Cuma, 17 Recep 1446 | 2025/01/17
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Mevcut Siyâsî Krizden Kurtulmanın Yolu, Sömürgecileri Kovmak ve Hilâfet'i Kurmaktır

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, bugün "Mevcut Siyâsî Kriz - Belirsizlik Karşısında Bangladeş" başlıklı bir yuvarlak-masa tartışması düzenledi. Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü Muhyiddîn Ahmed tarafından açılış konuşması yapılan toplantıyı, Resmî Sözcü Yardımcısı Kâzi Murşid-ul Hakki yönetti. Toplantıya katılan dâvetli konuklar arasında; Eski Dışişleri Bakanı ve Begüm Hâlide Ziyâ başkanlığındaki Bangladeş Milliyetçi Partisi Danışmanı, Emekli Tuğgeneral A. S. H. Hannan Şâh, Ulusal Demokratik Parti Başkanı Şâfi-ul Ulûm, Günlük Inqilab Gazetesi Müşterek Editörü Mubeyd-ur Rahmân, Günlük Amar Deş Gazetesi eski Editörü Emânullah Kebir, Bangladeş Milliyetçi Partisi eski Milletvekili Emekli Binbaşı Ahtar-uz Zemân, ünlü Köşe Yazarı Sâdık Hân, Müslüman Birliği Genel Sekreteri Kâzi Ebu'l Hayr, Hilâfet Hareketi Genel Sekreteri Mevlânâ Caferullah Hân, İslâmî Anayasa Hareketi Eş Sekreteri Mevlânâ Himâyet-ud Dîn, Günlük Inqilab Gazetesi Müşterek Editörü Mehdi Hasen Polaş ve İslâmî Birlik Hareketi Dakka Genel Sekreteri Mustafa Tarîk-ul İslâm vardı.

Muhyiddîn Ahmed konuşmasında, Fahruddîn Ahmed Hükümeti'nin 11 Ocak sonrası gündeminin de-politizasyon (siyâsîleştirmeme) ve de-İslamizasyon (İslâmîleştirmeme) haline geldiğini söyledi. Gün ışığı kadar açıktır ki 11 Ocak herhangi bir siyâsî ilerlemeyi yıkmak ve İslâm'ı bu ülkeden silmek için tezgâhlanmıştı ki ülkenin siyâseti ve ekonomisi üzerindeki Sömürgeci kontrol, herhangi bir etkin siyâsî direniş ile karşı karşıya kalmasın. Herkes 11 Ocak sırasında dış güçlerin hareketlerini hatırlar. O zamanki Amerikan Büyükelçisi Patricia Butenis ve İngiliz Büyükelçisi Enver Çavduri, 11 Ocak'ın hemen öncesinde siyâsî partiler, hükümet yetkilileri ve bilhassa Genelkurmay Başkanı Muîn U. Ahmed dâhil üst düzey ordu yetkilileri ile düzenli görüşmeler yapıyordu. Kezâ şimdi de yabancı güçlerin temsilcilerinin ülkenin işlerine nasıl pervasızca müdahale ettiklerine ve yabancı yetkililere, bilhassa İngilizlere ve Amerikalılara yapılan ziyâretlere şahit oluyoruz. Ülke halkı için büyük endişe kaynağı olan mesele ise Dünya Bankası eski yetkili Fahruddîn Ahmed'in hem küresel Sömürgeci Amerika ve İngiltere'nin, hem de bölgesel zorba Hindistan'ın dayatmalarına teslimiyetinin sorgulanamaz olmasıdır. Muhyiddîn Ahmed, ülke halkının siyâseten bilinçli ve İslâm'a karşı duyarlı hassasiyete sahip olduğunu vurguladı. O nedenle Sömürgecilerin de-politizasyon ve de-İslamizasyon projesi başarısızlığa mahkumdur. Yine geçen 37 yıldan beri halkın hem askerî yönetime, hem de sözde demokratik yönetime şahit olduğunu, her iki yönetim biçiminin de halka hiçbir hayır getirmediğini söyledi. Ülkenin karşı karşıya olduğu süregelen siyâsî belirsizliğe dönük ortaya atılan ulusal hükümet, seçilmiş hükümet, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında güç dengesi, millî güvenlik hükümet kurulması gibi çözümler, demokrasi ile askerî yönetim arasındaki değiş-tokuş türlerinden başka bir şey değildir. Hizb-ut Tahrir / Bangladeş insanları; a) yabancı müdâhaleye karşı koymaya, b) askerî yönetim gibi sözde demokratik yönetimi de reddetmeye, c) Kur'ân ve Sünnet gereğince Hilâfet'i kurmaya dâvet eder.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Lübnan'daki çatışmanın yeni bir merhaleye girdiği sözü doğru mudur? Şayet bu doğruysa, o zaman Lübnan "oyununun" şartlarında değişen nedir ki yeni bir merhaleye başlamıştır?

 

Cevap: Lübnan'ın yeni bir merhaleye girdiği sözünün güçlü bir doğruluk yönü vardır. Görüntünün tümüyle netleşmesi için meseleyi başından ele almalıyız:

1.       Amerika, et-Tâif Anlaşması'ndan el-Harîrî suikastına kadar Lübnan'da nüfûz sahibi idi ve Suriye, Amerika'nın izniyle Lübnan'a Suriye Ordusu'nun girmesinden beri Lübnan'da Amerikan nüfûzunu korumuştu.

2.       el-Harîrî suikastından sonra Chirac Fransası bu olayda, Lübnan'a nüfûzunu döndürmeyi umduğu altın bir fırsat gördü. Zîra Chirac olayları kızıştırdı, Lübnan'daki uşaklarını harekete geçirdi ve kamuoyunu Amerika, Suriye ve uşakları aleyhine kışkırtmada öylesine başarılı oldu ki Amerika, Suriye Ordusu'nun Lübnan'dan çıkarılmasına muvâfakat etti, sonra Suriye de bunu infâz etti.

Bir yanda Amerika, Suriye ve uşakları, öte yanda Fransa ve uşakları arasındaki siyâsî çatışma sıcak bir şekilde devam etti. İngiltere ve Lübnan'daki uşakları ise, Amerika'ya alenen değil de perde arkasından düşmanlık beslemeye dayalı İngiliz siyâseti gereğince, perde arkasından Fransa'yı destekledi.

3.       Bu durum, seçim kampanyası esnasında açıkladığı gibi, Amerikan yönetimine sadâkati ile meşhur Sarkozy'nin Fransa'da iktidâra gelmesine dek böyle devam etti. Bu nedenle Amerika ile Chirac Fransası arasındaki çatışma sona erdi ve yerini, Amerika ve uşakları ile Fransa ve uşakları arasındaki centilmence bir rekâbete bıraktı. Sarkozy, Fransız çıkarlarını itibara alan Lübnan'a yönelik bir çözüm ekseninde Amerika ile bir "karşılıklı anlayışa" varılabileceğini umdu. Nitekim Sarkozy Fransası, Lübnan'a gidip gelmede aktif davranıp çözüm için yoğun uğraşlar verdi.

4.       Dolayısıyla beklenti, çözüme ulaşılması yönündeydi. Ancak bunu engelleyen İngiltere ve Lübnan'daki uşaklarının rızâ göstermemesi idi. Zîra o, çözümün yalnızca Amerika ile Fransa arasında paylaşılmasına ve olayların dışına itilmeye râzı olmuyordu. Siyâsî dehâsı ile karakterize olmasından dolayı, her ne zaman herhangi bir çözüme yaklaşılsa Lübnan'daki adamları fırtına koparıyorlardı. Lâkin bu, her iki tarafa da tesir etmiyordu, ne Fransa ve Hükümet'e, ne de Amerika, Suriye ve Muhâlefete. Bundan ötürü centilmence rekâbet sürdü; sıcak maddî çatışmaya varması şöyle dursun, sıcak siyâsî çatışmayı bile tırmandırmaksızın, bazen falancanın kabarmasına, bazen filancanın kabarmasına, sonra filancanın dinmesine, sonra falancanın dinmesine neden oluyordu.

5.       Amerika, Fransa ve Lübnan'daki uşaklarının centilmenlik yarışına ve İngiltere ile adamlarının da "velveleye" devam ettiği, fakat ne Fransa ile Amerika arasındaki ilişkinin gerildiği, ne de İngiltere'nin bu iki takım arasındaki centilmenlik "oyununu" bozmada başarılı olduğu bu durum; Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown'ın, Amerikan mortgage şirketlerinin batmasından dolayı Avrupa bankalarının ve şirketlerinin muazzam alacaklarının yok olmasına yol açan Amerikan mortgage şirketleri krizi üzerine 27.03.2008 tarihindeki görüşmesine kadar böyle sürdü.

Görünen o ki İngiltere, hem kendi siyâsî kurnazlığı, hem de Sarkozy'nin siyâsî sığlığı sayesinde, Amerikan mortgage şirketleri krizi neticesi Avrupa bankalarının ve şirketlerinin işini bitiren muazzam zararlar konusunda Sarkozy'yi Amerika'ya karşı "dolduruşa getirmeyi" başardı ve bu da Lübnan'daki alâkaya yansıdı. Bilhassa Fransa, Lübnan "pastasından" Fransa'ya küçük bir parçayı bile revâ görmeyecek şekilde Lübnan'a Amerikan nüfûzunu bütünüyle geri döndürmek üzere şartların olgunlaşması için Amerika'nın çözümler hususunda ağırdan aldığını mülâhaza etti.

İşte o tarihten itibaren görüldü ki hem Amerikan-Fransız alâkası Lübnan'da centilmence rekâbetin dışına çıktı, hem de İngiltere'nin işleri, Fransa'nın Hükümet içerisindeki adamlarının umursamadığı sırf "velveleler" ile kalmaz hale geldi. Hükümet, Velid Canpolat (ve diğerlerinin) velvelelerini, Hükümet'in siyâsetine ve kararlarına etki etmeyecek şekilde ölçülü olarak dikkate alıyorken, birden bire görüntü değişti ve bunları ciddiye alır oldu.

6.       2008 yılı Nisan ayı boyunca, telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı kameraları meselesini, ısınmayı kaynamaya çevirme zamanını belirleme hazırlığına yönelik bir yol olarak tuttu. Tâ ki Canpolat'ın basın toplantısına ve orada telekomünikasyon şebekesi, havaalanındaki kameralar ve havaalanı güvenlik müdürü konularını kışkırtıncaya kadar...

7.       Hükümet, Canpolat'ın "kışkırtmasını" daha önce olduğu gibi kararlarına etki etmeyen mücerret "velveleler" şeklinde ele almak yerine, İngiltere-Fransa yakınlaşması sebebiyle bu kez icâbet etti. Nitekim Hükümet toplanıp mezkur şebeke, kameralar ve güvenlik müdürü hakkında kararını verdi.

8.       Velhâsıl; İngiltere'nin telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı güvenlik müdürü konularını karıştırmasından sonra, Amerika'nın, Suriye'nin ve Muhâlefet'in tepkilerinin, bilhassa Amerika'nın seçim propagandalarının doruğu ile meşgul iken... sıcak maddî tepkiler olmayacağı, sonra bu sorunun Ordu'yu Muhâlefet ile karşı karşıya getireceği, sonra da çözümün, Fransa'nın, İngiltere'nin ve Hükümet yanlılarının kayda değer bir pay alabilecekleri bir uzlaşma şeklinde olacağı itibarıyla bu hususta Fransa'yı ağır ağır yanına çekmeye başladı.

9.       Fransa ve İngiltere, hesaplarında yanıldılar. Zîra Amerika, Suriye ve Muhâlefet, sayıca ve teçhizatça güçlü hatlara sahiptir ve hikmetli bir siyâsî bilir ki tepkiler, asla ne centilmence rekâbet düzeyinde kalır, ne de sıcak siyâsî çatışma düzeyinde kalır, bilakis sıcak maddî çatışmaya dek varır. Dolayısıyla İngiltere'nin bunun farkında olması uzak değildir. Bununla birlikte râcih olan onun; Fransa, Amerika ve uşakları arasında kağıtların yeniden karılması için ortamı dağıttığıdır.

10.     Şimdi beklenen ise şudur: bu olaylar uzlaşma ile çözülecektir, ancak daha râcih olan bunun, Amerika, Suriye ve Muhâlefet lehine olacağı, bunların kefesi ağır basarken, Avrupa ile Lübnan'daki Hükümet yanlıları kefesinin azalacağıdır. Yine bu çözümlerin, ister et-Tâif Anlaşması'nın isim ve içerik olarak... şekil ve kapsam olarak değiştirilmesi şekilde, isterse ilk ismi ile bağı korunarak ismi bırakılsa bile, -et-Tâif 2 gibi- içeriğinin değiştirilmesi şeklinde yeni bir Tâif ortaya çıkarması da uzak değildir.

11.     İşte bütün bunlardan dolayı, Lübnan'ın yeni bir merhaleye girdiği sözünün güçlü bir doğruluk yönü vardır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Başbakan, Kâfirin Dergisinde İslâm Aleyhine Konuşuyor

Başbakan Recep Erdoğan, AKP'nin Anayasa Mahkemesi'ne ön savunmasını sunduğu günün sabahı, Newsweek Dergisi'ne bir demeç verdi. Demecin özet metninde bilinen bazı ibretlik gerçekleri biraz daha açık ifadelerle tekrar dile getirdi.

Başbakan demecinde; İslâm ile modernitenin bir arada bulunup bulunamayacağına ilişkin soruya verdiği cevapta, Türkiye'nin kimsenin inanamadığı bir başarı kaydettiğini ve bu başarının, "İslâm, demokrasi, laiklik ve modernite arasında bir denge" kurmak olduğunu söyledi. Oysa İslâm; akîdesi, ahkâmı ve nizamları ile eşsiz ve özeldir, hiçbir eksiği bulunmayan mükemmel bir yapıdadır. Varlığının temel karakteri olan mutlak doğruluk ve mükemmellik gereğince, kendisi hâricindeki tüm fikirleri, mefhumları, hükümleri, inançları ve nizamları keskin bir şekilde reddeder. Dolayısıyla demokrasi ve laiklik (dinsizlik) gibi küfür fikirleri ile bağdaştırılmayı, uyumlaştırılmayı, karşılaştırılmayı ve kendisi ile diğerleri arasında denge kurulmasını asla kabul etmez. Modernite konusunda ise, bunun mubah dâiresinde kalmak ve kendisine asla çelişmemek şartlarıyla izin verir. Bunun için Başbakan'ın bahsettiği bu denge, saçmalıktır ve İslâm ile alâkası yoktur. İslâm'ın değil, İslâm'ı ılımlılaştırmaya uğraşan Kâfir Batı'nın çıkarınadır.

Yine Başbakan, kendilerinin Batı'da daima "din kökenli" bir parti olarak tasvir edildiğini, oysa AKP'nin, "yalnızca dindar muhâfazakâr insanların değil, sıradan Türklerin partisi" olduğunu, bu haliyle Türkiye'nin, demokrasisi ile İslâm Âlemi'nin kalanı için bir ilham kaynağı olduğunu söylemektedir. Oysa İslâm'a dayalı olmayan tüm partiler küfür partileridir. Bu da Başbakan'ın, partisini gerçek vasfı ile bir küfür partisi olarak itiraf ettiği anlamına gelmektedir. Dünyada ilk kez iktidar partisine kapatma davası açılan demokrasisi ile mi Türkiye, İslâm Âlemi'ne ilham kaynağı olmaktadır, sorusuna yanıt vermesi gereken Erdoğan, bu söylemin kendisine değil, Amerika'daki politika üreticilerden aldığı ilhama dayalı olduğunu itiraf etme cüretini ise gösterememiştir. İslâm Âlemi'ne dayatılmak istenen demokrasinin gerçek yüzünü görmek isteyenler, bunu İslâm Âlemi'nin kanayan her bir yarasında açıkça görebilmektedir.

İslâm hakkında yeniden düşünülmesine yaptığı çağrı hakkındaki soruya ise, politikacılar olarak bu tartışmaya girmeye hakları olmadığını, ancak kadının toplumdaki yeri hakkında konuşabileceklerini, meselâ Türkiye'de kadının siyâsî hayatta aktif bir parça olabilmesinin en iyi yolunun AKP olduğunu, çünkü en çok kadın milletvekiline kendilerinin sahip olduğunu söyleyerek cevap veriyordu. Oysa İslâm, kadının toplumdaki yerini, İslâm'dan uzak politikacıların asla ağızlarına alamayacakları netlikte açıklığa kavuşturmuş, kadının yönetim işlerini üstlenmesini haram kılmıştır.

Hayatı boyunca Türkiye'de dînî tutumlarda yaşanan değişiklikler hakkında sorulan soruya da, dînin hükümlerinin aynı kaldığını, ancak insanların dîne yönelik tutumlarında değişiklik meydana geldiğini, ülkelerin medenîleşmesinin beraberinde artan bir servet ve farklı bir hayat anlayışı getirdiğini, oysa insanların geçmişte alternatifleri bulunmadığını, kendilerinin gayri-müslimler için de özgürlükler tanıdığını, meselâ inşa yönetmeliğine "mescit" yerine "ibadethane" ifadesini koyduklarını, Van'daki Ermeni kilisesi için devletin parasından verdiklerini ve dînî vakıfların (devlet tarafından el konulmuş mülklerini geri almalarına) yardım edecek şekilde yasa değişikliği yaptıklarını söylemiştir. Oysa sorulan soru ile verilen cevap arasında çelişki vardır. Başbakan bu soruya, başında bulunduğu Laik (Dinsiz) devletin İslâm'a bakışı ve muâmelesi, İslâm'ın hükümlerinin uygulanması ve uygulanmasına çağıranlara zulmü açısından yaklaşmalı, özel olarak başörtüsü, Kur'ân kursları ve benzeri bâriz yasakları dile getirmeliyken, belki de Kâfirlere yaranmak ve dînlerinin güvencesi hakkında mutmain kılmak için aslî mecranın dışına çıkmakta bir beis görmemektedir.

Türkiye'nin, kısa süre önce Suriye ile Yahudi varlığı arasındaki müzâkereleri kolaylaştırmadaki rolü hakkındaki soruya ise, politikalarının "düşman kazanmak değil, dost kazanmak" olduğunu, hem Suriye hem de Yahudi varlığı ile iyi ilişkilerinden dolayı her iki taraftan da kendilerine talep geldiğini... kendileri için önemli olanın Ortadoğu'da barışa zemin hazırlamak olduğunu söyleyerek cevap verdi. Hatta bir diğer soruya verdiği cevapta, barışa yönelik en büyük umudunun, -Gazze'de mâsum sivillerin katledildiğini kendi diliyle hatırlattığı halde- Yahudi varlığının Batı Şeria'da aşırı güç kullanımını durdurmuş olması olduğunu söyledi. Oysa Yahudi varlığının gaspını, katliamlarını, zulümlerini, iki yüzlülüğünü ve sözünden dönüşlerini kendisi herkesten daha iyi bilir. Yine de "barış istiyoruz, dost kazanmak istiyoruz" gibi içi boş söylemlerle bu utanç verici tutumunu haklı göstermeye çalışması karşısında, Rabbimiz [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu kavlini hatırlatmaktan başka bir şey söylemek istemiyoruz:

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ  "Allah her kimin gönlünü İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nûr üzere olmaz mı hiç? Artık Allah'ın zikri (İslâm) hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler." [ez-Zumer 22]

Devamını oku...

Şer'î Hükümler ile Kayıtlı Olmanın Değerini Düşürmek, Siyâsî Çalışmadaki Kokuşmuşluğun Temelidir

  • Kategori Sudan
  •   |  

Seçim zamanın yaklaşmasıyla birlikte partiler, muttakîler için hazırlanmış genişliği semâvât ve arz kadar olan Cennet'e karşılık elde edilecek üç beş dirhem yahut geçici bir çıkar yahut dünyalık pahasına vicdanların, kıymetlerin, hatta daha kıymetli şeylerin satıldığı köle pazarları kurmak amacıyla cemaatleri, kabîleleri ve şahısları kazanmak için yoğun bir sürece girmektedirler. Böylece onların bu siyâsî çalışmaları, amellerin en düşüğü haline gelmektedir.

Bu da siyâsî çalışmanın, amellerin en üstünü ve en büyüğü olduğu halde gerçekleşmektedir; çünkü siyâsî çalışma, Nebîlerin, Rasullerin ve Râşid Hâlifelerin amelidir. Nitekim Muslim, Sahîh'inde Ebu Hazm'dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

قَاعَدْتُ أَبَا هُرَيْرَةَ خَمْسَ سِنِينَ. فَسَمِعْتُهُ يُحَدّثُ عَنِ النّبِيّ صلى الله عليه وسلم قَالَ: (كَانَتْ بَنُو إسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الأَنْبِيَاءُ، كُلّمَا هَلَكَ نَبِيّ خَلَفَهُ نَبِيّ، وَإنّهُ لاَ نَبِيّ بَعْدِي. وَسَتَكُونُ خُلَفَاءُ فَتَكْثُرُ" قَالُوا: فَمَا تَأْمُرُنَا؟ قَالَ: "فُوا بِبَيْعَةِ الأَوّلِ فَالأَوّلِ. وَأَعْطُوهُمْ حَقّهُمْ. فَإنّ اللّهَ سَائِلُهُمْ عَمّا اسْتَرْعَاهُمْ) Ebâ Hurayra ile beş sene oturdum. O'nu, Nebî SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem'in şöyle dediğini tahdis (hadis olarak rivâyet) ederken işittim: "İsrâiloğulları, Nebîler tarafından siyâset ediliyordu (yönetiliyordu). Bir Nebî vefât edince, bir diğeri ona halef oluyordu. Artık Benden sonra Nebî yoktur. Halîfeler olacak da çoğalacaklardır." Dediler ki: "Öyleyse bize ne emredersiniz?" Dedi ki: "Önceki ilk bey'atinize sadâkat gösterin ve haklarını onlara verin. Muhakkak ki Allah, yönettikleri hakkında (ne yaptıklarını) onlara soracaktır."

Siyâsî çalışma, insanların işlerini gözetmek anlamındaki siyâset ile ilişkili olmasından ötürü amellerin en üstünüdür. Çünkü bu, insanı, kendisini önemseme düzeyinden başkalarını da önemseme düzeyine yükseltir. Dolayısıyla Ümmet ancak ve sadece böylesi bir yükseliş ile çöküntüden kurtulur ve gafletten uyanır ki böylece, gözlerden ırak bir halde iken süratle bir lider ve kılavuz haline gelir.

Siyâsî çalışmada yaşanan çöküntünün tek bir sebebi vardır; fertler ve topluluklar halinde şer'î hükümler ile kayıtlı olmanın kıymetini hayatımızdan düşürmemizdir. Bu da genel anlamda fertlerin ve toplulukların, şer'î hükümlere bağlanma meselesini ihmâl etmeleri şeklinde tezâhür etmektedir. O kadar ki egemen kamuoyu, şer'î hükümlere hiçbir kıymet vermez hale geldi. Çünkü artık fertlerin ve toplulukların ölçüsü, İslâm olmaktan, helâl ve harâm olmaktan çıktı. Bilakis artık ölçü; Kâfir Batı'nın ölçüsü olan menfaatçilik oldu. Menfaat olsun da helâl mi olsun, harâm mı olsun, kimse itibar etmez oldu. O nedenle görürsünüz ki fertler, falanca yahut filanca partinin faaliyetlerine katılırlar, ancak bu katılım, o partinin üzerine oturduğu fikri etüt ederek ulaşılacak gerçeği araştırmaya dayalı bir katılım olmaz, aksine fikri ve dâveti bâtıl olsa bile, sırf maddî çıkarlarını hangi partinin gerçekleştireceğini araştırmaya dayalı olur.

Partilerin ve kitlelerin durumu da insanların durumundan farklı değildir. Bilhassa bunlar, cemiyetçilik, yani ölçüleri fikir değil menfaatçilik, hatta bakanlık arayışı veya bakan olmak üzere maddî çıkarlarını gerçekleştirmek olan fertlerin bir araya toplanması esâsı üzerine ortaya çıkmışlardır. Sonra bunlar yönetim konumuna ulaşırlar ve oylarını aldıkları insanlara her tür zulmü ve kötülüğü revâ görürler. Nitekim onlar, ellerine geçirdikleri ülke servetlerini, fert ve topluluk olarak bâtılı destekleyen ve Allah katında bir sineği kanadı kadar değeri olmayan maddî çıkarlarını gerçekleştiren bir ganimet bilirler, sıradan halk yığınlarının heder edildiği bu köle pazarında ceplerini dolduran bir yağma görürler. Böylelikle MaâzAllah Cehennem'e giden yolu hazırlarlar.

Ey Müslümanlar! Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın bizi şereflendirdiği ölçü, kesinlikle menfaatçilik değildir, bilakis ancak ve sadece helâl ve harâmdır. O halde helâl ve harâm sınırında durmak gerekir. Helâl yapılır, -hayat için gerekli dahi olsa- harâmdan kaçınılır. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُّبِينًا  "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettikleri zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." [el-Ahzâb 36] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "Rasul size neyi getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan kaçının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." [el-Haşr 7] Bunların dışında daha pek çok delil vardır.

Muhakkak ki şer'î hükümler ile mukayyet olmak, hayatın esâsıdır, îmânın semeresidir. İşte bu esâsa göre hayatın gidişâtı disipline edilmelidir. Çünkü şer'î hükümler ile mukayyet olmak, hem Müslümanın seciyelerinden bir seciyedir, hem de hayatımızın yegâne hâkimi olmalıdır. Tâ ki Allah Subhânehu'nın ihlâslı kulları olabilelim, eylem ve söylem bazında yaşamımızı helâl ve harâm ile düzenleyebilelim ve fertlerden, topluluklardan ve partilerden yönetenleri ve yönetilenleri bu esâs üzere muhâsebe edebilelim.

Ey Müslümanlar! Allah [Subhânehu ve Te'alâ], üzerimize farz kıldığı şer'î çalışmayı yapabilmemizin yolunu göstermiş, belirli şer'î vasıflara sahip partiler ve kitleler içerisinde yer almamızın farziyetine işâret etmek üzere bunu, "kurtuluş" lafzı ile karîne haline getirip kat'î bir emir olarak emretmiştir. Allah [Azze ve Celle] şöyle buyurmuştur:  وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ "Aranızda, Hayr'a [İslam'a] dâvet eden, ma'rufu emreden ve münkerden nehyeden bir ümmet [siyâsî hizb] bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir!" [Âl-i ‘İmrân 104]

Bu âyet-il kerîmede Allah [Subhânehu ve Te'alâ] kat'î bir emir olarak, Müslümanlara içlerinden bir ümmet, yani bir cemaat çıkarmalarını emretmiştir. Cemaat ise, aynı maksat üzere bir araya gelmelerinden ötürü "ümmet" olarak tanımlanmıştır ki bu açıkça Hizb'e (siyâsî partiye) delâlet eder. Nitekim Lisân-ul Arab'da şöyle geçer: "Hizb, insanlardan bir sınıftır. Yine bir adamın askerleri ve adamlarıdır. Bir adamın hizbi ise onu görüşü üzerinde olan dostlarıdır." Istılahta ise Hizb; "fertlerinin îmân ettiği ve vâkıada ortaya çıkarmak istediği küllî yahut cüz'î bir fikir üzere kurulan kitleleşme yahut cemaatleşmedir." Buradan görülür ki bir hizbin esâsı fikir olmalıdır. O nedenle mezkur âyette Müslümanlardan talep edilen, İslâm fikri, yani hayra (İslâm'a) dâvet ve emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i an'il munker fikri üzere kitleleşmedir.

İslâm, hayat vâkıasında tatbîk ve tenfiz konumundan düşürüldüğüne göre, böylesi bir kitleleşmenin en öncelikli meselesi; Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatın yeniden başlatılması yönünde çalışmak suretiyle, İslâm'ı hayat vâkıasında yeniden ortaya çıkarmak olmalıdır. Yine âyette geçtiği gibi, bir veya birden fazla hizbin kurulması emri, bir farzı, yani İslâm'a dâvet ve emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i an'il munker farzını yerine getirmek için olduğuna ve bilhassa yalnızca bu farzı yerine getirenlere hasredilmiş "kurtuluş" kelimesi ile karîne haline getirildiğine göre, böylesi bir çalışma yürüten bir hizb ile birlikte çalışmak da farz olur.

Ey Müslümanlar! İslâm fikri esâsına dayanmayıp laiklik, bölgecilik, kabîlecilik, milliyetçilik ve vatancılık gibi küfür fikirlerini esas alan tüm partileri kaldırıp atmak üzerinize farzdır. Çünkü bu partiler, ne İslâm meselesini gerçekleştirmek için çalışırlar, ne de ma'rûfu emredip munkerden nehyederler. Üstelik bu partiler ile birlikte çalışmak, İslâm'ın hayat vâkıasında ortaya çıkarmak için çalışmamanın günâhını da boyunlarınızdan düşürmez. Nitekim Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli ile sakındırdığı işte bu günahtır:  مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ لَقِيَ اللَّهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لا حُجَّةَ لَهُ وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً "Her kim itaatten elini çekerse, Kıyâmet Günü'nde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allahu Te'alâ'nın karşısına çıkar. Her kim de boynunda bey'at olmadan ölürse câhiliye ölümü ile ölmüş olur."

Dolayısıyla bu tür partilere katılmak, harâmdır, günahtır ve Allah'a isyandır. Şu halde hepimize düşen; Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vaadi ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesi olan Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatı yeniden başlatmak için çalışanlar ile birlikte çalışmaktır. Muhakkak ki hem kurtuluş ve izzet, hem de dünyanın ve Âhiretin hayrı ve saadeti ancak bundadır.

Devamını oku...

Tâifelerin Liderlerini ve Savaş Bezirganlarını Reddedin, Ey Lübnan Halkı!

  • Kategori Lübnan
  •   |  

Hükümet, "Hizbullah'a" bağlı telekomünikasyon şebekesi ve bunun inşâsı ile ilişkisi olanların soruşturması hakkındaki kararını açıkladı. Ardından bunu, genel greve gidilmesi, sokaklara inilmesi, silahlı kişilerin yayılması, yolların kesilmesi çerçevesindeki muhalefetin tepkisi takip etti. Tüm bu olaylar, Lübnan'daki çatışmaya tehlikeli bir boyut kazandırdı. Lübnan'da meydana gelenler, telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı kameraları meselesi ya da ücretlerin arttırılması ve geçim krizi meselesi... önemlidir, ancak bir o kadar da karmaşıktır. Dahası bu, taifeler adı altında birbirlerini boğazlayan kavimler arasında dönen kazanımlar ve otorite üzerindeki dâhili çekişmeden de karmaşık bir meseledir. Yine bu, sırf Suudi Arabistan-Suriye ve İran-Amerika anlaşmazlığından ibâret bir mesele de değildir. Bilakis sorunun hakîkati, Lübnan'a ve bölgeye nüfûz etmeye yönelik bir Amerika-Avrupa çatışmasıdır. Bu çatışma, devletlerarası kararlar, bölgesel devletler, muhtelif isimli ve şekilli fırkacı partiler gibi pek çok araçları barındırsa da aslında hepsi tek bir şeyi ifâde eder; yabancının ipoteği olmak, ülkelerin ve halkların geleceğini yabancıya bağımlı kılmaktır. Sathî siyâsî bilgiye sahip olan herkes bilir ki Suriye yönetimi, Lübnan'da Amerikan irâdesini temsil etmektedir. Amerika, Irak bataklığına saplanınca ve yeni bölgesel koşullar oluşunca, Avrupa [Fransa ve İngiltere], Lübnan'daki nüfuzunu güçlendirmek için Amerika'nın bu zayıf durumundan faydalanmaya çalıştı. Böylece yabancı kuvvetleri Lübnan'dan çıkarmaya ve milis güçleri dağıtmaya çağıran 1559 sayılı karar çıktı. Açıktır ki bu karar, Lübnan'da bulunan Suriye'nin askerî varlığını ve başta "Hizbullah" olmak üzere müttefiklerini hedef almıştır. Ardından Başbakan Rafîk-ul Harîrî'nin öldürülmesi ile çatışmanın şiddeti daha da artmıştır. Yerel ve devletlerarası güçlü bir tepki ile halkın öfkelenmesi şeklinde bir atmosfer oluşturan bu olay, Suriye yönetiminin kuvvetlerini Lübnan'dan çıkarmasına ve Avrupa yanlılarının, genel seçimleri kazanmasına ve dolayısıyla 14 Martçıların ağırlıkta olduğu çoğunluk hükümetinin kurulmasına yol açmıştır. Ne var ki bu, çatışmayı bitirmemiştir. İşte o tarihten şu ana kadar bu çatışma, patlamaların, suikastların, Temmuz ayındaki "İsrail" saldırılarının, ardından Hükümet ve Cumhurbaşkanlığı üzerindeki anlaşmazlığın, ardından da Dimeşk'teki [Şam] Arap Zirvesi'nin boykot edilmesinin yaşandığı bir süreçten geçerek bazen dinen, bazen kabaran bir şekilde pek çok isme ve şekle bürünmüştür. O kadar ki tavırlar üzerindeki mücerret anlaşmazlıklar dahi, birbirlerine karşı komplolar kurmak, birbirlerini boğazlamak, insanların hayatını, güvenliğini ve bir lokma yiyeceklerini gözden çıkarmak haddine varmıştır.

Acısını çektiğimiz parçalanmışlığın, dağılmışlığın ve bağışıksızlığın temel sebebi; Ümmetin, yabancı nüfuz lehine irâdesinden vazgeçmesi, Rabbinin hükümlerini ve nizâmını bırakıp Kapitalist Küfür devletlerinin kültürüne, siyâsetine ve ekonomisine bağlanmasıdır. Politikalarını, sömürgecilik ve başkalarını istismar etmek üzerine binâ eden bu devletler ise, çıkarlarını gerçekleştirmekten başka hiçbir şeye değer vermezler. Bunun gerçekleşmesi için de başta mezhepçilik, fırkacılık, milliyetçilik ve vatancılık olmak üzere pek çok isim altında, genellikle yakıtı bu beldelerin halkları olan fitneler ve savaşlar çıkarmak gibi her tür aracı kullanırlar. Dolayısıyla Batı'nın fâsit hadâratının sahip olduğu şeytâni şerlerin ve araçların tümü, bugün Irak'tan Filistin'e, Pakistan'a ve Lübnan'a uzanan her yerde kardeş katline zemin hazırlamakta, zemin olmaktadır.

Ey Müslümanlar! Düşmanlarınıza hizmet uğrunda mı birbirinizi katlediyorsunuz?! Allah aşkına size ne oluyor böyle?! Allah sizleri, birbirine zulmetmeyen, birbirine buğzetmeyen ve birbirini seven kardeşler olarak hep birlikte kendi ipine (İslâm) sımsıkı sarılmaya çağırırken küfür devletlerinin cesetlerinizi ve kanlarınızı çiğneye çiğneye sizleri, birbirinizden nefret etmeye, birbirinizi boğazlamaya ve birbirinizi katletmeye çağırdığını görmüyor musunuz? O halde kime icâbet edeceksiniz?! Birbirinizi katletmenizi size süslü gösteren şeytana mı?! Yoksa kanlarınızı, mallarınızı ve ırzlarınızı size haram kılan Rahmân olan Allah'a mı?! O ki sizleri, imân kardeşliği dışında tüm bağları kaldırıp atmaya, Allah'ın Kitâbı'ndan ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünnet'inden kaynaklanmayan tüm nizâmları tekfîr eden tek bir ümmet olmaya çağırmıştır.

Ey Müslümanlar! Muhakkak ki birbirinizin kanına girmeniz, büyük bir günah, feci bir cürümdür. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in kavliyle, Kâ'be'nin taş taş yıkılmasından daha kahredici bir iştir. Artık her kim bu cürümü sürdürürse, Allah'ın lânetine, gazâbına ve elîm azâbına müstahak olur, Cehennem'de ebedî kalmaya mahkum olur:  وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا "Her kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası içerisinde ebediyen kalacağı Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." [en-Nîsa 93] Bu savaşta, kâtil ile maktul arasında fark yoktur. Kardeşini katletmeye azmetmiş her maktul, kâtil gibi Cehennem'dedir. el-Buhârî, Ebu Bekre'den Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:  إذا التقى المسلمان بسيفيهما فالقاتل والمقتول في النار فقلت يا رسول الله هذا القاتل فما بال المقتول قال إنه كان حريصا على قتل صاحبه "İki Müslüman kılıçları ile karşı karşıya geldiği zaman, kâtil de maktûl de ateştedir (Cehennem'dedir)." Dedim ki: "Yâ RasûlAllah! (Anladık) bu kâtil, ama maktulün kusuru ne?" Buyurdu ki: "(Çünkü) o da kardeşini katletmeye hırs göstermişti."

Gerek siyâsîlerden, gerek önde gelen liderlerden olsun, hakka karşı gözleri ve kalpleri asabiyetçilik ile kör olmuş liderlere bağlılığınızın Kıyâmet Günü size hiçbir faydası dokunmayacaktır. Çünkü birbirinizi katletmeye, Rabbinize karşı çıkmaya ve Kâfir devletlerden olan efendilerine itaat etmeye sizleri teşvik edenler onlardır! Yaratıcı'ya isyanda yaratılmışa itaat olmadığını bilmiyor musunuz?

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَالَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولاَ (66) وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءَنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلاَ "Yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün derler ki: ‘Yazıklar olsun bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Rasûl'e itaat etseydik!' ve derler ki ‘Ey Rabbimiz! Biz bu liderlerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar' derler." [el-Ahzâb 66-67]

Ey Müslümanlar! Rabbinizin Kitâbına ve Nebîniz [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Şeriatı'na dönünüz, sımsıkı sarılınız ve azı dişlerinizle tutununuz. İyi biliniz ki izzet, ne mezhepçi, ne fırkacı, ne de kokuşmuş milliyetçilik taassupçuluğundadır. Bilakis izzet, yalnızca Allah'a imân etmekte, nizâmına muhâkeme olmakta, devletini ikâme etmekte, râyesini yüceltmekte ve dâvetini tüm âleme taşımaktadır.

وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لاَ يَعْلَمُونَ "İzzet ancak Allah'a aittir, ve Rasûlü'ne ve mü'minlere de (aittir.) Velâkin münâfıklar bunu bilmezler. [el-Munâfikûn 8]

فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ "O'nun [Rasûlullah'ın] emrine muhâlefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine elîm bir azâbın isâbet etmesinden sakınsınlar. [en-Nûr 63]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - إن لم تستح فاصنع ما شئت "Hayâ Etmiyorsan Dilediğini Yap!" Filistin Otoritesi, Yahudinin Gözü-Kulağı Önünde Ayaktakımını ve Silahlarını Sergiliyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

Bedyâ davasında serbest bırakılan Hizb-ut Tahrir şebâbı, 05.05.2008 günü Mescid-il Kebîr avlusunda kutlamaları kabul edeceklerini ilân ettiler. Bunun üzerine şehrin dört bir yanından ve Kuzey köylerinden heyetler buraya akın etti. Bu da Filistin Otoritesi'ni hoşnut etmemiş olmalı ki karşılama kutlamalarını karıştırmak için sivil giyimli ayaktakımını gönderdi. Ayaktakımı, kutlamaya katılan bir konuşmayı engellemeye çalışıp da başarısız kalınca, kutlamayı dağıtmak ve karıştırmak için havaya ateş açmaya cüret etti. Ardından da kargaşa ve kaos çıkarttılar ve aşağılık kimselerden başka hiç kimsenin yapmayacağı davranışlarda bulunup çirkin sözler sarf ettiler. Böyle yapmaları elbette şaşırtıcı değildir. Çünkü Bedya halkı, onları da, mâzilerini de iyi bilir, zaten cürümleriyle nam salmışlardır. Bu çirkin davranışlarından bazıları şunlardı:

1.   İnsanlardan bir topluluğun duyacağı şekilde Allah'ın zâtına ve İslâm'a dil uzattılar.

2.   Yahudilerin ve Amerikalıların yaptığı gibi, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in [لا إله إلا الله محمد رسول الله] râyesini parçalayıp ayaklarıyla çiğnediler.

3.   Hayret uyandırıcı bir biçimde silahlarının namlularını insanlara doğrulttular ve ateş açtılar.

4.   Kalleşçe iğrenç ve müstehcen sözler sarf ettiler.

5.   En çirkin sözlerle Hizb-ut Tahrir'e hakâret ettiler.

Diyoruz ki bu Filistin Otoritesi fikren iflâs etmiştir; Hizb'in ve şebâbının dâvâsına fikren karşılık vermekten âcizdir. Hukuken de iflâs etmiştir; şebâbı mesnetsizce rehin alması, beşerî hukuk dâhil, hiçbir hukuk ölçüsüne dayanmamaktadır. Ahlâken de iflâs etmiştir; Kâfirin payandası olup kontrolsüzce ve serserilikle İslâm'a ve Müslümanlara saldırmaktadırlar. Hizb'in şebâbının serbest bırakılması üzerine düzenlenen kutlamaları karıştırmak için mafya ve sokak çeteleri üsluplarına başvurmaya tenezzül edecek kadar alçalmıştır.

Filistin Otoritesi, 01.05.2008'den beri aynı davadan hâlen tutuklu bulunan iki şebâbı da derhal serbest bırakmalıdır. Yine insanların gözü ve kulağı önünde Rabbimizin zâtına ve İslâm'a küstahça ve azgınca dil uzatan, şehrin eşrâfından konuklara saygısızlık edip saldıran, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in râyesini insafsızca çiğneyen, en çirkin sözlerle sokaklarda kabadayılık yapan, sorumsuzca silahlarını insanlara doğrultup ateş eden ve bu serserileri gönderen kişiler ve kurumlar hakkında derhal soruşturma açmalıdır. Bunu yapmaması halinde, bu eylemler karşısındaki suskunluğu ile resmen bunu kabullenmiş ve onaylamış olacaktır. Bedya şehrinin güvenlik birimlerinin kontrolü altında olmadığı bahanesi de onu bu sorumluluktan kurtarmayacaktır. Çünkü bu bahane, ne ayaktakımını silahlarla donatıp Bedyâ şehrine göndermesine, ne de Hizb'in şebâbını tutuklamasına mânî olmamaktadır. O halde bu ayaktakımı ve onları gönderenler hakkında gerekli icraatları yapmalıdır, aksi takdirde herkes bu güvenlik zâfiyeti ve ahlâkî çürüklüğün Otorite'nin resmî tutumu olduğundan emin olacaktır. Hatırlayınız ki SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:  من حمل السلاح علينا فليس منا "Bize karşı silah taşıyan bizden değildir."

Allahu [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأَعَدَّ لَهُمْ عَذَاباً مُّهِيناً "Muhakkak ki Allah, Allah ve Rasulü'nü incitenleri dünyada ve Ahirette lânetlemiş ve onlar için muhîn (horlayıcı) bir azap hazırlamıştır." [el-Ahzâb 57]

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir H. 02 Cumâde'l Ûlâ 1429

M. 05 Mayıs 2008

Devamını oku...

Ey Müslümanlar! Hilâfet'in Yeniden Kurulması için Kalkmanızdan Evvel, Daha Ne Kadar Fazla Müslüman Açlık ve Fakirlik Yoluyla İntihara Sürüklenecek?

  • Kategori Pakistan
  •   |  

Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın petrol, doğalgaz, su ve verimli toprak gibi muazzam kaynaklarla bereketlendirdiği bir Ümmet'in parçası olduğu halde Pakistan Müslümanları, temel ihtiyaçlarını karşılama mücâdelesi vermektedirler. İnsanların acısı fakirlik nedeniyle öylesine artmaktadır ki bu durum insanları intihara ve öz evlâtlarını katletmeye sürüklemektedir. Aynen İslâm öncesi Câhiliyye döneminde yaşananlar tekerrür etmekte, insanlar fakirlik ve açlık korkusuyla evlâtlarını öldürmektedirler. Muazzam maddî ve zirâî kaynaklarına rağmen Pakistan'daki açlığın ve fakirliğin temel nedeni, gerek demokrasi, gerekse diktatörlük yoluyla yıllardır uygulanan Kapitalist Sistemdir.

Taşıma maliyetlerini artırması bakımından temel ihtiyaç fiyatlarının yükselmesine yol açan akaryakıt zamlarına gelince; Hükümet, enerji alanının özel sektörün elinde olmasına izin vermeyi sürdürmektedir. Bu da Kapitalist "mülkiyet özgürlüğü" mefhumuna binâen onlara, insanların temel ihtiyaçları üzerinden korkunç kazançlar sağlamaktadır. Hükümet'in "uluslararası petrol fiyatları artıyor" bahanesini kullanması ise, petrol türevlerinin (benzin, mazot vb.) zamlanarak bu özel şirketlerin kârlarını garanti altında tutmaktadır. Bizzat Pakistan günde 64.000 varillik petrol üretmektedir ve bu petrol bile zamlardan muaf tutulmamaktadır. Bunlar yetmezmiş gibi Hükümet bir de IMF politikaları gereğince doğalgaz fiyatlarını yükseltmektedir. Oysa Pakistan'ın, ihraç etmediği muazzam doğalgaz kaynakları vardır ve hâlihazırda Pakistan'ın enerji ihtiyaçlarının zaten %50'sini karşılayan bu potansiyel, petrol türevlerine alternatif olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Hükümet, Kapitalist bir vergi sistemi uygulamaktadır ki bu sistem, belirli banttaki Kapitalistlere vergi muâfiyeti tanırken, petrol ve doğalgaz gibi kamu kaynaklarını kullanan sıradan insanların hiçbirini affetmemektedir. Üstelik vergi gelirlerinin artırılmasına, bu kaynakları temel almaktadır. Bunun içindir ki Hükümet, çıkarma, arıtma ve ulaştırma masraflarının çok çok ötesine geçen bir biçimde doğalgaz, dizel ve petrol üzerinde ağır bir vergi rejimi kurmuştur. Dahası Hükümet, küresel Kapitalist politikalara paralel olarak Pakistan para birimini ağır bir biçimde dolara bağımlı kalmasına izin vermektedir. Bu da Pakistan ekonomisinin doların artışına ve düşüşüne bağımlı olarak yalpalanması anlamına gelmektedir. Nitekim Bush, kendi partisi Cumhuriyetçi Parti'yi seçimlere hazırlamak üzere doları zayıf bırakarak ihrâcâtı teşvik etmektedir. Ne var ki dolar zayıf kaldıkça Rupi de zayıflamakta, bu da Pakistan'ın halen acısını çektiği korkunç bir enflasyona götürmektedir. Hepsi bir yana, gerçek şu ki Hükümet, piyasalardaki kısıtlı tedarik konusuna eğilmemekte, bu da fiyatların artmasına yol açmaktadır. Üreticileri ve tüccarları desteklemek yerine, fiyat ayarlamalarına giderek üzerlerindeki yükü artırmaya yönelmektedir. Yine kaçakçılık ve stokçuluk ile mücâdelede gevşek davranmakta, bütün bunlar gözünün önünde meydana gelmektedir.

Dolayısıyla, Pakistan'da pek çok insanın iki öğüne bir ekmek koyamayacağı böylesine feci bir duruma yol açan Kapitalist Ekonomik Sistem'in ta kendisidir! Yine de Pakistan'ın yöneticileri, neden olduğu bunca sefâlete ve hezîmete rağmen bu ekonomik politikaları sürdürmede kararlıdır. Bunun içindir ki Pakistan Mâliye Bakanı İshâk Dâr, Amerika ziyâreti sırasında Dünya Bankası'na; "Önceki Hükümet'in ekonomi politikalarını sürdüreceğiz" diyerek güvence vermiştir. Bütün bu acıklı sıkıntılar, sizlere Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu kavlini hiç hatırlatmaz mı?  وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى "Kim de Benim Zikrimden (hidâyetimden) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, Kıyâmet Günü kör olarak haşredeceğiz." [Tâ-Hâ 124] İnzâl edilmiş Hak Dîn İslâm'ı tatbîk ederek Arap Yarımadası'nın kuru çöllerinden güçlü ve müreffeh bir devlet çıkaran Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Ümmeti oldukları halde, bugün Pakistan Müslümanları, üzerlerinde beşer mahsulü bâtıl bir ideoloji olan Kapitalizm uygulanarak günden güne sıkıntıya, mihnete ve sefâlet mâruz kaldıklarını görmektedirler.

Ey Pakistan Müslümanları! Mevcut sistemin aksine İslâm, hem mârufa göre temel ihtiyaçlarına karşılanmasını güvence altına alan, hem de fiyatların arttığı kıtlık ve âfet zamanlarında temel ihtiyaç tedârikinin kesintiye uğramasını engelleyen kesin ve net hükümlere sahiptir. İslâmî Ekonomik Sistem'in temel ilkelerinden biri; her bir fert için yiyecek, giyecek ve barınak ihtiyacının karşılanmasıdır ve bu temel ihtiyaçların devletin tebâsından her bir fert için garantilenmesine yönelik politikalar benimsemesini Hilâfet Devleti'ne farz kılmasıdır. Yine İslâm; kıtlık zamanlarında insanların temel ihtiyaçlarını güvence altına almak üzere, İslâm'a dayalı politikalar yoluyla tedbir almasını Halîfe'ye farz kılar. Üstelik Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ آمِنًا فِي سِرْبِهِ مُعَافًى فِي جَسَدِهِ عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ فَكَأَنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا "Her kim evinde emîn, bedeninde âfiyette olur, yanında da günlük kuvveti (iâşesi) bulunursa, âdeta dünyaya sahip olmuş olur." [et-Tirmizî rivâyet etti.] Zîra Medîne'de [Ramâde yılında] gıda fiyatlarının artmasına yol açan bir kıtlık yaşandığında, Halîfe Ömer [RadiyAllahu Anh] Beyt-ul Mâl'in kapısını insanlara açmış ve sıkıntıyı gidermek üzere Hilâfet'in diğer bölgelerinde gıda ürünleri getirtmişti. Muhakkak ki İslâm'ın hükümleri, zirâî üretimin muazzama oranda geliştirilmesini mümkün kılar ve Müslümanı, toprakları işlemeye teşvik edip toprağı ihyâ etmeyi mülkiyetin temeli haline getirir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  مَنْ أَعْمَرَ أَرْضًا لَيْسَتْ ِلأَحَدٍ فَهُوَ أَحَقُّ "Her kim başkasına ait olmayan bir araziyi imar ederse o daha hak sahibidir." [el-Buhârî rivâyet etti] Bu da işlemeye kudreti olup da toprağı bulunmayanları çorak arazileri işlemeye teşvik eder ki bu teşvik, başlı başına zirâî üretimin yükselmesine önemli bir katkı sağlar. Yine Hilâfet Devleti, insanların verimsiz arazileri işlemesine yardım etmek üzere hibeler ve faizsiz destekler verir. Dahası tarıma teşvik etmek üzere yabancı çok-uluslu şirketlere çağrıda bulunmak yerine Devlet, bir yandan tebâdan olan yerli çiftçilere vergisiz ithal makina desteği sağlarken, öte yandan yerel bazda en gelişmiş tarım araçlarını üretmeteye çalışır; böylece üretim etkin, verimli ve ucuz bir hale getirir. Ayrıca İslâm, enerji kaynaklarını emsâlsiz bir biçimde değerlendirir ki bu, hem ulaşılabilir yakıt imkânları sağlar, hem de ekonomik faaliyeti yükseltir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلاَثٍ فِي الْكَلئِ وَالْمَاءِ وَالنَّارِ "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Mer'a, Su ve Ateş." [Ahmed rivâyet etti] İslâm'da petrol, doğalgaz ve diğer tükenmez enerji kaynakları kamu mülkiyetidir. Devlet, bu malların tedârik mâliyetleri için düşük bir bedel alabilir, ancak bunları asla insanların boynuna bindirilen vergi toplama aracı haline getiremez. Yine İslâm'da altın ve gümüş gibi kıymetli madenler, para biriminin desteği haline getirilmek zorundadır, bu da devletin para biriminin dolara bağımlı halde yalpalanmasını engeller, parayı güçlendirip istikrarlı hale getirir ve yüksek enflasyonun hastalıklı etkilerden uzaklaştırır.

Ey Pakistan Müslümanları! Mevcut sistem, Dîninize müteallik her meselede hezîmete uğramıştır. Ne Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e saldırıldığında, ne Kur'ân hakârete uğratıldığında Akîdenizi korumamıştır. Ne Müslümanlar zulümlere mâruz kaldığında, ne de toprakları işgâl edildiğinde, onları savunmamıştır. Gerçekte Kâfirler lehine Müslümanlara karşı savaşan doğrudan bu başınızdaki ajan yöneticilerdir. Dolayısıyla İslâm'ın her bir fert için garantilenmesini emrettiği en temel ihtiyaçlarınızı bile karşılamaktan âciz kalması garip değildir.

Ey Pakistan Müslümanları! Daha ne zamana kadar başınıza bu Küfür sisteminin tatbik edilmesine râzı olacaksınız? Öyle bir sistem ki Kâfirlerin çıkarlarını her fırsatta güvence altına alır, ama sizleri sersefil bir ümitsizliğe sürüklemekten sakınmaz. Küfürden hangi hayrı beklersiniz ki hâlâ? Daha ne zamana kadar, sizi çepeçevre kuşatmış bunca münkere sessiz kalmayı sürdüreceksiniz? Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden hiç sakınmaz mısınız?

"Nefsimi elimde tutan [Allah'a] yemin olsun ki ya ma'rufu emreder ve münkerden nehyedersiniz, yada Allah katından bir cezâ gönderiverir. Sonra O'na dua edersiniz, lâkin artık size icâbet etmez." [Ahmed rivâyet etti]

Hilâfet Devleti'nde İslâm'ın tatbîk edilmesi için harekete geçmenizin tam zamanıdır! İşte Hilâfet'in yeniden kurulması için mücâdele veren, zorba yöneticileri ve küfür sistemini reddeden Hizb-ut Tahrir şebâbı aranızdadır, o halde ne zaman onların çağrılarına icâbet edeceksiniz? Muhakkak ki ancak ve sadece Hilâfet'in kurulmasında sonra bu dünyada güvenlik ve esenliğin ne olduğunu bileceğiz, umulur ki Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'yı râzı edebileceğiz. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا  "Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vâdetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar." [en-Nûr 55]

Ey Güç Sahipleri! Üzerlerinde uygulanan Sömürgeci Küfür sisteminden dolayı uğradıkları zulümden, sıkıntıdan ve üzüntüden korumaya yemin ettiğiniz bu halkı kurtarmayı hiç mi arzulamazsınız? Toplumlarını Dâr-ul İslâm'a dönüştürmek üzere Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e Nusret veren Ensâr gibi olmayı hiç mi arzulamazsınız? Hiç şüphesiz sizler, bu kokuşmuş sistemi ve fâsit yöneticilerini kökünden kaldırmaya ve Hilâfet'i yeniden kurmaya muktedirsiniz. Yapacağınız tek şey; Pakistan'ın yeniden İslâm'ın uygulandığı bir belde olabilmesi için Hizb-ut Tahrir'e Nusret vermektir ve Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın rızâsı uğrundaki bu ameliniz, İnşâAllah amel defterlerinize nûrdan satırlar ile yazılacaktır. O halde daha ne zaman icâbet edeceksiniz?

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Dolar krizi halen sürüyor ve dikkat çekici oranda düşmeye devam ediyor. Bunu da petrol, altın ve diğer maden fiyatlarındaki artış izledi. Sonra bunu da gıda maddelerindeki artış izledi. Tüm bunlar, sürekliliği, şiddeti ve birkaç krizi kapsayan yapısı bakımından daha önce benzeri görülmemiş şekilde meydana geldi. O halde bu kriz, fiilî iktisâdî bir problem sonucu mudur, yoksa bunu hareketlendiren ve kızıştıran Amerikan politikasının parmağı mı vardır? Bu konuyu açıklamanızı ricâ ediyoruz, Cezâkumullahu Hayr (Allah sizleri hayır ile mükâfatlandırsın).

 

Cevap: Muhakkak ki bu sorunun, hakîkî iktisâdî bir yönü vardır, lâkin sorunu tırmandıran, çapını genişleten ve gördüğümüz bu boyutlara çıkaran siyâsî manipülasyon bu düzeye el attı. Görüntünün tamamen netleşmesi için krizin nasıl çıktığını, siyâsî aktörlerin nasıl müdâhale ettiklerini, sonra bunun petrol, altın ve maden fiyatlarındaki artışa, ardından da gıda krizinin çıkmasına nasıl etki ettiğini açıklayacağız.

Birincisi: Amerikan ekonomisinde, Dolar'ın etkinliğine ve gücüne tesir eden hakîkî bir kriz vardır ve dolayısıyla böylesi keskin bir düşüşe mâruz kalmıştır. Bu kriz ise aşağıdaki sebepler sonucunda ortaya çıkmıştır:

Amerikan Ticâret Açığı: Amerika, ihraç ettiğinden daha fazla mallar ve hizmetler ithâl etmektedir. Nitekim Amerika'nın tüketim çılgınlığı ithâlâta kapı aralamaktadır. Meselâ; Amerika 2003 yılında 1,652 trilyon dolarlık mal ve hizmet ithâl ederken, ihrâcâtı 1,203 trilyon dolarda kalmıştır. Yani ticâret açığı 449 milyar dolar olmuştur. Bu açık, tırmanarak 816 milyar dolara ulaşmıştır. İthâlât ile ihrâcât arasındaki bu fark, Amerikan matbu evrâkından (Dolar'dan) veya Amerikan devlet tahvillerinden oluşuyordu. Bu da tabiatıyla, -resmen ilan edilmese de- Dolar'da fiilî düşüşe yol açıyordu. Geçmişte Amerika, bu denli bir ticâret açığı ile karşılaşmamıştır. Aksine bilhassa II. Dünya Savaşı sonrasında on yıllar boyunca ticâret fazlası vermiştir. Sonra bu fazla, özellikle Amerikan tüketicisinin mal ve hizmet ithâlâtını artıracak şekilde daha ucuz üretim yapan Avrupa ve Asya ülkeleri karşısındaki rekâbet sebebiyle azalmaya başlamıştır. Ardından bu gidişata, ödemeler faturasının yükselmesine yol açan Vietnam Savaşı'na dönük askerî harcamaların hacmi de eşlik etmiştir. Bunun üzerine Amerika, 1971 yılında Dolar'ın altınla desteğini kaldırmıştır. İşte bu, sarsıntıların ilki olmuştur. 80'li yıllarda ise dünya ticareti gelişip fabrikalar Amerika'dan ucuz işgücü bulunan ülkelere taşınınca, ticâret açığı daha da belirginleşmiş, yine Meksika, Çin ve Malezya gibi ucuz mallar ihraç eden ülkelerden sürekli yapılan ithâlât, ticâret açığının genişlemesine neden olmuştur. İşte böylece ticâret dengesi ile ödemeler dengesindeki bu açık, yatırımcılar nezdinde Amerikan ekonomisi hakkında kuşku ve güvensizlik oluşturmuş ve bu da sonraları Dolar'ın düşüşüne götürmüştür.

Borçlanma: Amerikan Hazine Bakanlığı'nın verileri, [merkezî yönetim ve eyâlet yönetimleri olmak üzere] devlet borçlarının, 1990 yılında 4,3 trilyon dolardan 2003 yılında 8,4 trilyon dolara, 2007 yılında ise 8,9 trilyon dolara yükseldiğini ve bu kamu borçlarının GSMH'nın %64'ünü oluşturur hale geldiğini göstermiştir. Böylelikle artık Birleşik Devletler'i, kamu borç yükünün ağırlığından yakınan devletler kapsamında kategorize etmek mümkündür. Artık Amerikan borçlanmalarının yükü eyâlet yönetimleri üzerinde durmakla kalmamış, fertlerin ve şirketlerin de üzerine binmiştir. Son zamanlarda bireysel borçlar, 6,6 trilyon dolar tutarına ulaşmıştır. Şirketlerin borçları ise 18,4 trilyon dolar tutarlık hacmiyle ilk sırayı almaktadır. Böylelikle hepsinin toplamı yaklaşık 34 trilyon doları, yani GSMH'nın üç katını bulmaktadır. Zaten başlı başına bu borçlar, tehlikeli bir iktisâdî krizdir.

Euro'nun Yükselmesi: Euro tedâvüle girdiğinden beri, Dolar'dan sonra dünyanın ikinci rezerv parası haline gelmiştir. Euro, bu konumunu Alman Markı'ndan devraldığı halde, onun düzeyini fazlasıyla aşmış, bu da Dolar aleyhine gelişmiştir. Böylece Euro'ya güven artarken Dolar'a güven azalmıştır. Tüm bunlar Dolar'a olan talebe etki edip değerini düşürmüştür. Dolar'ın değer kaybetmesi nedeniyle pek çok yatırımcı, yatırımlarında Dolar yerine Euro'ya itimat etmeye yönelmiştir. Ayrıca Amerika diğer iktisâdî sorunların da sıkıntısını çekmektedir. Bunların başında %4'ü aşan enflasyon, %5'i aşan işsizlik, gerilemekte olan sanayi, fakirlik ve kötü eğitim hizmetleri... gelmektedir. Tüm bu faktörler Dolar'ın değerinin düşmesine yol açmaktadır. Yine bu düşüş, bazı merkez bankalarının Dolar rezervlerini azaltmalarına neden olmuştur. HSBC'de döviz stratejisti olan Paul Mackel şöyle demektedir: "Merkez bankaları bir süredir, Dolar'a bu kadar aşırı yüklenmek istemediklerini fark ettiler ve merkez bankalarının toplam dolar stokları, %73'ten %64'e düştü." Dolar krizinin hakîkî iktisâdî esâsı işte budur.

İkincisi: Bunun ardından, bu krizi çıkarlarına hizmet edecek şekilde hareketlendirmek ve Amerika'nın yerel krizi olmaktan çıkarıp küresel bir krize dönüştürmek... üzere Amerika'nın politik manipülasyonu devreye girdi. Bu da şöyle oldu:

1.    İhrâcâtçı ülkenin parasının değerindeki düşüş ihrâcâtını artırır. Çünkü emtia fiyatları nispeten ucuzlar. Şöyle ki; ithâlâtçılar, ihraç malların fiyatlarının kendi ülkesinin parasına göre olması, bu paranın da değerinin düşmüş olması itibariyle, daha az nakdî değer ödeyeceklerdir. Meselâ; bir ithâlâtçı, bir malın bedeli olarak 1000$ ödüyorsa, -bunu da 1000€'ya denk sayalım- Dolar'ın %10 değer kaybına uğramasıyla önceden ödediği 1000$ yerine 900€ ödeyecektir. Bunun için tüccar, parasının değerinin düşük olması sebebiyle o devletten mal ithâl etmeye yönelir.

Fakat bu, düşüş %5'i aşmadığı takdirde iyi olur, hatta %10'a kadar da makbul sayılır. Ancak bu oran daha fazla artarsa, bu düşüşten kaynaklanan enflasyon sebebiyle üretim yapan fabrikalar üzerinde bir yük teşkil eder, yani para biriminin değeri düştüğü için alım gücü de düştüğünden dolayı o ülkedeki maddelerin fiyatları zamlanır. Oluşan bu enflasyon sebebiyle hem fabrikaların maliyetleri artar, hem de ihraç ürünlerinin fiyatları artar. Yani artık o mal, meselâ 1000$'da kalmayıp artmaya başlar. Para biriminin makul sınırın üzerinde düşmesi halinde böyle olur. Bu da üretim maliyetlerinin artmasına, dolayısıyla emtia fiyatlarının artmasına, dolayısıyla paranın değer kaybından kaynaklanan enflasyon nedeniyle ihrâcât hacminin azalmasına götürür. Amerika'nın durumunda ise Dolar'ın düşüşü, makul sınırları fazlasıyla aşmıştır. Meselâ; Euro-Dolar paritesi 2000 yılında 0,8$ iken 1,6$ düzeyine çıkmıştır. Yani Dolar'ın düşüş oranı, azamî iktisâdî sınırları beş kattan fazla aşmıştır. Bunun için bu değer kaybı sonucu Amerikan ihrâcâtı, yok denecek kadar az artmıştır. Yani ticâret açığı, biraz azalmasına rağmen, mevcut haliyle kalmıştır.

Bununla birlikte Amerika, bu açığı düzeltmek için hiçbir icraatta bulunmamıştır. Zîra üretim yapan fabrikalar açısından enerji fiyatlarının düşmesi, dolayısıyla üretim maliyetlerinin düşmesi ve ihrâcâtın artması için petrol rezervlerinin bir kısmını piyasaya sunmak üzere çıkarmamıştır. Bilakis Bush yönetimi, büyük oranda tırmanan enerji fiyatlarının düşmesi için petrol rezervlerinin bir kısmını çıkarıp kullanıma sunmayı reddetmiştir. Bir diğer ifadeyle, iktisâdî ticâret açığı konusunu çözmemiştir. Kezâ borçlanmalar konusunu da çözmemiştir. Bilakis Afganistan ve Irak'a yönelik 2 trilyon doları aşan maliyete sahip mücrim saldırılarının sürmesi sebebiyle bu borçları artırmak için çalıştığı gibi, siyâsî ve seçime yönelik dürtülerle Amerikalı zengin kapitalistlere uyguladığı vergi indirimleri çerçevesinde yaklaşık 1 trilyon dolar tutarında krediler vermiştir... Bu da borçlanmaları artan şekilde kendi haline terk etmiştir. Böylece Amerika, Dolar'ı düşüş üzere bırakmış, durumunu düzeltmek için herhangi bir iktisâdî icraatta bulunmamıştır. Sonra bu düşüşü, muazzam dolar rezervleri bulunan devletlere... şantaj yaparak siyâsî bir istismar aracı olarak kullanmıştır. Meselâ; yaklaşık 1 trilyon dolar rezervi bulunan ve Dolar'daki düşüş sonucu muazzam miktarlarda zarara uğrayan Çin gibi, sonra Hindistan, Avrupa devletleri ve petrol devletleri gibi... Bu da bu devletleri, kendi para birimlerinin bir kısmını piyasaya sürüp dolar satın alarak, yani ona olan talebi artırarak Dolar'a dayanma girişimine mecbur bırakmıştır ki biraz olsun düşüşünü frenleyebilsinler.

2.    Sonra Amerika'nın bu krizi, bir Amerikan krizi olmaktan devletlerarası bir kriz olmaya çevirmesini sağlayan mortgage şirketlerinin hisselerinin düşmesi karşısında Amerikan politikasının sonraki adımı gelmiştir. Devlet, konut sektöründe faaliyet gösteren şirketlere, bilhassa satış bedelinin taksitleri tamamen ödeninceye dek yapılan ipotek karşılığı ev satan mortgage şirketlerine düşük faizli krediler vermiştir. Bundan ötürü bu şirketler nezdinde büyük oranda likidite bolluğu oluşmuş, bu da onları, cazip ve düşük fiyatlarla ev satış koşullarını kolaylaştırmaya sevk etmiştir. Şöyle ki; konut sektöründe çalışan şirketlerin ve mortgage şirketlerinin maddî likiditeleri, devletin verdiği düşük faizli krediler sonucunda artış gösterdi. Ardından Amerikalılar ev satın almaya yöneldiler. Uygun koşullu faizlerle ev sahiplerine krediler vermeye başlayan Amerikan bankalarından aldıkları cazip kredilerin ilk ödemesini yapmaları önündeki yolu iyice açtılar. Hatta ipotek altına alınan evin tüm bedeli miktarında konut kredileri bile vermeye başladılar. Oysa Avrupa bankaları böylesi krediler vermiyorlardı, çünkü onlar ipotek altına alınan evin tüm bedelinin en fazla %60'ı oranında krediler veriyorlardı. Tüm bunlar devletin bu şirketlere ve bankalara düşük faizli krediler vermesinden kaynaklanmıştır ki bu, emlak sektörünü çarpıcı oranda büyütmüştür.

Küreselleşme politikası ve şirketlerin bu politikanın bir kısmına uyarlanması sebebiyle, büyüme ve kâr görüldükçe, dünya şirketleri, özel bankalar ve merkez bankaları ve kezâ fertler, daha fazla kâr peşinde koşarak Amerikan mortgage şirketlerinin hisselerini satın almaya yönelmişlerdir... Zîra emlak sektörü ve borsada işlem gören mortgage şirketlerinin hisseleri, tüm dünya çapında, özellikle Birleşik Devletler'de sürekli artan bir şekilde değer kazanmıştır. Öyle ki modern teknoloji sektörü dâhil diğer faaliyetleri alanları zararlara mâruz kalırken, emlak satın almak en ideal yatırım haline gelmiştir. Önceleri bilgi ve iletişim teknolojileri alanındaki yatırımlara aşırı bir yöneliş yaşanıyorken, Amerikalı fertler ve şirketler, gerek ev sahip olmak amacıyla, gerek uzun vadeli yatırım yapmak amacıyla, gerekse spekülasyonlara kapılarak emlak alımına yönelmişlerdir. Bankaların, dar gelirleri nedeniyle borçlarını kapatma güçleri olmayan fertlere bile krediler açacağı derecede emlâk alımındaki kolaylıkların önü açılmıştır.

Bu durum, geçen seneye kadar sorunsuzca sürdü. Özellikle devlet üzerindeki borç yükü artınca, Amerika mortgage şirketlerine ve bankalara cazip krediler vermeyi durdurdu. Dahası vadesi dolmuş önceden aldıkları kredi borçlarını derhâl kapatmalarını istedi... Mortgage şirketleri ve bankalar da ev sahiplerinden istemeye başladı. Amerika'daki işsizlik, enflasyon ve kötü ekonomik durum nedeniyle, ev sahipleri ne satış bedellerini, ne de bankalardan aldıkları kredileri ödemeye güç yetirebildiler... Emlâk fiyatları hızla düştü ve fertler, ipotekli evlerini sattıktan sonra bile borçlarını kapatamaz hale geldiler. Meselâ; haberlerde geçtiği gibi, yarım milyon dolarlık bir ev 200,000$'a düştüğü halde satın alacak kimse bulunmuyordu. Böylece iki milyondan fazla Amerikalı, sırf taşınmaz mülklerini kaybetmekle kalmadılar, hayatları boyunca da mâli yükümlülüklere bağımlı hale düştüler. Kredi alanların kredi borçlarını ödeyememesi sonucu uğradıkları zarar nedeniyle kreditör bankaların borsadaki hisseleri değer kaybetti. Mortgage şirketleri de 2 trilyon doları bulan korkunç zararlara maruz kaldılar ve pek çok mortgage şirketi iflas ettiğini açıkladı. Dolayısıyla borçların önemli bir kısmı yok oldu ve geri döndürülemez hale geldi.

Son zamanlarda Amerikan mortgage sektöründe şiddetli bir sarsıntıya uğrayan büyük bankaların görünümü hakkında, Arap-Alman Ticâret ve Sanâyi Odası tarafından Berlin'de yayınlanan Souq (Piyasa) Dergisi, geçen senenin son çeyreğindeki zararları yeni yılın başında ortaya çıkan Amerikan CitiGroup bankasına dikkat çekip uğradığı zararın, 9,83 milyar dolar [6,6 milyar euro] olduğunu ve mezkur bankanın emlak sektöründeki zararının şu ana kadar toplam 18,1 milyar doları aştığını kaydetti. Aynı olumsuz gelişme, mâlî varlıklarından 14,1 milyar doların silindiğini açıklayan Amerikan Merrill Lynch bankasında da gerçekleşti. Bu da onun 2007 yılı son çeyreğindeki zararının 9,8 milyar dolara ulaştığı anlamına gelmektedir ki bu, tarihindeki en büyük kayıptır. Aynı durum, iflastan kurtulmak için Singapur Hükümeti Yatırım Şirketi'nden (GIC) iki milyar dolar alan İsviçre'nin devasa UPS bankasının da başına geldi.

İşte böylece mortgage şirketlerinin borsadaki hisseleri çöktü ve dolayısıyla dünyanın pek çok ülkesinde, Amerikan mortgage şirketlerinde yatırımı yahut hisseleri bulunan veya Amerikan emlak sektöründe doğrudan çalışan şirketlerin ve bankaların hisseleri de düştü. O kadar ki salgın, gayrimenkul faaliyetleri içerisinde bulunmayan sektörlere de bulaştı, yine iktisâdî sektör faaliyetlerinin iç içe geçmiş olması ve küreselleşme nedeniyle her tarafı etkiledi. Amerika'da Wall Street borsasındaki hisselerin değeri düşer düşmez, borsa endeksleri değer kaybetti; Frankfurt'ta %7,1, Paris'te %6,8, Londra'da %5,4, Madrid'de %7,5, Tokyo'da %3,8, Şangay'da %5,1, Sao Paulo'da %6, Riyad'da %9,8, Dubai'de %9,4, Beyrut'ta %3 ve Kahire'de %4,2.

Zararın ve silinen borçların büyüklüğünden dolayı, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İngiltere Başbakanı Gordon Brown, 27.03.2008'deki görüşmeleri çerçevesinde, bankaları silinen borçlarını tam ve kesin bir şekilde acilen açıklamaya çağırdılar. Brown, geçen Ocak ayında İngiltere'nin, Amerikan emlak kredileri krizinden kaynaklanan güven krizi nedeniyle çetin ve riskli bir durumda olan küresel ekonomi ile birlikte zorlu bir deneyim ile karşı karşıya olduğunu söyledi. Bu açıklaması, mortgage kredileri sektöründe İngiltere'nin en büyük beşinci banka kuruluşu olan Northern Rock'ın, Birleşik Devletler'deki mortgage krizinin yansımaları nedeniyle aşırı zarara maruz kalmasından sonra geldi.

İşte böylece Amerika, mortgage şirketleri krizini, bir Amerikan krizinden devletlerarası bir krize dönüştürmüştür. Öyle ki Avrupa'daki merkez bankaları, geçen sene mortgage şirketlerine 150 milyar dolardan fazla destek sağlamışlardır ki küresel şirketlerin tüm dünya devletlerine yayılmış olması ve küreselleşme sisteminden dolayı iç içe geçmiş olması sebebiyle bu krizden zarar görmesinler ve dünyadaki borsalar, bu cümleden Avrupa'dakiler çökmesin. Böylelikle Amerika Avrupa'ya şantaj yaptı ve kendi şirketlerini, yani bu vesileyle Amerikan mortgage şirketlerini desteklemiş oldu.

Velhâsıl; Amerikan krizinin iktisâdî ve siyâsî olmak üzere pek çok boyutu vardır. Nitekim Amerika, doların düşmesine yol açan hakîkî krizlerden geçmektedir. Dolayısıyla siyâsî manevralara yahut "entrikalara" başvurmuştur ki bütün dünyayı kendi krizlerine ortak etsin. Aksi takdirde bütün dünya onunla birlikte boğulacaktır, hele ki küreselleşme bu kadar yayılmış iken, piyasa ekonomisi adı altında tüm piyasalar birbirine açılmış iken ve tüm şirketleri dünya çapına uzanıp iç içe girmiş iken... Böylece dünya ülkelerinin piyasaları birbirlerine daha fazla açık hale gelmiştir.

İşte Amerika, hem ticârî açığını hafifletmek, hem de siyâsî şantaj yapmak üzere iktisâdî krizi sebebiyle Dolarının düşüşünü böyle istismar etmiştir, bilhassa muazzam Dolar rezervi bulunan devletlere karşı. Kezâ Amerika, bu mortgage şirketleri krizini devletlerarası bir kriz haline de getirebilmiştir, hem de bu krizden hiç de uzak olmadığı halde! Bununla birlikte Amerika'nın tüm bu siyâsî işleri, Amerikan ekonomisini büyümeye götürmeyecektir, bilakis sadece çöküşünü durdurabilecektir. Küreselleşme politikası ve açık piyasalar olmasaydı, dünya ekonomisine tahakküm eden Kapitalist iktisat nizâmı olmasaydı... halen merkezî rezerv olarak Dolar'a dayanan devletler olmasaydı... Bütün bunlar olmasaydı, Amerikan ekonomisi şu ana kadar asla ayakta kalamazdı.

Üçüncüsü: Petrol, altın ve demir gibi madenî ürünlerin fiyatlarındaki artışın sebebine gelince; mortgage şirketlerinin çökmesinden, hisse senetleri ve tahvil piyasasının düşmesinden, borsa endekslerinin değer kaybına uğramasından sonra yatırımcıların, hisse senedi, tahvil, bono ve benzeri reel değeri (zâti kıymeti) olmayan, yani kendisine dayalı, sübjektif bir kıymet taşımayan yatırım araçlarına güveni azalmıştır. Böylece yatırımcılar, altın ve diğer değerli madenler gibi zâti kıymeti olan yatırım araçlarına yönelmişlerdir. Bu da altına olan talebi artırıp fiyatını korkunç oranda yükseltmiştir. Nihayet altının ons fiyatı 1000$'a ulaşmıştır ve mevcut koşulların seyrine göre yaklaşık 1500$'a yükselmeye adaydır.

Altın fiyatlarının yükselmesinden en çok zarar gören Birleşik Devletler'dir. Zîra bu durum -sürmesi halinde- Dolar'ın, basılı bir kağıt parçasından öte geçmeyen bir değere düşmesine götürür. Onun için önümüzdeki dönemde Amerika'nın altının fiyatlarını frenlemesi muhtemeldir. Bunun göstergeleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Nitekim IMF, bütçe açığı gerekçesiyle 403 ton altın satma kararı almıştır. Ancak IMF bu satışı uzun vadeli bir süreç dâhilinde gerçekleştireceğini açıklamıştır. Bu da altın fiyatının düşmesine etki edebilecek "spekülatif" bir açıklamadır. Yine bu altın satışının merkez bankalarına yapılması ihtimâli de vardır. Bu da merkez bankalarının faiz oranlarını yükseltmesine, dolayısıyla kur fiyatlarının yükselmesine neden olacaktır. Yine IMF'nin 9 Nisan 2008'de mâlî krizin bir trilyon dolara mâl olacağına dair açıklamaları, vâkıanın doğru ve dürüst bir biçimde açıklamaktan ziyade, ekonomik ve finansal seyri değiştirmeye yönelik bir spekülasyon mesâbesindedir. İngiliz Telegraph Gazetesi'nin bir yorumunda geçtiği gibi, IMF mevcut mâlî krizden çıkış için başvurulabilecek son adrestir ve bu açıklama, bunun alt yapısını hazırlama mesâbesindedir.

Böylelikle doların düşmesi ve yatırımcılar nezdinde Amerikan varlıkları piyasasına duyulan güvensizlik krizi, pek çok yatırımcıyı güvene dayalı banknotlara yatırım yapmamaya yöneltmiştir. Bunun aklî değerlendirmesi şudur; mevcut banknotlar genel olarak somut varlıklara dayanmamaktadır, yani böylesi havalarda güven krizi diğer para birimlerine de hızla yayılır. Bu nedenle bazı merkez bankaları -Çin Merkez Bankası gibi- altın satın almaya başlamış, bu da altın fiyatlarını en üst seviyesine çıkarmıştır. Yine aynı sebeple, gümüş ve platin gibi bazı maden fiyatları da yükselmiştir. Benzer şekilde Çin ile Hindistan'ın bakıra, çinkoya, alüminyuma ve nikele olan artan talebi nedeniyle bunların da fiyatları artmıştır. Çin ile Hindistan'ın bu madenlere yönelik talebi, hızla büyüyen ekonomilerinden dolayıdır ve bu maden talebi Çin tarafından 12 senedir, Hindistan tarafından da 4 senedir sürmektedir. Nitekim Çin altyapısı için bir trilyon dolar harcamış, gelecek 15 sene içerisinde her sene ek 50 milyar dolar harcama yapacaktır. Yine Hindistan da 6 senedir altyapı restorasyon çalışmalarına başlamıştır. Altyapı yatırımları başlangıçta zayıftı, ancak son 4 senede yatırımların hacmi 50 milyar doları bulmuştur. Gelecek on yıl için de her sene 30 ilâ 40 milyar dolarlık yatırım plânı hazırlamıştır. Fakat bu plânı takviye etmeye yetecek maden bulunamamaktadır. Bunun da ötesinde, petrol fiyatlarının yükselmesi üretim maliyetlerinin artmasına, dolayısıyla genel olarak fiyatların yükselmesine neden olmuştur.

Petrol fiyatlarının yükselmesinin nedeni, Dolar'ın değerinin düşmesine ve petrole olan ihtiyaçlarını gidermek üzere aşırı taleplerini karşılamak için Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan gibi devletler tarafından petrolü alım gücünün artmasına döner. Yine de petrol fiyatlarının artışına götüren daha önemli neden spekülasyondur. Nitekim Amerika'nın petrole ilişkin spekülasyonları fiyatlarının artmasına yol açmıştır. Bu da petrol satın almayı talep edenlerden gelen piyasadaki mevcut dolarları toplamak içindir. Tâ ki Amerika, parasının çöküşünü önleyebilsin. Amerikan petrol rezervleri hakkındaki bilgilerin sabit olmamasının sebebi de budur zaten.

Fiyatların yükselmesinde spekülasyonların önemli bir rolü vardır. Meselâ; yakın geçmişte petrole ilişkin spekülasyonlar arttığı gibi, başta altın olmak üzere maden fiyatlarında da spekülasyonlar artmıştır. Nitekim altının fiyatlarının daha da yükselmesi, Çin, Rusya ve bazı Asya ülkelerinin sahip oldukları muazzam Dolar birikimlerinden kurtulmak için altına yönelmeleri sonucunda olmuştur. Zîra devletler Dolar'a güvenmez olmuşlar, düşmesi sebebiyle muazzam zararlara uğramışlardır. Kezâ Çin'in demir ve sanayi için gerekli diğer madenlerin alımına yönelmesi, demir ve benzeri madenlerin fiyatlarını artırmıştır. Meselâ; Almanya'da hurda demire büyük bir yöneliş yaşanmış, fiyatları yükselmiş, hatta ikiye katlanmıştır. Çünkü pek çokları bunu Çin'e ihraç etmeye başlamıştır.

Bilindiği gibi bir süredir Dolar düştükçe ters orantılı bir şekilde petrolün fiyatı yükselmiştir. Bugünün vâkıası da öyledir. Nitekim 17.04.2008'de petrol varil fiyatı 115$ eşiğini aşmış, sonra artışını sürdürerek bugün, 05.05.2008 itibariyle 120$'ı görmüştür. Böylelikle petrol fiyatları, bilhassa Çin ve diğer yükselen ekonomilerde oluşan talebin artmasıyla 2002 yılına göre dört kattan fazla artmıştır. Beklentiler, petrol fiyatlarının gelecek Aralık ayının sonunda 130$'a ulaşacağına işâret etmektedir.

Dördüncüsü: Küresel gıda krizine gelince; Amerikan mortgage krizinin doğurduğu kötüleşen küresel ekonomik kriz gölgesinde, küresel gıda güvenliğini tehdit eden oldukça tehlikeli bir başka kriz olarak ortaya çıkmıştır. Dünya çapında ekmekten süte kadar gıda fiyatları yükselmiştir. Bu kriz; son senelerde buğday, mısır, pirinç ve diğer temel gıda ürünlerindeki fiyat artışları ardından son zamanlarda baş göstermiş, geçen birkaç ay içerisinde kaygı verici oranda tırmanmıştır. 06.12.2007'de İngiliz Economist Dergisi yayınladığı bir raporda, hububat fiyatlarının, Economist Dergisi'nin 1945'te gıda maddeleri fiyatlarına ilişkin endeksi oluşturmasından bu yana hiç görülmemiş bir biçimde arttığını kaydetmiştir. Economist'e göre artış oranı %75'e ulaşmıştır. Dünya çapında hububat fiyatları konusunda ilk küresel standardı temsil eden Chicago Ticâret Borsası (Chicago Board of Trade) ise buğday fiyatlarının %90, soya fasulyesinin %80 ve mısırın %20 oranında arttığını ve fiyatların o tarihten bugüne yükselmeye devam ettiğini vurgulamıştır. Fiyat artışlarının ve dolayısıyla gıda krizinin nedenlerinden en bâriz olanları aşağıdakilerdir:

1.    Petrol Fiyatlarının Artması ve Dolar Kurunun Düşmesi: Petrol fiyatlarının yükselmesi; tohum, gübre, haşere ilaçları, araçlar ve nakliyat gibi zirâî gereksinimlerin fiyatlarında artışa yol açmıştır. Dolayısıyla üretim ve nakliyat maliyetinin yükselmesi, başta buğday, pirinç ve mısır başta olmak üzere gıda maddelerinin fiyatlarındaki artışa etki etmiştir. Meselâ; geçen sene boyunca Filipinler'de pirincin fiyatı %70 oranında artmıştır. Bir yönden böyledir. Başka bir yönden ise şöyledir; gıda maddelerinin fiyatları, çoğunlukla Dolar'a endekslenmiştir. Dolayısıyla Dolar'ın değeri düştükçe, otomatik olarak bu fiyatlar artmıştır. Ekonomist Gratsiano şöyle diyordu: "Dolardaki güven kaybı, yatırım fonlarını, birincil emtiada yüksek kârlar aramaya yöneltti... Önce madenlerde, sonra gıdada." Yine pek çok spekülatör son beş sene içerisinde hisse senedi ve tahvil piyasalarından elde ettikleri kârdan daha fazla kâr arayışı içerisinde mallarını birincil emtia piyasalarına kaydırmışlardır.

2.    İklimsel Koşullar: Kasırgalar, fırtınalar ve kuraklık gibi faktörler zirâî üretimin düşmesine etki etmiştir. Meselâ; en büyük hububat ihrâcâtçılarından biri olan Avustralya, tarihinin en ciddi kuraklık riski ile karşı karşıya kalmıştır... Son zamanlarda bu iklimsel koşullara, et tüketiminin artmasına yol açan Çin, Hindistan ve Brezilya gibi bazı devletlerin ekonomik atılımı da eşlik etmiştir. Bilindiği gibi 100 kalorilik bir et parçasının üretimi için, hayvanların 700 kalorilik tahıl ile doyurulması gerekir. Oysa Birleşmiş Milletler'e bağlı Dünya Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) verilerine göre; 2,13 milyar ton tahılın yalnızca 1,01 milyar tonu insanların ihtiyaçlarına ayrılmıştır. Dolayısıyla hayvan yetiştiriciliği küresel çapta fiyatları artırmaktadır.

3.    Hububattan Biyo-yakıt Üretimi: Gıda konusunda Birleşmiş Milletler Özel Raportörü olan Jean Ziegler, Alman Deutsche Welle Radyosu'na verdiği demeçte, dünyada gıda fiyatlarını daha çok yukarı çekebileceğinden dolayı büyük miktarda biyo-yakıt üretiminin "insanlığa karşı suç" olduğu yorumunu yapmıştır. Biyo-yakıt üretimi zirâî ürünlere dayalıdır. Son yıllarda pek çok sanayi devleti, fiyatları rekor düzeye çıkan petrole bağımlılıklarını azaltmak için zirâî mahsulleri ve tarım arazilerini biyo-yakıt üretiminde kullanmıştır. Bu da biyo-yakıta talebin artmasına yol açmış, dolayısıyla hububat fiyatlarının artmasına neden olmuştur. Birleşik Devletler ve Brezilya gibi ülkelerde tarım arazileri, etanol üretimi için mısır ve soya fasulyesi ziraatine ayrılmıştır. Birleşik Devletler'de 2001 yılından beri biyo-yakıt olarak değerlendirilen etanolün üretimi için kullanılan mısır miktarı %300 oranında artmıştır. Yine Amerika, 2017 başına kadar 35 milyar galon (133 milyar litre) etanol üretimi için uğraşmaktadır. Nitekim Amerikan Kongresi, 2005 yılı enerji belgesinde soyadan çıkarılan etanol üretiminin 2006 yılında 4 milyar galondan 2012 yılında 7,5 milyar galona yükseltilmesini onaylamıştır. Yine 2007 yılı Mart ayında Amerikan Başkanı George Bush, Brezilyalı mevkîdaşı Luiz Inácio Lula da Silva ile, etanol üretimine yönelik araştırmalar yapılması, gelecek neslin bu yönde geliştirilmesi ve bilhassa Orta Amerika ülkeleri arasında bir biyo-yakıt ticârî birlikteliği oluşturulması maksadıyla iki ülke arasında ortak işbirliğine yönelik "Etanol Mukâvelesi" imzalamak üzere görüşmüştür. İki başkan arasındaki bu etanol anlaşması, biyo-yakıt üretiminde kullanılmak üzere hububat tarımının çarpıcı gelişiminin başlangıcı olmuştur. Brezilya, Arjantin, Kolombiya, Ekvador ve Uruguay'daki yeşil alanlar ve orman arazileri üzerinde biyo-yakıt üretimi için şekerkamışı, palmiye yağı ve soya tarlaları belirlenmiştir. Nitekim soya tarlaları, orman arazilerinden Brezilya'da 21 milyon hektarlık, Arjantin'de ise 14 milyon hektarlık alan işgâl etmiştir. Hububat fiyatları yükseldiği sürece bu görüntü pek değişecek gibi de görünmemektedir. Nitekim 2008 yılında üretilecek 2,13 milyar ton hububatın 100 milyon tonu biyo-yakıt çıkarmak için kullanılacaktır. Diğer bir ifadeyle bu kadar ton hububat, arabaları doyurmak için tahsis edilecektir.

4.    İdârî ve Siyâsî Başarısızlık: Stratejik bir üretim olarak buğday üretimine gelince; Avrupa Birliği 122 milyon ton, Çin 106 milyon ton, Hindistan 75 milyon ton, Birleşik Devletler 56 milyon ton ve Rusya 48 milyon ton buğday üretirken, Birleşik Devletler 32 milyon ton, Kanada 15 milyon ton, Avrupa Birliği 10 milyon ton ve Arjantin de 10 milyon ton buğday ihraç etmektedir. Arap devletlerine gelince; -Suriye hariç- başta dünyada en çok buğday ithal eden Büyük Nîl beldesi Mısır olmak üzere hepsi buğday ithâl etmektedir. Mısır 7 milyon ton, Fransızlar döneminde meşhurlaşan tarım arazileri ve Atlas Dağları beldesi Cezayir 5 milyon ton, Dicle ve Fırat beldesi Irak 3 milyon ton, Fas 3 milyon ton, Yemen yaklaşık 3 milyon ton, Tunus 1 milyon ton ve Ürdün yarım milyon ton buğday ithal etmektedir. Dolar'ın düşmesi ve petrol fiyatlarının yükselmesi gölgesinde, buğday ithâlâtı da hayli fazla külfetli olmaktadır. Bu da mâkul fiyatlara buğday ve hububat bulsalar bile, bu devletlerin bütçelerine muazzam bedeller yüklemektedir. Bu devletler, su kaynaklarına ve verimli arazilere sahip oldukları halde böyle olmaktadır. Gerçekten Atlas Dağları, Büyük Nîl ve Fırat-Dicle beldelerinin dünyanın en büyük buğday ithâlâtçıları olmaları menfur bir vâkıa değil midir?! Belki de Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki su kaynakları hakkında Dünya Bankası'nın yayınladığı raporda geçen öneriler, Arap devletlerinin ne kadar habis politikalar izlediğini ifşa etmektedir. Raporda, su rezervlerinin, su tüketimini azaltan tarım politikalarına göre belirlenmesi gerektiği sonucuna varılmakta, domates ve kavun ziraati önerilmektedir, buğday ziraati değil! Tabiatıyla Dünya Bankası önerilerinin, Dünya Bankası Su Uzmanı Pier Francesco Mantovani'nin dediği gibi, mühendislerin belirlediği icraatlar ile değil, derin siyâsî reformlar ile alâkası vardır! Bilindiği gibi, birçok devletin buğday üretim potansiyeli mevcuttur, ancak IMF'nin bağlı bulunduğu Sömürgecilik siyâseti buna engel olmaktadır. Zîra IMF kendi siyâsetine bağlı kalan devletlere tütün, pamuk gibi ürünlerin ziraatini teşvik etmekte ve bunların ziraati için krediler ve destekler verirken buğday ziraatine yönelik kredileri ve destekleri men etmektedir. Bu da Batı'daki fabrikaları bu ürünlerle beslemek içindir.

Muhakkak ki Allah, Müslümanların beldelerini verimli araziler ve bereketli sular ile donatmıştır. Bunlardan en güzel bir şekilde istifade edilmesiyle, Müslümanlara müreffeh bir yaşam sunulabilir. Lâkin şüphesiz bu, Hakîm ve Habîr olan Allah'ın katından sâlih bir nizâm gerektirir, İslâm Nizâmı gerektirir; yeryüzünü hayır ve adâlet ile dolduracak Râşidî Hilâfet gerektirir. Umulur ki bu, Allah'ın izniyle çok yakındır.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER