Pazar, 27 Safer 1446 | 2024/09/01
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Başörtüsü Ne Dînî Bir Simgedir, Ne de Demokratik Bir Haktır, O Ancak Allah'tan Bir Farzdır

  • Kategori Danimarka
  •   |  

Haftalar süren tartışmaların ardından 14.05.2008 günü Danimarka Hükümeti, Danimarka mahkemelerindeki bayan yargıçlar için başörtüsü yasağına hükmeden bir kanun çıkarma kararı aldı. Hükümet'in bu kararı, (Hükümet yanlısı) Danimarka Halk Partisi'nin, başörtüsü karşıtlığına ve Mahkemeler İdâresi'nin (mahkeme salonlarında yargıçların başörtüsü giymelerini engellemeye yasal zemin bulunmamasında dolayı) bayan yargıçların başörtüsü giymelerine izin veren kararını bozmaya yönelik olarak başlattığı medya kampanyasını taçlandırarak geldi.

Önceki haftalar, iktidar ve muhâlefet olmak üzere Danimarka partileri arasında başörtüsüne saldırı ve yasaklanması talebi hakkında ateşli bir yarışa sahne oldu. Sorunun, Müslüman yargıçlar -ki hiç yoktur- ile ilgili olarak ateşlenmesinden sonra, bakanlar, politikacılar ve parti temsilcileri çıkıp başörtüsü yasağının genişletilmesine çağrıda bulundular ki danışmanları, savcıları, avukatları, sonra polis ve ordu mensuplarını, sonra öğretmenleri, doktorları ve hemşireleri, sonra huzurevi ve yetimhane çalışanlarını, sonra da tüm kamu kuruluşlarında çalışanları... kapsasın! Yine başörtüsü yasağına çağıran bazı tellâllar, başörtüsüne yönelik politikalarının "İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlıktan" kaynaklandığını ve bunu da "Fransa ve Türkiye'den ilham aldıklarını" gizlemedikleri gibi, başörtüsü yasağının Müslümanların topluma "entegrasyonunu gerçekleştirmede faydalı" olacağını da saklamıyorlardı.

Kadının İslâmî kıyâfetine [başörtüsü ve cilbâb] yönelik bu düşmanca kampanya, bilhassa Müslümanlara karşı Batılı demokratik ülkelerdeki bildik üsluplarla; siyâsî taleplere temel teşkil edecek biçimde meseleyi, hakkında kamuoyu oluşturmak üzere toplumsal bir sorun haline getiren tezgâhlanmış politik tartışmalar ve bunu izleyen medya çarpıtması şeklinde ilerledi ki bir Hükümet komisyonu kurulsun da demokratik çoğunluğa göre yasalaşacak kânunî öneriler ortaya atsın! Öyle de oldu. Aynen 2003'te Fransa'nın yaptığı gibi. O zaman "Fransa Cumhuriyeti'nin Laik değerlerini korumak üzere" Müslüman kızların okullarda başörtüsü giymelerini yasaklayan demokratik bir kânun çıkarmıştı.

Danimarka Hükümeti'nin başörtüsü yasağına ilişkin bu kararı, yasama yönünden türünün ilk örneğidir ve ileride Müslümanları sıkıştırmaya ve onları, "entegrasyon yahut göç politikası" uyarınca Batılı değerlere ve kokuşmuş yaşam tarzlarına entegre etmeye yönelik kânunların hazırlanması doğrultusunda şer bir çığır açmaktadır. Zîra son yirmi yılda, Danimarka hükümetlerinin başörtüsüne karşı savaş ve onu yasaklama politikası, toplumsal kuruluşlar nezdinde yerel düzeyde kalmış, merkezî olarak kânunlar çıkarmak ve yasama faaliyetleri yoluyla engelleme cihetine gitmemişti. Müslümanları İslâm'dan ve hükümlerine bağlılıktan uzaklaştırmak ve yaşamlarında onları sıkıntıya sokmak maksadıyla, Danimarka yönetimi, politikacıları ve medya organları; öğretim kurumlarını, iş dünyasını ve yargı sistemini başörtüsü yasağına teşvik etmekle yetinmiş, öğretim kurumları ve medya organları Müslümanları saptırmak, dînlerinden uzaklaştırmak ve hükümlerini çarpıtmak için müteaddit üsluplar kullanarak pek çok girişimlerde bulunmuştu; bazen başörtüsünün Kur'ân'ın emri olmadığını iddia etmişler, bazen az bir dünya metâına karşılık dînlerini satmış "âlimlerin", gerek "zaruret" halinde başörtüsünün çıkarılmasına cevaz veren fetvalarını, gerekse Allah'ın emrine aykırı olsa bile beşerî kânunlara itaati zorunlu kılan fetvalarını getirmişler, bazen de İslâmî kıyafetin (başörtüsü ve cilbâb) giyilmesinin sağlık sorunlarına yol açtığını ileri sürmüşlerdir. Bunların öncesinde ve sonrasında da Müslüman hanımların ve kızların, başörtüsü giymeye zorlandıklarını iddia etmişlerdir. Oysa mevcut somut vâkıa ve insaf sahibi Avrupa ve Danimarka kaynaklı araştırmalar açıkça bu iddiayı çürütmektedir.

İşte bu girişimlerin, ağır bir başarısızlık ile boşa çıkmasından, Müslümanların dînlerine karşı uyanıklıklarının ve Rablerinin emrine bağlılıklarının yükselmesinden ve Danimarka asıllı hanımların ve kızların İslâm'a yönelip İslâmî kıyâfete bürünmelerinden sonradır ki baskı ve zorbalık kânunları devreye girdi ve bu, Batılı Hadârat'ın iflâs ettiğini, hüccet ve fikir ile iknâ etmekten âciz kaldığını, dahası Batı'daki Müslümanların evlatlarının nesillerdir boyun büktüğü öğretim kurumlarında, medya organlarında ve kültürel aktivitelerde sahip olduğu muazzam propaganda olanaklarına rağmen çarpıtmada ve saptırmada hezîmete uğradığını bir kez daha gün ışığına çıkardı. Zîra Batı Hadâratı, Müslüman hanımların gönüllerinde hiçbir zaman İslâm fikrini ve kıymetlerini hezîmete uğratmayı başaramadı ve onları, çağrıda bulunduğu rûhî, ahlâkî ve insânî kıymetlerden mahrum ve dinamikleri çıplaklık kültürü ile uzantılarına dayanan kokuşmuş yaşam tarzı lehine kazanmaktan hep âciz kaldı. Günümüz vâkıası, bu hadâratın "kadın-erkek eşitliği" ve "kadına özgürlük" gerekçeleriyle onu mutsuzluğa, strese, acıya, perişanlığa boğması, ticârî ve toplumsal bir kazanç aracı olarak istismar etmesi, aşağılaması ve rezil etmesi gibi sonuçlarına tanıklık ettiği halde, bu Batılı Hadârat Müslümanları nasıl, nerede, ne zaman ikna edebilir ki?!

Ey Müslümanlar! Muhakkak ki başörtüsü "dînî bir simge" değildir ve Nasrânî haçı, Sih sarığı, Yahudi takkesi ve diğerleri gibi bâtıl ve muharref dînlerin simgeleri ile denk tutulması câiz değildir. Zîra İslâm, Batı'nın dîn konseptinde, (religion) olarak isimlendirilen rûhî-kehânetçi bir dîn değildir. Bilakis İslâm, kendisinden hayatın tüm işlerine yönelik kapsamlı bir nizâm kaynaklanan aklî akîde üzerine kurulu mütekâmil bir ideolojidir. Zîra İslâmî Akîde, Allah'ın varlığına, Kur'ân'ın îcâzına ve Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve alâ Âlihi ve Sellem]'in nübüvvetine îmânda akıl üzerine kuruludur. İslâmî Akîde'nin; Kıyâmet Günü'ne, yeniden dirilişe, Cennet'e ve Cehennem'e îmân gibi getirdiği muğayyebât ise aslı aklî ve yakînî (kesin) delîl ile ispatlanmış Kitâb ve Sünnet'in kat'î nasslarında vârit olmuştur. Dolayısıyla İslâmî Akîde, Ortaçağ Avrupası'nda kilise adamlarının yaptığı gibi, "dîn adamlarının" uydurduğu hurâfe türünden inançlar üzerine kurulu değildir. Muhakkak ki İslâmî Akîde, hiçbir cinsiyet ve ırk ayrımı yapmaksızın her zamanda ve mekânda insan aklına hitap ettiği gibi, İslâmî hükümler de bireysel, toplumsal ve devletsel tüm işleri kuşatan yasamaları ve nizamları ile insan fıtratını tedavi eder ve tüm alâkalarını düzenler. Kitâb ile Sünnet'in nâssları, kapsamlı hükümler ve çözümler ihtiva eder ve bunlar her zamanda ve mekânda elverişlidir. Dolayısıyla hem sırf ruhî oluşu ve vicdânî îmân üzerine kurulu oluşu bakımından Nasrânîlik dîninin dünya işlerinden, siyâsetten, devletten ve toplumdan ayrılması doğru olduğuna, hem de dünya hayatına ilişkin nizamlar ve yasalar ihtivâ etmediği doğru olduğuna göre, İslâm ile Nasrânîlik dînini kıyaslamak veya karşılaştırmak asla mümkün değildir. Çünkü İslâm ile diğer bütün dînler, ideolojiler ve nizâmlar arasında keskin ve temelden bir farklılık vardır.

Muhakkak ki başörtüsü, "demokratik bir hak" da değildir ve başörtüsü giyilmesine, devlet otoritesinin dilediği zamanda ve mekânda Müslümanlara izin verebileceği ve dilediği zamanda ve mekânda vazgeçebileceği "demokratik bir hak" olması bakımından izin verilmesini talep etmek de câiz değildir. Zîra demokrasi, halkın yönetimidir ve yasamayı beşere ait kılar, Allah Subhânehu'ya değil! Bu sistemde halk, çoğunluk ilkesine dayalı olarak yasama otoritesi (Meclis) yoluyla kânunlar çıkarır ve yasama otoritesi, yasa koyucu çoğunluğun hevâsına yahut halk azınlığının hevâsına göre haramlaştırmayı ve helâlleştirmeyi üstlenir. Böylelikle hevâlar ve menfaatler gereğince kanunlar çıkarılır ve değiştirilir. Dolayısıyla başörtüsü giyilmesine "demokratik bir hak" olarak itibar etmek; Allah'ın hükümlerinin meşruiyetini (yasallığını), beşerin hevâsına dayalı kılmak, yasa koyuculardan ve kapitalistlerden olan bir avuç beşerin hevâsına ve menfaatine göre rüzgârın esintisine terk etmek, zamanın ve mekânın değişimine göre değişime ve dönüşüme mâruz bırakmak demektir. O nedenle daha dün yasadıkları haklar ertesi gün yasaklanabilir, daha dün suç ve yasadışı saydıkları şeyler, ertesi gün meşru ve serbest hale gelebilir vesaire... Bundan ötürü Allah'ın emirlerine ve nehiylerine bağlılığı, beşerin kânunlarına ve hevâlarına dayalı hale getirmek, son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  اتَّبِعُواْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء  "Rabbinizden size indirilen(ler)e ittibâ edin ve sakın O'ndan başka dostlar (edinerek onlara) ittibâ etmeyin!" [el-A'râf 3]

Ey Batı'daki Müslümanlar! Gerçek şu ki başörtüsüne yönelik Batılı saldırı, İslâm'a karşı savaşın bir parçasıdır. Batı, bir yandan Ümmet'i kalkındıracak, bütünleştirecek ve Batılı hegemonyadan ve sömürgecilikten kurtaracak olan Râşidî Hilâfet Devleti gölgesinde İslâm'ın İslâmî Ümmet'in hayatına geri dönüşünü engellemek üzere yöneticilerden olan ajanlarının yardımıyla Müslümanların beldelerinde İslâm'a karşı savaşa girerken, öte yandan İslâm'ın insanlar arasında yayılmasını engellemek üzere, kendi ülkelerinde, Müslümanların yaşam tarzlarını, uyanıklıklarını ve kimliklerini hedef alarak ve onları ümmetlerinden ve ümmetlerinin dertlerinden uzaklaştırarak İslâm'a karşı bir savaşa girmektedir.

Batı'nın terennüm ettiği ve anayasalarında güvence altına aldığı, "inanç özgürlüğü", "dînî özgürlük", "kişisel özgürlük" ve "ifade özgürlüğü" ile hiçbir zaman Müslümanlar kast edilmemiş ve onlar için yasallaştırılmamıştır. Nitekim bunlar Batılı düşünce ve Batılı yasama nezdinde, Avrupa'da kilise yönetimi ile kralların despotluğunun hüküm sürdüğü dönemlerde dînî kesimler ve Nasrânî fırkalar arasında süregelen çatışmanın çözümüne yönelik olarak ortaya çıkmıştır. Bu "özgürlükler" Batılı anayasalara yazıldığı sıralarda, Danimarka'daki ve diğer ülkelerdeki toplumlar arasında Müslümanların bâriz bir varlığı yoktu. Ne zaman ki Müslümanların Batılı devletlerdeki varlığı bâriz bir hale geldi, İslâmlarına yönelik uyanıklıkları ve bağlılıkları gözler önüne serildi ve binlerce Batılı'nın İslâm'a îmâna yöneldikleri gün yüzüne çıktı, işte o zaman Batılı devletler, anayasalarının vatandaşları için güvence altına aldığı bu "özgürlükleri" ve "demokratik hakları" yeniden gözden geçirmeye başlayarak bir kısmını değiştirme, bir kısmını da iptal etme yoluna gitti, kânunların esaslarında ve detaylarında revizyona başvurdu. İşte bu, Batılı düşüncelerin ve çözümlerin bozukluğunun, zayıflığının, düzensizliğinin ve insanoğlu için elverişsizliğinin en bâriz göstergesidir.

Buna delâlet eden, Batı'daki Kapitalist Demokratik rejimlerde görülen kapsamlı özelleştirme politikaları, fert ve toplum yaşamında meydana gelen "liberal" değişimler, iş piyasasına, sosyo-medikal işlere, eğitim kurumlarına ve diğer alanlara yönelik devlet müdâhalesinin azaltılması ile birlikte, devletin Müslümanların işlerinden her bir işe karışması, her yerde, mescitlerinde, derneklerinde, okullarında, öğretimlerinde, salâhlarında, siyâmlarında, ailevî meselelerinde, evliliklerinde, çocuklarının terbiyesinde, yiyeceklerinde, giyeceklerinde... üzerlerine tahakküm etmek üzere keskin yasalar çıkarması, daha da ötesi onları Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın Şeriatı'ndan ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hidâyetinden saptırmak maksadıyla Müslümanlara, Rablerinin Kitâbı'nı, Nebîlerinin Sünneti'ni nasıl anlamaları gerektiğini dayatması, tamamen paradoksaldır. Üstelik Batılı devletler, kimliklerini bütünüyle yok etmek üzere entegrasyon politikasını gerçekleştirecek ve Müslümanları Batılı Hadârat dâhilinde eritecek şekilde kânunlarının revizyonunu ve dönüşümünü halen sürdürmektedirler.

Ayrıca Danimarka Hükümeti, söz konusu kararında hileye başvurarak yasa metninde İslâmî başörtüsünün yasaklanması ifadesine yer vermedi, aksine "dînî simgelerin yasaklanması" ifadesini kullandı. Tıpkı Fransa'nın yaptığı gibi. Oysa bu, bu demokratik rejimin ve Müslümanlara karşı zâlimane ayrımcı kânunlarının ayıplarını örten bir dut yaprağı mesâbesindedir. Çünkü meselenin ne "dînî simgelerle", ne de bayan yargıçların giysileri ve iffetleri ile bir alâkası vardır. Bilakis mesele, doğrudan doğruya İslâm'dır, hükümleridir, fikirleridir, değerleridir! Hedef alınan da doğrudan doğruya Müslümanlardır, yaşam tarzlarıdır, Müslüman ailelerdir, Müslüman hanımlardır! Bunu doğrulayan husus, Danimarka Başbakanı'nın 08.06.2007 tarihinde Jyllands-Posten Gazetesi'ne verdiği demeçte sarf ettiği şu sözlerdir: "Bir erkeği entegre ederseniz, yalnızca o erkeği entegre etmiş olursunuz, ama bir kadını entegre ederseniz, bütün bir aileyi entegre etmiş olursunuz."

Ey Danimarka'daki Müslümanlar! Muhakkak ki başörtüsü ve cilbâb, Allah Subhânehu'nun farzıdır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لأَِزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَابِيبِهِنَّ ذَلِكَ أَدْنَى أَنْ يُعْرَفْنَ فَلاَ يُؤْذَيْنَ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا "Ey Nebî! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına de ki: (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını (dış örtülerini) üzerlerine alsınlar. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir." [el-Ahzâb 59] Ve şöyle buyurmuştur: وَقُل لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِن أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ  "Mü'min kadınlara da deki: Gözlerini (harama bakmaktan) esirgesinler ve ferclerini (iffetlerini) korusunlar. Zînetlerini kesinlikle göstermesinler! Ancak görünen kısımları (el ve yüzleri) hâriç. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler." [en-Nûr 31] Dolayısıyla kadının İslâmî elbisesi, İslâmî, rûhî, ahlâkî ve insânî bir kıymeti temsil eder ve diğer şer'î hükümler gibi mü'minlerin Allah'ın emirlerine ve nehiylerine sarılmaları ve Allahu Te'alâ'yı kullukta birlemeleriyle cisimleşir. Nitekim Şeriat, Müslümana Allah'a ve Rasulü'ne itaati emretmiş ve Allah'a isyan konusunda itaati haram kılmıştır. Aleyhi's Salâtu ve's Selâm şöyle buyurmuştur:  «لاَ طَاعَةَ لِمَخْلُوقٍ فِي مَعْصِيَةِ الخَالِقِ »  "Yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur!" [Ahmed rivâyet etti.] Dolayısıyla Allah'ın Şeriati ile çelişen herhangi bir kanunun yahut emrin hiçbir kıymeti olamaz ve itaat da edilmez. Çünkü bu, Allah'ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını helâl kılmaktır, hangi otoriteden çıkarsa çıksın, hangi cihetten gelirse gelsin, fark etmez!  «حلال محمد حلال إلى يوم القيامة، وحرام محمد حرام إلى يوم القيامة »  "Muhammed'in helâl kıldığı Kıyâmet Günü'ne kadar helâldir ve Muhammed'in haram kıldığı Kıyâmet Günü'ne kadar haramdır."

Her ne kadar İslâm kadının yargı işlerini üstlenmesine cevaz verdiyse de, kadın olsun, erkek olsun tüm Müslümanlara hayatlarının tüm işlerinde, Şeriat ile hükmetmelerini, Şeriat'ı hâkim kılmalarını ve Şeriat'a muhâkeme olmalarını farz kılmıştır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَأَن احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللَّهُ إِلَيْكَ  "Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet! Sakın onların hevâlarına tâbi olma ve Allah'ın Sana indirdiklerinin bir kısmından Seni saptırmalarından sakın!" [el-Mâide 49] Ve Subhânehu şöyle buyurmuştur:  فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً "Eğer herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, gerçekten Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasülü'ne götürün. Bu, hem daha hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir." [en-Nisâ' 59] Kezâ İslâm, Müslümanların Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmelerini de haram kılmıştır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ  "Her kim Allah'ın indirdikleri ile yönetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." [el-Mâide 44] Zîra İslâm'a îmân, Müslümanın şer'î hükümler ile mukayyet olmasını, Allah'ın rızâsının peşinde koşarak tüm amellerini Allah'ın emirlerine ve nehiylerine göre yürütmesini kaçınılmaz kılar, ister insanlar onaylasınlar, ister reddetsinler, fark etmez, ister insanlar kabul etsinler, ister men etsinler fark etmez, isterse bu uğurda kendilerine karşı savaş açsınlar, hiç fark etmez!

Bizler Hizb-ut Tahrir / Danimarka olarak sizleri, Allah Subhânehu'nun ipine hep birlikte sımsıkı sarılmaya, Şeriat'ı üzerinde sebât etmeye, İslâm'ı arı-duru bir kavrayışla anlamak için çaba sarf etmeye, hükümlerine uyanıklık ve sabır ile bağlanmaya, sâdık mü'minleri izzetlendirmeye ve kokuşmuş Batılı mefhumlardan ve saptırıcı sapık "fetvalardan" uzaklaşmaya dâvet ediyoruz.

Yine sizleri; İslâm'ı etüt, kavrayış ve gereğince amel çerçevesinde Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i adım adım örnek alarak İslâmî Dâvet'i fikrî ve siyâsî yoldan bizimle birlikte taşımaya ve Müslümanların beldelerinde kurulacak Râşidî Hilâfet Devleti'nde İslâm Nizâmı'nı ikâme etmek üzere dâvetini yüklenmeye çağırıyoruz. Öyle azîz bir devlettir ki o, Allah'ın indirdikleri ile yönetir, İslâm düşmanlarının saptırmalarını püskürtür ve her neredeyseler Müslümanlar üzerinden zulmü ve kahrı kaldırır.

إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ، لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ İşte bu, muhakkak bu, azim bir kurtuluştur. Çalışanlar işte böylesi (bir kurtuluş) için çalışsınlar! [es-Saffât 60-61]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Nihâyet Suriye Nizâmının Utanç Maskesi Düştü de Gizli Tuttuğu Yahudi Varlığı ile Müzâkereleri Açığa Vurdu

İşte takke düştü, kel göründü; Suriye Nizâmı'nın Yahudi varlığı ile müzâkereleri, nizâmın artık gizli tutamayacağı yoğun bir boyuta ulaştı. Suriye Nizâmı, bugün, 21.05.2008 günü, Türkiye'nin arabuluculuğu üzerinden kendisi ile Yahudi varlığı arasında müzâkerelerin sürdüğüne dair net bir açıklama yaptı. Benzer açıklamalar, Ankara ve Tel Aviv'den de geldi.

Hizb-ut Tahrir'in Suriye'deki Medya Bürosu, bu bağlamda aşağıdaki hususları beyân eder:

1.   Daha önceleri beyannâmelerinde Hizb, Suriye Nizâmı ile Yahudi varlığı arasındaki müzâkerelerin sürmekte olduğunu, bu nizâmın Yahudi varlığını tanımak, Yahudi varlığının, Suriye'ye Golan'ın bazı kesimleri geri vereceği ve -Sînâ Yarımadası'nda silahlanmasının sınırlandırılmasına ve çok-uluslu kuvvetlerin getirilmesine... benzer şekilde- Doğu Şeria'dan Taberiye Gölü'ne kadarki diğer kesimlerine de çok-uluslu kuvvetler konuşlandırılmasını kabul edeceği şekilde Sînâ' Anlaşması'na benzer bir anlaşma imzalamak için nasıl da yanıp tutuştuğunu ifşâ etmişti. Lâkin Yahudi varlığı, Doğu Taberiye'nin yalnızca kendi otoritesi altında kalmasını istediği için bunu reddetmişti. Yani Suriye Nizâmı, Yahudi varlığını tanımak ve onunla anlaşmak için can attığı halde Yahudi varlığı yüz çevirmişti.

2.   Suriye Nizâmı'nın bazı yandaşları, bu nizâmın Yahudi varlığını tanımak ve onunla müzâkerelere oturmak için can attığını ifşâ etmemizin, bu nizâmın eliyle Tedmur Hâdiseleri sırasında düşen şehîdlerimizin intikâmı yahut halen bu nizâmın zindanlarında tutulan şebâbımıza revâ görülen eziyetlere duyduğumuz tepki dolayısıyla sırf ithâm bâbından olduğunu zannediyorlardı. Şehît düşürülen yahut eziyete uğratılan mü'min şebâbımızı elbette unutacak değiliz, ancak bu durum, bizim hak sözü dosdoğru söylememize etki etmez. Zaten güneş balçıkla da sıvanmaz. Bu nizâmın, ağzına doladığı sözde "direniş", "meydan okuma", "başkaldırı", "emperyalizme ve siyonizme karşı cepheleşme" vb. saptırmacalar da gerçeği örtmez. Zîra bu sloganların çürüklüğü ortaya çıkmış, ayıpları ifşa olmuştur.

3.   Bizimle Yahudi varlığı arasındaki sorun; bu varlığın kalkıp Sînâ'yı, Vâdî Arabe'yi ve Golan'ı işgâl etmesi sorunu değildir ki silahsızlandırılmış yahut kiralanmış bu bölgeleri geri almak için gidip onunla müzâkere edelim! Aksine sorun, mukaddes bir toprağı gasp edip üzerine varlığını kurmuş olmasıdır. Dolayısıyla onu tanımak yahut onunla müzâkerelere tutuşmak, Allah'a, Rasulü'ne ve mü'minlere hıyânettir ve onunla savaşmak, varlığını ortadan kaldırmak ve Filistin toprağını bir bütün olarak Diyâr-ul İslâm'a geri döndürmek üzere orduları harekete geçirmekten başka hiçbir çözümü yoktur.

4.   Muhakkak ki bizler, ülkeleri ve halklarını satan bu yöneticilere karşı çıkmaları için Ümmet'in hassasiyetini körüklüyor, harekete geçmeleri, bu yöneticilerin hıyânetlerini reddetmeleri, Allah'ın indirdikleri ile yönetimi ve Allah yolunda Cihâd'ı ikâme etmeleri için İslâmî beldelerdeki ordulara haykırıyoruz ki gaspçı Yahudi varlığını kökünden kaldırıp atsınlar da böylelikle dünyada ve Âhirette ak sayfalara adlarını yazdırsınlar.

5.   Kuşkusuz bu uğurda Ümmet'in ayağa kalkmaması, orduların harekete geçmemesi, kendilerine karşı komplolar kuran zâlimler karşısında durmaması, Allah'ın azâbını kendilerini de kapsar hale getirir. Zîra Allah'ın cezâsı, yalnızca zâlimlere erişmekle kalmaz, bu zulme sessiz kalanları da çarpar.

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden sakının! Bilin ki Allah, Şedîd-ul İkâb (cezâsı çok şiddetli) olandır. [el-Enfâl 28]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Allah'tan İttikâ Ediniz, Ey İslâmî Fıkıh Akademisi!

H. 16 Cumâde'l Ûlâ 1429 el-muvâfık M. 21 Mayıs 2008 günü sabahı Hartum'da yayınlanan gazetelerde şöyle bir haber geçti: "İslâmî Fıkıh Akademisi, zarûret halinde kredi için faizli finansa cevâz verdi ve Cumhurbaşkanı'nın Mâli İşlerden Sorumlu Müsteşarı da, Allahu Te'alâ'nın şu kavlini delil getirdi: فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لإثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ  "Her kim mehmasa halinde, günaha yönelmeksizin, zarurete düşerse (haram yiyeceklerden yiyebilir.) Şüphesiz Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir." [el-Maide 3]

Şüphesiz Allahu Te'alâ, şu kavlinde faizi, katî bir tahrîm ile haram kılmıştır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ(278) فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ "Ey iman edenler! Allah'a ittikâ edin ve ribâdan (faizden) geri kalan (alacaklarınızı) derhâl bırakın, eğer gerçekten mü'minler iseniz! [278] Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Rasulü'nden (faizcilere karşı) açılmış bir savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; (böylece) ne zulmetmiş, ne de zulmedilmiş olursunuz." [el-Bakara 278-279]

Böylece faizin önündeki kapı kapatılmıştır. Dolayısıyla her kim bu kapıyı açmak isterse, anahtarın, kişilerin hevâsından değil Allah'ın Kitâbı'ndan ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünneti'nden gelmesi kaçınılmazdır. Bazı kimselerin, zaruret vardır gerekçesi ile haram şeyleri câiz kıldığı "Zarûretler, mahzurları mubâh kılar" kaidesine gelince; şer'î zarûret, helâke ve ölüme götüren mülcî (zorlayıcı) zarurettir ki bu da Allahu Te'alâ'nın şu kavlinde vârit olmuştur:

فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ "Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur." [el-Bakara 173]

Dolayısıyla mahzurları mubah kılan zarûretler böyle olur ki bu; ya şer'î nassta vârit olur, ya da şer'î nass onun aynına veya cinsine muayyen bir delâlet ile delâlet eder. Aklın düşündüğü zaruretlere ise, asla haramın mübah kılındığı zaruretler olarak îtibar edilmez. Cumhurbaşkanı'nın Mâli İşlerden Sorumlu Müsteşarı'nın delîl gösterdiği âyete gelince; müfessirler, bu âyetin yiyecekler, yani mülcî zarûret halinde ölü etinin ve domuz etinin yenmesi gibi haram şeylerin yenmesi hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Yani bir kimse, helâk olacağından yahut öleceğinden korkup haram bir şeyi yemekten başka çaresiz kalmadığında onu yemesi mubah olur. Âyet bu hususta gâyet açıktır:  فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ  "Her kim mehmasa halinde zarurete düşerse (haram yiyeceklerden yiyebilir.)" [el-Mâide 3] Âyetteki [مَخْمَصَةٍ]  (mehmasa) kelimesi, açlık ve karnın yiyecekten boş olmasıdır, yani açlıktan midenin kazınmasıdır.

Şu da var ki İslâm'ın devletten koparıldığı, İslâmî Akîde'nin hayatın ve siyâsetin esâsı olmaktan çıkarıldığı, aynen Kâfir Batı'da olduğu gibi, aklen menfaat olduğu vehmedilen şeylerin ölçü haline getirildiği, hatta bazı âlimlerin yöneticileri hoşnut etmek için hevâlarından fetvâlar verdikleri bu zaman dilimi dışında, İslâm tarihi boyunca, zaruret veya başka herhangi bir gerekçeyle haramın mubah kılındığını hiç işitmedik.

Gerçekte bu tür fetvaların maksadı; devletin geçmişte aldığı faizli kredileri eleştiren ve bunun kötü sonuçlarından sakındıran Vatanî Meclis içerisindeki hak sözlere gem vurmak, hatta bu fetvâlar sayesinde ileride alınacak faizli kredilere karşı, Meclis'teki Müslümanların hiçbirini itiraz edemez hale getirmektir.

O halde Allah'tan ittikâ ediniz, kendiniz için de olsa hakkı söyleyiniz, insanlara hakkı açıklayınız ve bile bile onu gizlemeyiniz Ey Fıkıh Akademisi! Vecîbeniz; İslâm esâsına dayalı olmadığı için mevcut nizâmın bozukluğunu beyân etmeniz ve çarpıtmadan, hayatın akışına ve şartlarına göre değiştirmeden, eğip bükmeden, eksiksiz ve tastamam bir şekilde İslâm hükümlerini ihyâ ederek İslâmî hayatı yeniden başlatmak için çalışanların yanında yer alarak uğraş vermeniz, hatta onlara öncülük ederek ilerlemenizdir. Bu da Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdelediği Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet'in kurulmasıyla mümkündür.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Filistin Yatırım Konferansı, Yahudi ile Normalleşmek ve Fakirlik ile Korkutmak İçindir [الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ]  "Şeytan sizi fakirlik ile korkutur"

  • Kategori Filistin
  •   |  

21-23 Mayıs 2008 tarihleri arasında Beyt Lahim'de "Filistin Yatırım Konferansı" düzenlenecektir. Oysa Filistin Otoritesi, oturamayacağı bir dünya inşâ etmektedir. O, bu konferanstan âdeta muazzam bir fetih ve büyük bir kazanç diye bahsetmektedir. Gerçekte ise bu meşûm konferans, farklı meşrepleri ile Kâfirlerin çıkarlarını gözetmek amacıyla Otorite'nin yürüttüğü metodik çalışmanın bir parçasıdır ve Filistin halkına hiçbir faydası dokunmayacaktır. Aksine hem onları zarara sokacak, hem de onlarla birlikte İslâmî Ümmet'in maslahatlarını baltalayacaktır.

Bu konferansın amaçlarından en bârizi şu üç husustur:

1.   Filistin Otoritesi'nin, Yahudi varlığı ile İslâm Âlemi arasında bir normalleşme köprüsü olmasıdır. Zîra konferansa, Arap olsun olmasın birçok halkı Müslüman ülkeden gelen heyetlerin yanı sıra Yahudi heyetlerin katılımı da beklenmektedir. Yani Filistin halkından ölülerin ve yaralıların kanları, bu konferansın "şeref" konuğu Yahudiler tarafından sabah-akşam akıtılırken, Yahudiler ile birlikte ekonomik projeleri ele alacaklardır.

2.   Bu konferans, -yatırım sloganı altında- başta Yahudiler olmak üzere her dinden ve milletten Kâfirlerin, Otorite'nin üzerinde ortaya çıktığı toprak parçacıklarını mülk edinmelerini amaçlamaktadır. Nitekim bu konferansın öncesinde Selâm Feyyâd Hükümeti, Şubat ayında yabancılara topra satışına teşvik konusunda bir karar aldı. Feyyâd Hükümeti'ne göre bu yabancılar, aslen Filistin kökenlidir. Ancak açıktır ki bu karar, Yahudiler başta olmak üzere ödeme imkânına sahip tüm tamahkâr kâfirlere yapılacak toprak satışının altyapısından başka bir şey değildir. Nitekim Selâm Fayyâd şöyle diyordu: "Mülk edinme kanunu, sadece Filistin kökenli yabancıları değil tüm yabancıları kapsamaktadır." [21.02.2008, el-Kuds Gazetesi]

3.   Son olarak bu konferans, sözde barış denilen teslimiyetin insanlara süt ve bal getireceği vehmini vermek ve aldatıcı bir serap göstermek içindir. Oysa onlar bununla Allahu Te'alâ'nın Yahudiler hakkındaki şu kavlini göz ardı etmektedirler:  أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّنَ الْمُلْكِ فَإِذاً لاَّ يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيراً "Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara bir çekirdek kabuğu dahi vermezlerdi." [en-Nisâ 53] Başta Yahudiler olmak üzere tüm Kâfirler, Ümmet'e şeytanın vaadinden başka hiç bir şey vaat etmezler:  يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُوراً "(Şeytan) onlara vaadde bulunur ve onlara (boş) ümitler verir; halbuki şeytanın onlara vaadde bulunması aldatmacadan başka bir şey değildir." [en-Nisâ 120] Şeytanın bu vaadi ise, fakirlik ve sıkıntılı bir yaşam vaadidir:  الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُم بِالْفَحْشَاء وَاللّهُ يَعِدُكُم مَّغْفِرَةً مِّنْهُ وَفَضْلاً وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ  "Şeytan size fakirlik vaat eder (fakirlikle korkutur) ve cimriliği emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaat eder. Muhakkak ki Allah Vâsî'dir, Alîm'dir." [el-Bakara 268]

İşte bu yüzden Filistin halkını; kendilerine bedbahtlıktan, fakirlikten ve Allahu Te'alâ'nın öfkesinden başka bir şey getirmeyecek olan bu Otorite'den, çalışmalarından ve projelerinden yakasını kurtarmaya, düşmanları ile normalleşmeyi, mallarını yağmalamayı ve kâfirlerin payandalarını İsrâ ve Mîraç topraklarına yerleştirmeyi amaçlayan bu yabancı projelere aldanmamaya davet ediyoruz.

Ey Filistin'deki Müslümanlar! Biliniz ki bu konferansın en önemli amaçlarından biri, Yahudiler ile İslâmî halklar arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesidir. O halde bunu boşa çıkartmak için çalışınız ve bu konferanstan çıkabilecek şüpheli projeler hakkında Otorite ile işbirliği yapmaktan sakınınız.

وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "Birr (iyilik) ve takvâ üzerine yardımlaşın! Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın! Allah'tan ittikâ edin! Muhakkak ki Allah, cezâlandırması pek şiddetli olandır." [el-Mâide 2]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Tunus'ta Hizb-ut Tahrir Şebâbının Tutuklanması Hakkında إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ فِي الأَذَلِّينَ 20 كَتَبَ اللَّهُ لأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ "Allah'a ve Rasulü'

Akabe ibn-u Nâfi'in nûrun ve hayrın hareket noktası kıldığı Kayrevân beldesi Tunus'ta öyle bir devlet vardır ki ne tarihin akışını anlayabilir, ne dünyadaki gelişmeleri okuyabilir, ne de daha önce gelip geçenler hakkındaki Sünnetullah'tan korkar. Nitekim Allah'a ve Rasûlü'ne düşmanlık eder, Allah'ın şiarlarını yasaklar, küfür devletlerine itaat eder, Allah'ın emrine karşı çıkıp kadınların resmî kurumlarda başörtüsü ile örtünmelerini men eder ve onu, bölücülük kıyafeti olarak tanımlar. Bu devlet, Allah'a itaat ve yeryüzünde Allah'ın dîninin ikâmesine dâvet suçlamasıyla Müslümanlarla savaşır, öyle ki bu durum artık cürüm haline gelmiştir. Dolayısıyla dürüst bir vatandaş olabilmek için, küfre saygı gösterip onu savunmak ve Allah'ın şiarlarına hafife almak kaçınılmaz hale gelmiştir ki Allah'ın farzı ve vaadi olan Hilâfet için çalışarak yeryüzünde Allah'ın dînini ikâme etmek için uğraşmasınlar. Çünkü bu, Bush'un da, Brown'ın da, Sarkozy'nin de tiksindiği bir iştir. Bu nedenle yasaktır ve men edilmiştir. Buna sahip çıkanların; İslâm'a ve Müslümanlara karşı savaşanlara karşı değil, İslâm'ın sancağını taşımayı farz telakki eden masum insanlara karşı yapılan işkenceler, tehditler ve hakaretler altında hapishanelerden ve zindanlardan başka yeri yoktur.

Tunus'ta Yargıç Muhammed Ali bin Şuveyha başkanlığında, 07.05.2008 Çarşamba günü toplanan 8. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne bağlı daire; varlığı tanınmayan (yasadışı) bir cemiyetin yeniden oluşturulmasına iştirak etmek, izinsiz toplantılar düzenlemek, izinsiz toplantı düzenlemek maksadıyla mekan hazırlamak ve genel nizâmın düzenini bozmaya yönelik neşriyat bulundurmak suçlamasıyla Muhammed es-Semâvî, Mebrûk Bûdafrî, Muhammed Ali Biskri, Ali el-Haccâcî, Muhammed Abbâs, Fevzî eş-Şeyhî, Fethî el-Azîzî, Muhammed ibn-u Humeyle, Rıdâ Sâbit, Raûf el-Âmirî, Beşîr ez-Zeytûnî, Mahraz es-Sa'îdî, Uneys el-Haccâcî, Muhammed ibn-u Yûsuf, Muhammed el-Muhammedî, Mehdî ibn-u Mahraz, Faysal Sâsî, Yûsuf Tarûdî ve Muhammed Râzıkî hakkında açılan 10890 sayılı davaya ve Mahraz Raceb, Mebrûk Bûdafrî ve Beşîr ez-Zeytûnî 4148 sayılı davaya baktı. Onların savunmalarını ise sayın avukatlar Ahmed es-Sıddîk, Semîr ibn-u Ömer, Gülsüm ez-Zâvî, AbdulFettâh Muru, Necîb ibn-u Yûsuf, Suayde el-İkrimî ve Râdiye ed-Duraydî üstlendiler. Yargıç, iki davanın ayrı ayrı görüşülmesine ve hükmün 10.05.2008 Cumartesi günü verilmesine karar verdi.

10.05.2008 günü verdiği kararda; Tunus 8. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne bağlı daire, Yargıç Muhammed Ali Şuveyha başkanlığında aşağıdaki hususlarda hükmünü verdi:

[Varlığı tanınmayan (yasadışı) Hizb-ut Tahrir cemiyetinin yeniden oluşturulmasına iştirak etmek, izinsiz toplantılar düzenlemek, izinsiz toplantı düzenlemek maksadıyla mekan hazırlamak ve genel nizâmın düzenini bozmaya yönelik neşriyat bulundurmak suçlamasıyla!]

-     10890 sayılı davadan, Faysal Sâsî'nin bir yıl iki ay hapsine, Muhammed es-Semâvî, Muhammed Ali Biskri, Ali el-Haccâcî, Muhammed Abbâs, Fevzî eş-Şeyhî, Fethî el-Azîzî, Muhammed ibn-u Humeyle, Rıdâ Sâbit, Raûf el-Âmirî, Mahraz es-Sa'îdî, Uneys el-Haccâcî, Muhammed ibn-u Yûsuf, Muhammed el-Muhammedî, Mehdî ibn-u Mahraz, Yûsuf Tarûdî ve Muhammed Râzıkî'nin on bir ay hapsine, Mebrûk Bûdafrî ve Beşîr ez-Zeytûnî'nin altı ay hapsine,

-     4148 sayılı davadan, Mebrûk Bûdafrî'nin iki yıl, üç ay hapsine, Mahraz Raceb ve Beşîr ez-Zeytûnî'nin on bir ay hapsine.

İşte bu şebâbın işlediği sözde "suçlar" bunlardır. Muhakkak ki onlar, Rablerine îmân etmiş genç yiğitlerdir, Rableri de îmânlarını artırmış, böylece Allah'a itaate yönelmişler, insanları en güzel sözlerle yeryüzünde Allah'ın dîninin ikâmesine dâvet etmişler, ne herhangi bir kimseye saldırmışlar, ne de nizâmı veya bir başkasını hedef alan maddî eylemlere tevessül etmişlerdir. Zâlim rejimden ve zebanilerinden korktuğu için değil, bilakis Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in İslâm Devleti'ni kurma metodunda böyle bir şeyi yapmamış olmasına bağlanarak! Bunun için insanların canlarını ve mallarını heder etmek için veya bir başka benzer sebeple asla silahlanmamışlar, daima Allah'ın çizdiği sınırlar önünde durmuşlardır.

Fısk, fücûr, fuhuş, müstehcenlik, içki, faiz, zındıklık serbest bırakılırken, büyük günahlar yasallaştırılırken, halk toplulukları önünde insanların yakasına yapışılırken, utanmadan-sıkılmadan münker işlere ruhsat verilirken, aynı zamanda Allah'a itaat ve bağlılık yasaklanırken, bu ülkede Küfür ile hükmedilirken, Müslüman olduklarını söyleyenler tarafından, Müslümanların beldelerinde Allah'ın Dînine dâvet eden ve Rablerinin;  يَا قَوْمَنَا أَجِيبُوا دَاعِيَ اللَّهِ وَآمِنُوا بِهِ يَغْفِرْ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ "Ey kavmimiz! Allah'a dâvet edene icâbet edin ve ona îmân edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi elîm bir azaptan kurtarsın." [el-Ahkâf 31] diyen Müslümanları nasıl hapsederler? Onlara nasıl işkence ederler? Onlara nasıl hakâret ederler? Vallahi bu bize Allahu Te'alâ'nın, Lût kavminin kibri, küstahlığı ve hayasızlığından bahseden şu kavlini hatırlatmaktadır:  أَخْرِجُوا آلَ لُوطٍ مِّن قَرْيَتِكُمْ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ "Lût ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar çokça temizlenen (pırıl pırıl) insanlarmış!" [en-Neml 56]

Oysa onlar, temizliği cezalandırmakta, insanlara fuhuşları, küfürleri ve alçalmaları miktarınca yaklaşmakta, yaptıklarının âkıbetinden korkmamakta, çünkü Şeytan yaptıklarını onlara süslü göstermekte, onları ayartıp başlarına musallat olmaktadır. Yoksa onlar Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Allahu Te'alâ şöyle buyurmaktadır:  أَفَأَمِنُواْ مَكْرَ اللّهِ فَلاَ يَأْمَنُ مَكْرَ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ "Yoksa Allah'ın azâbından emîn mi oldular? Fakat hüsrâna uğrayan bir kavimden başkası Allah'ın azâbından emîn olmaz!" [el-Âraf 99]

Yok olmaya mahkum bu kokuşmuş rejim, Allah Subhânehu'ya gâlip geleceğini mi sanıyor? Allah'ın nûrunu ağzıyla üfleyerek söndüreceğini mi sanıyor? Kureyş'in ele başları olan Ebu Cehl'den, Ebu Leheb'den, İbn-u Muğîra'dan, onların azgın cürümlerinden, küfür dolu tuğyânlarından örnek ve ilham alarak dâvâ adamlarını susturabileceğini mi sanıyor? Allah'a galip geleceğini sanan mağlup, O'na karşı koyanlar Allah'ın yardımıyla mel'un ve mahcup olur. Kâ'b ibn-u Mâlik [RadiyAllahu Anh] şiirinde ne de güzel söyler:

زعمت سخينة أنْ ستغلب ربها      ولَـيُغْلَبـَنَّ مُغالِــُب الغـلاَّب

"Sehîne [yedikleri bir yiyecekten ötürü Kureyş'e verilen bir lakap] Rabbine gâlip geleceğini sandı, bilakis gâliplerin en gâlibi (Allah) mutlaka gâlip gelecektir"

O halde Tunus rejiminin elebaşları ve Ümmet'e istibdatla hükmeden diğer yöneticiler, ya Ümmet'in kendisine karşı tâğutlaşanlara ve bağileşenlere karşı kendi eliyle vereceği bir ceza ile, yahut Allahu Te'alâ katından bir azap ile, kendilerini cezalandıracak birini bekleyedursunlar.

قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلاَّ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ أَن يُصِيبَكُمُ اللّهُ بِعَذَابٍ مِّنْ عِندِهِ أَوْ بِأَيْدِينَا فَتَرَبَّصُواْ إِنَّا مَعَكُم مُّتَرَبِّصُونَ  "De ki: Siz bizim için ancak iki iyilikten birisini beklemektesiniz. Biz de Allah'ın, ya kendi katından ya da bizim elimizle size bir azâp vermesini bekliyoruz. Haydi bekleyin! Şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz." [et-Tevbe 52]

İkâmesi uğrunda çalışarak ona dâvet ettikleri için Müslümanların hapsedildiği Hilâfet ise Allah'ın izniyle mutlaka yoldadır; Gelecek ve her insanı lâyık olduğu konuma koyacak, Kâfirlerle dostluk kurup Ümmete karşı savaşan münâfıklardan intikam alacak ve yeryüzünde Allah'ın hükmünü ikâme edecektir. Biliyoruz ki sizler şeytandan mutmainsinizdir ve vesveselerinde râzısınızdır. O ise size Hilâfet'in bir vehim ve serap olduğunu fısıldamaktadır. Lâkin bizler, Allah'ın hükmünden, vaadinden ve Şeriatı'ndan râzıyızdır ve emrinden mutmainizdir:  فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلا يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذِينَ لا يُوقِنُونَ "Şimdi sen sabret. Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır. Ve sakın (buna) iyice imân etmemiş olanlar seni gevşekliğe sevk etmesin." [er-Rûm 60] Vaadine îmân etmişizdir:  وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِيـنَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُون "Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vaâdetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Her kim de bundan sonra inkâr ederse işte onlar fâsıkların ta kendileridir." [en-Nûr 55] Ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesini tasdîk etmişizdir:  تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ "Nübüvvet, Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır. Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı hânedanlık olacaktır. Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra zorba diktatörlük olacaktır. Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır." buyurdu ve sonra sustu. [İmâm Ahmed tahric etti.]

O halde bu mücrimler dilediklerini yapsınlar. Muhakkak ki Allah, yaptıklarından gâfil değildir. Onların bu entrikaları ve tuzakları, -Allah'ın izniyle- Allah'ın Tunus'taki dâvâ adamlarından olan kullarına ve erlerine eziyetten başka hiçbir zarar veremeyecek ve onlar, hak sancağı taşımaya, bu dîn nusret buluncaya, mücrim ve münafık düşmanları da zillet buluncaya dek devam edeceklerdir.

فَلاَ تَحْسَبَنَّ اللهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ ذُو انتِقَامٍ "Sakın Allah'ın elçilerine olan vaadinden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz'dir, İntikam sahibidir." [İbrâhîm 47]

Devamını oku...

İnsanların Güvenliğini Korumaya, İşlerini Adalet ve İhsân ile Gözetmeye Yalnızca Râşidî Hilâfet Muktedirdir

  • Kategori Sudan
  •   |  

10 Mayıs 2008 Cumartesi günü öğleden sonra Darfûr bölgesindeki isyancı Adalet ve Eşitlik (Müsâvat) Hareketi'ne bağlı silahlı arabalardan oluşan bir grup, Ummu Dermân bölgesinde yirmiden fazla noktayı ateşe verdi. Böylece insanların saflarındaki güvensizlik nedeni ile arkasında pek çok ölü ve yaralı bırakan, korku, panik ve endişe atmosferi oluşturan iç gurubun hezîmet durumu gün yüzüne çıkmadan önce Ummu Dermân'ın merkezinde beş saati aşan şiddetli bir çatışma yaşandı.

Adâlet ve Eşitlik Hareketi'nin bu cüretkar girişimini anlamak için Darfûr sorunun köklerine derinden bakmak gerekir. Bu mesele nasıl ortaya çıktı? Soruna müdâhil etkin tarafların bağlantıları nedir ve hangi boyuttadır?!

Darfûr meselesi, bir devletlerarası çatışma meselesidir. Yani bir tarafta Amerika'nın, öteki tarafta Avrupa'nın -özellikle İngiltere ve Fransa'nın- olduğu devletlerarası siyâsette etkin taraflar arasındaki bir çatışmadır. Zîra bu mesele, kısacası Güneyin Kuzeyden ayrılmasını garantiledikten sonra Amerika'nın tek başına Sudan'ı ganimet olarak tekeline alması şeklinde özetlenebilecek Nifâşa Anlaşması'nın akabinde böylesi bir boyutla ortaya çıkmıştır. Bu da Avrupa'nın Sudan'ın taksiminden eli boş şekilde çıkması demektir. Bu durum, Avrupa'yı -özellikle Fransa'yı- başta "Sudan Kurtuluş Hareketi", ardından Adâlet ve Eşitlik Hareketi olmak üzere isyancı hareketlere lojistik destek sağlamaya sevk etti. Fransa bu desteği Çad üzerinden sağlarken İngiltere de şu anda yaklaşık otuzu bulan bu silahlı hareketlere ve guruplara medya desteği sağladı. Her ne kadar Sudan Kurtuluş Hareketi, parçalanmış ve gruplarından birisi, Abûca'da Mayıs 2006'da Hükümet ile bir antlaşma imzalamış olsa da özellikle hem Fûr Kabilesi ile, hem de liderlerinin Doğu Çad'da yoğun askerî varlığı bulunan Fransa ile siyâsî bağlantısı olmasından ötürü birinci hareket sayılır. Zîra burayı, bu gurubun liderinin karargahı haline getiren Fransa, Darfûr'da nüfuz elde etmeyi, Çad ve Orta Afrika'daki yandaşı olan nizâmlarının garantileyeceği bir gelecek ve Sudan'ın paylaşımında oluşturacakları bir pay meselesi olarak görmektedir. Doğu Çad'ta yoğun şekilde askerî varlığı bulunan Fransa'daki liderleri ile siyâsî bağlantısı olmasından dolayı birinci hareket sayılır. Çünkü Fransa, bu grubun liderine bir sığınak sağlamıştır ve Fransa, Darfûr'da nüfuz elde etmeyi, Çad ve Orta Afrika'daki kendi ajanı nizâmların garantileyeceği gelecek meselesi ve Sudan'ın taksimi ganîmetinde hoşnut edici bir oran olarak görmektedir.

İkinci derecede kategorize olan harekete gelince; Çad'da hâkim olan ez-Zegâve Kabîlesi ile kabilevî bir bağlantısı olan Adalet ve Eşitlik Hareketi'dir. Oysa ez-Zegâve Kabîlesi liderlerinin, Darfûr'da, dahası tüm Sudan'da etkin bir rol almaya hırs gösteren İngiltere ile bağlantısı vardır.

Adâlet ve Eşitlik Hareketi kuvvetlerinin bu girişimi, başkenti yakmak ve Hükümeti derinden vurmak yoluyla güç gösterisidir. Hâlbuki o, böyle bir eylemin, nizâmı değiştirmeyeceğinin farkındadır. Ancak o, bunu yapıyor ki böylece gelecekteki her türlü müzakere operasyonlarında odak noktası olacak şekilde kendisi ile masaya oturulması ve taleplerine kulak verilmesi gereken Darfûr'un en güçlü isyancı hareketi vasfına sahip olabilsin. Zîra daha sonraları Sudan Kurtuluş Hareketi olarak isimlendirilen Darfûr Kurtuluş Cephesi, 24.4.2003'te Kuzey Darfûr Vilâyeti'nin başkenti el-Fâşir şehrini yakmak yolu ile şöhret kazanınca Adâlet ve Eşitlik Hareketi de kendisinin göz ardı edilmesi zor önemli bir varlık olduğu mesajını vermek için bizzat ülkenin başkentini yaktı. Bu da başkentteki bekâsından ve başkenti işgâlinden daha çok güvendiği bir şeydir ki Adâlet ve Eşitlik Hareketi'nin Sözcüsü Ahmed Huseyin, 12.05.2008'de el-Cezîra kanalına bunu şöyle diyerek açıklamıştır: "Saldırının sağladığı en önemli başarı, oyun kurallarının değişmiş olmasıdır. Bizler, nizâmı kalbinden vurduk. Zaten başından beri denklemi değiştirmek istiyorduk." Yine Uluslararası Kriz Grubu, eski başkanı ve toplu soykırım kampanyalarına karşı "Yeter!" Projesi'nin (Enough Project) yardımcı kurucusu John Prendergast, New York Timse Gazetesine şöyle dedi: "Kanımca Cumartesi saldırısı, nüfuz kazanmaya yönelik manevradan başka bir şey değildir... İsyancılar, Vatanî Kongre Partisi'ne bir sille vurmak, ardından da Darfûrlu gruplardan uzak bir yerde otoritenin paylaşımına ilişkin onunla bir anlaşma yapmak istiyorlar." Zaten Hükümet de bu mesajın maksadının, Ummu Dermân'da kalmaktan ziyâde medyatik bir mesaj olduğunu anlamıştır. Devlet Başkanı Müsteşarı, 10.05.2008'de el-Cezîra kanalına şöyle diyordu: "Adalet ve Eşitlik Hareketi'nin yaptıkları, sadece medyatik bir sinyaldir."

Sorunun gerçek nedenine gelince; bunu tek bir noktada özetlemek mümkündür ki o, hayatımızda şer'î hükümlere bağlanmanın kıymetini düşürmektir. Bu düşüklük ise, işlerin gözetimsizliğinde, yani İslâm'ın tatbik edilmemesinden kaynaklanan zulümde, Müslümanların, İslâmî kardeşlik bağına son verip insanları paramparça eden vatancılık, bölgecilik, kabilecilik ve milliyetçilik bağı esâsına dayanmalarında, siyâsî ve lider kesimin kendilerini yabancı kâfirin kucağına atmasında belirginleşen siyâsi intiharda ve şer'an câiz olmayıp kaos, yıkım, güvensizlikten başka bir şey de getirmeyen maddî güç kullanmak yoluyla değişim çabalarında ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlardan daha tehlikeli olanı ise, büyük devletlerin irâdesini temsîl eden antlaşmaları kabul etmemizdir. Bunların en tehlikesi olan Nifâşâ Antlaşması, her tür salgın şerre geniş bir kapı açmıştır. Güney Sudan'ı kuzeyinden koparma düşüncesinin temelinde de bu antlaşma vardır, insanların başına bakan ve yönetici olarak musallat olmanın en kestirme yolunu; mü'minler hakkında ne bir ahit, ne de bir zimmet gözeten ve her tür mahremiyeti çiğneyen silahlı çeteler haline getirmede de bu antlaşma vardır. Ordunun dağıtılması emrini verdirmede de bu antlaşma vardır. Nitekim insanların mallarıyla eğitilen ve hazırlanan ordu, tam donanımlı ve deneyimli on binlerce mensubunu dağıttı ki ordu dağılsın da kâfirlerin hoşnut olacağı yeni bir askerî doktrine göre yeniden şekillendirilsin. Tâ ki ülkeyi paramparça eden tüm bu plânlar hayata geçirilebilsin. Kaldı ki hem Hükümet, hem siyâsî kesimler, hem de arkalarındaki insanlar, ordunun dağıtılması mâsiyetini kabullenip sessiz kaldılar. İşte böylelikle ordunun yerine, değişik isimlere sahip silahlı yapılanmaların zemini hazırlanmış oldu. Yeterince silahlanmış olsalar da bu yapılanmalar, tek bir komuta altındaki silahlı kuvvetler mesâbesinde oluşturulmadıkları için, etkinlikleri zayıflamakta ve ülkenin güvenlik duvarlarından gedikler açmaktadır. Hele Allah'ın lütfu ve erlerin cesâreti olmasaydı, sonuçları hiç de hoş olmayan olayların vukuu kaçınılmaz olurdu.

Bizler, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilâyeti olarak, halkımızı sorunun hakîkatine karşı uyanık olmaya ve İslâmî Akîde'yi hayatımızın esâsı kılmada ve bu esâsa binâen Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurmada düğümlenen bir çözüm ortaya koymaya çağırıyoruz ki bu çözüm, tüm bu tür sorunların çıkmasını önleyecektir:

Hilâfet; Nifâşâ, Abuca ve diğer antlaşmaları iptal edip yok sayacaktır. Güvensizliği ve yıkımı arttırmaktan başka bir şey getirmeyen bu çözümlerin yerine, Darfûr meselesinin sadece siyâsî yönünü çözmekle kalmayıp devletin tebâsı olan tüm insanlardan her tür zulmü ve haksızlığı kaldıracak İslâm'ın tatbikini getirecektir:  إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإحْسَانِ "Muhakkak ki Allah, adâleti ve ihsânı emreder." [en-Nahl 90]

Hilâfet; değişim fikrinde ve metodunda İslâm esâsına dayanmayan her tür partiyi veya cemaati yasaklayıp muhâsebe edecektir. Çünkü değişim metodu, maddî eylemlerle değil, siyâsi ve fikrî çalışmalarla olmalıdır. İşte Müslümanların örneği ve modeli olan Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], maddî bir eylemde bulunmaksızın siyâsî fikir niteliğiyle İslâm'a daveti yüklenmiştir. Hattâ bey'at ashâbı, Mina halkına karşı kılıçları ile saldırmayı teklif edince, en zor şartlar içerisinde olduğu halde onları bundan men etmiştir. Yine Yâsir Ailesi'nin şehâdete varan işkencelere mâruz kaldığını görüyor, onlara şöyle diyordu:  صَبْراً يَا آلَ يَاسِر فَإِنَّ مَوْعِدُكُمْ الْجَنَّة "Sabredin, ey Yâsir Âilesi! Muhakkak ki size vâad edilmiş olan Cennettir."

Hilâfet; eşgüdüme muhtaç ayrı kuvvet grupları şeklinde değil, bilakis yepyeni bir birleşik komuta altında, İslâmî Akîde'ye dayalı tek bir silahlı kuvvetler tesis edip gerek başkentte, gerekse ülkenin genelinde güvenlik gediklerini bütünüyle kapatacaktır. Polis ise, orduya bağlı olarak, güvenliğin temini görevine uygun özel bir eğitimle eğitilmiş bir yapıda olacaktır. Ordu kuvvetleri yerleşim alanları dışında ve çevresinde güvenliği sağlarken polis birimleri iç güvenliği sağlayacaktır.

Hilâfet; devlet otoritesine isyan eden bâğîlere ilişkin tüm şer'î hükümleri yerine getirmek maksadıyla ordu ve polis şeklindeki silahlı kuvvetler yoluyla otoritesini tüm ülke sathına yayacaktır. Ancak tüm bunların öncesinde uluslararası güçlerin hepsini ülkeden kovacak, bu suretle hem Darfûr halkının, hem de diğer tüm halkların güvenliği ve istikrarı sağlanmış olacaktır.

Hilâfet; kendilerini kâfirlerin kucağına atan tüm mücrimleri ve hainleri muhasebe edecek, bunu da onları âdil mahkemelerin karşısına çıkararak yapacaktır ki ödüllendirmeleri ve insanların başına bela olmaları yerine, cezâya çarptırılsınlar da ders almak isteyenlere ibret-i âlem olsunlar.

هَذَا بَلاغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنْذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُوا أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُولُو الألْبَابِ "İşte bu, kendisi ile uyarılsınlar, (Allah'ın) ancak tek bir ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir." [İbrâhîm 52]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Ülkenin Millî Mîsâk'a Değil, Yeni Bir Yönetim Nizâmına İhtiyacı Var

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü Muhyiddîn Ahmed, bugün bir basın açıklaması yayınlayarak dün gece televizyonlarda yayınlanan halka hitap konuşmasında Başbakan Fahruddîn Ahmed'in ülkenin siyâsî krizini çözmeye yönelik yol haritasının bir parçası olarak diğer adımlar dâhilinde bir Millî Mîsâk'a çağrıda bulunmasına tepki gösterdi. Açıklamasında Muhyiddîn Ahmed, ülkenin güya bir millî mîsâka değil, Kur'ân ve Sünnet'e dayalı yeni bir yönetim nizâmına ihtiyacı olduğunu belirtti. Muhyiddîn Ahmed açıklamasında, aşağıdaki yorumlarda bulundu:

1.   Millî Mîsâk düşüncesi, halka karşı bir tuzaktır. Bir milli mîsâk çağrısında bulunmak, mevcut fâsit yönetim sisteminin ömrünü uzatmaya yönelik bir düşünce olmaktan ziyade bir şey değildir. Üstelik Başbakan, son bir buçuk yılda az-çok benzer konuların tekrarından öte geçmeyen onlarca kez halka hitap ettikten sonra bu hitabında bazı yenilikler getirmiş olmaktadır.

2.   Millî Mîsâk düşüncesi, Fahruddîn Ahmed'in kafasından çıkmamıştır, bilakis Başbakan'ın bu hitâbından birkaç gün önce kendisini ziyâret eden Güney ve Orta Asya işlerinden sorumlu Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Boucher'ın kafasından çıkmıştır. Sömürgeciler geçmişte de pek çok millete böylesi içi boş millî mîsâklar dayatmışlardır. Çünkü millî mîsâk nârâları atılırken bu ülkelerin insanları köleleştirilmiş, onlara hiçbir hayır getirilmemiştir. Son bir buçuk yıldır Amerikan-İngiliz-Hindu Sömürgecilerine tam teslimiyet şiarı ile ilerleyen Başbakan, bu millet için kendisine ait hiçbir düşünceye sahip olmadığını, bu vesileyle bir kez daha kanıtlamıştır.

3.   Mîsâkın içeriğine gelince; Fahruddîn Ahmed bunun, tüm partilerin seçim sonuçlarına saygılı olmalarını, grevlere ve boykotlara son vermelerini içerecek şekilde olmasını önermiştir. Nedense ülkenin siyâsî ve ekonomik işlerine yönelik dış müdâhalenin -ki bu, ülkenin yaşadığı mevcut siyâsî krizin başlıca müsebbibidir- sona erdirilmesine çağrıda bulunmaktan âciz kalmıştır.

Son olarak Muhyiddîn Ahmed insanları, ajan yöneticilerin bu tür çağrılarına ve saptırmalarına kanmamaya ve Hilâfet'in kurulmasına yönelik çalışmadaki gayretlerini artırmaya teşvik etti.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Bush, Nekbe'nizin Yıldönümünde Kanlarınızın Üzerinde Dans Ede Ede Geldiği Halde, Filistin Otoritesi Onu Bir Dost ve Bir Kurtarıcı Olarak Görüyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

Müslüman yavruların kâtili Bush, Mısır ve Suudi Arabistan'ı kapsayan bölge ziyâreti kapsamında işgâl altındaki 1948 Filistini'ni de ziyâret edecektir. Bu ziyâretin ana sebebi, İsra ve Mîraç toprakları olan Filistin'de, meşum devletlerinin kurulmasının yıldönümü münâsebetiyle Yahudi dostlarının sevinçlerine ve kutlamalarına katılmaktır. Oysa bu Yahudi varlığı, işgâl ve gasp ettikleri Filistin topraklarının asıl sâkinlerini sürgün etmekten, katliama uğratmaktan, mülteci kamplarına göndermekten hiç vazgeçmedi. Bu metamorfoz varlık, kurulduğu o meşum günden bugüne kadar da katliamlarına, eziyetlerine ve sürgünlerine hiç ara vermedi.

Bush'un bu ziyâretinde Yahudi Meclisi'nde [Knesset] bir konuşma yapması, sözde târihî simgelerini ziyâret etmesi, Müslümanlara karşı savaşlarında ölenlerin mezarlarına çelenk koyması, sohbet etmek ve sevgi göstermek üzere gençleri ile bir araya gelmesi beklenmektedir. İşte bütün bunlar, Müslümanların merkezinde, sözde "İsrail" varlığının kurulmasıyla Müslümanların başına gelen Nekbe'yi [felâketi] kutlamak içindir. Böylece o, Yahudi varlığının katliam, muhâsara ve yıkım gibi her tür cürümünü kutlamış olacaktır.

Bu elîm yıldönümü münasebetiyle kutlamalarına katılmak için Yahudi varlığına yönelik bu sıcak ziyâret, Müslümanların yöneticilerinden insanları aldatmaya çalışan herkesin ve Müslümanların düşmanı Amerika'yı meselelerin çözümünde ve hakların iadesinde tarafsız bir aracı olarak gören Filistin Otoritesi'ndeki yönetici kılıklı kimselerin suratına vurulmuş bir şamardır. Dolayısıyla bu ziyâret ve detayları, Müslümanların Amerika ile ilişkisinin, Yahudi varlığı ile olan ilişkisi gibi, yani saldırgan, işgalci, gaspçı ve düşman bir kâfir varlığı ile olan ilişkisi gibi olması gerektiğini ifâde etmektedir.

Bu ziyâretin atmosferindeki seçim maksadı da gözlerden kaçmamaktadır. Bu ziyâret, Bush'un Cumhuriyetçi Partisi'nin bir kampanyası, oylarını elde etmek için Yahudileri pohpohlama ve birçok alanda hem kendisinin, hem de partisinin imajını düzeltme girişimi mesabesindedir.

Savaş suçlusu Bush'un sözde Filistin Devleti hakkında verdiği sözler, aldatıcı bir seraptır ve gerçekleşmesi an meselesi olan bir felâkettir. Aldatıcı bir seraptır; çünkü, palavracıların düşündüğü gibi gerçek bir devletten ziyade Yahudilere ve onların hizmetine verilmiş bir güvenlik organı olacaktır ki bu, mevcut Filistin Otoritesi'nin vâkıasında gayet âşikardır. Felâkettir, çünkü Filistin meselesine yönelik her tür siyâsî çözüm, Yahudi varlığını tanımayı ve Filistin topraklarının genelinden onlar lehine taviz vermeyi gerektirecektir. Yani siyâsî çözüm, Yahudi varlığını taraf haline getirecek bir çözüme varmak demektir. Yani Allahu Te'alâ'nın emrettiği gibi, onu yok etmek yerine, bu varlığa meşruiyet ve kalıcılık kazandırmaktır.

Gerek Filistin'deki, gerekse tüm İslâmî Âlem'deki Müslümanlar, hem hayatın her alanında kâfirlerin kendilerine açtıkları savaşın hakîkatini kavramalıdırlar, hem de Amerika'nın, İslâmî Ümmet'in çıkarlarını, hatta bizzat İslâmî Ümmet'in varlığını yok etmek için gece-gündüz çalışan bize düşman bir devlet olduğunu kavramalıdırlar. Allahu Te'alâ şöyle buyurmaktadır:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ بِطَانَةً مِّن دُونِكُمْ لاَ يَأْلُونَكُمْ خَبَالاً وَدُّواْ مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاء مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الآيَاتِ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ "Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri dost, sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar size fenâlık etmekten asla geri durmazlar ve hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz." [Âl-i İmrân 118] Ve şöyle buyurmaktadır:  وَدُّواْ لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُواْ فَتَكُونُونَ سَوَاء   "Onlar nasıl kâfir olmuşlarsa sizin de öyle kâfir olmanızı isterler ki onlara denk olasınız." [en-Nisâ 89]

O nedenle tüm Müslümanların; liderlerinin bu küfür liderleri ile görüşmelerine, İslâm'a ve ehline zarar vermek için birlikte komplo kurmalarına, Müslümanların maslahatlarında ve Müslümanların topraklarında hadlerini aşarak onlara icâbet etmelerine karşı çıkmaları gerekir.

Ümmet'e ve özellikle de kuvvet ehline gelince; muazzam ordular ile bu maslahatları ve başta İsrâ ve Mîraç toprağı Filistin olmak üzere bu beldeleri korumak için çalışmalıdırlar. Muhakkak ki Allah, sessiz kalmalarından dolayı onlara hesâba çekecektir.

Filistin'deki ehlimize de diyoruz ki: Ah bir Hilâfetiniz olsaydı, ah bir Halîfeniz olsaydı, Yahudiler sizleri katletmeye cüret edebilir miydi hiç? Ah bir Halîfeniz olsaydı, savaş suçlusu Bush, Nekbe'nizi açıkça kutlamaya ve kanlarınız üzerinde dans ede ede gelmeye cüret edebilir miydi hiç? O halde Allah, bizlere bu zorluğun arkasından bir kolaylık verinceye kadar sabrediniz ve hak üzerinde sebât ediniz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ "Ey imân edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebât gösterin, (cihâd) için hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan ittikâ ediniz ki kurtuluşa erişebilesiniz." [Âl-i İmrân 200]

Sakın ha sakın zulmedenlere meyletmeyiniz ve onları tasdik etmeyiniz, yoksa sizleri saptırırlar. Çünkü onlar, hem İslâm, Müslümanlar ve Filistin aleyhinde cürüm planlarını pazarlamaya çalışan Yahudilerin ve Amerikalıların kölesidirler, hem de bu aşağılık hıyânet çözümlerini kabul etmeniz için cürümlerini ve komplolarını süslü göstermektedirler.

Muhakkak ki sizler, Ey Güç Sahipleri, hem bir mihenk taşısınız, hem de onlar ne kadar komplo kurarlarsa kursunlar, efendilerinin entrikalarını boşa çıkarmaya muktedirsiniz. O halde Allah'ın sapasağlam ipine hep birlikte sımsıkı sarılınız. Allah'a ve Rasûlü'ne düşman olanlara, siz de düşman olunuz. Ne Bush'a, ne benzerlerine, ne de yöneticilerden ve diğerlerinden olan kölelerine asla güven duymayınız. Sizler, kimsesiz yetim bir millet değilsiniz. Bilakis insanlar için çıkarılmış kerîm ve azîm bir ümmetim azîz ve asîl bir parçasısınız. O Ümmet ki kurtuluşa da, ötesine de fazlasıyla kâdirdir ki bu, elbette muazzam İslâmî ideoloji sayesinde tüm insanlığın saadetini gerçekleştirmektir. O halde Allah'ın vaadini ve Kerîm Rasulü'nün, [ثم تكون خلافة على منهاج النبوة] "Sonra da Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır" müjdesini gerçekleştirmeye ortak olmak için çalışınız.

Biliniz ki Allah'ın izni ile çok yakında Müslümanların Halîfesi fetih ve kurtuluş ordularına liderlik edecektir.

وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ قَرِيبًا "Diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki: "Umulur ki çok yakındır." [el-İsrâ' 51]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER