Salı, 24 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/26
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Tunus'ta Hizb-ut Tahrir Şebâbının Tutuklanması Hakkında إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ فِي الأَذَلِّينَ 20 كَتَبَ اللَّهُ لأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ "Allah'a ve Rasulü'

Akabe ibn-u Nâfi'in nûrun ve hayrın hareket noktası kıldığı Kayrevân beldesi Tunus'ta öyle bir devlet vardır ki ne tarihin akışını anlayabilir, ne dünyadaki gelişmeleri okuyabilir, ne de daha önce gelip geçenler hakkındaki Sünnetullah'tan korkar. Nitekim Allah'a ve Rasûlü'ne düşmanlık eder, Allah'ın şiarlarını yasaklar, küfür devletlerine itaat eder, Allah'ın emrine karşı çıkıp kadınların resmî kurumlarda başörtüsü ile örtünmelerini men eder ve onu, bölücülük kıyafeti olarak tanımlar. Bu devlet, Allah'a itaat ve yeryüzünde Allah'ın dîninin ikâmesine dâvet suçlamasıyla Müslümanlarla savaşır, öyle ki bu durum artık cürüm haline gelmiştir. Dolayısıyla dürüst bir vatandaş olabilmek için, küfre saygı gösterip onu savunmak ve Allah'ın şiarlarına hafife almak kaçınılmaz hale gelmiştir ki Allah'ın farzı ve vaadi olan Hilâfet için çalışarak yeryüzünde Allah'ın dînini ikâme etmek için uğraşmasınlar. Çünkü bu, Bush'un da, Brown'ın da, Sarkozy'nin de tiksindiği bir iştir. Bu nedenle yasaktır ve men edilmiştir. Buna sahip çıkanların; İslâm'a ve Müslümanlara karşı savaşanlara karşı değil, İslâm'ın sancağını taşımayı farz telakki eden masum insanlara karşı yapılan işkenceler, tehditler ve hakaretler altında hapishanelerden ve zindanlardan başka yeri yoktur.

Tunus'ta Yargıç Muhammed Ali bin Şuveyha başkanlığında, 07.05.2008 Çarşamba günü toplanan 8. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne bağlı daire; varlığı tanınmayan (yasadışı) bir cemiyetin yeniden oluşturulmasına iştirak etmek, izinsiz toplantılar düzenlemek, izinsiz toplantı düzenlemek maksadıyla mekan hazırlamak ve genel nizâmın düzenini bozmaya yönelik neşriyat bulundurmak suçlamasıyla Muhammed es-Semâvî, Mebrûk Bûdafrî, Muhammed Ali Biskri, Ali el-Haccâcî, Muhammed Abbâs, Fevzî eş-Şeyhî, Fethî el-Azîzî, Muhammed ibn-u Humeyle, Rıdâ Sâbit, Raûf el-Âmirî, Beşîr ez-Zeytûnî, Mahraz es-Sa'îdî, Uneys el-Haccâcî, Muhammed ibn-u Yûsuf, Muhammed el-Muhammedî, Mehdî ibn-u Mahraz, Faysal Sâsî, Yûsuf Tarûdî ve Muhammed Râzıkî hakkında açılan 10890 sayılı davaya ve Mahraz Raceb, Mebrûk Bûdafrî ve Beşîr ez-Zeytûnî 4148 sayılı davaya baktı. Onların savunmalarını ise sayın avukatlar Ahmed es-Sıddîk, Semîr ibn-u Ömer, Gülsüm ez-Zâvî, AbdulFettâh Muru, Necîb ibn-u Yûsuf, Suayde el-İkrimî ve Râdiye ed-Duraydî üstlendiler. Yargıç, iki davanın ayrı ayrı görüşülmesine ve hükmün 10.05.2008 Cumartesi günü verilmesine karar verdi.

10.05.2008 günü verdiği kararda; Tunus 8. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne bağlı daire, Yargıç Muhammed Ali Şuveyha başkanlığında aşağıdaki hususlarda hükmünü verdi:

[Varlığı tanınmayan (yasadışı) Hizb-ut Tahrir cemiyetinin yeniden oluşturulmasına iştirak etmek, izinsiz toplantılar düzenlemek, izinsiz toplantı düzenlemek maksadıyla mekan hazırlamak ve genel nizâmın düzenini bozmaya yönelik neşriyat bulundurmak suçlamasıyla!]

-     10890 sayılı davadan, Faysal Sâsî'nin bir yıl iki ay hapsine, Muhammed es-Semâvî, Muhammed Ali Biskri, Ali el-Haccâcî, Muhammed Abbâs, Fevzî eş-Şeyhî, Fethî el-Azîzî, Muhammed ibn-u Humeyle, Rıdâ Sâbit, Raûf el-Âmirî, Mahraz es-Sa'îdî, Uneys el-Haccâcî, Muhammed ibn-u Yûsuf, Muhammed el-Muhammedî, Mehdî ibn-u Mahraz, Yûsuf Tarûdî ve Muhammed Râzıkî'nin on bir ay hapsine, Mebrûk Bûdafrî ve Beşîr ez-Zeytûnî'nin altı ay hapsine,

-     4148 sayılı davadan, Mebrûk Bûdafrî'nin iki yıl, üç ay hapsine, Mahraz Raceb ve Beşîr ez-Zeytûnî'nin on bir ay hapsine.

İşte bu şebâbın işlediği sözde "suçlar" bunlardır. Muhakkak ki onlar, Rablerine îmân etmiş genç yiğitlerdir, Rableri de îmânlarını artırmış, böylece Allah'a itaate yönelmişler, insanları en güzel sözlerle yeryüzünde Allah'ın dîninin ikâmesine dâvet etmişler, ne herhangi bir kimseye saldırmışlar, ne de nizâmı veya bir başkasını hedef alan maddî eylemlere tevessül etmişlerdir. Zâlim rejimden ve zebanilerinden korktuğu için değil, bilakis Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in İslâm Devleti'ni kurma metodunda böyle bir şeyi yapmamış olmasına bağlanarak! Bunun için insanların canlarını ve mallarını heder etmek için veya bir başka benzer sebeple asla silahlanmamışlar, daima Allah'ın çizdiği sınırlar önünde durmuşlardır.

Fısk, fücûr, fuhuş, müstehcenlik, içki, faiz, zındıklık serbest bırakılırken, büyük günahlar yasallaştırılırken, halk toplulukları önünde insanların yakasına yapışılırken, utanmadan-sıkılmadan münker işlere ruhsat verilirken, aynı zamanda Allah'a itaat ve bağlılık yasaklanırken, bu ülkede Küfür ile hükmedilirken, Müslüman olduklarını söyleyenler tarafından, Müslümanların beldelerinde Allah'ın Dînine dâvet eden ve Rablerinin;  يَا قَوْمَنَا أَجِيبُوا دَاعِيَ اللَّهِ وَآمِنُوا بِهِ يَغْفِرْ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ "Ey kavmimiz! Allah'a dâvet edene icâbet edin ve ona îmân edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi elîm bir azaptan kurtarsın." [el-Ahkâf 31] diyen Müslümanları nasıl hapsederler? Onlara nasıl işkence ederler? Onlara nasıl hakâret ederler? Vallahi bu bize Allahu Te'alâ'nın, Lût kavminin kibri, küstahlığı ve hayasızlığından bahseden şu kavlini hatırlatmaktadır:  أَخْرِجُوا آلَ لُوطٍ مِّن قَرْيَتِكُمْ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ "Lût ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar çokça temizlenen (pırıl pırıl) insanlarmış!" [en-Neml 56]

Oysa onlar, temizliği cezalandırmakta, insanlara fuhuşları, küfürleri ve alçalmaları miktarınca yaklaşmakta, yaptıklarının âkıbetinden korkmamakta, çünkü Şeytan yaptıklarını onlara süslü göstermekte, onları ayartıp başlarına musallat olmaktadır. Yoksa onlar Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Allahu Te'alâ şöyle buyurmaktadır:  أَفَأَمِنُواْ مَكْرَ اللّهِ فَلاَ يَأْمَنُ مَكْرَ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ "Yoksa Allah'ın azâbından emîn mi oldular? Fakat hüsrâna uğrayan bir kavimden başkası Allah'ın azâbından emîn olmaz!" [el-Âraf 99]

Yok olmaya mahkum bu kokuşmuş rejim, Allah Subhânehu'ya gâlip geleceğini mi sanıyor? Allah'ın nûrunu ağzıyla üfleyerek söndüreceğini mi sanıyor? Kureyş'in ele başları olan Ebu Cehl'den, Ebu Leheb'den, İbn-u Muğîra'dan, onların azgın cürümlerinden, küfür dolu tuğyânlarından örnek ve ilham alarak dâvâ adamlarını susturabileceğini mi sanıyor? Allah'a galip geleceğini sanan mağlup, O'na karşı koyanlar Allah'ın yardımıyla mel'un ve mahcup olur. Kâ'b ibn-u Mâlik [RadiyAllahu Anh] şiirinde ne de güzel söyler:

زعمت سخينة أنْ ستغلب ربها      ولَـيُغْلَبـَنَّ مُغالِــُب الغـلاَّب

"Sehîne [yedikleri bir yiyecekten ötürü Kureyş'e verilen bir lakap] Rabbine gâlip geleceğini sandı, bilakis gâliplerin en gâlibi (Allah) mutlaka gâlip gelecektir"

O halde Tunus rejiminin elebaşları ve Ümmet'e istibdatla hükmeden diğer yöneticiler, ya Ümmet'in kendisine karşı tâğutlaşanlara ve bağileşenlere karşı kendi eliyle vereceği bir ceza ile, yahut Allahu Te'alâ katından bir azap ile, kendilerini cezalandıracak birini bekleyedursunlar.

قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلاَّ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ أَن يُصِيبَكُمُ اللّهُ بِعَذَابٍ مِّنْ عِندِهِ أَوْ بِأَيْدِينَا فَتَرَبَّصُواْ إِنَّا مَعَكُم مُّتَرَبِّصُونَ  "De ki: Siz bizim için ancak iki iyilikten birisini beklemektesiniz. Biz de Allah'ın, ya kendi katından ya da bizim elimizle size bir azâp vermesini bekliyoruz. Haydi bekleyin! Şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz." [et-Tevbe 52]

İkâmesi uğrunda çalışarak ona dâvet ettikleri için Müslümanların hapsedildiği Hilâfet ise Allah'ın izniyle mutlaka yoldadır; Gelecek ve her insanı lâyık olduğu konuma koyacak, Kâfirlerle dostluk kurup Ümmete karşı savaşan münâfıklardan intikam alacak ve yeryüzünde Allah'ın hükmünü ikâme edecektir. Biliyoruz ki sizler şeytandan mutmainsinizdir ve vesveselerinde râzısınızdır. O ise size Hilâfet'in bir vehim ve serap olduğunu fısıldamaktadır. Lâkin bizler, Allah'ın hükmünden, vaadinden ve Şeriatı'ndan râzıyızdır ve emrinden mutmainizdir:  فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلا يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذِينَ لا يُوقِنُونَ "Şimdi sen sabret. Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır. Ve sakın (buna) iyice imân etmemiş olanlar seni gevşekliğe sevk etmesin." [er-Rûm 60] Vaadine îmân etmişizdir:  وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِيـنَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُون "Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vaâdetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Her kim de bundan sonra inkâr ederse işte onlar fâsıkların ta kendileridir." [en-Nûr 55] Ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesini tasdîk etmişizdir:  تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ "Nübüvvet, Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır. Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı hânedanlık olacaktır. Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra zorba diktatörlük olacaktır. Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır." buyurdu ve sonra sustu. [İmâm Ahmed tahric etti.]

O halde bu mücrimler dilediklerini yapsınlar. Muhakkak ki Allah, yaptıklarından gâfil değildir. Onların bu entrikaları ve tuzakları, -Allah'ın izniyle- Allah'ın Tunus'taki dâvâ adamlarından olan kullarına ve erlerine eziyetten başka hiçbir zarar veremeyecek ve onlar, hak sancağı taşımaya, bu dîn nusret buluncaya, mücrim ve münafık düşmanları da zillet buluncaya dek devam edeceklerdir.

فَلاَ تَحْسَبَنَّ اللهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ ذُو انتِقَامٍ "Sakın Allah'ın elçilerine olan vaadinden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz'dir, İntikam sahibidir." [İbrâhîm 47]

Devamını oku...

İnsanların Güvenliğini Korumaya, İşlerini Adalet ve İhsân ile Gözetmeye Yalnızca Râşidî Hilâfet Muktedirdir

  • Kategori Sudan
  •   |  

10 Mayıs 2008 Cumartesi günü öğleden sonra Darfûr bölgesindeki isyancı Adalet ve Eşitlik (Müsâvat) Hareketi'ne bağlı silahlı arabalardan oluşan bir grup, Ummu Dermân bölgesinde yirmiden fazla noktayı ateşe verdi. Böylece insanların saflarındaki güvensizlik nedeni ile arkasında pek çok ölü ve yaralı bırakan, korku, panik ve endişe atmosferi oluşturan iç gurubun hezîmet durumu gün yüzüne çıkmadan önce Ummu Dermân'ın merkezinde beş saati aşan şiddetli bir çatışma yaşandı.

Adâlet ve Eşitlik Hareketi'nin bu cüretkar girişimini anlamak için Darfûr sorunun köklerine derinden bakmak gerekir. Bu mesele nasıl ortaya çıktı? Soruna müdâhil etkin tarafların bağlantıları nedir ve hangi boyuttadır?!

Darfûr meselesi, bir devletlerarası çatışma meselesidir. Yani bir tarafta Amerika'nın, öteki tarafta Avrupa'nın -özellikle İngiltere ve Fransa'nın- olduğu devletlerarası siyâsette etkin taraflar arasındaki bir çatışmadır. Zîra bu mesele, kısacası Güneyin Kuzeyden ayrılmasını garantiledikten sonra Amerika'nın tek başına Sudan'ı ganimet olarak tekeline alması şeklinde özetlenebilecek Nifâşa Anlaşması'nın akabinde böylesi bir boyutla ortaya çıkmıştır. Bu da Avrupa'nın Sudan'ın taksiminden eli boş şekilde çıkması demektir. Bu durum, Avrupa'yı -özellikle Fransa'yı- başta "Sudan Kurtuluş Hareketi", ardından Adâlet ve Eşitlik Hareketi olmak üzere isyancı hareketlere lojistik destek sağlamaya sevk etti. Fransa bu desteği Çad üzerinden sağlarken İngiltere de şu anda yaklaşık otuzu bulan bu silahlı hareketlere ve guruplara medya desteği sağladı. Her ne kadar Sudan Kurtuluş Hareketi, parçalanmış ve gruplarından birisi, Abûca'da Mayıs 2006'da Hükümet ile bir antlaşma imzalamış olsa da özellikle hem Fûr Kabilesi ile, hem de liderlerinin Doğu Çad'da yoğun askerî varlığı bulunan Fransa ile siyâsî bağlantısı olmasından ötürü birinci hareket sayılır. Zîra burayı, bu gurubun liderinin karargahı haline getiren Fransa, Darfûr'da nüfuz elde etmeyi, Çad ve Orta Afrika'daki yandaşı olan nizâmlarının garantileyeceği bir gelecek ve Sudan'ın paylaşımında oluşturacakları bir pay meselesi olarak görmektedir. Doğu Çad'ta yoğun şekilde askerî varlığı bulunan Fransa'daki liderleri ile siyâsî bağlantısı olmasından dolayı birinci hareket sayılır. Çünkü Fransa, bu grubun liderine bir sığınak sağlamıştır ve Fransa, Darfûr'da nüfuz elde etmeyi, Çad ve Orta Afrika'daki kendi ajanı nizâmların garantileyeceği gelecek meselesi ve Sudan'ın taksimi ganîmetinde hoşnut edici bir oran olarak görmektedir.

İkinci derecede kategorize olan harekete gelince; Çad'da hâkim olan ez-Zegâve Kabîlesi ile kabilevî bir bağlantısı olan Adalet ve Eşitlik Hareketi'dir. Oysa ez-Zegâve Kabîlesi liderlerinin, Darfûr'da, dahası tüm Sudan'da etkin bir rol almaya hırs gösteren İngiltere ile bağlantısı vardır.

Adâlet ve Eşitlik Hareketi kuvvetlerinin bu girişimi, başkenti yakmak ve Hükümeti derinden vurmak yoluyla güç gösterisidir. Hâlbuki o, böyle bir eylemin, nizâmı değiştirmeyeceğinin farkındadır. Ancak o, bunu yapıyor ki böylece gelecekteki her türlü müzakere operasyonlarında odak noktası olacak şekilde kendisi ile masaya oturulması ve taleplerine kulak verilmesi gereken Darfûr'un en güçlü isyancı hareketi vasfına sahip olabilsin. Zîra daha sonraları Sudan Kurtuluş Hareketi olarak isimlendirilen Darfûr Kurtuluş Cephesi, 24.4.2003'te Kuzey Darfûr Vilâyeti'nin başkenti el-Fâşir şehrini yakmak yolu ile şöhret kazanınca Adâlet ve Eşitlik Hareketi de kendisinin göz ardı edilmesi zor önemli bir varlık olduğu mesajını vermek için bizzat ülkenin başkentini yaktı. Bu da başkentteki bekâsından ve başkenti işgâlinden daha çok güvendiği bir şeydir ki Adâlet ve Eşitlik Hareketi'nin Sözcüsü Ahmed Huseyin, 12.05.2008'de el-Cezîra kanalına bunu şöyle diyerek açıklamıştır: "Saldırının sağladığı en önemli başarı, oyun kurallarının değişmiş olmasıdır. Bizler, nizâmı kalbinden vurduk. Zaten başından beri denklemi değiştirmek istiyorduk." Yine Uluslararası Kriz Grubu, eski başkanı ve toplu soykırım kampanyalarına karşı "Yeter!" Projesi'nin (Enough Project) yardımcı kurucusu John Prendergast, New York Timse Gazetesine şöyle dedi: "Kanımca Cumartesi saldırısı, nüfuz kazanmaya yönelik manevradan başka bir şey değildir... İsyancılar, Vatanî Kongre Partisi'ne bir sille vurmak, ardından da Darfûrlu gruplardan uzak bir yerde otoritenin paylaşımına ilişkin onunla bir anlaşma yapmak istiyorlar." Zaten Hükümet de bu mesajın maksadının, Ummu Dermân'da kalmaktan ziyâde medyatik bir mesaj olduğunu anlamıştır. Devlet Başkanı Müsteşarı, 10.05.2008'de el-Cezîra kanalına şöyle diyordu: "Adalet ve Eşitlik Hareketi'nin yaptıkları, sadece medyatik bir sinyaldir."

Sorunun gerçek nedenine gelince; bunu tek bir noktada özetlemek mümkündür ki o, hayatımızda şer'î hükümlere bağlanmanın kıymetini düşürmektir. Bu düşüklük ise, işlerin gözetimsizliğinde, yani İslâm'ın tatbik edilmemesinden kaynaklanan zulümde, Müslümanların, İslâmî kardeşlik bağına son verip insanları paramparça eden vatancılık, bölgecilik, kabilecilik ve milliyetçilik bağı esâsına dayanmalarında, siyâsî ve lider kesimin kendilerini yabancı kâfirin kucağına atmasında belirginleşen siyâsi intiharda ve şer'an câiz olmayıp kaos, yıkım, güvensizlikten başka bir şey de getirmeyen maddî güç kullanmak yoluyla değişim çabalarında ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlardan daha tehlikeli olanı ise, büyük devletlerin irâdesini temsîl eden antlaşmaları kabul etmemizdir. Bunların en tehlikesi olan Nifâşâ Antlaşması, her tür salgın şerre geniş bir kapı açmıştır. Güney Sudan'ı kuzeyinden koparma düşüncesinin temelinde de bu antlaşma vardır, insanların başına bakan ve yönetici olarak musallat olmanın en kestirme yolunu; mü'minler hakkında ne bir ahit, ne de bir zimmet gözeten ve her tür mahremiyeti çiğneyen silahlı çeteler haline getirmede de bu antlaşma vardır. Ordunun dağıtılması emrini verdirmede de bu antlaşma vardır. Nitekim insanların mallarıyla eğitilen ve hazırlanan ordu, tam donanımlı ve deneyimli on binlerce mensubunu dağıttı ki ordu dağılsın da kâfirlerin hoşnut olacağı yeni bir askerî doktrine göre yeniden şekillendirilsin. Tâ ki ülkeyi paramparça eden tüm bu plânlar hayata geçirilebilsin. Kaldı ki hem Hükümet, hem siyâsî kesimler, hem de arkalarındaki insanlar, ordunun dağıtılması mâsiyetini kabullenip sessiz kaldılar. İşte böylelikle ordunun yerine, değişik isimlere sahip silahlı yapılanmaların zemini hazırlanmış oldu. Yeterince silahlanmış olsalar da bu yapılanmalar, tek bir komuta altındaki silahlı kuvvetler mesâbesinde oluşturulmadıkları için, etkinlikleri zayıflamakta ve ülkenin güvenlik duvarlarından gedikler açmaktadır. Hele Allah'ın lütfu ve erlerin cesâreti olmasaydı, sonuçları hiç de hoş olmayan olayların vukuu kaçınılmaz olurdu.

Bizler, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti olarak, halkımızı sorunun hakîkatine karşı uyanık olmaya ve İslâmî Akîde'yi hayatımızın esâsı kılmada ve bu esâsa binâen Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurmada düğümlenen bir çözüm ortaya koymaya çağırıyoruz ki bu çözüm, tüm bu tür sorunların çıkmasını önleyecektir:

Hilâfet; Nifâşâ, Abuca ve diğer antlaşmaları iptal edip yok sayacaktır. Güvensizliği ve yıkımı arttırmaktan başka bir şey getirmeyen bu çözümlerin yerine, Darfûr meselesinin sadece siyâsî yönünü çözmekle kalmayıp devletin tebâsı olan tüm insanlardan her tür zulmü ve haksızlığı kaldıracak İslâm'ın tatbikini getirecektir:  إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإحْسَانِ "Muhakkak ki Allah, adâleti ve ihsânı emreder." [en-Nahl 90]

Hilâfet; değişim fikrinde ve metodunda İslâm esâsına dayanmayan her tür partiyi veya cemaati yasaklayıp muhâsebe edecektir. Çünkü değişim metodu, maddî eylemlerle değil, siyâsi ve fikrî çalışmalarla olmalıdır. İşte Müslümanların örneği ve modeli olan Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], maddî bir eylemde bulunmaksızın siyâsî fikir niteliğiyle İslâm'a daveti yüklenmiştir. Hattâ bey'at ashâbı, Mina halkına karşı kılıçları ile saldırmayı teklif edince, en zor şartlar içerisinde olduğu halde onları bundan men etmiştir. Yine Yâsir Ailesi'nin şehâdete varan işkencelere mâruz kaldığını görüyor, onlara şöyle diyordu:  صَبْراً يَا آلَ يَاسِر فَإِنَّ مَوْعِدُكُمْ الْجَنَّة "Sabredin, ey Yâsir Âilesi! Muhakkak ki size vâad edilmiş olan Cennettir."

Hilâfet; eşgüdüme muhtaç ayrı kuvvet grupları şeklinde değil, bilakis yepyeni bir birleşik komuta altında, İslâmî Akîde'ye dayalı tek bir silahlı kuvvetler tesis edip gerek başkentte, gerekse ülkenin genelinde güvenlik gediklerini bütünüyle kapatacaktır. Polis ise, orduya bağlı olarak, güvenliğin temini görevine uygun özel bir eğitimle eğitilmiş bir yapıda olacaktır. Ordu kuvvetleri yerleşim alanları dışında ve çevresinde güvenliği sağlarken polis birimleri iç güvenliği sağlayacaktır.

Hilâfet; devlet otoritesine isyan eden bâğîlere ilişkin tüm şer'î hükümleri yerine getirmek maksadıyla ordu ve polis şeklindeki silahlı kuvvetler yoluyla otoritesini tüm ülke sathına yayacaktır. Ancak tüm bunların öncesinde uluslararası güçlerin hepsini ülkeden kovacak, bu suretle hem Darfûr halkının, hem de diğer tüm halkların güvenliği ve istikrarı sağlanmış olacaktır.

Hilâfet; kendilerini kâfirlerin kucağına atan tüm mücrimleri ve hainleri muhasebe edecek, bunu da onları âdil mahkemelerin karşısına çıkararak yapacaktır ki ödüllendirmeleri ve insanların başına bela olmaları yerine, cezâya çarptırılsınlar da ders almak isteyenlere ibret-i âlem olsunlar.

هَذَا بَلاغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنْذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُوا أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُولُو الألْبَابِ "İşte bu, kendisi ile uyarılsınlar, (Allah'ın) ancak tek bir ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir." [İbrâhîm 52]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Ülkenin Millî Mîsâk'a Değil, Yeni Bir Yönetim Nizâmına İhtiyacı Var

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü Muhyiddîn Ahmed, bugün bir basın açıklaması yayınlayarak dün gece televizyonlarda yayınlanan halka hitap konuşmasında Başbakan Fahruddîn Ahmed'in ülkenin siyâsî krizini çözmeye yönelik yol haritasının bir parçası olarak diğer adımlar dâhilinde bir Millî Mîsâk'a çağrıda bulunmasına tepki gösterdi. Açıklamasında Muhyiddîn Ahmed, ülkenin güya bir millî mîsâka değil, Kur'ân ve Sünnet'e dayalı yeni bir yönetim nizâmına ihtiyacı olduğunu belirtti. Muhyiddîn Ahmed açıklamasında, aşağıdaki yorumlarda bulundu:

1.   Millî Mîsâk düşüncesi, halka karşı bir tuzaktır. Bir milli mîsâk çağrısında bulunmak, mevcut fâsit yönetim sisteminin ömrünü uzatmaya yönelik bir düşünce olmaktan ziyade bir şey değildir. Üstelik Başbakan, son bir buçuk yılda az-çok benzer konuların tekrarından öte geçmeyen onlarca kez halka hitap ettikten sonra bu hitabında bazı yenilikler getirmiş olmaktadır.

2.   Millî Mîsâk düşüncesi, Fahruddîn Ahmed'in kafasından çıkmamıştır, bilakis Başbakan'ın bu hitâbından birkaç gün önce kendisini ziyâret eden Güney ve Orta Asya işlerinden sorumlu Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Boucher'ın kafasından çıkmıştır. Sömürgeciler geçmişte de pek çok millete böylesi içi boş millî mîsâklar dayatmışlardır. Çünkü millî mîsâk nârâları atılırken bu ülkelerin insanları köleleştirilmiş, onlara hiçbir hayır getirilmemiştir. Son bir buçuk yıldır Amerikan-İngiliz-Hindu Sömürgecilerine tam teslimiyet şiarı ile ilerleyen Başbakan, bu millet için kendisine ait hiçbir düşünceye sahip olmadığını, bu vesileyle bir kez daha kanıtlamıştır.

3.   Mîsâkın içeriğine gelince; Fahruddîn Ahmed bunun, tüm partilerin seçim sonuçlarına saygılı olmalarını, grevlere ve boykotlara son vermelerini içerecek şekilde olmasını önermiştir. Nedense ülkenin siyâsî ve ekonomik işlerine yönelik dış müdâhalenin -ki bu, ülkenin yaşadığı mevcut siyâsî krizin başlıca müsebbibidir- sona erdirilmesine çağrıda bulunmaktan âciz kalmıştır.

Son olarak Muhyiddîn Ahmed insanları, ajan yöneticilerin bu tür çağrılarına ve saptırmalarına kanmamaya ve Hilâfet'in kurulmasına yönelik çalışmadaki gayretlerini artırmaya teşvik etti.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Bush, Nekbe'nizin Yıldönümünde Kanlarınızın Üzerinde Dans Ede Ede Geldiği Halde, Filistin Otoritesi Onu Bir Dost ve Bir Kurtarıcı Olarak Görüyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

Müslüman yavruların kâtili Bush, Mısır ve Suudi Arabistan'ı kapsayan bölge ziyâreti kapsamında işgâl altındaki 1948 Filistini'ni de ziyâret edecektir. Bu ziyâretin ana sebebi, İsra ve Mîraç toprakları olan Filistin'de, meşum devletlerinin kurulmasının yıldönümü münâsebetiyle Yahudi dostlarının sevinçlerine ve kutlamalarına katılmaktır. Oysa bu Yahudi varlığı, işgâl ve gasp ettikleri Filistin topraklarının asıl sâkinlerini sürgün etmekten, katliama uğratmaktan, mülteci kamplarına göndermekten hiç vazgeçmedi. Bu metamorfoz varlık, kurulduğu o meşum günden bugüne kadar da katliamlarına, eziyetlerine ve sürgünlerine hiç ara vermedi.

Bush'un bu ziyâretinde Yahudi Meclisi'nde [Knesset] bir konuşma yapması, sözde târihî simgelerini ziyâret etmesi, Müslümanlara karşı savaşlarında ölenlerin mezarlarına çelenk koyması, sohbet etmek ve sevgi göstermek üzere gençleri ile bir araya gelmesi beklenmektedir. İşte bütün bunlar, Müslümanların merkezinde, sözde "İsrail" varlığının kurulmasıyla Müslümanların başına gelen Nekbe'yi [felâketi] kutlamak içindir. Böylece o, Yahudi varlığının katliam, muhâsara ve yıkım gibi her tür cürümünü kutlamış olacaktır.

Bu elîm yıldönümü münasebetiyle kutlamalarına katılmak için Yahudi varlığına yönelik bu sıcak ziyâret, Müslümanların yöneticilerinden insanları aldatmaya çalışan herkesin ve Müslümanların düşmanı Amerika'yı meselelerin çözümünde ve hakların iadesinde tarafsız bir aracı olarak gören Filistin Otoritesi'ndeki yönetici kılıklı kimselerin suratına vurulmuş bir şamardır. Dolayısıyla bu ziyâret ve detayları, Müslümanların Amerika ile ilişkisinin, Yahudi varlığı ile olan ilişkisi gibi, yani saldırgan, işgalci, gaspçı ve düşman bir kâfir varlığı ile olan ilişkisi gibi olması gerektiğini ifâde etmektedir.

Bu ziyâretin atmosferindeki seçim maksadı da gözlerden kaçmamaktadır. Bu ziyâret, Bush'un Cumhuriyetçi Partisi'nin bir kampanyası, oylarını elde etmek için Yahudileri pohpohlama ve birçok alanda hem kendisinin, hem de partisinin imajını düzeltme girişimi mesabesindedir.

Savaş suçlusu Bush'un sözde Filistin Devleti hakkında verdiği sözler, aldatıcı bir seraptır ve gerçekleşmesi an meselesi olan bir felâkettir. Aldatıcı bir seraptır; çünkü, palavracıların düşündüğü gibi gerçek bir devletten ziyade Yahudilere ve onların hizmetine verilmiş bir güvenlik organı olacaktır ki bu, mevcut Filistin Otoritesi'nin vâkıasında gayet âşikardır. Felâkettir, çünkü Filistin meselesine yönelik her tür siyâsî çözüm, Yahudi varlığını tanımayı ve Filistin topraklarının genelinden onlar lehine taviz vermeyi gerektirecektir. Yani siyâsî çözüm, Yahudi varlığını taraf haline getirecek bir çözüme varmak demektir. Yani Allahu Te'alâ'nın emrettiği gibi, onu yok etmek yerine, bu varlığa meşruiyet ve kalıcılık kazandırmaktır.

Gerek Filistin'deki, gerekse tüm İslâmî Âlem'deki Müslümanlar, hem hayatın her alanında kâfirlerin kendilerine açtıkları savaşın hakîkatini kavramalıdırlar, hem de Amerika'nın, İslâmî Ümmet'in çıkarlarını, hatta bizzat İslâmî Ümmet'in varlığını yok etmek için gece-gündüz çalışan bize düşman bir devlet olduğunu kavramalıdırlar. Allahu Te'alâ şöyle buyurmaktadır:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ بِطَانَةً مِّن دُونِكُمْ لاَ يَأْلُونَكُمْ خَبَالاً وَدُّواْ مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاء مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الآيَاتِ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ "Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri dost, sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar size fenâlık etmekten asla geri durmazlar ve hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz." [Âl-i İmrân 118] Ve şöyle buyurmaktadır:  وَدُّواْ لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُواْ فَتَكُونُونَ سَوَاء   "Onlar nasıl kâfir olmuşlarsa sizin de öyle kâfir olmanızı isterler ki onlara denk olasınız." [en-Nisâ 89]

O nedenle tüm Müslümanların; liderlerinin bu küfür liderleri ile görüşmelerine, İslâm'a ve ehline zarar vermek için birlikte komplo kurmalarına, Müslümanların maslahatlarında ve Müslümanların topraklarında hadlerini aşarak onlara icâbet etmelerine karşı çıkmaları gerekir.

Ümmet'e ve özellikle de kuvvet ehline gelince; muazzam ordular ile bu maslahatları ve başta İsrâ ve Mîraç toprağı Filistin olmak üzere bu beldeleri korumak için çalışmalıdırlar. Muhakkak ki Allah, sessiz kalmalarından dolayı onlara hesâba çekecektir.

Filistin'deki ehlimize de diyoruz ki: Ah bir Hilâfetiniz olsaydı, ah bir Halîfeniz olsaydı, Yahudiler sizleri katletmeye cüret edebilir miydi hiç? Ah bir Halîfeniz olsaydı, savaş suçlusu Bush, Nekbe'nizi açıkça kutlamaya ve kanlarınız üzerinde dans ede ede gelmeye cüret edebilir miydi hiç? O halde Allah, bizlere bu zorluğun arkasından bir kolaylık verinceye kadar sabrediniz ve hak üzerinde sebât ediniz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ "Ey imân edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebât gösterin, (cihâd) için hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan ittikâ ediniz ki kurtuluşa erişebilesiniz." [Âl-i İmrân 200]

Sakın ha sakın zulmedenlere meyletmeyiniz ve onları tasdik etmeyiniz, yoksa sizleri saptırırlar. Çünkü onlar, hem İslâm, Müslümanlar ve Filistin aleyhinde cürüm planlarını pazarlamaya çalışan Yahudilerin ve Amerikalıların kölesidirler, hem de bu aşağılık hıyânet çözümlerini kabul etmeniz için cürümlerini ve komplolarını süslü göstermektedirler.

Muhakkak ki sizler, Ey Güç Sahipleri, hem bir mihenk taşısınız, hem de onlar ne kadar komplo kurarlarsa kursunlar, efendilerinin entrikalarını boşa çıkarmaya muktedirsiniz. O halde Allah'ın sapasağlam ipine hep birlikte sımsıkı sarılınız. Allah'a ve Rasûlü'ne düşman olanlara, siz de düşman olunuz. Ne Bush'a, ne benzerlerine, ne de yöneticilerden ve diğerlerinden olan kölelerine asla güven duymayınız. Sizler, kimsesiz yetim bir millet değilsiniz. Bilakis insanlar için çıkarılmış kerîm ve azîm bir ümmetim azîz ve asîl bir parçasısınız. O Ümmet ki kurtuluşa da, ötesine de fazlasıyla kâdirdir ki bu, elbette muazzam İslâmî ideoloji sayesinde tüm insanlığın saadetini gerçekleştirmektir. O halde Allah'ın vaadini ve Kerîm Rasulü'nün, [ثم تكون خلافة على منهاج النبوة] "Sonra da Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır" müjdesini gerçekleştirmeye ortak olmak için çalışınız.

Biliniz ki Allah'ın izni ile çok yakında Müslümanların Halîfesi fetih ve kurtuluş ordularına liderlik edecektir.

وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ قَرِيبًا "Diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki: "Umulur ki çok yakındır." [el-İsrâ' 51]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Mevcut Siyâsî Krizden Kurtulmanın Yolu, Sömürgecileri Kovmak ve Hilâfet'i Kurmaktır

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, bugün "Mevcut Siyâsî Kriz - Belirsizlik Karşısında Bangladeş" başlıklı bir yuvarlak-masa tartışması düzenledi. Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü Muhyiddîn Ahmed tarafından açılış konuşması yapılan toplantıyı, Resmî Sözcü Yardımcısı Kâzi Murşid-ul Hakki yönetti. Toplantıya katılan dâvetli konuklar arasında; Eski Dışişleri Bakanı ve Begüm Hâlide Ziyâ başkanlığındaki Bangladeş Milliyetçi Partisi Danışmanı, Emekli Tuğgeneral A. S. H. Hannan Şâh, Ulusal Demokratik Parti Başkanı Şâfi-ul Ulûm, Günlük Inqilab Gazetesi Müşterek Editörü Mubeyd-ur Rahmân, Günlük Amar Deş Gazetesi eski Editörü Emânullah Kebir, Bangladeş Milliyetçi Partisi eski Milletvekili Emekli Binbaşı Ahtar-uz Zemân, ünlü Köşe Yazarı Sâdık Hân, Müslüman Birliği Genel Sekreteri Kâzi Ebu'l Hayr, Hilâfet Hareketi Genel Sekreteri Mevlânâ Caferullah Hân, İslâmî Anayasa Hareketi Eş Sekreteri Mevlânâ Himâyet-ud Dîn, Günlük Inqilab Gazetesi Müşterek Editörü Mehdi Hasen Polaş ve İslâmî Birlik Hareketi Dakka Genel Sekreteri Mustafa Tarîk-ul İslâm vardı.

Muhyiddîn Ahmed konuşmasında, Fahruddîn Ahmed Hükümeti'nin 11 Ocak sonrası gündeminin de-politizasyon (siyâsîleştirmeme) ve de-İslamizasyon (İslâmîleştirmeme) haline geldiğini söyledi. Gün ışığı kadar açıktır ki 11 Ocak herhangi bir siyâsî ilerlemeyi yıkmak ve İslâm'ı bu ülkeden silmek için tezgâhlanmıştı ki ülkenin siyâseti ve ekonomisi üzerindeki Sömürgeci kontrol, herhangi bir etkin siyâsî direniş ile karşı karşıya kalmasın. Herkes 11 Ocak sırasında dış güçlerin hareketlerini hatırlar. O zamanki Amerikan Büyükelçisi Patricia Butenis ve İngiliz Büyükelçisi Enver Çavduri, 11 Ocak'ın hemen öncesinde siyâsî partiler, hükümet yetkilileri ve bilhassa Genelkurmay Başkanı Muîn U. Ahmed dâhil üst düzey ordu yetkilileri ile düzenli görüşmeler yapıyordu. Kezâ şimdi de yabancı güçlerin temsilcilerinin ülkenin işlerine nasıl pervasızca müdahale ettiklerine ve yabancı yetkililere, bilhassa İngilizlere ve Amerikalılara yapılan ziyâretlere şahit oluyoruz. Ülke halkı için büyük endişe kaynağı olan mesele ise Dünya Bankası eski yetkili Fahruddîn Ahmed'in hem küresel Sömürgeci Amerika ve İngiltere'nin, hem de bölgesel zorba Hindistan'ın dayatmalarına teslimiyetinin sorgulanamaz olmasıdır. Muhyiddîn Ahmed, ülke halkının siyâseten bilinçli ve İslâm'a karşı duyarlı hassasiyete sahip olduğunu vurguladı. O nedenle Sömürgecilerin de-politizasyon ve de-İslamizasyon projesi başarısızlığa mahkumdur. Yine geçen 37 yıldan beri halkın hem askerî yönetime, hem de sözde demokratik yönetime şahit olduğunu, her iki yönetim biçiminin de halka hiçbir hayır getirmediğini söyledi. Ülkenin karşı karşıya olduğu süregelen siyâsî belirsizliğe dönük ortaya atılan ulusal hükümet, seçilmiş hükümet, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında güç dengesi, millî güvenlik hükümet kurulması gibi çözümler, demokrasi ile askerî yönetim arasındaki değiş-tokuş türlerinden başka bir şey değildir. Hizb-ut Tahrir / Bangladeş insanları; a) yabancı müdâhaleye karşı koymaya, b) askerî yönetim gibi sözde demokratik yönetimi de reddetmeye, c) Kur'ân ve Sünnet gereğince Hilâfet'i kurmaya dâvet eder.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Lübnan'daki çatışmanın yeni bir merhaleye girdiği sözü doğru mudur? Şayet bu doğruysa, o zaman Lübnan "oyununun" şartlarında değişen nedir ki yeni bir merhaleye başlamıştır?

 

Cevap: Lübnan'ın yeni bir merhaleye girdiği sözünün güçlü bir doğruluk yönü vardır. Görüntünün tümüyle netleşmesi için meseleyi başından ele almalıyız:

1.       Amerika, et-Tâif Anlaşması'ndan el-Harîrî suikastına kadar Lübnan'da nüfûz sahibi idi ve Suriye, Amerika'nın izniyle Lübnan'a Suriye Ordusu'nun girmesinden beri Lübnan'da Amerikan nüfûzunu korumuştu.

2.       el-Harîrî suikastından sonra Chirac Fransası bu olayda, Lübnan'a nüfûzunu döndürmeyi umduğu altın bir fırsat gördü. Zîra Chirac olayları kızıştırdı, Lübnan'daki uşaklarını harekete geçirdi ve kamuoyunu Amerika, Suriye ve uşakları aleyhine kışkırtmada öylesine başarılı oldu ki Amerika, Suriye Ordusu'nun Lübnan'dan çıkarılmasına muvâfakat etti, sonra Suriye de bunu infâz etti.

Bir yanda Amerika, Suriye ve uşakları, öte yanda Fransa ve uşakları arasındaki siyâsî çatışma sıcak bir şekilde devam etti. İngiltere ve Lübnan'daki uşakları ise, Amerika'ya alenen değil de perde arkasından düşmanlık beslemeye dayalı İngiliz siyâseti gereğince, perde arkasından Fransa'yı destekledi.

3.       Bu durum, seçim kampanyası esnasında açıkladığı gibi, Amerikan yönetimine sadâkati ile meşhur Sarkozy'nin Fransa'da iktidâra gelmesine dek böyle devam etti. Bu nedenle Amerika ile Chirac Fransası arasındaki çatışma sona erdi ve yerini, Amerika ve uşakları ile Fransa ve uşakları arasındaki centilmence bir rekâbete bıraktı. Sarkozy, Fransız çıkarlarını itibara alan Lübnan'a yönelik bir çözüm ekseninde Amerika ile bir "karşılıklı anlayışa" varılabileceğini umdu. Nitekim Sarkozy Fransası, Lübnan'a gidip gelmede aktif davranıp çözüm için yoğun uğraşlar verdi.

4.       Dolayısıyla beklenti, çözüme ulaşılması yönündeydi. Ancak bunu engelleyen İngiltere ve Lübnan'daki uşaklarının rızâ göstermemesi idi. Zîra o, çözümün yalnızca Amerika ile Fransa arasında paylaşılmasına ve olayların dışına itilmeye râzı olmuyordu. Siyâsî dehâsı ile karakterize olmasından dolayı, her ne zaman herhangi bir çözüme yaklaşılsa Lübnan'daki adamları fırtına koparıyorlardı. Lâkin bu, her iki tarafa da tesir etmiyordu, ne Fransa ve Hükümet'e, ne de Amerika, Suriye ve Muhâlefete. Bundan ötürü centilmence rekâbet sürdü; sıcak maddî çatışmaya varması şöyle dursun, sıcak siyâsî çatışmayı bile tırmandırmaksızın, bazen falancanın kabarmasına, bazen filancanın kabarmasına, sonra filancanın dinmesine, sonra falancanın dinmesine neden oluyordu.

5.       Amerika, Fransa ve Lübnan'daki uşaklarının centilmenlik yarışına ve İngiltere ile adamlarının da "velveleye" devam ettiği, fakat ne Fransa ile Amerika arasındaki ilişkinin gerildiği, ne de İngiltere'nin bu iki takım arasındaki centilmenlik "oyununu" bozmada başarılı olduğu bu durum; Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown'ın, Amerikan mortgage şirketlerinin batmasından dolayı Avrupa bankalarının ve şirketlerinin muazzam alacaklarının yok olmasına yol açan Amerikan mortgage şirketleri krizi üzerine 27.03.2008 tarihindeki görüşmesine kadar böyle sürdü.

Görünen o ki İngiltere, hem kendi siyâsî kurnazlığı, hem de Sarkozy'nin siyâsî sığlığı sayesinde, Amerikan mortgage şirketleri krizi neticesi Avrupa bankalarının ve şirketlerinin işini bitiren muazzam zararlar konusunda Sarkozy'yi Amerika'ya karşı "dolduruşa getirmeyi" başardı ve bu da Lübnan'daki alâkaya yansıdı. Bilhassa Fransa, Lübnan "pastasından" Fransa'ya küçük bir parçayı bile revâ görmeyecek şekilde Lübnan'a Amerikan nüfûzunu bütünüyle geri döndürmek üzere şartların olgunlaşması için Amerika'nın çözümler hususunda ağırdan aldığını mülâhaza etti.

İşte o tarihten itibaren görüldü ki hem Amerikan-Fransız alâkası Lübnan'da centilmence rekâbetin dışına çıktı, hem de İngiltere'nin işleri, Fransa'nın Hükümet içerisindeki adamlarının umursamadığı sırf "velveleler" ile kalmaz hale geldi. Hükümet, Velid Canpolat (ve diğerlerinin) velvelelerini, Hükümet'in siyâsetine ve kararlarına etki etmeyecek şekilde ölçülü olarak dikkate alıyorken, birden bire görüntü değişti ve bunları ciddiye alır oldu.

6.       2008 yılı Nisan ayı boyunca, telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı kameraları meselesini, ısınmayı kaynamaya çevirme zamanını belirleme hazırlığına yönelik bir yol olarak tuttu. Tâ ki Canpolat'ın basın toplantısına ve orada telekomünikasyon şebekesi, havaalanındaki kameralar ve havaalanı güvenlik müdürü konularını kışkırtıncaya kadar...

7.       Hükümet, Canpolat'ın "kışkırtmasını" daha önce olduğu gibi kararlarına etki etmeyen mücerret "velveleler" şeklinde ele almak yerine, İngiltere-Fransa yakınlaşması sebebiyle bu kez icâbet etti. Nitekim Hükümet toplanıp mezkur şebeke, kameralar ve güvenlik müdürü hakkında kararını verdi.

8.       Velhâsıl; İngiltere'nin telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı güvenlik müdürü konularını karıştırmasından sonra, Amerika'nın, Suriye'nin ve Muhâlefet'in tepkilerinin, bilhassa Amerika'nın seçim propagandalarının doruğu ile meşgul iken... sıcak maddî tepkiler olmayacağı, sonra bu sorunun Ordu'yu Muhâlefet ile karşı karşıya getireceği, sonra da çözümün, Fransa'nın, İngiltere'nin ve Hükümet yanlılarının kayda değer bir pay alabilecekleri bir uzlaşma şeklinde olacağı itibarıyla bu hususta Fransa'yı ağır ağır yanına çekmeye başladı.

9.       Fransa ve İngiltere, hesaplarında yanıldılar. Zîra Amerika, Suriye ve Muhâlefet, sayıca ve teçhizatça güçlü hatlara sahiptir ve hikmetli bir siyâsî bilir ki tepkiler, asla ne centilmence rekâbet düzeyinde kalır, ne de sıcak siyâsî çatışma düzeyinde kalır, bilakis sıcak maddî çatışmaya dek varır. Dolayısıyla İngiltere'nin bunun farkında olması uzak değildir. Bununla birlikte râcih olan onun; Fransa, Amerika ve uşakları arasında kağıtların yeniden karılması için ortamı dağıttığıdır.

10.     Şimdi beklenen ise şudur: bu olaylar uzlaşma ile çözülecektir, ancak daha râcih olan bunun, Amerika, Suriye ve Muhâlefet lehine olacağı, bunların kefesi ağır basarken, Avrupa ile Lübnan'daki Hükümet yanlıları kefesinin azalacağıdır. Yine bu çözümlerin, ister et-Tâif Anlaşması'nın isim ve içerik olarak... şekil ve kapsam olarak değiştirilmesi şekilde, isterse ilk ismi ile bağı korunarak ismi bırakılsa bile, -et-Tâif 2 gibi- içeriğinin değiştirilmesi şeklinde yeni bir Tâif ortaya çıkarması da uzak değildir.

11.     İşte bütün bunlardan dolayı, Lübnan'ın yeni bir merhaleye girdiği sözünün güçlü bir doğruluk yönü vardır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Başbakan, Kâfirin Dergisinde İslâm Aleyhine Konuşuyor

Başbakan Recep Erdoğan, AKP'nin Anayasa Mahkemesi'ne ön savunmasını sunduğu günün sabahı, Newsweek Dergisi'ne bir demeç verdi. Demecin özet metninde bilinen bazı ibretlik gerçekleri biraz daha açık ifadelerle tekrar dile getirdi.

Başbakan demecinde; İslâm ile modernitenin bir arada bulunup bulunamayacağına ilişkin soruya verdiği cevapta, Türkiye'nin kimsenin inanamadığı bir başarı kaydettiğini ve bu başarının, "İslâm, demokrasi, laiklik ve modernite arasında bir denge" kurmak olduğunu söyledi. Oysa İslâm; akîdesi, ahkâmı ve nizamları ile eşsiz ve özeldir, hiçbir eksiği bulunmayan mükemmel bir yapıdadır. Varlığının temel karakteri olan mutlak doğruluk ve mükemmellik gereğince, kendisi hâricindeki tüm fikirleri, mefhumları, hükümleri, inançları ve nizamları keskin bir şekilde reddeder. Dolayısıyla demokrasi ve laiklik (dinsizlik) gibi küfür fikirleri ile bağdaştırılmayı, uyumlaştırılmayı, karşılaştırılmayı ve kendisi ile diğerleri arasında denge kurulmasını asla kabul etmez. Modernite konusunda ise, bunun mubah dâiresinde kalmak ve kendisine asla çelişmemek şartlarıyla izin verir. Bunun için Başbakan'ın bahsettiği bu denge, saçmalıktır ve İslâm ile alâkası yoktur. İslâm'ın değil, İslâm'ı ılımlılaştırmaya uğraşan Kâfir Batı'nın çıkarınadır.

Yine Başbakan, kendilerinin Batı'da daima "din kökenli" bir parti olarak tasvir edildiğini, oysa AKP'nin, "yalnızca dindar muhâfazakâr insanların değil, sıradan Türklerin partisi" olduğunu, bu haliyle Türkiye'nin, demokrasisi ile İslâm Âlemi'nin kalanı için bir ilham kaynağı olduğunu söylemektedir. Oysa İslâm'a dayalı olmayan tüm partiler küfür partileridir. Bu da Başbakan'ın, partisini gerçek vasfı ile bir küfür partisi olarak itiraf ettiği anlamına gelmektedir. Dünyada ilk kez iktidar partisine kapatma davası açılan demokrasisi ile mi Türkiye, İslâm Âlemi'ne ilham kaynağı olmaktadır, sorusuna yanıt vermesi gereken Erdoğan, bu söylemin kendisine değil, Amerika'daki politika üreticilerden aldığı ilhama dayalı olduğunu itiraf etme cüretini ise gösterememiştir. İslâm Âlemi'ne dayatılmak istenen demokrasinin gerçek yüzünü görmek isteyenler, bunu İslâm Âlemi'nin kanayan her bir yarasında açıkça görebilmektedir.

İslâm hakkında yeniden düşünülmesine yaptığı çağrı hakkındaki soruya ise, politikacılar olarak bu tartışmaya girmeye hakları olmadığını, ancak kadının toplumdaki yeri hakkında konuşabileceklerini, meselâ Türkiye'de kadının siyâsî hayatta aktif bir parça olabilmesinin en iyi yolunun AKP olduğunu, çünkü en çok kadın milletvekiline kendilerinin sahip olduğunu söyleyerek cevap veriyordu. Oysa İslâm, kadının toplumdaki yerini, İslâm'dan uzak politikacıların asla ağızlarına alamayacakları netlikte açıklığa kavuşturmuş, kadının yönetim işlerini üstlenmesini haram kılmıştır.

Hayatı boyunca Türkiye'de dînî tutumlarda yaşanan değişiklikler hakkında sorulan soruya da, dînin hükümlerinin aynı kaldığını, ancak insanların dîne yönelik tutumlarında değişiklik meydana geldiğini, ülkelerin medenîleşmesinin beraberinde artan bir servet ve farklı bir hayat anlayışı getirdiğini, oysa insanların geçmişte alternatifleri bulunmadığını, kendilerinin gayri-müslimler için de özgürlükler tanıdığını, meselâ inşa yönetmeliğine "mescit" yerine "ibadethane" ifadesini koyduklarını, Van'daki Ermeni kilisesi için devletin parasından verdiklerini ve dînî vakıfların (devlet tarafından el konulmuş mülklerini geri almalarına) yardım edecek şekilde yasa değişikliği yaptıklarını söylemiştir. Oysa sorulan soru ile verilen cevap arasında çelişki vardır. Başbakan bu soruya, başında bulunduğu Laik (Dinsiz) devletin İslâm'a bakışı ve muâmelesi, İslâm'ın hükümlerinin uygulanması ve uygulanmasına çağıranlara zulmü açısından yaklaşmalı, özel olarak başörtüsü, Kur'ân kursları ve benzeri bâriz yasakları dile getirmeliyken, belki de Kâfirlere yaranmak ve dînlerinin güvencesi hakkında mutmain kılmak için aslî mecranın dışına çıkmakta bir beis görmemektedir.

Türkiye'nin, kısa süre önce Suriye ile Yahudi varlığı arasındaki müzâkereleri kolaylaştırmadaki rolü hakkındaki soruya ise, politikalarının "düşman kazanmak değil, dost kazanmak" olduğunu, hem Suriye hem de Yahudi varlığı ile iyi ilişkilerinden dolayı her iki taraftan da kendilerine talep geldiğini... kendileri için önemli olanın Ortadoğu'da barışa zemin hazırlamak olduğunu söyleyerek cevap verdi. Hatta bir diğer soruya verdiği cevapta, barışa yönelik en büyük umudunun, -Gazze'de mâsum sivillerin katledildiğini kendi diliyle hatırlattığı halde- Yahudi varlığının Batı Şeria'da aşırı güç kullanımını durdurmuş olması olduğunu söyledi. Oysa Yahudi varlığının gaspını, katliamlarını, zulümlerini, iki yüzlülüğünü ve sözünden dönüşlerini kendisi herkesten daha iyi bilir. Yine de "barış istiyoruz, dost kazanmak istiyoruz" gibi içi boş söylemlerle bu utanç verici tutumunu haklı göstermeye çalışması karşısında, Rabbimiz [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu kavlini hatırlatmaktan başka bir şey söylemek istemiyoruz:

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ  "Allah her kimin gönlünü İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nûr üzere olmaz mı hiç? Artık Allah'ın zikri (İslâm) hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler." [ez-Zumer 22]

Devamını oku...

Şer'î Hükümler ile Kayıtlı Olmanın Değerini Düşürmek, Siyâsî Çalışmadaki Kokuşmuşluğun Temelidir

  • Kategori Sudan
  •   |  

Seçim zamanın yaklaşmasıyla birlikte partiler, muttakîler için hazırlanmış genişliği semâvât ve arz kadar olan Cennet'e karşılık elde edilecek üç beş dirhem yahut geçici bir çıkar yahut dünyalık pahasına vicdanların, kıymetlerin, hatta daha kıymetli şeylerin satıldığı köle pazarları kurmak amacıyla cemaatleri, kabîleleri ve şahısları kazanmak için yoğun bir sürece girmektedirler. Böylece onların bu siyâsî çalışmaları, amellerin en düşüğü haline gelmektedir.

Bu da siyâsî çalışmanın, amellerin en üstünü ve en büyüğü olduğu halde gerçekleşmektedir; çünkü siyâsî çalışma, Nebîlerin, Rasullerin ve Râşid Hâlifelerin amelidir. Nitekim Muslim, Sahîh'inde Ebu Hazm'dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

قَاعَدْتُ أَبَا هُرَيْرَةَ خَمْسَ سِنِينَ. فَسَمِعْتُهُ يُحَدّثُ عَنِ النّبِيّ صلى الله عليه وسلم قَالَ: (كَانَتْ بَنُو إسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الأَنْبِيَاءُ، كُلّمَا هَلَكَ نَبِيّ خَلَفَهُ نَبِيّ، وَإنّهُ لاَ نَبِيّ بَعْدِي. وَسَتَكُونُ خُلَفَاءُ فَتَكْثُرُ" قَالُوا: فَمَا تَأْمُرُنَا؟ قَالَ: "فُوا بِبَيْعَةِ الأَوّلِ فَالأَوّلِ. وَأَعْطُوهُمْ حَقّهُمْ. فَإنّ اللّهَ سَائِلُهُمْ عَمّا اسْتَرْعَاهُمْ) Ebâ Hurayra ile beş sene oturdum. O'nu, Nebî SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem'in şöyle dediğini tahdis (hadis olarak rivâyet) ederken işittim: "İsrâiloğulları, Nebîler tarafından siyâset ediliyordu (yönetiliyordu). Bir Nebî vefât edince, bir diğeri ona halef oluyordu. Artık Benden sonra Nebî yoktur. Halîfeler olacak da çoğalacaklardır." Dediler ki: "Öyleyse bize ne emredersiniz?" Dedi ki: "Önceki ilk bey'atinize sadâkat gösterin ve haklarını onlara verin. Muhakkak ki Allah, yönettikleri hakkında (ne yaptıklarını) onlara soracaktır."

Siyâsî çalışma, insanların işlerini gözetmek anlamındaki siyâset ile ilişkili olmasından ötürü amellerin en üstünüdür. Çünkü bu, insanı, kendisini önemseme düzeyinden başkalarını da önemseme düzeyine yükseltir. Dolayısıyla Ümmet ancak ve sadece böylesi bir yükseliş ile çöküntüden kurtulur ve gafletten uyanır ki böylece, gözlerden ırak bir halde iken süratle bir lider ve kılavuz haline gelir.

Siyâsî çalışmada yaşanan çöküntünün tek bir sebebi vardır; fertler ve topluluklar halinde şer'î hükümler ile kayıtlı olmanın kıymetini hayatımızdan düşürmemizdir. Bu da genel anlamda fertlerin ve toplulukların, şer'î hükümlere bağlanma meselesini ihmâl etmeleri şeklinde tezâhür etmektedir. O kadar ki egemen kamuoyu, şer'î hükümlere hiçbir kıymet vermez hale geldi. Çünkü artık fertlerin ve toplulukların ölçüsü, İslâm olmaktan, helâl ve harâm olmaktan çıktı. Bilakis artık ölçü; Kâfir Batı'nın ölçüsü olan menfaatçilik oldu. Menfaat olsun da helâl mi olsun, harâm mı olsun, kimse itibar etmez oldu. O nedenle görürsünüz ki fertler, falanca yahut filanca partinin faaliyetlerine katılırlar, ancak bu katılım, o partinin üzerine oturduğu fikri etüt ederek ulaşılacak gerçeği araştırmaya dayalı bir katılım olmaz, aksine fikri ve dâveti bâtıl olsa bile, sırf maddî çıkarlarını hangi partinin gerçekleştireceğini araştırmaya dayalı olur.

Partilerin ve kitlelerin durumu da insanların durumundan farklı değildir. Bilhassa bunlar, cemiyetçilik, yani ölçüleri fikir değil menfaatçilik, hatta bakanlık arayışı veya bakan olmak üzere maddî çıkarlarını gerçekleştirmek olan fertlerin bir araya toplanması esâsı üzerine ortaya çıkmışlardır. Sonra bunlar yönetim konumuna ulaşırlar ve oylarını aldıkları insanlara her tür zulmü ve kötülüğü revâ görürler. Nitekim onlar, ellerine geçirdikleri ülke servetlerini, fert ve topluluk olarak bâtılı destekleyen ve Allah katında bir sineği kanadı kadar değeri olmayan maddî çıkarlarını gerçekleştiren bir ganimet bilirler, sıradan halk yığınlarının heder edildiği bu köle pazarında ceplerini dolduran bir yağma görürler. Böylelikle MaâzAllah Cehennem'e giden yolu hazırlarlar.

Ey Müslümanlar! Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın bizi şereflendirdiği ölçü, kesinlikle menfaatçilik değildir, bilakis ancak ve sadece helâl ve harâmdır. O halde helâl ve harâm sınırında durmak gerekir. Helâl yapılır, -hayat için gerekli dahi olsa- harâmdan kaçınılır. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُّبِينًا  "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettikleri zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." [el-Ahzâb 36] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "Rasul size neyi getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan kaçının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." [el-Haşr 7] Bunların dışında daha pek çok delil vardır.

Muhakkak ki şer'î hükümler ile mukayyet olmak, hayatın esâsıdır, îmânın semeresidir. İşte bu esâsa göre hayatın gidişâtı disipline edilmelidir. Çünkü şer'î hükümler ile mukayyet olmak, hem Müslümanın seciyelerinden bir seciyedir, hem de hayatımızın yegâne hâkimi olmalıdır. Tâ ki Allah Subhânehu'nın ihlâslı kulları olabilelim, eylem ve söylem bazında yaşamımızı helâl ve harâm ile düzenleyebilelim ve fertlerden, topluluklardan ve partilerden yönetenleri ve yönetilenleri bu esâs üzere muhâsebe edebilelim.

Ey Müslümanlar! Allah [Subhânehu ve Te'alâ], üzerimize farz kıldığı şer'î çalışmayı yapabilmemizin yolunu göstermiş, belirli şer'î vasıflara sahip partiler ve kitleler içerisinde yer almamızın farziyetine işâret etmek üzere bunu, "kurtuluş" lafzı ile karîne haline getirip kat'î bir emir olarak emretmiştir. Allah [Azze ve Celle] şöyle buyurmuştur:  وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ "Aranızda, Hayr'a [İslam'a] dâvet eden, ma'rufu emreden ve münkerden nehyeden bir ümmet [siyâsî hizb] bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir!" [Âl-i ‘İmrân 104]

Bu âyet-il kerîmede Allah [Subhânehu ve Te'alâ] kat'î bir emir olarak, Müslümanlara içlerinden bir ümmet, yani bir cemaat çıkarmalarını emretmiştir. Cemaat ise, aynı maksat üzere bir araya gelmelerinden ötürü "ümmet" olarak tanımlanmıştır ki bu açıkça Hizb'e (siyâsî partiye) delâlet eder. Nitekim Lisân-ul Arab'da şöyle geçer: "Hizb, insanlardan bir sınıftır. Yine bir adamın askerleri ve adamlarıdır. Bir adamın hizbi ise onu görüşü üzerinde olan dostlarıdır." Istılahta ise Hizb; "fertlerinin îmân ettiği ve vâkıada ortaya çıkarmak istediği küllî yahut cüz'î bir fikir üzere kurulan kitleleşme yahut cemaatleşmedir." Buradan görülür ki bir hizbin esâsı fikir olmalıdır. O nedenle mezkur âyette Müslümanlardan talep edilen, İslâm fikri, yani hayra (İslâm'a) dâvet ve emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i an'il munker fikri üzere kitleleşmedir.

İslâm, hayat vâkıasında tatbîk ve tenfiz konumundan düşürüldüğüne göre, böylesi bir kitleleşmenin en öncelikli meselesi; Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatın yeniden başlatılması yönünde çalışmak suretiyle, İslâm'ı hayat vâkıasında yeniden ortaya çıkarmak olmalıdır. Yine âyette geçtiği gibi, bir veya birden fazla hizbin kurulması emri, bir farzı, yani İslâm'a dâvet ve emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i an'il munker farzını yerine getirmek için olduğuna ve bilhassa yalnızca bu farzı yerine getirenlere hasredilmiş "kurtuluş" kelimesi ile karîne haline getirildiğine göre, böylesi bir çalışma yürüten bir hizb ile birlikte çalışmak da farz olur.

Ey Müslümanlar! İslâm fikri esâsına dayanmayıp laiklik, bölgecilik, kabîlecilik, milliyetçilik ve vatancılık gibi küfür fikirlerini esas alan tüm partileri kaldırıp atmak üzerinize farzdır. Çünkü bu partiler, ne İslâm meselesini gerçekleştirmek için çalışırlar, ne de ma'rûfu emredip munkerden nehyederler. Üstelik bu partiler ile birlikte çalışmak, İslâm'ın hayat vâkıasında ortaya çıkarmak için çalışmamanın günâhını da boyunlarınızdan düşürmez. Nitekim Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli ile sakındırdığı işte bu günahtır:  مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ لَقِيَ اللَّهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لا حُجَّةَ لَهُ وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً "Her kim itaatten elini çekerse, Kıyâmet Günü'nde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allahu Te'alâ'nın karşısına çıkar. Her kim de boynunda bey'at olmadan ölürse câhiliye ölümü ile ölmüş olur."

Dolayısıyla bu tür partilere katılmak, harâmdır, günahtır ve Allah'a isyandır. Şu halde hepimize düşen; Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vaadi ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesi olan Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatı yeniden başlatmak için çalışanlar ile birlikte çalışmaktır. Muhakkak ki hem kurtuluş ve izzet, hem de dünyanın ve Âhiretin hayrı ve saadeti ancak bundadır.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER