzam petrol servetlerini güvence altına almak için istilâ edildi. Gerçek şu ki Irak'ın içinde bulunduğu kaos havasından en çok memnun olanlar; yaklaşık kırk senedir mahrum kalmalarından sonra Irak'a dönmeye hazırlanan Shell, BP, Exxon Mobil ve Total gibi petrol şirketleridir. Kezâ Afganistan da aynı Sömürgecilik politikasına paralel olarak, hem Orta Asya'daki muazzam enerji kaynaklarına, hem de stratejik önemdeki konumuna hâkim olmak üzere istilâ edildi.

Bu ne yüzsüzlük! Şimdi de gelip halkı Müslüman bir ülkeden kendilerine daha fazla petrol pompalaması istenmektedir ki Amerika ve İngiltere, "teröre karşı savaş" adı altında İslâm Âlemi'ne karşı sürdürdükleri saldırılarına devam edebilsinler!

Suudi Arabistan Devleti, hiç kuşkusuz bir İngiliz türemesidir ve peş peşe gelen İngiliz hükümetleri, Suudi kraliyet ailesi ile uzun dönem boyunca iyi ilişkiler içerisinde olmuşlardır. Nitekim Winston Churchill, şimdiki Kral Abdullah'ın babası AbdulAzîz'e İngiltere'den getirttiği bir Rolls Royce hediye etmişti. Tony Blair de 40 milyar sterlinlik [yaklaşık 80 milyar dolar] el-Yemâme [Birleşik Arap Emirlikleri] silah anlaşması hakkında uzun süredir devam eden yolsuzluk soruşturmasını iptal etmişti. Belki Gordon Brown da, Batılı finans piyasalarında petrol fiyatlarının bu denli artışının, üretim yetersizliğinden değil de, yükselen spekülasyonlardan kaynaklandığı iddialarına karşın bir lütfa mazhar olabileceğini umuyordur.

Batı destekli fâsit yöneticiler Müslümanların işlerini yürüttükleri, yularlarını ellerinde tuttukları sürece, Müslümanlara karşı süregelen bu bariz siyâsî ve ekonomik sömürü ve askerî saldırganlık devam edecektir. Batı'daki Sömürgeci efendileri ile sıkı bir işbirliği içinde olan bu hâin yöneticiler, hiç şüphe yok ki Müslümanların topraklarının Batı tarafından işgâl ve yağma edilmesini kolaylaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.

Ey Müslümanlar! Topraklarımız üzerindeki Sömürgeci elleri durdurmanın tek yolu; Müslümanların topraklarını sömürgecilikten, işgâlden, yağmadan ve saldırılardan arındıracak İslâmî siyâsî bir liderlik kurmaktır ki o, Hilâfet'tir. Hilâfet liderliği, Ümmet'in muazzam iktisâdî servetini, Ümmet'i kalkınma ve gelişme yolunda ilerletmek için seferber edecek, servetlerimizi Sömürgeci Kâfirlerin menfaatlerine hizmette asla heder ettirmeyecektir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Ey Filistin, Sen 3-4 Milyon Değil, 1,5 Milyarsın!

Yahudi medyasının haber verdiği üzere, Türkiye'nin arabuluculuğunda Yahudi varlığı ile Suriye arasındaki görüşmelerin ikinci turu, 16.06.2008 Pazartesi günü Ankara'da yapıldı. Yahudi ve Türk yetkililerin olumlu ve yapıcı değerlendikleri, Suriyeli yetkililerin ise suskun kaldıkları görüşmeler sonunda, görüşmelerin üçüncü ve dördüncü turu için takvim belirlendiği, bunun önümüzdeki haftalarda olabileceği belirtildi.

Suriye ile Yahudi varlığı arasındaki müzâkereler, Yahudi varlığı Başbakanının yolsuzluk suçlamaları ile sarsıldığı bir döneme denk gelmiştir. Ankara'daki görüşmeler öncesinde bazı Yahudi yetkililer, 13 Temmuz'da Paris'te düzenlenecek yeni bir Avrupa-Akdeniz ülkeleri birliği zirvesinde, kendi başbakanları ile Suriye Devlet Başkanı'nın Fransa Devlet Başkanı arabuluculuğunda bir araya gelebileceklerini, ancak Sarkozy'nin henüz Suriye'den teyit almadığını söylüyordu. Bu ise Yahudi varlığı başbakanının 17 Temmuz'daki yolsuzluk duruşmasının hemen öncesine denk gelmektedir. Üstelik Yahudi varlığının Suriye ile müzâkerelere karşılık güya Golan tepelerini vereceği iddiasını, Yahudi Başbakanı bizâtihi yalanlamıştır. Ayrıca el-Arabiyye Televizyonu, ilk görüşmeler sırasında, bu görüşmelerin aslında Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin Adana'da birleştirilerek, Adana'dan Golan tepelerine uzanan bir kanal yoluyla Yahudi varlığına aktarılmasına yönelik olduğunu bildirip bunu harita üzerinde göstermişti. "Barış Suyu Projesi" denilen bu teklif yeni değildir. İlk kez 1986'da Turgut Özal tarafından öne sürülmüştür. el-Âlem-ul Yevm Dergisi'nin 02.05.1993 tarihli nüshasında "Su Krizi: Türkiye İsrail'e Arap suyu satıyor; 2030 yılında Arap bölgesinde 260 milyar m3 su açığı olacak" başlıklı makalede de projenin maksatları uzun uzadıya ifşâ edilmiştir. Su sorununu ele alan diğer bazı kaynaklarda da bu projeden bahsedilmiştir. Aynı isimli başka bir proje kapsamında Antalya'daki Manavgat suyunun Yahudi varlığına taşınması 2006'da iptal edilince alternatif projelerin gündeme gelmesi zaten bekleniyordu ve bu eski proje bir kez daha gündemde. Oysa Dışişleri Bakanı Ali Babacan, saptırıcı bir şekilde "Bizim başlattığımız bu yeni süreçte, Türkiye ile Suriye arasındaki su konuları, bu barış görüşmelerinin bir parçası, bir unsuru kesinlikle değildir" diyordu. Öyle, çünkü proje, Türkiye ile Suriye arasında değil, Suriye üzerinden Türkiye ile Yahudi varlığı arasındadır.

Yahudi varlığı "İsrail", ne İslâm nazarında, ne de insaflı hukuk ölçüleri bazında meşru bir varlık değildir. Aksine o, İngiliz mandasının BM onayıyla Müslümanların küresel bir siyâsî liderlikten mahrum olduğu bir konjonktürde, İslâmî coğrafyanın kalbi ve mukaddes topraklarından birine kalleşçe saplanmış bir hançerdir. Bu hançer, yazıktır ki Müslümanların ve bilhassa Arapların başındaki hâin yöneticilerin bazen gizli, bazen açık desteği ve korkakça göz yumması ile varlık bulmuş ve bugüne kadar varlığını sürdürebilmiştir. Böylesi necis bir varlığın Müslümanların toprakları üzerinde çöreklenmesine, Müslümanların kaynakları ile beslenmesine ve Müslümanların hâin yöneticileri tarafından desteklenmesine susmak, rızâ göstermek ve hele "barış" adı altında hoşgörü ile kabullenmek, İslâm nazarında büyük bir cürümdür. Amerikan Başkanı'nın Yahudilere, "Siz 7 milyon değil 307 milyonsunuz, çünkü arkanızda 300 milyonluk Amerikan halkı var" sözüne, "Ey Filistin! Siz 3-4 milyon değil, 1,5 milyarsınız, çünkü arkanızda İslâmî Ümmet var" diyerek meydan okuyup Yahudi varlığını kökünden söküp atacak Râşidî Hilâfet Devleti kurulmadıkça Ümmet bu hâin yöneticilerden asla kurtulamayacaktır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Nehr-ul Bârid Mülteci Kampı Trajedisi Yaşanalı Bir Sene Oldu, Filistinli Mülteciler Hala Girişlerde Bekletiliyor!

Geçen sene Nehr-ul Bârid Mülteci Kampı'nda Lübnan ordusu mensuplarının yanı sıra başlıca kurbanları mülteci sakinleri olan trajik olaylar patlak verdiğinde, tüm mâsumların bu trajediden uzak tutulması için haykırdık. Aldığımız yanıt hep, ülkenin güvenliğini korumak farz oldu, bu güvenlik operasyonu ile sıkıntılar sona erecek, kamp yeniden imar edilecek şeklindeydi. Çatışma sona ermesine, kampın geneli yerle bir edilmesine ve bir seneden fazla bir zaman geçmesine rağmen göç eden ve geri dönen kamp sakinlerinin trajedileri son bulmadı, tek bir çivi dahi çakışmadı, tek bir taş dahi yerine konulmadı, tek bir binâ dahi imâr edilmedi. Gerek el-Bedâvî'de, gerekse el-Bârid'te olsun felaketzedeler, yaşlıların, çocukların, erkeklerin ve kadınların iç içe olduğu derme çatma sığınaklarda ve barınaklarda yaşamaktalar. Oysa Yahudi varlığı 2006'da Lübnan şehirlerine ve köylerine saldırır saldırmaz mağdurlara acil yardım çağrıları gelmiş, ardından peş peşe nakdî ve aynî yardımlar yapılmış, evler ve köyler imâr edilmişti. Elbette bu tamamen doğru bir davranıştı, ancak soruyoruz: "Onlar gibi Nehr-ul Bârid sâkinleri de insan evladı değil midir, Ümmet'in ayrılmaz parçası değil midir?"

Bugün ise, mülteci kampı sakinlerinin maruz kaldığı insanlık trajedisinin çözümünü talep etmek yerine bu ülkedeki siyâsî karar vericiler yüzünden maruz kaldıkları fazlalaşan zulmün kaldırılması için haykırmaktayız. Yaşlısıyla, genciyle, erkeğiyle, kadınıyla kampa yani evlerine girmek istediklerinde izahat yapmak zorunda kalan mülteci kampı sakinleri, her gün mülteci kampına girişlerinde zâlimane uygulamalardan ve kötü muamelelerden şikayetçi olmaktadırlar. Onların buradan başka bir evi var mı ki? Yaya ve araçlı olmak üzere her giriş kapısı önünde kuyruğa giriyorlar, arama bahanesiyle "geçiş" izni verilinceye kadar pek çok meşakkatler ile boğuşuyorlar, kardeşçe ve dostça muamele yerine uygulanan düşmanca muameleden yakınıyorlar. Ayrıca eski mülteci kampına giriş hala yasaktır, giriş için verilen müddet ne eşyaların, ne de malzemelerin taşınmasına yetmemektir ve ölülerin defni için mezarlığa giriş izninden önce saatlerce beklemeyi ve izahat yapmayı gerektirmektedir. İşte bu ve benzeri durumlar, mülteci sakinlerine sordurmaktadır: "Sorunun kökeninde, silahlı el-Abbasî grupları olduğuna ve bu da sona erdiğine göre, mülteci kampı sakinlerinin günahı nedir ki bu sıkıntılara maruz kalmaktadırlar? Yoksa onlar da hedef alınanlar arasına mı sokulmaktadırlar?"

Binâenaleyh şuna dikkat çekmek isteriz; mülteci kampı sakinlerine yönelik kötü veya yabancı misafir muamelesini sürdürmek dînin ve örfün kabul etmeyeceği, insanlık ahlâkı ile bağdaşmayan bir tür toplu cezalandırma olmasının yanı sıra mü'minleri tek bir ümmet kılan Allah için kardeşlik mefhumuna da aykırıdır. Nitekim Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:

يا أيها الناس إن ربكم واحد وإن أباكم واحد ألا لا فضل لعربي على أعجمي ولا لعجمي على عربي ولا أسود على أحمر ولا أحمر على أسود إلا بتقوى الله "Ey insanlar! Muhakkak ki Rabbiniz tektir ve babanız tektir. Ne bir Arabın Aceme, ne bir Acemin Araba, ne bir siyahın kırmızıya, ne de bir kırmızının siyaha üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takvâ iledir."

Ancak görünen o ki karar sahipleri, Lübnan'daki bozuk kabilevî gelenekler üzerinde ısrâr etmektedirler. Allah'ın bir kulu, Lübnanlı taifeci kabilelerden birini mensup değilse hakkını arayacak, kendisini savunacak, dahası insanlık onurunu koruyacak hiç kimse bulamamaktadır.

Mülteci kampı sakinlerine yönelik baskının arttırılması, sonuçları hiç de hoş olmayacak ve hiç kimsece kabul edilmeyecek olaylara neden olacaktır. Zîra baskı, sosyal patlamalara yol açar. Kimileri bunu mu istemektedir?! Bunu, kimin çıkarına istemektedir? O nedenle başta parlamento olmak üzere tüm ilgili kesimlerin, özellikle Nehr-ul Bârid olmak üzere mülteci kampı sakinlerine yönelik muameledeki aksaklıkları fark etmeleri, evlerinin, işyerlerinin ve diğer maslahatlarının tahrip edilmesinden kaynaklanan insanlık trajedisine ivedi olarak son verilmesi için derhal harekete geçmesini istiyoruz.

Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], Rabbinden rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur:

يا عبادي! إني حرمت الظلم على نفسي وجعلته بينكم محرما. فلا تظالموا "Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım, o halde (birbirinize) zulmetmeyin..." [Muslim]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Savaşı Durdurunuz ve Fitnenin Kökünü Kazıyınız

Yemen Nizâmı ile el-Hûsiler arasında Haziran 2004'de başlayan Sa'de'deki savaş fitnesinin üzerinden bugün itibarıyla dört yıl geçti. Öyle bir savaş fitnesi ki binlerce Yemenli Müslüman evlâdının ölmesine, binlercesinin yaralanmasına, aralarında gazetecilerin, aydınların ve yazarların da olduğu yüzlercesinin tutuklanmasına, hiçbir suçu-günahı olmayan yüz binlerce sivil insanın göç etmesine yol açtı. Bu savaşın nedenini dahi öğrenemedikleri halde evleri yıkıldı, hayvanları telef edildi ve tarım arazileri harap edildi. Muhakkak ki bu, dehşet verici kanlı bir fitnedir!

Bu fitne, hâkim nizamın yanlış politikalarının ve ısrarla yalnızca nefs-i müdâfaa yaptıklarını ileri süren Hûsî Cemaati'nin siyâsî projesinin kapalılığının bir sonucudur. Bu fitnede, siyâsî kışkırtmaların rolü olmakla birlikte perde arkasından bunun kızışmasında hem bölgesel güçlerin, hem de Batılı devletlerin daha büyük rolü vardır.

Zîra Sa'de Savaşı, Amerika'nın çağırdığı Büyük Değişim Projesi'nin halkalarından bir halka olmaktan öte bir şey değildir. Bu da geçmişteki çatışmaların ve hesaplaşmaların uzantılarındandır. Zîra gerek Kuzey ile Güneyin birleşmesi öncesinde olsun, gerekse 1994 savaşı öncesinde ve sonrasında olsun, Sa'de'de kimi güçler arasında süregelen bir çatışma mevcuttur ve bu güçlerin, hem bölgesel güçler, hem de Batılı planlarla bağlantısı vardır.

Bu fitnenin kökünü kazıyacak olan şey ise, işlerin adâlet ve ihsân ile gözetilmesi, hakların tastamam verilmesi ve zorbalık yapılmamasıdır. Bu da küçük-büyük, güçlü-güçsüz her şeyde ve herkes hakkında İslâm ile hükmedilmedikçe, Laiklik (dinsizlik) sökülüp atılmadıkça, insanların kanları, malları, ırzları korunmadıkça, zulüm defedilmedikçe ve zorbalık yok edilmedikçe gerçekleşmez.

Zîra dâhilî çekişmeler yüzünden Hâşimîler, Cumhuriyet Nizâmı'nın kendilerine zulmettiğini, topraklarına el koyduğunu, öz topraklarında yabancı haline gelecek derecede ayrımcılık ve dışlama politikasına maruz kaldıklarını düşünmektedirler. Güneyliler ise, gerek hizmet eksikliğinde ve topraklarının gasp edilmesinde, gerekse genel yaşamda, zulme ve baskıya maruz kaldıklarını düşünmektedirler. Bunların yanı sıra fakirlik oranının artması, işsizlik sayısının yükselmesi, ekonominin kötüleşmesi, enflâsyonun yükselmesi, fiyatların artması, açlığın şiddetlenmesi ve yolsuzluğun bir kanser gibi devletin tüm sektörlerine yayılması... işte bütün bunlar, Kuzeyde ve Güneyde yönetim nizâmının kilitlenmesine, tıkanmasına ve aleyhinde nefret oluşmasına neden olmuş, bu da çatışmaların yaşanmasına, savaşların çıkmasına ve devlet nizâmının kolonlarını sarsmayı tasarlayan yabancılar için gediklerin açılmasına yol açmıştır.

Batılı hareketlenmelere gelince; zamanında Portekizlilerin Yemen sahillerine girme teşebbüsü ile ortaya çıkan bu hareketlenmeler Osmanlı Hilâfet Ordusu tarafından püskürtülmüştü. İngiltere tarafından Aden'in işgâl edilmesi ve Amerika'nın Mısır lideri AbdunNâsır yoluyla Yemen'in iç işlerine müdahale etmesine kadar süregelen Batılı hareketlenmeler veya daha dakik bir ifâde ile Yemen'deki "Anglo-Amerikan Çatışması", Hilâfet'in zayıflaması dönemine dayanan kadîm bir meseledir.

İşte Sa'de Savaşı, ancak bu müdahalelerin bir parçasıdır. Zîra İngiltere, sürekli olarak Yemen'deki nizâmın kolonlarını sağlamlaştırmaya, bu uğurda Yemen içindeki ve dışındaki adamlarını kullanmaya çalışmıştır. Kaldı ki Yemen'de, Aden'i işgâl işgâlinden beri sırtını dayadığı sütunlar biçiminde adamlardan oluşan İngiltere'ye bağlı bir ordu vardır. Yemen dışında ise, Bağışçılar Konferansı'nda olduğu gibi Ali Abdullah Sâlih'in nizâmını desteklemeleri için bölgesel ajanlarını kullandı, fitneyi söndürmek gerekçesiyle müdahale etmeleri için Libya ve Katar'ı harekete geçirdi, perde arkasından Katarlı arabulucuları yönlendirdi, Hûsilerin Şia fikirlerine ve kültürüne sahip olduğunu, İran, Necef ve Kerbelâ'daki Şia mercileri tarafından desteklendiğini, örgütlenme kültürlerinin Hizbullah'ın kültürüne benzediğini ve Suud Ailesi Nizâmı'na yönelik bir tehlike teşkil ettiğini iddia ederek Suudi Ailesi'ni kaygılandırdı. Böylece Suudi Arabistan, açıktan ve gizliden Ali Abdullah Sâlih'in nizâmının yanında yer almak için harekete geçti ve beş savaşta da Hûsilerin mevzilerini uçaklarıyla bombaladığı öne sürüldü. İşte İngiltere, Yemen'de kendi çıkarlarını koruyan Ali Abdullah Sâlih'in nizâmı için böyle destek topladı.

Amerika'ya gelince; Sa'de Savaşı karşısında sessiz kalarak demokrasinin, insan haklarının ve kadın haklarının uygulanmasına ve seçimlerin yapılmasına çağrıda bulundu. Bunlar görünen sloganlardır. Ancak gizlide ise Amerika, gerek Güney meselesinde, gerekse Sa'de Savaşı'nda egemen iktidara baskı uygulamaya, kendine adamlar devşirmeye, otoriteyi değiştirip adamlarını iktidara ulaştırmaya ve "anarşi çıkarmak" yoluyla Yemen'i devletçiklere ayırmaya çalıştı!

İşte bunun için Sa'de Savaşı, derhal durdurulması ve defteri dürülmesi gereken bir fitne savaşıdır. Dolayısıyla siyâsî güçler, politik manevralar yapmaksızın bunu durdurmaya çalışmalıdırlar. Aksi takdirde Yemen'in bütünleşmiş olması, gelecek Müslüman nesilleri arasına kin, nefret ve husumet tohumları ekecek korkunç bir fitneye dönüşecektir. Egemen nizâm ve siyâsî güçlerinin pervasız davranışlarını sürdürmeleri halinde bu çekişmeler son bulmayacak ve Amerika, Irak'taki el-Duceyl ve el-Enfâl davasını istismâr ettiği gibi bunu da istismâr edecektir. Amerika'nın bu savaşa sessiz kalması ve müdahale etmemesi ise, hilekarlık ve sinsiliktir ki böylece Yemen'in işlerine müdahale etmek, kaynaklarına hâkim olmak, nizâmı veya bu savaşa karışan simgelerini yargılamak için dilediğinde kullanabileceği elinde bir dava ve dosya hazır olsun. O halde bu savaşı durdurunuz, bu fitneye ve etkilerine son veriniz ve Allahu Te'alâ'nın şu kavline icâbet ediniz:

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının. Muhakkak ki Allah, İkâbı Şedîd olandır." [el-Enfâl 28]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Sömürgeciler Tarafından Dayatılan Uzlaşma Politikası, Bangladeş'i Bağımlı Bir Devlet Yapmaktadır

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü Muhyiddîn Ahmed, bugün yayınladığı basın açıklamasında, Bangladeş'teki siyâsî arena son zamanlarda peş peşe meydana gelen diyalog süreci, siyâsî uzlaşmalar ve Şeyh Hasina'nın serbest bırakılması gibi hadiselerin, ülkeyi bağımlı hale getiren yabancı Kâfir Sömürgeciler tarafından dayatıldığını belirtti. Bilindiği gibi Bangladeş üzerinde tam siyâsî nüfûz sağlamaya pek hırslı olan Sömürgeciler, 2006 yılındaki siyâsî istikrarsızlığın başlıca sorumlularıdır ve 11 Ocak Hükümeti de onların entrikalarının ve plânlarının bir sonucudur.

Nitekim Fahruddîn Ahmed Hükümeti iktidara gelir gelmez, yabancı Kâfir güçlerine emirlerine boyun büktü, yolsuzlukla mücâdele şevki, eksi iki formülü ve daha pek çok müphem siyâsî adımlar ile kâim oldu. Ne var ki siyâsî istikrarsızlık son bir buçuk senedir varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda Hükümet, Amerika'nın Bangladeş'teki önceki büyükelçisi Patricia A. Butenis'in Bangladeş'e düzenlediği "şahsî ziyâreti" sırasında verdiği tâlimatlar doğrultusunda siyâsî partiler ile diyalog başlatmıştır. Onun ikinci "şahsî ziyâreti" ardından da ülke bu kez Şeyh Hasina'nın serbest bırakılmasına şahit olmuştur. Bu zaman zarfında Bangladeş'teki mevcut Amerikan büyükelçisi James F. Moriarty sürekli "uzlaşmanın önemine" vurgu yapmıştır. Öte yandan İngiltere de Bangladeş'e en kısa zamanda istikrar gelmesini umduğunu ifade etmiş, Hindistan da Şeyh Hasina'nın serbest bırakılışını olumlu bir adım olarak nitelendirerek memnuniyetini bildirmiştir.

Muhyiddîn Ahmed, -aynen Pakistan'da yaptıkları gibi- Bangladeş'teki bu siyâsî diyalogu ve uzlaşma sürecini de Amerikan, İngiliz ve Hindu Sömürgecilerin dayattığını dile getirdi. Fahruddîn Ahmed Hükümeti ve Bangladeşli politikacılar, Sömürgeci plânların ve tasarımların dışında herhangi bir adım atmaktan âcizdirler. Tutuklu iki liderin serbest bırakılması ve süregelen siyâsî uzlaşma, tümüyle Sömürgecilerin plânının bir parçasıdır. Ülkenin siyâsî geleceği, perde arkalarından kararlaştırılmakta, halkın arzusu ve irâdesi bütünüyle göz ardı edilmektedir. Muhyiddîn Ahmed, yabancı Sömürgeci Kâfir güçlerin Bangladeş politikası üzerindeki tahakkümü sürdüğü sürece, istikrarsızlığın süreceğini ve ülke güvenliğinin tehlikelere maruz halde kalacağını vurguladı. İşte Hizb-ut Tahrir halkımızı, bu yabancı müdâhaleye karşı koymak ve Hilâfet Devleti'ni kurmak üzere harekete geçmeye çağırmaktadır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Demokrasi, -Aynen Diktatörlük Gibi- Pakistan'ın Ekonomik Sorunlarını Çözmekten Âcizdir, Fakir Kitlelerin Haline Yalnızca İslâm'ın İktisâd Nizâmı Çözüm Olabilir

Mevcut bütçe; yalnızca Sömürgecilerin ve bir avuç Kapitalistin menfaatlerini koruyan Kapitalist ekonomi ilkelerinin mahsulüdür. Bu bütçe, fakir insanlara günlük bir öğün yemeği bile çok görmektedir. Bu bütçe açık bir gerçeği bir kez daha kanıtlamıştır ki ister Demokrasi ister Diktatörlük rejimi olsun, her iki yönetim şekli de aynı hortumcu kapitalist ekonomi sistemini uygulamaktadır. Kapitalist ekonomi ilkeleri, zengini daha da zenginleştiren, fakiri daha da fakirleştiren bir temele dayanmaktadır. Bunun içindir ki Pakistan'ın son altmış yılında, tıpkı bir köşe-kapmaca oyunu gibi, Demokrasi ile Diktatörlük arasındaki gidip gelerek zavallı halk yığınlarını senelerce oyalayıp hiçbir köklü değişim gerçekleştirmemiştir. Üstelik her iki yönetim şekli de aynı sömürücü kapitalist sistemi uygulamışlardır. İşte bu nedenle ister Demokrasi, ister Diktatörlük olsun, kendi çıkarlarını gerçekleştirdiği sürece, aslında her ikisi de Amerika'ya uyar.

Söz konusu bütçede; IMF ve Dünya Bankası'nın tâlimatlarına bağlı kalınarak elektrik, doğalgaz, buğday, gî [Hint Yarımadası'nda manda sütü yağını eritip kaynatarak yapılan katı yağ, tereyağı] gibi ürünlere verilen milyarca rupilik destekler kaldırılmakta, fakir kitleler ölüme terk edilmektedir. Üstelik varlıklı ve zengin insanlardan Harâc, Öşür ve Zekât toplamak yerine, KDV adı altında sıradan insanlardan haram vergiler alınmaktadır ki geçen sene toplanan bu vergi, 75 milyar rupiyi [takriben 1 milyar ABD doları] aşmıştır. Mevcut demokratik dağılımda, hiçbir büyük sermaye sahibinden ve toprak ağasından Harâc ve Öşür alınamaz, çünkü yasama meclislerinin üyeleri, bu sermayedârların ve ağaların ta kendileridir! Bu halleriyle kendi kendilerinden nasıl vergi aldıracaklar? Yine aynı elit grup, yakınlarının ve yandaşlarının borçlarını silerek 54 milyar rupilik peşkeş çekmiştir. Ancak onlar sıradan bir insanın bin rupilik borcunu bile asla silmeye yanaşmazlar. Sözde Ulusal Uzlaşma Kararnamesi çarpıcı bir gerçeğin apaçık kanıtı olmuştur; demokratik sistemlerde bir avuç elit tabaka, ellerindeki yasama yetkileriyle siyahı beyaza, beyaza siyaha rahatlıkla çevirebilmektedirler. Böylesi bir sistemde fakir insanların yaşamında iyileşme ancak hiç gerçekleşmeyecek bir serap olabilir. Bunun en net örneği bizâtihi Amerika'dır; trilyon dolarlık ekonomisi vardır, ama hâlâ nüfusunun kayda değer bir çoğunluğunun yiyecek, giyecek, barınak ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan âcizdir. Amerika ve Çin gibi büyük ekonomilerde bile ekonomik trickle-down teorisi [tırikıl-davn: zenginlerin servetlerindeki artışın aşama aşama fakirlere de yansıması] gerçekleşemiyorsa, aynı Kapitalist ekonomi bataklığında debelenen Pakistan'da fakirliğin azalma ihtimâli ne olur acep? Pakistan'ınki de dâhil tüm insanlığın ekonomik probleminin çözümü; para ve kur politikası, mülkiyet, ticaret, gelir kaynakları, harcama kalemleri ve ekonominin diğer tüm yönlerine ilişkin tafsîlî hükümler barındıran İslâmî İktisâd Nizâmı'ndadır. Dahası ne Ümmet Meclisi'nin, ne de Halîfe'nin bu hükümleri değiştirmeye hakkı vardır. İşte böylelikle ne bir avuç Kapitalist, ne de Sömürgeciler, asla kitleleri ekonomik olarak köleleştirme imkânı ve fırsatı bulamazlar.

Devamını oku...

Küfür Rejimi Çatırdıyor, Nihâî Darbeyi Vuracak Olanlar Nerede?

  • Kategori Türkiye
  •   |  

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi'nin, önceki hafta aldığı, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan ve üniversitelerde başörtüsü düzenlemesi olarak bilinen değişiklikleri iptal kararının ardından 10 Haziran 2008 Salı günü, kamuoyuna bir hitapta bulunarak çeşitli değerlendirmelerde bulundu.

Yaklaşık 40 dakika süren konuşmasında Başbakan, daha önce pek çok kez tekrarladığı gibi, Laik (Dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yasama organı olan Meclis'i "ulvî çatı" olarak tanımlayıp Meclis duvarında asılı bulunan "egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir" ifadesini yineleyerek Meclis'te yapılan yasamanın halk adına yapıldığını, kendilerinin halktan yetki aldığını, rotalarını halkın belirlediğini, siyâsetlerinin milletin siyâseti olduğunu, millet ile birlikte olduklarını ve millet ile beraber yürüdüklerini iddia etti. Biraz daha ileri giderek ülkenin ve halkın huzuru için, istikrarı için, (araya sıkıştırdığı) demokrasi için, refah için çalıştıklarını öne sürdü. Ardından Anayasa Mahkemesi'nin kararının, Meclis'in bu yasama hakkına müdâhale olduğunu, Mahkeme'nin kararın gerekçesini yayınlamamasının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve mevcut durumun siyâsî bir kriz olduğunu ifade etti. Ardından bu krizin ve çatışmanın sorumlusu olarak, Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) gösterdi. CHP'nin kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı davrandığını, devletin kurumlarını karşı karşıya getirmeye çalıştığını, bir yetki çatışması meydana getirmeye uğraştığını ve böylelikle CHP'nin demokrasiye, millete ve "evrensel hukuka" karşı çatıştığını söyledi. Bu kriz sonucu meydana gelecek "sistem yetmezliği" ve "yetki çatışması"na bu ülkenin tahammülü olmadığını itiraf etti. Ardından bir kez daha Anayasa Mahkemesi'nin işlevine atıfta bulunarak "Kanun koyma yetkisi münhasıran, yani sadece ve sadece seçilmiş meclislere aittir. Anayasa tarafından verilen bu yetkiyi kimse yüce Meclisimizden alamaz, kimse kendini yasa koyucu yerine koyamaz." ifadelerini kullandı.

Bu konuşmanın siyâsî ağırlığı olduğu muhakkaktır ve siyâsî bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Bununla birlikte yöneticiler, kendi politikalarını yürütürken, kendilerini savunurken, karşıtlarına saldırırken veya kendilerini haklı gösterirken, Müslüman oldukları için kendilerini destekleyen insanların da inancı olan İslâm Akîdesi ile taban tabana zıt fikirler ortaya koymaktan sakınmamaktadırlar. Bir diğer ifadeyle, kaş yapayım derken göz çıkarmakta, ya kalplerinden yukarı çıkmayan inançları ile çelişen ya da kalplerinde gizledikleri gerçek inançlarını ifşa eden durumlara düşmektedirler.

Şüphesiz İslâm yegâne hak dîndir ve bu dîn, Batı'daki dîn konseptinin veya Amerika'nın "Ilımlı İslâm" teorisinin aksine sırf mânevî bir dîn değildir. Bilakis İslâm; hayatın tüm işlerine ve sorunlarına yönelik fikirler, hükümler ve çözümler içeren kapsamlı bir ideolojidir. Bu ideolojinin esâsı, İslâm Akîdesi'dir. İslâm Akîdesi, yeryüzünde yasamayı yalnızca Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'ya has kılar. Oysa bugünkü Kapitalist Küfür sistemi, bu hakkı beşere vermiş, İslâm'a göre küfür hükmünde olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine dayalı olarak halkın yönetimi vehmedilen demokrasiyi esas almıştır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Muhakkak ki hüküm ancak Allah'a aittir. O size Kendisinden başkasına asla kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru dîn budur, velâkin insanların çoğu bilmezler." [Yûsuf 40] Dolayısıyla halkın kendi kendini yönetmesi olarak tanımlandığı halde, gerçekte halka dayatılan bir avuç insanın ve efendilerinin keyfî yönetimine ve yasamasına dayanan Demokrasi'yi ve bunun palavra sloganı olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesini devlet yönetimine esas haline getirmek, İslâm'a göre küfürdür ve hiçbir Müslüman, bu küfrün tezâhürüne rızâ gösteremez.

Ulvî çatı denilen hâlihazırdaki Meclis, İslâm'ın yönetim nizâmı olan Hilâfet'i ilgâ etmiş olan meclistir ve bu meclis, Osmanlı Hilâfet Devleti'nin henüz yıkılmadığı 1920 yılında kurulmakla, devlet içinde devlet mesâbesindeki isyâncı bir hareketin karargâhı halinde inşâ edilmiştir. O zamandan beri de İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık, Kâfirlere ve sömürülerine hizmet eksenli küfür yasalarının çıkarıldığı bir Dırâr Meclisi işlevi görmüştür. Evet orada demokrasi, laiklik ve diğer Küfür fikirleri için yasalar çıkarılmıştır, ancak halkın huzuru, istikrarı ve refahı doğrultusunda kayda değer hiçbir ilerleme olmamıştır. Orada hiçbir zaman halkın arzusu ve irâdesi tecelli etmemiş, aksine oraya seçilmiş görünen "atanmışların", kendilerini oraya atayan efendilerinin irâdelerini tecelli ettirdikleri bir mekân olmuştur. Dolayısıyla bu mecliste bulunan temsilcilerin hepsi olmasa da azami çoğunluğunun rotasını belirleyen, oylarını aldıkları Müslüman halk değil, aksine doğrudan yada dolaylı hizmetinde oldukları Sömürgeci Kâfirler olmuştur ki bunlar, hükümetin arkasındaki Amerika ve muhâlefetin arkasındaki İngiltere'dir. Varsayalım ki bu meclis, tamamen halkın arzusunu ve irâdesini temsil ediyor, tamamen bağımsız ve özgür, bütünüyle halkın çıkarları, huzuru, refahı ve istikrarı için çalışıyor, ülkeyi dünyanın en büyük devleti seviyesine yükseltiyor... aklınıza gelebilecek bütün başarıları sağlıyor... bütün bunları yapsa bile, İslâm nazarında bu Meclis küfrün karargâhı olmaya devam edecek, çıkardığı yasalar küfür yasaları olarak kalmayı sürdürecek ve asla Allah'ın, Rasulü'nün ve mü'minlerin lânetine ve öfkesine mâruz kalmaktan kurtulamayacaktır.

Söz konusu evrensel hukuk, Kâfirlerin Müslümanlar ve diğer dünya hakları üzerindeki tahakkümünün hukukî safsatasıdır. Bu hukuk, Irak'ta ve Afganistan'da gâyet bârizdir(!) Bu evrensel hukuka saygı bekleyenler, aslında Sömürgeci Kâfirlerin bu ülke ve halkı üzerindeki tahakkümüne boyun bükülmesini istemektedirler ki bu durum, "milletin irâdesi" söyleminin gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu teyit etmektedir. Ayrıca Başbakan CHP'ye çatmakla, Sömürgecilik nüfûzu sebebiyle süregelen siyâsî çatışmanın ve krizin gerçek yönünü gizlemekte, meydana gelenin Amerika ile İngiltere arasındaki bir çatışma değil de hükümet ile muhâlefet arasındaki yerel bir çekişmeden ibâret olduğu izlenimi vermektedir. AKP'ye açılan kapatma dâvâsının, Amerika'nın başkanlık seçimlerine kilitlendiği ve Amerikan Başkanı'nın "topal ördek" olarak görüldüğü bir döneme denk gelmesi tesâdüf müdür? İngiltere Kraliçesinin Türkiye ziyâreti tesâdüf müdür? Çatışmanın Amerikan-İngiliz çatışması olmadığı görüntüsü vermek, bu halkı aldatmaktan ve mevcut despot nizâmı korumaktan başkasına hizmet etmemektedir. Duyarlı kesimler artık bu gerçeği görmeliler ve ona göre tavır koymalıdırlar. Fakat dikkat çekici olan husus şu ki çatışan her iki taraf da, aralarındaki çatışmanın şiddetine ve keskinliğine rağmen, devlet kurumlarını ve mevcut nizâmını korumaya özen göstermektedir. Başbakan'ın konuşmasındaki dikkatli kelimeler ve îmâlı çağrı, bu özenin bir yansımasıdır. Bunu teyit eden bir diğer husus, bu konuşmadan birkaç gün önce Başbakan'ın bir televizyon kanalında verdiği röportajda söylediği şu cümlelerdir: "Ama ben bir Müslüman olarak, bir dindar olarak laikliği ne yaparım? Laikliği savunurum. Laik devleti savunurum. Şu anda da laik devletin Başbakanıyım ve bunu da savunuyorum, inanarak savunuyorum...Ve bu anlamda dört dörtlük bir laikim." Hükümet yanlısı kesimler de, verdiği "sadece üniversitelerde başörtüsü serbestisi" aleyhindeki kararının ardından saldırdıkları Anayasa Mahkemesi'nin kurumsal yapısına saldırmamaya özen göstermekte, meseleyi 11 yargıçtan 9'una mâl ederek şahsîleştirmektedirler. Mahkemenin bu üyeleri yargılandıkları yahut görevden alındıkları takdirde, Laik devletin bu askerî darbe mahsulü kurumu paklanmış mı olacak? AKP hakkında gelecek ay verilmesi beklenen kararda AKP'yi kapatmama kararı alırsa "ak"lanmış mı olacak?

Muhakkak ki bu bâtıl rejim çöküş yolundadır, çünkü;  إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا  "Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkumdur." [el-İsrâ' 81] Başbakan da bu gerçeği teyit etmekte ve bunu "sistem yetmezliği" olarak tanımlamaktadır. İşte aralarındaki keskin çatışmaya rağmen hem Hükümet hem de Muhâlefet kesimlerinin, bu Laik (Dinsiz) devletin kurumlarına ve nizâmına karşı bu kadar harîs olmaları, buradan ileri gelmektedir. Kendilerine yön veren küresel Sömürgeci Kâfirlerin, üzerinde yaşadığımız coğrafya ve bu cümleden Türkiye hakkındaki en büyük korkusu İslâm'dır, İslâm'ın devleti Râşidî Hilâfet'tir. Hükümet'in efendisi Bush da, Muhâlefet'in efendisi Blair ve Brown da, İslâm'dan ve Hilâfet'ten duydukları korkuyu pek çok kez izhâr etmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye'de kurumların çökmesi, nizâmın iflâs etmesi ve devlet-millet köprülerinin koparak halkın siyâsî açıdan İslâm'a yönelmesi durumunda, bu Kâfirlerin, nüfûzlarının, çıkarlarının ve dolayısıyla uşaklarının sonu anlamına gelecektir.

İşte o gün, yasa koyucunun böyle bir Dırar Meclisi olmayacağı, yegâne yasa koyucunun Allah [Subhânehu ve Te'alâ] ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] olacağı, Allah ve Rasulü'nden başka hiç kimsenin bu hakka asla sahip olamayacağı, egemenliğin halka değil İslâm Şeriatı'na ait kılınacağı, İslâm'ı ve Müslümanları yükselten, Küfrü, Kâfirleri ve uşaklarını da alçaltan Râşidî Hilâfet Devleti, Allah'ın izni ve yardımı ile kurulacaktır. İşte o gün muhakkak Allah'ın kelimesi en yüce, Küfrün kelimesi en alçak olacak, hiçbir beşer kendi hevâsından küfür yasaları çıkaramayacak, Sömürgeci Kâfirlerin nüfûzu ve tahakkümü asla dönmemecesine ortadan kaldırılacaktır. Bu ne bir vehim, ne de sırf bir temennidir, bilakis bu, Allah'ın vazgeçmeyeceği vaadidir, Rasulü'nün boş çıkmayacak müjdesidir, Kerîm İslâm Ümmeti'nin gönülden arzusudur ve siyâsî geleceğin kaçınılmaz ufkudur. O halde Ey Müslümanlar ve Ey Güç Sahipleri! Can çekişmekte olan bu kokuşmuş zâlim rejimin ve birbirlerini boğazlayan Sömürgeci uzantılarının sonunu getirmek üzere ayağa kalkınız. Biliniz ki eğer bütün bu anlattıklarımız yanlışsa, şu an olduğu gibi hep birlikte zillet içinde yaşamaya devam ederiz, ama eğer doğruysa -ki Allah'ın izniyle doğrudur- o zaman icâbet etmemeniz halinde hüsrâna uğrayanlar sizler olursunuz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ  "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER