Cuma, 27 Rebiu’l Evvel 1447 | 2025/09/19
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir / Pakistan, Nusret Ehlinden Hilafeti Kurmaya Çalışmasını ve Pakistan'daki Amerikan Nüfuzunu Bitirmesini Talep Etti

Hizb-ut Tahrir / Pakistan Vilayeti şebabı, kamuoyunu kendileriyle birlikte Kerim Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in müjdelediği Hilafet Devleti'ni kurma çalışmasına seferber etmeye dönük sürdürdüğü çalışması çevresinde pazar günü İslamabad, Lahor, Revalpindi, Karaçi ve Paşaver gibi Pakistan'ın büyük şehirlerinde kitlesel yürüyüşlere öncülük etti. Göstericiler, Pakistan'ı egemen olan Amerikan nüfuzundan, ülkeyi ve insanları CIA çetelerine ve hiçbir kimsenin engelleyemediği ülkenin dört bir tarafındaki ölüm mangalarına ipotek eden fasit siyasî tabakadan kurtarmak için ümmetten kendileriyle birlikte çalışmasını talep etti.

Göstericiler, Pakistan ordusundaki komutanlardan ve subaylardan Müslümanların beldelerini birleştirmek, ümmetin enerjisini, milletler arasındaki konumuna geri döndürmek ve dünyaya tüm insanlığın barışını ve adaletini sağlamaya kefil bir hadarat modeli sunmak için harcayacak olan Müslümanların Halifesine biat ederek Amerika'nın hakimiyetin kurtulma savaşında ümmetin yanında yer almalarını talep ettiler.

Pakistan güvenlik birimlerindeki CIA elemanları, Karaçi, Lahor, İslamabad ve Paşaver'deki göstericilerden onlarcasını tutuklama girişiminde bulundular. Zehirli demokrasilerindeki ifade özgürlüğü alametleri olan cop ve tazyikli su gibi alışılagelmiş bastırma araçlarını kullanmalarına rağmen geniş bir katılımın olduğu yürüyüşleri bastırmayı ve eylemlerin tamamlanmasını engellemeyi başaramadılar.

Hizb-ut Tahrir, Batılı nüfuzdan kurtulmak ve İslamî hayatı yeniden başlatmak için ümmetin muhlis evlatlarıyla çalışmasına devam edecektir. Ümmetin, bu tarihi günlerde tanık olduğu olaylar, şeri bir farz olmasının ötesinde insanlığı inim inim inleten Batının maddiyatçı hadarat belasından kurtulmak için hayatî bir gereksinim haline gelen Hilafetin geri dönüşünün belirtilerinden başka bir şey değildir.

Merkezî Medya Bürosu'nun, 17.04.2011 pazar akşamı Medine-i Münevvara saatiyle saat 20:00'da Pakistan'daki yürüyüşlere ilişkin bir medya görüntüsü sunacağını ve bu görüntüyü internet üzerinden http://htmedia.info sitesinden takip edebileceklerini medya organlarının bilgisine arzederiz.

Daha fazla görüntü ve ayrıntı isteyenlerin aşağıdaki adres üzerinden bizimle bağlantı kurması rica olunur.


Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Yahudi Varlığı Hükümeti, Filistinli Kadınlara Pazı Göstermede Bir Kez Daha Eşsizliğini Gösterdi

Yahudi varlığı kuvvetleri, 07 Nisan 2011 Perşembe sabahı, geçen ay Itamar Yahudi yerleşim biriminde öldürülen bir Yahudi ailenin sorumlularını arama gerekçesiyle Nablus şehri yakınındaki Avrata köyünü bastı ve yüz Filistinli kadını tutukladı. Mücrim Yahudi devleti, geçen dört hafta içerisinde birçok kez köyü ev ev basmış ve onlarca Filistinli Müslümanı tutuklamıştı. Belediye Başkanı Yardımcısı Hasan Ivad, "İsrail" ordusunun geçen hafta çocuk ve erkek olmak üzere köyde 300 kişiyi tutukladığını ifade etti.

Bu ödlek ırkçı devlet, 1967'den beri 10,000 siyasî kadın mahkumu hapsetti. Bu kadınlardan onlarcası hala tutuklu bulunmakta ve bazıları hiçbir suçlama olmaksızın gözaltındadır. Bu kadınlar, içler acısı şartlarda yargılandılar, sistematik aşağılamaya, türlü türlü tehditlere, vahşi fiziksel ve psikolojik işkencelere maruz kaldılar... Keza tekli hücrelerde tutulmaya ve aile ziyaretlerinin yasaklanmasına maruz kaldılar. Nitekim geçen Mart ayında Kadın Hakları Derneği Müdiresi Fabrizia Falcone, "İsrail" hapishanelerindeki Filistinli kadın mahkumlarını durumunu nitelendirirken haşereler, hamam böcekleri, kemirgenler ve kanalizasyon sularıyla dolu iğrenç hücrelerde yaşadıklarını, kanunî temsil ve sağlıklı gözetimden mahrum olmalarının yanı sıra doğum sırasında zincirlerle bağlandıklarını ifade etti.

Hizb-ut Tahrir Merkezî Medya Bürosu Üyesi Dr. Nesrin Nevaz, bu hususta şu değerlendirmelerde bulundu: "İnsafsız bu mücrim Yahudi devleti, hiçbir suçu olmayan masum Filistin halkını kaçırmaya ve zulmetmeye hakkı olduğuna dair sonsuz inancını yinelemektedir. Öyle bir devlet ki adaleti, insan hayatını ve haklarını veya her türlü ahlakı tanımadığını defalarca göstermiştir. Onun varlığı, İslam ümmetinin bağrında kanayan bir yara ve bölge halkının barış ve güvenlik içerisinde yaşamasının önünde temel bir engel olarak kalacaktır."

"Açıkça İslam düşmanı olmasına rağmen İslam dünyasındaki rejimler, utanmadan ümmetin kızlarını aşağılamaktan zevk alan bu mücrim devletle olan dostane ilişkilerini korumaktadırlar. Bu hain yöneticiler var ya onlar, elleri Müslümanların kanlarına bulaşmış olup Filistin ve bölge halkının güvenliğine, barışına ve haklarına hiçbir değer vermeyen bu varlıkla olan anlaşmalara küstahça saygı duymaya devam etmekteler. Mısır ve bölgedeki Müslümanların ordularının içerisindeki Müslüman evlatları, Filistin'deki bacılarının sıkıntılarını sessizce seyretmeye ne zamana kadar tahammül edecekler?"

Sizleri, Müslüman bacılarınızın sefaletinden ve namuslarının çiğnenmesinden beslenen bu devlete kucak açan bu ödlek liderliklerin arkasında durmaya iten hangi onurdur? Kendilerini hapishanelerden ve cellatlarının pençelerinden kurtarmanız için bacılarınızın size imdat çığlıkları attığını işittiğiniz ve kılınızı dahi kıpırdatmadığınız halde analarınızın, kızlarınızın ve eşlerinizin karşısında başlarınızı nasıl dik tutacaksınız?!

Ayaklanın... Karşı çıkın... Bacılarınızı ve kardeşlerinizi kurtarın. Bu ümmete hıyanetten ve sefaletten başka bir şey getirmeyen sistemlere ve yöneticilere bağlanmayı bırakın. Onlar ki ellerinizi bağlayarak birer kurtarıcı ve kahraman olarak gerçek rolünüze bürünmenizi engellediler. Bu terörist gasıp varlığın vahşetini sonsuza dek bitirmek ve işgal altındaki tüm İslam topraklarını kurtarmak için orduları seferber edecek olan Hilafet Devleti'ni kurmak için çalışın.Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şeriatını tatbik edecek, ümmetin analarının ve kızlarının onurunu geri iade edecek, Müslümanların uzun dönemdir yaşadığı korku halini yok edecek ve İslam beldelerinde emniyeti ve güvenliği yayacak olan sadece Hilafet Devleti'dir. SallAllahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur: الإمام جنة يقاتل من ورائه ويتقى به "İmam [Halife], bir kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur." [Muslim]

Dr. Nesrin Nevaz
Hizb-ut Tahrir
Merkezî Medya Bürosu Üyesi

Devamını oku...

Sorular-Cevaplar

Soru-1: Şahsiye Kitabının 3. cüzünün 106. sayfasındaki "Aleyhi's Selam'ın Sükut Etmesi" konusunda şöyle geçmektedir: "Bir kimse, Nebi Aleyhi's Selam'ın önünde veya döneminde onun bildiği ve karşı çıkmaya muktedir olduğu bir fiil işlese o da buna sükut etse..." Bir sonraki sayfada ise şöyle geçmektedir: "Resulün, buna karşı çıkmaya muktedir olması..."

Bu kaydın, yani "Resulün, buna karşı çıkmaya muktedir olması" şeklindeki bir kaydın Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hayatında fiili bir vakası var mıdır? Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], risaleti tebliğ etmeye, daima münkere karşı çıkmaya ve gerektiğinde açıklama yapmaya muktedir olduğu halde herhangi bir vakitte bu fiile karşı çıkmaya muktedir olmaması düşünülebilinir mi? Bunu açıklamanızı rica ediyoruz.

Cevap-1: Aleyhi's Salatu ve's Selam'ın sükut etmesi açısından olana gelince; Usulcüler, herhangi bir meseleyi tarif ederlerken tarifin egyarına mani ve efradını câmi olması için onu tüm yönleriyle kuşatırlar.

Bunun içindir ki onlar, burada bu tarifte bu kaydı, yani "karşı çıkmaya muktedir olduğu" kaydını koydular ki hiçbir kimse tarife itiraz edemesin ve beşere isabet eden herhangi bir sebepten dolayı karşı çıkmaya muktedir olamamanın Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e de isbabet etmesi ihtimalinin olduğunu söyleyemesin. Dolayısıyla sükut etmesi, ikrar etmesine dair bir delil değildir!

Velhasıl: Bu kayıt, tarifi egyarına mani ve efradına câmi kılmak babındandır. Yoksa Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in döneminde bunun fiili bir vakıası yoktur. Nitekim el-Âmidî, İhkâm adlı eserinde "muhtemelen SallAllahu Aleyhi ve Sellem, karşı çıkmasına engel olan bir mania olduğundan dolayı buna karşı çıkmamıştır" sözlerini delil göstererek sükut etmeye karşı çıkanlara cevap verirken tarifteki bu kayıt hakkında şöyle demiştir: "Bu kişilerin belirttiği bir manianın olması ihtimali aklen mümkün olsa da -resul açısından- aslen bu mümkün değildir."

Soru-2: Alimler, besmelinin Fatiha veya diğer surelerden bir ayet sayılması hakkkında ihtilaf ettiler. Bazıları, tevatür olmaması gerekçesiyle buna karşı çıkarlarken bazıları, Mushaf'ta yazılı olarak geçtiği gerekçesiyle kabul ettiler ve bir takım hadisleri bu görüşlerine delil getirdiler. Bu meselede sahih olan hangi görüştür? Bu gibi bir meselede ihtilaf olması caiz midir? Allah, sizleri mübarek kılsın.

Cevap-2: Besmeleye gelince; Neml suresinin şu ayetinin, إِنَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ "Bu (mektup) Süleyman'dandır, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla (başlamakta)dır."bir parçası olarak Kur'na-il Kerim'dendir. Fatiha'nın veya diğe surelerin başındaki besmeleye gelince; sureden bir ayet mi yoksa sadece surelerin arasını ayırmak için mi olduğu hakkında ihtilaf vardır. Bu ihtilafın bir sakıncası yoktur. Çünkü her iki gurup da Neml suresindeki besmelenin Kur'an'dan bir ayet olduğunu kabul etmektedirler. İhtilaf, Tövbe suresi dışında surelerin başındaki durumundadır. Yani surelerin veya Fatiha suresinin başındaki besmele, bir ayet midir yoksa değil midir..? Madem ki hepsi, Neml suresindeki besmelenin Kur'an'dan bir ayet olduğunu kabul etmektedir o halde surelerin başındaki durumunda ihtilaf edilmesi, salahta Fatiha'nın veya diğer surelerin başındaki besmelenin müçtehitlerin istinbat ettiği şeri hükümlere göre açık veya gizli okunmasının veya hiç okunmamasının dışında bir şeye etki etmez.

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Filistin'deki Temîm el-Dârî vakfı ve başka yerlerdeki vakıflar gibi vakfa intikal eden ve aslî niteliği haracî arazi olan bir arazi için harac ödenir mi?

Cevap:

Haracî arazi, vakfedilmez. Dolayısıyla haracî arazi olarak kalır ve onun için harac ödenir.

Nitekim Anayasa Mukaddimesi'nin 2. cüzünün 133. maddesinde şöyle geçmiştir:

"Her fert öşrî ve haracî arazisini mübadele etme ve sahibinden miras edinme hakkına sahiptir. Çünkü sahibinin gerçek mülküdür ve mülk hükümlerinin tamamı bunlara intibak eder. Bu ise öşrî arazi açısından açık bir durumdur. Haracî arazi açısından olana gelince; haracî arazisinin mülkiyeti, mülkiyet bakımından aynen öşrî arazisinin mülkiyeti gibidir. Sadece şu iki husus dışında bu ikisinin arasında hiçbir fark yoktur: Birincisi: Sahip olunulan malın ayni açısından. İkincisi: Araziye düşen şey açısından. Sahip olunulan malın ayni açısından olana gelince; öşrî arazinin sahibi onun rakabesine ve menfaatine sahip olurken haracî arazinin sahibi sadece onun menfaatine sahip olur. Bunun bir sonucu olarak da öşrî arazinin sahibi, sahip olduğu araziyi vakfetmek istediğinde dilediği herhangi bir zamanda bunu yapabilir. Çünkü o, onun aynine, yani rakabesine sahiptir. Fakat haracî arazinin sahibi, sahip olduğu araziyi vakfetmek istediğinde bunu yapamaz. Çünkü vakfetmede vakfeden kimsenin vakfettiği malın aynine sahip olması şarttır. Haracî arazinin sahibi ise arazinin aynine, yani rakabesine sahip olmayıp sadece onun menfaatine sahiptir. Çünkü haracî arazisinin rakabesi Beyt-ul Mâl'e aittir.

Araziye düşen şey açısından olana gelince;"

2- Temîm el-Dârî'nin arazisi, haracî arazi değildir. Zira o, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] tarafından fetihten önce Temîm'e ikta edilmiştir. Dolayısıyla o, öşrî arazidir...

Nitekim Şahsiye Kitabının 312. sayfasındaki Öşrî Araziler Babının öşrî arazi sayılması ifadesinin geçtiği paragrafında şöyle geçmiştir:

"Aynı şekilde İmamın henüz fethedilmemiş her araziden tımar (ıkta) olarak verdiği bölüm de Allah, Müslümanlara o araziyi fethetmeyi nasip etmesinden sonra kendisine tımar olarak verilen kimseye hibe olunur. Nitekim Halil'de Aynun, el-Martüm, Habrün ve Habrî arazisini Temîm el-Dârî, cemaatiyle birlikte Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in huzuruna çıktığında Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den Allah Müslümanlara fethetmeyi nasip ederse bu yerleri kendilerine ikta etmesini/tımar olarak talep etti. Bunun üzerine Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], oraları ona tımar olarak verdi. Buna dair de ona bir yazı verdi. Ömer de bu yazıya şahit olan iki şahidin birisi idi. Allah, Ömer zamanında oraları Müslümanlara fethetmeyi nasip ettiğinde Temîm oraları Ömer'den talep etti. Ömer de Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in vermesine bağlı kalarak oraları ona teslim etti..."

Hakeza Temîm el-Dârî [RadiyAllahu Anh]'ın arazisi, Müslümanlara vakfedilmiş olması bakımından öşrî arazidir. Dolayısıyla ona zekat gerekmez. Çünkü zekat, genele ait olan mallara değil sahibi belli olan mallar için vardır...

Devamını oku...

Sorular-Cevaplar

Soru-1: İktisat Nizamı Kitabının 89. sayfasının sondan 3. satırında şöyle geçmektedir: "Çünkü icaranın, bilinen olması lazımdır. Bazı işlerde süreyi belirtmemek işi meçhul kılar. İcara meçhul olunca caiz olmaz."

Yine aynı kitabın 90. sayfasının 7. satırında şöyle geçmektedir: "Cehaleti kaldırmak için müddeti zikretmek zaruret olduğu zaman bu müddetin dakika, saat, hafta, ay veya sene olarak belirlenmesi gerekir."

Yine aynı kitabın 91. sayfasının 8. satırında şöyle geçmektedir: "Özet olarak icaranın, bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde bilinen bir yapıda olması gereklidir. Çünkü bütün sözleşmelerde, ücret üzerinde ittifakın olması temel esastır. Ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur."

Soru Şudur: Buradaki [يجب] "gerekir" kelimesi, teklif hükümlerinde bilinen ve terk edeni günahkar yapan farz anlamındaki vacip anlamına mı gelmektedir? Şayet böyleyse 91. sayfasının 10. satırında neden "ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur" denilmiştir? O halde önceki metindeki [يجب] "gerekir" kelimesi ile son metindeki [يكره] "mekruhtur" kelimesinin arasını nasıl örtüştürürüz? Bütün nasslar, cehalet/belirsizlik üzerine olan sözleşmenin/akdin, caiz olmayacağını belirtmektedir.

Sözleşme/akit, ücretin belirtilmemesinden dolayı fasit olduğunda ecr-i misil gerekir. Fasit akit, fesat düzeltilinceye kadar kişiyi günahkar yaparken kerahette günah olmadığını söylemekteyiz. O halde ücret belirtilmediğinde akdi ifsat edeceğinden kişi, nasıl olur da önce mekruh sonra da günah işlemiş oluyor?

Bunun izah edilmesini rica ediyorum. Allah, sizi mübarek kılsın.

Cevap-1:

İktisat Nizamı Kitabının 89. sayfasında şöyle geçmektedir:

- "Çünkü icaranın, bilinen olması lazımdır. Bazı işlerde süreyi belirtmemek işi meçhul kılar. İcara meçhul olunca caiz olmaz... Cehaleti kaldırmak için müddeti zikretmek zaruret olduğu zaman bu müddetin dakika, saat, hafta, ay veya sene olarak belirlenmesi gerekir."

- 91. sayfasının 8. satırında şöyle geçmektedir: "Özet olarak icaranın, bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde bilinen bir yapıda olması gereklidir. Çünkü bütün sözleşmelerde, ücret üzerinde ittifakın olması temel esastır. Ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur..."

Siz, "bir yerde gerekir ve başka bir yerde mekruhtur" şeklinde söylediğimizden bir çelişki olduğunu zannederek bunu soruyorsunuz!

* 89. sayfada geçene gelince; bu, açıktır ve bunda bir şey yoktur. Zira müddetin belirlenmesinin "vacip" olduğu ve cehaleti ortadan kaldıracak şekilde belirlenmediğinde icaranın caiz olmadığı, yani sahih olmayacağı belirtilmektedir. Bu, açıktır ve bunda bir sorun yoktur.

* 91. sayfada belirtilene gelince; burada iki mesele olduğu halde siz tek bir mesele olduğunu zannetmektesiniz:

Birinci Mesele: Ücret, cahaleti/belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde belli olmalıdır. Dolayısıyla ücretlinin ücretinin, aynı sayfanın, yani 90. sayfanın sonunda geçen ücretliye, "Senin ücretin, hasat edeceğin ekinin bir kısmıdır" demeniz misalindeki gibi belirlenmesi caiz değildir. Bu caiz değildir. Bilakis ücretin, anlaşmazlığı kaldıracak şekilde belirli ve bilinen olarak belirlenmesi gerekir. Şöyle demeniz gibi: "Senin ücretin, bir ölçek veya bir kiledir" yada "Benim için şu on dönüm ekini hasat et, senin ücretin şu bir dönüm ekindir." Yani burada hüküm, vaciptir.

İkinci Mesele: Belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde belirtildiğinde ücretin vacip olması ile ilgili değildir. Bilakis ücretlinin ücretinin çalıştırılmadan önce belirtilmesi ile ilgilidir: Ücretlinin ücreti, çalıştırılmadan önce bildirilir mi veya ücreti belirlenmeden önce çalıştırılır mı? Bu durumda hüküm, mekruh olur. Yani haram olmaz. Dolayısıyla icara akdi batıl olmaz. Bilakis ecr-i misline hükmedilir...

* Görüldüğü üzere mesele, iki meseledir:

Birincisi: Ücret belirtilirken belirlisizliği ortadan kaldıracak şekilde belli olması gerekir. Aksi takdirde sahih olmaz.

İkincisi: Ücretli kiralanırken ücreti belirtildikten sonra mı yoksa ücreti belirtilmeden önce mi kullanılır? Burada hüküm, mekruhtur. Yani icara sahih olur ve ecr-i misil gerekir. Diğer bir ifadeyle:

- Ücretli kiralanırken, ücreti belirtilmeden önce kullanılması mekruhtur.

- İcara akdinde ücretlinin ücreti belirtilirken belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde belli olması gerekir.

Soru-2: Şeri hakikat ile şeri mana arasında bir fark var mıdır?

Bu hususta kafamız karıştı. Zira şebabtan biri, aylık halakada şöyle dedi:

Şeri hakikat: Lügat manasının, salah kelimesi gibi aslından farklı yeni bir manaya nakledilmesidir.

Şeri mana: Lügat manasının aynısının kullanılması ve buna bir kayıt veya sınırlama getirilmesidir. Kıble kelimesi gibi. Bu doğru mudur?

Eğer bir fark varsa aşağıdaki hususların açıklanmasını rica ediyorum:

a- İktisat Nizamı Kitabının 222. sayfasındaki israf ve tebzir konusunda şöyle geçmektedir: "İsrafın manasına gelince; malın Allah'ın yasakladığı yerlerde harcanmasıdır." Şebabtan biri, bunun şeri mana olup şeri hakikat olmadığını söyledi.

b- et-Teysîr Fî Ahvali't Tefsîr Kitabının 190. sayfasında [مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ] "Yönelmekte oldukları kıbleden onları çeviren nedir?" ayetinin tefsirinde şöyle geçmektedir: Ayetteki [قِبْلَتِهِمُ] kelimesinin tefsirindeki kıblenin, müveceheden gelen veche gibi mukabeleden gelen bir fiil olduğu söylenmiştir. Şeri bir manası olmuştur ki o, Müslümanın salahta yöneldiği cihettir. Bu, şeri hakikat olarak değil şeri mana olarak isimlendirilir.

c- Şahsiye Kitabının 3. cüzündeki şeri hakikat bahsine baktığımızda bir fark olduğunu göremedik.

Şayet şeri hakikat ile şeri mana arasında bir fark varsa bizi bilgilendiriniz. Allah, sizleri mübarek kılsın.

Cevap-2:

Şeri hakikat, lafızdır...

Şeri mana, manadır...

İki husus birbiri ile çelişmemektedir!

- Şahsiye Kitabının 3. cüzünün 155. sayfasının sondan 11. satırında şöyle geçmektedir: "Şeri hakikat, şeriatın, kendisi için belirlenen mana dışındaki bir manada kullandığı lafız olup Araplar onu, şeriat kullandıktan sonra şeriatın kullandığı manada kullanmışlardır. Böylece önce şeriatın ardından Arapların kullanması ile başka bir manaya nakledilmiş ve ilk mana ortadan kalkmıştır..."

- Yine 149. sayfasının 14 ila 15. satırlarında şöyle geçmektedir: "Şeri hakikat, şeri örfte kendisi için konulana göre kullanılan lafızdır..."

- Yine 150. sayfasının 2 ila 3. satırlarında şöyle geçmektedir: "Şeri hakikat, şeriatın bir karine olmadan kendisine delalet ettiği mana için koyduğu lafızdır..."

Yani şeri hakikat, Arapların lügat mananın dışında şeri manada kullandığı, lügat mananın ortadan kalktığı ve şeri mananın meşhur olduğu lafızdır. Salah gibi. Zira salahın lügat manası, duadır ve şeriat, ona şeri bir mana vermiştir. Yani şeriat, onu lügat manasından şeri manaya nakletmiş sonra bununla meşhur olmuştur. Böylece bu lafız, yani "özel hareketlerin" olduğu şeri manadaki "salah" lafzı, şeri bir hakikat haline gelmiştir.

Binaenaleyh lafzın ne olduğunu öğrenmek istediğinizde bakılır:

1- Lügat manasında kullanılmışsa lügavî hakikattir.

2- Lügat manadan örfi manaya nakledilmiş, bununla meşhur olmuş ve lügat mana ortadan kalkmışsa örfi hakikattir.

3- Lügat manadan şeri manaya nakledilmiş, bununla meşhur olmuş ve lügat mana ortadan kalkmışsa şeri hakikattir.

Bunun içindir ki lafzı incelersiniz ki şeri manada kullanılmışsa bu durumda o, şeri hakikattir:

Dersiniz ki: Salahın, kullanıldığı şeri bir manası vardır ve bununla meşhur olmuştur. Bu durumda salah lafzı, bu şeri manasıyla şeri hakikattir.

Ve dersiniz ki: Kıblenin, kullanıldığı şeri bir manası vardır ve bununla meşhur olmuştur. Bu durumda kıble lafzı, şeri hakikattir.

Bununla birlikte salah lafzının, şöyle şöyle şeri bir manası vardır dememiz mümkün olup bu durumda ona, şeri hakikattir demeye gerek yoktur.

Aynı şekilde kıble lafzının, şöyle şöyle şeri bir manası vardır dememiz mümkün olup bu durumda ona, şeri hakikattir dememiz zorunlu değildir.

Dolayısıyla şeri hakikat, bir şeri manası olan ve bununla meşhur olan lafızdır.

Ümit ederim ki sizin açınızdan şeri hakikat ile şeri mana arasındaki fark açığa çıkmıştır. Zira bu ikisi müteradif/eşanlamlı değildir. Bilakis bu ikisi, şu düzen içerisindedir: Şeri hakikat, şeri manada kullanılan, bununla meşhur olan ve lügat manası ortadan kalkan lafızdır. Buradaki [هجر] "ortadan kalkma" kelimesinin manasının lügat manası olduğu da bilinmelidir. Yani lafız işitildiğinde, zihin bir karine olmadıkça lügat manasına yönelmez.

Soru-3: Kitleleşme Kitabında "Felsefe" ıstılahı geçmiştir. Bundan felsefe ile kastedilenin İslam fikri olduğunu anlıyoruz. Ancak hizb, içeriğine rağmen neden bu ıstılahın kullanımına başvurmuştur. Ortaya çıkabilecek itirazları savuşturmak amacıyla başka bir ıstılah veya fikir gibi başka bir kelime kullanılamaz mıydı? Çünkü hizb, kitaplarının birçok yerinde filozofları eleştirmiştir.

Cevap-3: Felsefe kelimesi, Kitleleşme Kitabında felsefeye ilişkin maddenin ruhla mezcedilmesi, yani maddenin Allah ile ilişkiyi idrak etmekle mezcedilmesi, yani Allah'ın şeriatını hayatta, devlette ve toplumda hakim kılmak şeklindeki tarifimize göre kullanılmıştır.

Mefhumlar Kitabının 32. sayfasında şöyle geçmektedir:

"Buradan, İslam felsefesi, maddenin ruh ile mezcidir, yani amelleri Allah'ın emirleri ve nehiyleri ile müseyyer kılmaktır. Ne kadar az yahut çok olursa olsun, ne kadar küçük yahut büyük olursa olsun, bu felsefe her amel için daima elzemdir. İşte hayat tasviri budur. İslamî akidenin, hem hayatın esası, hem felsefenin esası, hem de nizamların esası olmasından ötürü, -İslam'ın bakış açısından hayat hakkındaki mefhumların toplamı olan- İslamî Hadarat, tek bir ruhî esas üzerine bina edilmiştir ki o, akidedir. Onun hayat tasviri ise, maddenin ruh ile mezcidir ve onun nazarında saadetin manası da Allah'ın rıdvanıdır."

Gördüğünüz üzere "felsefe" kelimesinin yukarıda geçtiği üzere kullanılmasında bir sakınca yoktur.

Yine felsefe kelimesinin kullanıldığı yerlerin tedebbür edilmesiyle bu mananın açık olduğunu, bunun fasit filozoflara bir cevap olduğunu ve bunun, felsefede açıkladığımız bu esasın dışında hareket ederek dalalete düşen veya küfre giren filozofların durumlarıyla karıştırmaktan uzak olduğunu göreceksiniz.

İşte size bu yerlerden bazıları:

Kitleleşme Kitabının 4. sayfasında şöyle geçmektedir: "Fikir ve metot mevzuuna gelince; bunlar, bir felsefelerinin var olduğu farz edilirse, bu hareketlerin üzerine kaim oldukları felsefenin hatasında zahirdir..."

6. sayfasında şöyle geçmektedir: "İşte biz inanıyoruz ki kalkınmanın hakiki felsefesi; fikir [el-fikra الفِكْرَة] ve metodu [el-tarika الطَرِيْقَة] beraber bütünleştiren ideolojidir [mebde' مَبْدَأ] ve bu ideoloji de İslâm'dır zira kendisinden tüm devlet ve ümmet işleri için bir nizam kaynaklanan ve tüm hayat sorunlarını çözen bir akidedir..."

7. sayfasında şöyle geçmektedir: "Dedik ki kalkınmanın hakiki felsefesi; fikir ile metodu beraber bütünleştiren ideolojidir ki bu ikisinin kavranması, kalkınmaya götüren ciddî bir çalışma ile kaim olmayı hedefleyen her kitleleşme için kaçınılmazdır."

10 ila 11. sayfalarından şöyle geçmektedir: "Küfür ve sömürgecilik fikirlerinin terkiz edişinde, kalkınmanın başarısızlığında ve gerek cemiyetçi gerek hizbî kitleleşme hareketlerinin fiyaskosunda bu ecnebi kültürünün büyük etkisi vardır. Zira kültürün, hayatın mecrasına etki eden insanî fikirde büyük etkisi vardır. Nitekim sömürgecilik, öğretim ve kültür minhaclarını sabit bir felsefe esası üzerine koydu ki o, kendisinin hayattaki bakış açısıdır [vichet el-nazar fi el-hayâ وِجْهَة النَّظَر فِيْ الحَيَاة]. Bu da maddenin ruhtan ayrılması ile dinin devletten ayrılmasıdır. Yine hem kendi şahsiyetini, içerisinden kültürümüzün çekilip çıkarıldığı yegâne esas kıldı, hem de hadâratını, mefhumlarını ve ülkelerinin teşekküllerini, tarihini ve tabiatını, akıllarımızı tıka-basa doldurduğumuz aslî kaynak kıldı..."

Ve 23. sayfasında şöyle geçmektedir: "...bu hizbî bağ; kendisinden hizbin felsefesinin kaynaklandığı akide ve hizbin, mefhumları ile vasıflandığı kültürdür. İşte o zaman hizbî kitle oluşturulmuş ve hayat meydanında seyrettirilmiş olur..."

Bu yerlerde bir karışıklığın olmadığı açıktır.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Nasıl Olur da Batılı Değerlere Hizmetkârlığın Yeniden İlanı, "Avrupa'ya Rest Çekmek" Şeklinde Kabul Edilebilir?

Başbakan Erdoğan 13 Nisan 2011 tarihinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde (AKPM) bir konuşma yaptı. Erdoğan'ın yaptığı bu konuşma, kamuoyuna "Avrupa'ya rest çekti" başlıkları ile yansıtıldı.

Halbuki Erdoğan'ın konuşmasındaki en dikkat çekici husus; "Hıristiyan dünyası ile İslam dünyasının birbirine bakışının, tarihsel süreçte büyük oranda Haçlı Seferleri ile şekillendiğini, yaklaşık bin yıl önceki bu karşılaşmaların, bin yıl boyunca önyargılara, yanlış anlamalara, bloklaşma ve kutuplaşmalara bir bahane ve bir gerekçe olarak görüldüğünü", "medeniyetler çatışması tezlerinin çöktüğünü" ifade etmesi, bunun yerine "Türkiye'nin, bulunduğu coğrafya içinde halkı Müslüman olan, aynı zamanda da İslam-laiklik-demokrasi gibi kavramların bir arada varlığını sürdürebileceğini tüm dünyaya ispat etmiş son derece anlamlı bir model haline geldiğini" vurgulaması, sömürgeci kafir Batı'nın çirkef yüzünü örtebilecek yegane ülke olarak Türkiye'yi pazarlamış olmasıdır. Bu şekliyle Başbakan Erdoğan, Batılı değerlerin İslam Ümmeti'ne enjekte edilmesinde, sömürgeci kafir Batı'ya hizmetkar olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Bu tutumun neresinde "Avrupa'ya rest çekmek" vardır? Eğer Erdoğan hükümeti, sömürgeci kafir devletlere rest çekmek istiyorsa NATO'dan tümüyle el çekerek, "insani yardım" bahanesiyle cürümlerine ortak olmayarak, ekonomik açıdan buhranlarla boğuşan AB ile müzakereleri ve Türkiye adına AB ile imzaladığı tüm anlaşmaları iptal ederek yapmalıdır. Bu işe önce Kıbrıs Rum kesimini "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında zımnen tüm Kıbrıs'ın temsilcisi olarak kabul ettiği "Ek Protokolü" iptal etmekle başlayabilir.

Ey Müslümanlar!

Sömürgeci kafir Batı'nın kültürel, ekonomik siyasi ve askeri vb. tüm alanlardaki nüfuzunu, İslami beldelerden kökünden söküp atacak olan, şimdilerde ayak seslerini gümbür gümbür işittiğimiz, Allah'ın izniyle çok yakında kurulacak olan Nübüvvet Minhacı Metodu Üzere İkinci Raşidi Hilafet'tir. Gerçek restin ne olduğunu Allah'ın izniyle çok yakında, hem düşman sömürgeci kafir Batı görecek ve yeryüzü dar gelecektir hem de izzete susamış İslami Ümmet görecek ve yürekleri ferahlayacaktır.

الَّذِينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْ فَإِن كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِّنَ اللّهِ قَالُواْ أَلَمْ نَكُن مَّعَكُمْ وَإِن كَانَ لِلْكَافِرِينَ نَصِيبٌ قَالُواْ أَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُم مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً، إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ Onlar ki sizi gözetleyip bekliyorlar; eğer Allah'tan size bir fetih nasip olursa "Beraber değil miydik?" diyecekler ve eğer kafirlere bir nasip düşerse, "Biz sizden üstün gelmedik mi? Sizi müminlerden kurtarmadık mı?" diyecekler. Artık kıyamet günü Allah aranızda hükmünü verir ve elbette kafirler için müminler aleyhine bir yol verecek değil. Doğrusu münafıklar Allah'a hile yapmaya çalışırlar, Allah da hilelerini başlarına geçirir. [en-Nisa 141, 142]

Devamını oku...

Sorular ve Cevaplar

Soru-1: İktisat Nizamı Kitabının 297. sayfasının on dördüncü satırında şöyle geçmektedir: "Bir adamın sağlam bir dinar ile tam saf olmayan iki dinarı satın alması caiz olmaz."

Yine aynı kitabın 318. sayfasının sondan on birinci satırında şöyle geçmektedir: "Bu durumda değişim (kur) fiyatı, her iki devletin paralarının saf altın fiyatlarının birbirine göre olan oranı ile oluşur."

Birinci durumda geçen metinden ve akabindeki izahattan saf olmayan iki dinarın sağlam bir dinarla değiştirmenin caiz olmadığını anladım. Saf olmayan iki dinardaki toplam saf altının, sağlam dinardaki saf altın ağırlığına eşit olabileceği unutulmamalıdır. Binaenaleyh ben bundan şunu anladım ki mesela 24 ayar altın 21 ayar altınla değiştirildiğinde her iki ayardaki saf altın oranı farklı olmasına rağmen değişim bire bir olmalıdır. Ancak ikinci durumda geçenler, değişimin ilk durumda anladığım gibi bire bir değil saf altın ağırlığı oranında olacağını açıkça belirtmektedir. O halde bu iki anlayıştan hangisi doğrudur? İki durumda geçenlerin arasını nasıl örtüştürürüz? Yani kur işleminde muteber olan nedir? İçerisindeki saf altın ağırlığı göz önünde bulundurulmaksızın her iki külçenin ağırlığı mıdır yoksa her iki külçedeki saf altın ağırlığı mıdır?

297. sayfada sağlam bir dinarın saf olmayan iki dinarla değiştirilmesinin caiz olmadığına Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in, bir ölçek kaliteli hurmanın iki ölçek kalitesiz hurma ile değiştirilmesine karşı çıkmasının delil getirilmesi dikkatimi çekti. Hurmanın hurma ile değiştirilmesinin bir alış-veriş olduğu, sağlam dinarın saf olmayan dinar ile değiştirilmesinin ise bir sarf/mübadele olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca kaliteli hurma ve kalitesiz hurmanın her ikisi de hiçbir şeyin karışmadığı birer saf hurmadır. Oysa saf olmayan altın, kusurların karıştığı saf olmayan bir altındır. Ben burada iki vakıanın, birbirine delil getirilemeyecek şekilde farklı olduğu görüşündeyim.

Son tahlilde farklı iki ayardaki altınlar birbiriyle değiştirildiğinde mübadele, ayarlarına bakılmaksızın bire bir mi olur yoksa önemli olan her ikisindeki saf altın ağırlığının eşit olması mıdır? Zira ayarların farklı olması, her iki külçedeki saf altın oranının farklı olmasının kaçınılmaz olması demektir.

 

Cevap-1: Mesele aşağıdaki gibidir:

1- Altının altınla sarfı/mübadelesi, misli mislinedir. "Altın" lafzı, bir cins isim olup ister 18 ister 21 istese 24 ayar olsun altın olarak isimlendirilen her şeye intibak eder.

Dolayısıyla değiştirmek istediğinizde bire bir değiştirebilirsiniz. İcap ve kabul gerçekleştiğinde sarf/mübadele işlemini bozmak caiz değildir. Ancak şu şartla ki mübadelede aldatma olmamalıdır. Yani sizde 24 ayar altın ve arkadaşınızda 18 ayar altın varsa sizden herhangi biriniz altının ayarını gizlememelidir.

Fakat bu altın, 24 ayar der ve sarf/mübadele, misli misline tamamlandıktan sonra diğer kişi bu altının 21 ayar olduğunu anlarsa burada aldatma vardır. Bu durumda kişinin, mübadele işlemini bozması caizdir ve aldatılan kişi, mübadele işlemini kabul veya iptal etmede muhayyerdir. İptal etmesi durumunda her biri diğerine altınını iade etmelidir. Ancak "24" ayar altının sahibinin, "21" ayar altının sahibinden fark alma hakkı yoktur. Çünkü her iki ayar da altın olup fazlalık caiz değildir.

Bu, İktisat Kitabının 295. sayfasında geçenlerin açıklamasıdır: "24 ayar altın karşılığında 24 ayar altın alan bir kimse, 24 ayar diyerek altının ayarı 18 ayar olduğu görülürse bu bir aldatma olduğu için alan adam muhayyerdir. Dilerse aldığı 18 ayar altını geri verir isterse günün piyasa fiyatından kabul eder. Altın mübadelesinde bulunan kimselerden aldanan 18 ayar olarak aldığı altının kusurundan dolayı uğradığı zarar karşılığında fazla olarak bir miktar altını satıcıdan almak istemesi caiz değildir. Çünkü aynı cins olan bir maddede aranan benzerlik ve miktar şartı ortadan kalktığı için caiz olmaz."

2- 297. sayfada geçen şu metne gelince: "Bir adamın sağlam bir dinar ile tam saf olmayan iki dinarı satın alması caiz olmaz. Fakat birkaç dirhem vererek bir dinarı, sonra da birkaç dirhem vererek tam saf olmayan iki dinarı satın alması caizdir. İster bu dinarların her iki tanesini dirhem sattığı adamdan alsın ister başkasından alsın farketmez. Ebu Said'den: "Bilal, Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e kaliteli bir hurma getirmişse Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Bilal'e bu hurmalarını nereden getirdiğini sordu. Bilal: "Sana ikram etmek için kalitesi düşük olan iki ölçek hurma verdim. Karşılığında bu hurmalardan bir ölçek hurma aldım" dedi. Bu durumda Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şöyle dedi: أوه عين الربا، لا تفعل، ولكن إذا أردت أن تشتري التمر، فبعه ببيع آخر، ثمّ اشتر به "Bu, faizin ta kendisidir. Böyle yapma. Ancak böylesi bir hurmayı almak istediğin zaman elindeki sat sonra istediğin hurmayı al." [Muslim]

İki ratıl kalitesiz hurma ile bir ratıl kaliteli hurmanın değiştirilmesinin caiz olmaması ve bunun saf olmayan iki dinar ile saf olan bir dinarla değiştirilmeyeceğine delil getirilmesi, sahih bir delillendirmedir. Bu delillendirmenin sizi şöyle söylemeye itmesine gelince: "Kalitesiz hurma ile kaliteli hurmanın değiştirilmesinin vakıası bir alış-veriştir, sağlam bir dinar ile saf olmayan bir dinarın değiştirilmesi ise bir sarftır." Bu söz, doğru değildir. Zira sarf da bir alış-veriştir. Sadece nakdin nakitle alış-verişi, sarf/mübadele olarak isimlendirilmektedir.

Kitabın 295. sayfasındaki konunun başındaki şu metne bakınız: "Sarf işlemleri ne kadar çeşit ve miktarda olursa olsun şu iki temel dışında olmaz: 1-Aynı cinsten olan paranın parayla satış ve alışı. 2-Ayrı iki cinsten olan paranın parayla alış-verişi."

Bundan dolayı sarf da bir alış-veriştir ey sevgili kardeşim. Allah, seni tüm şerlerden ve kötülüklerden korusun.

3- 318. sayfada belirttiğiniz şu metne gelince: "Bu durumda değişim (kur) fiyatı, her iki devletin paralarının saf altın fiyatlarının birbirine göre olan oranı ile oluşur."

Buradaki mesele, başka bir durumdur. Mesele, "sağlam ve saf olmayan" meselesi değildir. Bilakis İslamî dinar ve İngiliz sterlini gibi bir meseledir. Bu ikisi değiştirildiğinde aynı yöntem, "misli misline" yöntemi takip edilir. Mesela 1 naibe İslamî dinar, 24 ayar altın cinsinden "4,25" gram ve 1 naibe İngiliz sterlini, 21 ayar altın cinsinden "2,125" gram olur ve siz de mübadelede bulunmak isterseniz bu, misli misline olmalıdır.

Bu durumda "4,25" gram altına denk olan İslamî dinar, altının cinsine bakılmaksızın İngiliz sterlininin iki katıdır, yani 2 x 2,125: 4,25 gram altın demektir. Yani 21 ayar altın, 24 ayar altından daha azdır, o zaman iki katı ve fazlasını istiyorum demek caiz değildir... Bu caiz değildir: Çünkü ister 24 ister 21 isterse 18 ayar olsun altın olarak isimlendirilen her şey aynı ağırlıkla mübadele edilir. İcab ve kabul gerçekleştiğinde alış-veriş bozulmaz. Ancak bir aldatmanın olmaması şarttır. Yani kişilerden her biri arkadaşındaki altının cinsini bilmelidir.

Şayet ortada bir aldatma varsa, yani habis bir İngiliz -ki böyledir-, saf olan bir Müslümana -ki ara sıra olabilir- bendeki bu iki naibe sterlini, İngiliz bankasında değiştirdiğinde sana bunun yerine 24 ayar cinsinden 2,125 gram altın verirler der ve Müslüman da bu ikisini alır ve İngiliz'e 4,25 gram değerindeki dinarı verir. Daha sonra saf Müslüman, bu habis İngilizin sözüne güvenerek bankaya gider ve iki naibe sterlin karşılığında 21 ayar cinsinden 4,25 gram altın alırsa bu durumda, Müslümanın şu iki şey için İngilize geri dönmesi caizdir: Ya bu alış-verişi kabul eder yada bozar ve her biri altınını geri alır. Fark almak caiz değildir. Çünkü altın olarak isimlendirildiği sürece altın altınla misli misline mübadele edilir.

Tabii ki bu muamele, Dâr-ul İslam'da gerçekleşmişse İngiliz için aldatma cezası vardır. Ancak bu İngiliz, bir elçi ise aldatma cezası olarak onu kovmamız yeterlidir!

 

Soru-2: Maliye Kitabının 230. sayfasının üçüncü paragrafında şöyle geçmiştir: "Bu türden kağıt paralar, üzerinde yazıl nominal değerin altın yada gümüş olarak karşılanan kısmı naibe kağıt para sayılır... Eğer 40 dinara ulaşmıyorsa zekat vermek gerekmez."

Soru şudur: Kısmi karşılığı olan naibe kağıt para olması itibarıyla vesika kağıt paralara, karşılığının vakıasına göre altın veya gümüşün zekatı gibi zekatı verilmelidir şeklinde bakmak mümkün müdür? Karşılığı olmayan kısmına da nakit ve değer illeti tahakkuk etmesi bakımından zorunlu kağıt paraların vakıası intibak eder ki bu husustaki durumu, zorunlu kağıt paraların durumu gibidir. Dolayısıyla bu kısmı da altın ve gümüş nakdine zekatı vacip kılan hadislerin kapsamına girer.

 

Cevap-2: Nakit aşağıdaki gibidir:

1- Altın ve gümüş konusu ve bunların zekatı açıktır.

2- Üzerinde her yazılı olan naibe kağıt para. Şayet üzerinde 4,25 gram altın değerinde olan İslamî dinar yazılıysa bu kağıda, altın dinarmış, yani somut bir maddeymiş gibi "dinar" muamelesi yapılır. Dolayısıyla bu kağıdın zekatı, üzerinde yazılı olana göre verilir. Şu şartla ki bu kağıt para, her an üzerinde yazılı olana göre altına dönüştürülebilir olmalıdır. Yani beraberinizde bu tür kağıttan 85 gram altın değerinde 20 kağıt varsa nisap miktarına ulaşmış olur ve zekatı verilir. İşte naibe kağıt paranın anlamı budur. Yani her an tam değeriyle devlet bankasından değiştirilebilinir demektir.

3- Üzerinde kısmen altınla değiştirilir yazan naibe kağıt para. Mesela üzerinde dinar isminin yazmasına, yani insanlar nezdinde muamelede dinar olarak isimlendirilmesine rağmen devlet bankasına götürdüğünüzde size, 2,125 gram altın, yani yarım dinar altın verilmesi gibidir. Bu da nisaba, bu tür kağıttan 40 kağıda, yani (40 x 2,125 = 85 gram altına) sahip olduğunuzda ulaşılıyor demektir. Bu durumda üzerinde dinar yazan bu kağıt para, yarısı naibe yarısı zorunlu olmak üzere iki kısma ayrılıyor denilmez. Çünkü o, tek bir kağıttır ve piyasada ona, 2,125 gram altın miktarının satın alma gücü kadarki alım gücüne göre muamele edilir. Başka bir şeye göre değil.

Yani alım değeri, 2,125 gram altın + başka bir şey olmaz!

Dolayısıyla onun vakıası, sadece 2,125 gram altın değerinde olan bir nakit kağıt paradır.

4- Zorunlu kağıt paraya gelince; üzerinde yazılı olana göre altınla değiştirilemez. Yani ister üzerinde 1 dinar isterse 10 dinar yazsın bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü o, "hiçbir şekilde" altınla değiştirilemez. Şöyle denilmez: Onunla bir miktar altın alınabileceği halde bu, neden bir karşılık olmadığı gibi zorunlu para, belirli miktarda altın karşılığı olan bir vesika kağıt para olmuyor.

Böyle denilmez: Çünkü tamamen naibe olan kağıt para veya kısmî naibe olan vesika kağıt paraya, tamamen veya kısmî naibe paranın intibak edebilmesi için altın değerlerinin belli ve sabit olması ve her an devlet bankasında değiştirilebilmesi şarttır. Bu iki şartın, "belli bir değerin ve her an bu değer karşılığında değiştirilmesi" şartının tahakkuk etmemesi onları, naibe kağıt paranın dışına çıkarır.

Görüldüğü üzere zorunlu para, böyle değildir. Zira devlet bankasından dilendiği an altınla değiştirilebilir belli sabit bir karşılığı yoktur. Bilakis Amerika'nın 1971 yılında doların altınla değiştirilmesini kaldırdığını ilan etmesinden bu yana belli oran karşılığında değiştirilebilinir kağıt para kalmamıştır.

Binaenaleyh zorunlu kağıt paraya şeri hükümlerde nakit muamelesi yapılması, "nakit" illetinden dolayıdır ve piyasadaki altın veya gümüş değeri öğrenildikten sonra zekatı verilir. Eğer alım değeri, 20 dinara, yani "85 gram altına" veya 200 dirheme, yani "595 gram gümüşe" ulaşmışsa nisap miktarına ulaşmış olur. Eğer kişinin borcundan fazlaysa ve üzerinden de bir yıl geçmişse onun zekatı vacip olur. Bu meselede bana göre racih olan şudur ki iki nisaptan en düşük olana ulaşılmasıdır. Zira gümüşün nisabına -ki bu günümüzde nisabı en az olandır- ulaştığında, zorunlu paraya sahip olan bir kimse zekat ehlinden olur.

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Kur'an'ı, [لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ] "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir" hadisini delil getirerek "makam" tarzıyla okumak caiz midir? Kur'an'ı makam tarzıyla okuyanların birinden bu hadisin aksi olan başka bir hadisin, yani [ليس منا من تغنى بالقرآن] "Kur'an'ı makamla okuyan bizden değildir" hadisinin olduğunu duydum. Binaenaleyh bana, bu iki hadisin arasını cemetmenin kerahete delalet ettiği şeklinde bir cevap verdi. Bu doğru mudur?

 

Cevap:

1- Muslim, Ebî Hurayra'dan Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir." Başka bir rivayette ise ziyade olarak "Kur'an'ı cehren okumayan" ifadesi geçmiştir.

Aynı şekilde el-Hakim, bu hadisi Mustedrak adlı eserinde Sa'd İbn-u Malik [RadiyAllahu Anh] kanalıyla tahriç etmiş ve bu hadisin sahih isnadlı olduğunu ve bu isnadla tahric edilmediğini söylemiştir. Yine bu hadis, Abd İbn-u Hamid'in Musnedi ile eş-Şihâb el-Kadâî'nin Musnedi'nde de geçmiştir.

Hadiste geçen [يتغنّى] "makamla" kelimesinin tefsirinde ihtilaf edilmiştir:

- Sufyan İbn-u Uyeyne, [يَسْتَغْني به] "Kur'an'ı makamla okumayan" kelimesini, dünyanın meşgalesi yüzünden Kur'an'ı makamla okumayan kimse bizden değildir, yani bizim yolumuz üzere değildir şeklinde tefsir etmiştir.

- İbn-ul Arabî, gezgin ve boşta olan bir kimsenin şarkı mırıldanmayı [هِجِّيراه] alışkanlık ettiği gibi Kur'an'ı (mırıldanmayı) alışkanlık etmesidir şeklinde tefsir etmiştir.

İbn-ul Arabî, Araplar deveye bindiklerinde, avlularına oturduklarında ve genellikle şarkı mırıldandıklarını ve Kur'an inince Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e, şarkı mırıldanmaları yerine Kur'an okumayı alışkanlık edinmelerinin daha çok hoş geldiğini söylemiştir. Buradaki [هِجِّيراه] kelimesinin manası: Alışkanlık, adet ve haslet demektir.

- el-Leys İbn-u Sa'd, bunu şöyle diyerek tefsir etmiştir: Ebu Avaneh'in kendisinden naklettiği üzere Kur'an'ı makamlar okumak, yani kişinin onunla hüzünlenmesi ve kalbinin Kur'an'la yumuşamasıdır.

- Taberi, Şafii'den kendisine İbn-u Uyeyne'nin hadiste geçen teganni kelimesini makam olarak tevil etmesi sorulduğunu, bunu kabul etmediğini, şayet kastedilen makam olsaydı [لم يستغن] derdi, ancak kastedilenin sesi güzelleştirmek olduğunu söylediğini zikretti. Ve Taberi, şöyle dedi: "Şayet teganni kelimesinin manası, makam olsaydı diğer rivayette cehren kelimesinin zikredilmesinin bir anlamı olmazdı. (Başka bir rivayette ise ziyade olarak "Kur'an'ı cehren okumayan" ifadesi geçmiştir.)"

Hakeza bana göre racih olan Kur'an'ı teganni etmek, Kur'an'ı Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den varit olan tertil kurallarına göre okuyarak sesle güzelleştirmek demektir. Nitekim Ahmed, Ebu Davud, en-Nesai ve İbn-u Mace'nin Berâ İbn-u Âzib'ten tahric ettikleri Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu hadisi de bunu teyit etmektedir: زَيِّنُوا الْقُرْآنَ بِأَصْوَاتِكُمْ "Kur'an'ı seslerinizle süsleyin."

Dolayısıyla mana, okumayı Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den sabit olan tertil kurallarına göre sesle güzelleştirmektir ve Kur'an'ı bu vecih üzere teganni etmeyen bir kimse, yani okumayı nakledilen tertil kurallarına göre sesiyle güzelleştirmeyen bir kimse, okuma açısından Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in gereğince okumayı talep ettiği yol üzere olmaz.

Nağme "makam ve benzerleriyle..." okumaya gelince; Nağmeyle okumanın, kıraat kurallarına göre okunup okunamayacağı(?) bakımından bu hususta fakihler nezdinde ihtilaf vardır. Buna binaen bazıları, harflerin esnetilerek bilinin çizgisinden çıkılıp kıraat kurallarının dışına çıkılacağından nağmeyle okumanın haram olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise bunu, şu şarta bağlamıştırlar: Nağmeyle okumak, doğru metodun dışına çıkmadıkça caiz aksi durumda caiz değildir...

Bana göre racih olan: Nağmeyle okumanın caiz olmadığıdır. Çünkü genellikle harfler kıraat kurallarına göre çıkmamaktadır. Nitekim bu konuda şunu okudum: "Kıraatta nameyi gözeten kimse, genellikle (harfleri hakkıyla) eda etmeyi gözetmemektedir. Nağmeyle okuyanlarda ağırlıklı olarak vuku bulan budur."

Bu, لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir." hadisi hakkındadır.

Şu hadise, yani لَيْسَ مِنَّا مَنْ يَتَغَنَّى بِالْقُرْآنِ "Kur'an'ı makamla okuyan bizden değildir." hadisine gelince; böyle bir hadis olduğunu bilmiyorum.

Velhasıl: Kur'an okumayı kıraat kurallarına göre güzel sesle güzelleştirmek, mustahab bir iştir, yani mendubtur. Kur'an'ı nameyle okumak, genellikle nağmelerde olduğu üzere harfler kıraat kuralları göre olan çizgisinden çıkacağından ve harflerde Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'den nakledilen kıraat kurallarının dışına çıkaracak bir esneme olacağından caiz değildir.

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER