Pazartesi, 28 Safer 1446 | 2024/09/02
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

- Basın Açıklaması - Bush, Nekbe'nizin Yıldönümünde Kanlarınızın Üzerinde Dans Ede Ede Geldiği Halde, Filistin Otoritesi Onu Bir Dost ve Bir Kurtarıcı Olarak Görüyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

Müslüman yavruların kâtili Bush, Mısır ve Suudi Arabistan'ı kapsayan bölge ziyâreti kapsamında işgâl altındaki 1948 Filistini'ni de ziyâret edecektir. Bu ziyâretin ana sebebi, İsra ve Mîraç toprakları olan Filistin'de, meşum devletlerinin kurulmasının yıldönümü münâsebetiyle Yahudi dostlarının sevinçlerine ve kutlamalarına katılmaktır. Oysa bu Yahudi varlığı, işgâl ve gasp ettikleri Filistin topraklarının asıl sâkinlerini sürgün etmekten, katliama uğratmaktan, mülteci kamplarına göndermekten hiç vazgeçmedi. Bu metamorfoz varlık, kurulduğu o meşum günden bugüne kadar da katliamlarına, eziyetlerine ve sürgünlerine hiç ara vermedi.

Bush'un bu ziyâretinde Yahudi Meclisi'nde [Knesset] bir konuşma yapması, sözde târihî simgelerini ziyâret etmesi, Müslümanlara karşı savaşlarında ölenlerin mezarlarına çelenk koyması, sohbet etmek ve sevgi göstermek üzere gençleri ile bir araya gelmesi beklenmektedir. İşte bütün bunlar, Müslümanların merkezinde, sözde "İsrail" varlığının kurulmasıyla Müslümanların başına gelen Nekbe'yi [felâketi] kutlamak içindir. Böylece o, Yahudi varlığının katliam, muhâsara ve yıkım gibi her tür cürümünü kutlamış olacaktır.

Bu elîm yıldönümü münasebetiyle kutlamalarına katılmak için Yahudi varlığına yönelik bu sıcak ziyâret, Müslümanların yöneticilerinden insanları aldatmaya çalışan herkesin ve Müslümanların düşmanı Amerika'yı meselelerin çözümünde ve hakların iadesinde tarafsız bir aracı olarak gören Filistin Otoritesi'ndeki yönetici kılıklı kimselerin suratına vurulmuş bir şamardır. Dolayısıyla bu ziyâret ve detayları, Müslümanların Amerika ile ilişkisinin, Yahudi varlığı ile olan ilişkisi gibi, yani saldırgan, işgalci, gaspçı ve düşman bir kâfir varlığı ile olan ilişkisi gibi olması gerektiğini ifâde etmektedir.

Bu ziyâretin atmosferindeki seçim maksadı da gözlerden kaçmamaktadır. Bu ziyâret, Bush'un Cumhuriyetçi Partisi'nin bir kampanyası, oylarını elde etmek için Yahudileri pohpohlama ve birçok alanda hem kendisinin, hem de partisinin imajını düzeltme girişimi mesabesindedir.

Savaş suçlusu Bush'un sözde Filistin Devleti hakkında verdiği sözler, aldatıcı bir seraptır ve gerçekleşmesi an meselesi olan bir felâkettir. Aldatıcı bir seraptır; çünkü, palavracıların düşündüğü gibi gerçek bir devletten ziyade Yahudilere ve onların hizmetine verilmiş bir güvenlik organı olacaktır ki bu, mevcut Filistin Otoritesi'nin vâkıasında gayet âşikardır. Felâkettir, çünkü Filistin meselesine yönelik her tür siyâsî çözüm, Yahudi varlığını tanımayı ve Filistin topraklarının genelinden onlar lehine taviz vermeyi gerektirecektir. Yani siyâsî çözüm, Yahudi varlığını taraf haline getirecek bir çözüme varmak demektir. Yani Allahu Te'alâ'nın emrettiği gibi, onu yok etmek yerine, bu varlığa meşruiyet ve kalıcılık kazandırmaktır.

Gerek Filistin'deki, gerekse tüm İslâmî Âlem'deki Müslümanlar, hem hayatın her alanında kâfirlerin kendilerine açtıkları savaşın hakîkatini kavramalıdırlar, hem de Amerika'nın, İslâmî Ümmet'in çıkarlarını, hatta bizzat İslâmî Ümmet'in varlığını yok etmek için gece-gündüz çalışan bize düşman bir devlet olduğunu kavramalıdırlar. Allahu Te'alâ şöyle buyurmaktadır:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ بِطَانَةً مِّن دُونِكُمْ لاَ يَأْلُونَكُمْ خَبَالاً وَدُّواْ مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاء مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الآيَاتِ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ "Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri dost, sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar size fenâlık etmekten asla geri durmazlar ve hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz." [Âl-i İmrân 118] Ve şöyle buyurmaktadır:  وَدُّواْ لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُواْ فَتَكُونُونَ سَوَاء   "Onlar nasıl kâfir olmuşlarsa sizin de öyle kâfir olmanızı isterler ki onlara denk olasınız." [en-Nisâ 89]

O nedenle tüm Müslümanların; liderlerinin bu küfür liderleri ile görüşmelerine, İslâm'a ve ehline zarar vermek için birlikte komplo kurmalarına, Müslümanların maslahatlarında ve Müslümanların topraklarında hadlerini aşarak onlara icâbet etmelerine karşı çıkmaları gerekir.

Ümmet'e ve özellikle de kuvvet ehline gelince; muazzam ordular ile bu maslahatları ve başta İsrâ ve Mîraç toprağı Filistin olmak üzere bu beldeleri korumak için çalışmalıdırlar. Muhakkak ki Allah, sessiz kalmalarından dolayı onlara hesâba çekecektir.

Filistin'deki ehlimize de diyoruz ki: Ah bir Hilâfetiniz olsaydı, ah bir Halîfeniz olsaydı, Yahudiler sizleri katletmeye cüret edebilir miydi hiç? Ah bir Halîfeniz olsaydı, savaş suçlusu Bush, Nekbe'nizi açıkça kutlamaya ve kanlarınız üzerinde dans ede ede gelmeye cüret edebilir miydi hiç? O halde Allah, bizlere bu zorluğun arkasından bir kolaylık verinceye kadar sabrediniz ve hak üzerinde sebât ediniz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ "Ey imân edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebât gösterin, (cihâd) için hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan ittikâ ediniz ki kurtuluşa erişebilesiniz." [Âl-i İmrân 200]

Sakın ha sakın zulmedenlere meyletmeyiniz ve onları tasdik etmeyiniz, yoksa sizleri saptırırlar. Çünkü onlar, hem İslâm, Müslümanlar ve Filistin aleyhinde cürüm planlarını pazarlamaya çalışan Yahudilerin ve Amerikalıların kölesidirler, hem de bu aşağılık hıyânet çözümlerini kabul etmeniz için cürümlerini ve komplolarını süslü göstermektedirler.

Muhakkak ki sizler, Ey Güç Sahipleri, hem bir mihenk taşısınız, hem de onlar ne kadar komplo kurarlarsa kursunlar, efendilerinin entrikalarını boşa çıkarmaya muktedirsiniz. O halde Allah'ın sapasağlam ipine hep birlikte sımsıkı sarılınız. Allah'a ve Rasûlü'ne düşman olanlara, siz de düşman olunuz. Ne Bush'a, ne benzerlerine, ne de yöneticilerden ve diğerlerinden olan kölelerine asla güven duymayınız. Sizler, kimsesiz yetim bir millet değilsiniz. Bilakis insanlar için çıkarılmış kerîm ve azîm bir ümmetim azîz ve asîl bir parçasısınız. O Ümmet ki kurtuluşa da, ötesine de fazlasıyla kâdirdir ki bu, elbette muazzam İslâmî ideoloji sayesinde tüm insanlığın saadetini gerçekleştirmektir. O halde Allah'ın vaadini ve Kerîm Rasulü'nün, [ثم تكون خلافة على منهاج النبوة] "Sonra da Nübüvvet Minhâcı üzere Hilâfet olacaktır" müjdesini gerçekleştirmeye ortak olmak için çalışınız.

Biliniz ki Allah'ın izni ile çok yakında Müslümanların Halîfesi fetih ve kurtuluş ordularına liderlik edecektir.

وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ قَرِيبًا "Diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki: "Umulur ki çok yakındır." [el-İsrâ' 51]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Mevcut Siyâsî Krizden Kurtulmanın Yolu, Sömürgecileri Kovmak ve Hilâfet'i Kurmaktır

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, bugün "Mevcut Siyâsî Kriz - Belirsizlik Karşısında Bangladeş" başlıklı bir yuvarlak-masa tartışması düzenledi. Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü Muhyiddîn Ahmed tarafından açılış konuşması yapılan toplantıyı, Resmî Sözcü Yardımcısı Kâzi Murşid-ul Hakki yönetti. Toplantıya katılan dâvetli konuklar arasında; Eski Dışişleri Bakanı ve Begüm Hâlide Ziyâ başkanlığındaki Bangladeş Milliyetçi Partisi Danışmanı, Emekli Tuğgeneral A. S. H. Hannan Şâh, Ulusal Demokratik Parti Başkanı Şâfi-ul Ulûm, Günlük Inqilab Gazetesi Müşterek Editörü Mubeyd-ur Rahmân, Günlük Amar Deş Gazetesi eski Editörü Emânullah Kebir, Bangladeş Milliyetçi Partisi eski Milletvekili Emekli Binbaşı Ahtar-uz Zemân, ünlü Köşe Yazarı Sâdık Hân, Müslüman Birliği Genel Sekreteri Kâzi Ebu'l Hayr, Hilâfet Hareketi Genel Sekreteri Mevlânâ Caferullah Hân, İslâmî Anayasa Hareketi Eş Sekreteri Mevlânâ Himâyet-ud Dîn, Günlük Inqilab Gazetesi Müşterek Editörü Mehdi Hasen Polaş ve İslâmî Birlik Hareketi Dakka Genel Sekreteri Mustafa Tarîk-ul İslâm vardı.

Muhyiddîn Ahmed konuşmasında, Fahruddîn Ahmed Hükümeti'nin 11 Ocak sonrası gündeminin de-politizasyon (siyâsîleştirmeme) ve de-İslamizasyon (İslâmîleştirmeme) haline geldiğini söyledi. Gün ışığı kadar açıktır ki 11 Ocak herhangi bir siyâsî ilerlemeyi yıkmak ve İslâm'ı bu ülkeden silmek için tezgâhlanmıştı ki ülkenin siyâseti ve ekonomisi üzerindeki Sömürgeci kontrol, herhangi bir etkin siyâsî direniş ile karşı karşıya kalmasın. Herkes 11 Ocak sırasında dış güçlerin hareketlerini hatırlar. O zamanki Amerikan Büyükelçisi Patricia Butenis ve İngiliz Büyükelçisi Enver Çavduri, 11 Ocak'ın hemen öncesinde siyâsî partiler, hükümet yetkilileri ve bilhassa Genelkurmay Başkanı Muîn U. Ahmed dâhil üst düzey ordu yetkilileri ile düzenli görüşmeler yapıyordu. Kezâ şimdi de yabancı güçlerin temsilcilerinin ülkenin işlerine nasıl pervasızca müdahale ettiklerine ve yabancı yetkililere, bilhassa İngilizlere ve Amerikalılara yapılan ziyâretlere şahit oluyoruz. Ülke halkı için büyük endişe kaynağı olan mesele ise Dünya Bankası eski yetkili Fahruddîn Ahmed'in hem küresel Sömürgeci Amerika ve İngiltere'nin, hem de bölgesel zorba Hindistan'ın dayatmalarına teslimiyetinin sorgulanamaz olmasıdır. Muhyiddîn Ahmed, ülke halkının siyâseten bilinçli ve İslâm'a karşı duyarlı hassasiyete sahip olduğunu vurguladı. O nedenle Sömürgecilerin de-politizasyon ve de-İslamizasyon projesi başarısızlığa mahkumdur. Yine geçen 37 yıldan beri halkın hem askerî yönetime, hem de sözde demokratik yönetime şahit olduğunu, her iki yönetim biçiminin de halka hiçbir hayır getirmediğini söyledi. Ülkenin karşı karşıya olduğu süregelen siyâsî belirsizliğe dönük ortaya atılan ulusal hükümet, seçilmiş hükümet, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında güç dengesi, millî güvenlik hükümet kurulması gibi çözümler, demokrasi ile askerî yönetim arasındaki değiş-tokuş türlerinden başka bir şey değildir. Hizb-ut Tahrir / Bangladeş insanları; a) yabancı müdâhaleye karşı koymaya, b) askerî yönetim gibi sözde demokratik yönetimi de reddetmeye, c) Kur'ân ve Sünnet gereğince Hilâfet'i kurmaya dâvet eder.

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Lübnan'daki çatışmanın yeni bir merhaleye girdiği sözü doğru mudur? Şayet bu doğruysa, o zaman Lübnan "oyununun" şartlarında değişen nedir ki yeni bir merhaleye başlamıştır?

 

Cevap: Lübnan'ın yeni bir merhaleye girdiği sözünün güçlü bir doğruluk yönü vardır. Görüntünün tümüyle netleşmesi için meseleyi başından ele almalıyız:

1.       Amerika, et-Tâif Anlaşması'ndan el-Harîrî suikastına kadar Lübnan'da nüfûz sahibi idi ve Suriye, Amerika'nın izniyle Lübnan'a Suriye Ordusu'nun girmesinden beri Lübnan'da Amerikan nüfûzunu korumuştu.

2.       el-Harîrî suikastından sonra Chirac Fransası bu olayda, Lübnan'a nüfûzunu döndürmeyi umduğu altın bir fırsat gördü. Zîra Chirac olayları kızıştırdı, Lübnan'daki uşaklarını harekete geçirdi ve kamuoyunu Amerika, Suriye ve uşakları aleyhine kışkırtmada öylesine başarılı oldu ki Amerika, Suriye Ordusu'nun Lübnan'dan çıkarılmasına muvâfakat etti, sonra Suriye de bunu infâz etti.

Bir yanda Amerika, Suriye ve uşakları, öte yanda Fransa ve uşakları arasındaki siyâsî çatışma sıcak bir şekilde devam etti. İngiltere ve Lübnan'daki uşakları ise, Amerika'ya alenen değil de perde arkasından düşmanlık beslemeye dayalı İngiliz siyâseti gereğince, perde arkasından Fransa'yı destekledi.

3.       Bu durum, seçim kampanyası esnasında açıkladığı gibi, Amerikan yönetimine sadâkati ile meşhur Sarkozy'nin Fransa'da iktidâra gelmesine dek böyle devam etti. Bu nedenle Amerika ile Chirac Fransası arasındaki çatışma sona erdi ve yerini, Amerika ve uşakları ile Fransa ve uşakları arasındaki centilmence bir rekâbete bıraktı. Sarkozy, Fransız çıkarlarını itibara alan Lübnan'a yönelik bir çözüm ekseninde Amerika ile bir "karşılıklı anlayışa" varılabileceğini umdu. Nitekim Sarkozy Fransası, Lübnan'a gidip gelmede aktif davranıp çözüm için yoğun uğraşlar verdi.

4.       Dolayısıyla beklenti, çözüme ulaşılması yönündeydi. Ancak bunu engelleyen İngiltere ve Lübnan'daki uşaklarının rızâ göstermemesi idi. Zîra o, çözümün yalnızca Amerika ile Fransa arasında paylaşılmasına ve olayların dışına itilmeye râzı olmuyordu. Siyâsî dehâsı ile karakterize olmasından dolayı, her ne zaman herhangi bir çözüme yaklaşılsa Lübnan'daki adamları fırtına koparıyorlardı. Lâkin bu, her iki tarafa da tesir etmiyordu, ne Fransa ve Hükümet'e, ne de Amerika, Suriye ve Muhâlefete. Bundan ötürü centilmence rekâbet sürdü; sıcak maddî çatışmaya varması şöyle dursun, sıcak siyâsî çatışmayı bile tırmandırmaksızın, bazen falancanın kabarmasına, bazen filancanın kabarmasına, sonra filancanın dinmesine, sonra falancanın dinmesine neden oluyordu.

5.       Amerika, Fransa ve Lübnan'daki uşaklarının centilmenlik yarışına ve İngiltere ile adamlarının da "velveleye" devam ettiği, fakat ne Fransa ile Amerika arasındaki ilişkinin gerildiği, ne de İngiltere'nin bu iki takım arasındaki centilmenlik "oyununu" bozmada başarılı olduğu bu durum; Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile İngiltere Başbakanı Gordon Brown'ın, Amerikan mortgage şirketlerinin batmasından dolayı Avrupa bankalarının ve şirketlerinin muazzam alacaklarının yok olmasına yol açan Amerikan mortgage şirketleri krizi üzerine 27.03.2008 tarihindeki görüşmesine kadar böyle sürdü.

Görünen o ki İngiltere, hem kendi siyâsî kurnazlığı, hem de Sarkozy'nin siyâsî sığlığı sayesinde, Amerikan mortgage şirketleri krizi neticesi Avrupa bankalarının ve şirketlerinin işini bitiren muazzam zararlar konusunda Sarkozy'yi Amerika'ya karşı "dolduruşa getirmeyi" başardı ve bu da Lübnan'daki alâkaya yansıdı. Bilhassa Fransa, Lübnan "pastasından" Fransa'ya küçük bir parçayı bile revâ görmeyecek şekilde Lübnan'a Amerikan nüfûzunu bütünüyle geri döndürmek üzere şartların olgunlaşması için Amerika'nın çözümler hususunda ağırdan aldığını mülâhaza etti.

İşte o tarihten itibaren görüldü ki hem Amerikan-Fransız alâkası Lübnan'da centilmence rekâbetin dışına çıktı, hem de İngiltere'nin işleri, Fransa'nın Hükümet içerisindeki adamlarının umursamadığı sırf "velveleler" ile kalmaz hale geldi. Hükümet, Velid Canpolat (ve diğerlerinin) velvelelerini, Hükümet'in siyâsetine ve kararlarına etki etmeyecek şekilde ölçülü olarak dikkate alıyorken, birden bire görüntü değişti ve bunları ciddiye alır oldu.

6.       2008 yılı Nisan ayı boyunca, telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı kameraları meselesini, ısınmayı kaynamaya çevirme zamanını belirleme hazırlığına yönelik bir yol olarak tuttu. Tâ ki Canpolat'ın basın toplantısına ve orada telekomünikasyon şebekesi, havaalanındaki kameralar ve havaalanı güvenlik müdürü konularını kışkırtıncaya kadar...

7.       Hükümet, Canpolat'ın "kışkırtmasını" daha önce olduğu gibi kararlarına etki etmeyen mücerret "velveleler" şeklinde ele almak yerine, İngiltere-Fransa yakınlaşması sebebiyle bu kez icâbet etti. Nitekim Hükümet toplanıp mezkur şebeke, kameralar ve güvenlik müdürü hakkında kararını verdi.

8.       Velhâsıl; İngiltere'nin telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı güvenlik müdürü konularını karıştırmasından sonra, Amerika'nın, Suriye'nin ve Muhâlefet'in tepkilerinin, bilhassa Amerika'nın seçim propagandalarının doruğu ile meşgul iken... sıcak maddî tepkiler olmayacağı, sonra bu sorunun Ordu'yu Muhâlefet ile karşı karşıya getireceği, sonra da çözümün, Fransa'nın, İngiltere'nin ve Hükümet yanlılarının kayda değer bir pay alabilecekleri bir uzlaşma şeklinde olacağı itibarıyla bu hususta Fransa'yı ağır ağır yanına çekmeye başladı.

9.       Fransa ve İngiltere, hesaplarında yanıldılar. Zîra Amerika, Suriye ve Muhâlefet, sayıca ve teçhizatça güçlü hatlara sahiptir ve hikmetli bir siyâsî bilir ki tepkiler, asla ne centilmence rekâbet düzeyinde kalır, ne de sıcak siyâsî çatışma düzeyinde kalır, bilakis sıcak maddî çatışmaya dek varır. Dolayısıyla İngiltere'nin bunun farkında olması uzak değildir. Bununla birlikte râcih olan onun; Fransa, Amerika ve uşakları arasında kağıtların yeniden karılması için ortamı dağıttığıdır.

10.     Şimdi beklenen ise şudur: bu olaylar uzlaşma ile çözülecektir, ancak daha râcih olan bunun, Amerika, Suriye ve Muhâlefet lehine olacağı, bunların kefesi ağır basarken, Avrupa ile Lübnan'daki Hükümet yanlıları kefesinin azalacağıdır. Yine bu çözümlerin, ister et-Tâif Anlaşması'nın isim ve içerik olarak... şekil ve kapsam olarak değiştirilmesi şekilde, isterse ilk ismi ile bağı korunarak ismi bırakılsa bile, -et-Tâif 2 gibi- içeriğinin değiştirilmesi şeklinde yeni bir Tâif ortaya çıkarması da uzak değildir.

11.     İşte bütün bunlardan dolayı, Lübnan'ın yeni bir merhaleye girdiği sözünün güçlü bir doğruluk yönü vardır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Başbakan, Kâfirin Dergisinde İslâm Aleyhine Konuşuyor

Başbakan Recep Erdoğan, AKP'nin Anayasa Mahkemesi'ne ön savunmasını sunduğu günün sabahı, Newsweek Dergisi'ne bir demeç verdi. Demecin özet metninde bilinen bazı ibretlik gerçekleri biraz daha açık ifadelerle tekrar dile getirdi.

Başbakan demecinde; İslâm ile modernitenin bir arada bulunup bulunamayacağına ilişkin soruya verdiği cevapta, Türkiye'nin kimsenin inanamadığı bir başarı kaydettiğini ve bu başarının, "İslâm, demokrasi, laiklik ve modernite arasında bir denge" kurmak olduğunu söyledi. Oysa İslâm; akîdesi, ahkâmı ve nizamları ile eşsiz ve özeldir, hiçbir eksiği bulunmayan mükemmel bir yapıdadır. Varlığının temel karakteri olan mutlak doğruluk ve mükemmellik gereğince, kendisi hâricindeki tüm fikirleri, mefhumları, hükümleri, inançları ve nizamları keskin bir şekilde reddeder. Dolayısıyla demokrasi ve laiklik (dinsizlik) gibi küfür fikirleri ile bağdaştırılmayı, uyumlaştırılmayı, karşılaştırılmayı ve kendisi ile diğerleri arasında denge kurulmasını asla kabul etmez. Modernite konusunda ise, bunun mubah dâiresinde kalmak ve kendisine asla çelişmemek şartlarıyla izin verir. Bunun için Başbakan'ın bahsettiği bu denge, saçmalıktır ve İslâm ile alâkası yoktur. İslâm'ın değil, İslâm'ı ılımlılaştırmaya uğraşan Kâfir Batı'nın çıkarınadır.

Yine Başbakan, kendilerinin Batı'da daima "din kökenli" bir parti olarak tasvir edildiğini, oysa AKP'nin, "yalnızca dindar muhâfazakâr insanların değil, sıradan Türklerin partisi" olduğunu, bu haliyle Türkiye'nin, demokrasisi ile İslâm Âlemi'nin kalanı için bir ilham kaynağı olduğunu söylemektedir. Oysa İslâm'a dayalı olmayan tüm partiler küfür partileridir. Bu da Başbakan'ın, partisini gerçek vasfı ile bir küfür partisi olarak itiraf ettiği anlamına gelmektedir. Dünyada ilk kez iktidar partisine kapatma davası açılan demokrasisi ile mi Türkiye, İslâm Âlemi'ne ilham kaynağı olmaktadır, sorusuna yanıt vermesi gereken Erdoğan, bu söylemin kendisine değil, Amerika'daki politika üreticilerden aldığı ilhama dayalı olduğunu itiraf etme cüretini ise gösterememiştir. İslâm Âlemi'ne dayatılmak istenen demokrasinin gerçek yüzünü görmek isteyenler, bunu İslâm Âlemi'nin kanayan her bir yarasında açıkça görebilmektedir.

İslâm hakkında yeniden düşünülmesine yaptığı çağrı hakkındaki soruya ise, politikacılar olarak bu tartışmaya girmeye hakları olmadığını, ancak kadının toplumdaki yeri hakkında konuşabileceklerini, meselâ Türkiye'de kadının siyâsî hayatta aktif bir parça olabilmesinin en iyi yolunun AKP olduğunu, çünkü en çok kadın milletvekiline kendilerinin sahip olduğunu söyleyerek cevap veriyordu. Oysa İslâm, kadının toplumdaki yerini, İslâm'dan uzak politikacıların asla ağızlarına alamayacakları netlikte açıklığa kavuşturmuş, kadının yönetim işlerini üstlenmesini haram kılmıştır.

Hayatı boyunca Türkiye'de dînî tutumlarda yaşanan değişiklikler hakkında sorulan soruya da, dînin hükümlerinin aynı kaldığını, ancak insanların dîne yönelik tutumlarında değişiklik meydana geldiğini, ülkelerin medenîleşmesinin beraberinde artan bir servet ve farklı bir hayat anlayışı getirdiğini, oysa insanların geçmişte alternatifleri bulunmadığını, kendilerinin gayri-müslimler için de özgürlükler tanıdığını, meselâ inşa yönetmeliğine "mescit" yerine "ibadethane" ifadesini koyduklarını, Van'daki Ermeni kilisesi için devletin parasından verdiklerini ve dînî vakıfların (devlet tarafından el konulmuş mülklerini geri almalarına) yardım edecek şekilde yasa değişikliği yaptıklarını söylemiştir. Oysa sorulan soru ile verilen cevap arasında çelişki vardır. Başbakan bu soruya, başında bulunduğu Laik (Dinsiz) devletin İslâm'a bakışı ve muâmelesi, İslâm'ın hükümlerinin uygulanması ve uygulanmasına çağıranlara zulmü açısından yaklaşmalı, özel olarak başörtüsü, Kur'ân kursları ve benzeri bâriz yasakları dile getirmeliyken, belki de Kâfirlere yaranmak ve dînlerinin güvencesi hakkında mutmain kılmak için aslî mecranın dışına çıkmakta bir beis görmemektedir.

Türkiye'nin, kısa süre önce Suriye ile Yahudi varlığı arasındaki müzâkereleri kolaylaştırmadaki rolü hakkındaki soruya ise, politikalarının "düşman kazanmak değil, dost kazanmak" olduğunu, hem Suriye hem de Yahudi varlığı ile iyi ilişkilerinden dolayı her iki taraftan da kendilerine talep geldiğini... kendileri için önemli olanın Ortadoğu'da barışa zemin hazırlamak olduğunu söyleyerek cevap verdi. Hatta bir diğer soruya verdiği cevapta, barışa yönelik en büyük umudunun, -Gazze'de mâsum sivillerin katledildiğini kendi diliyle hatırlattığı halde- Yahudi varlığının Batı Şeria'da aşırı güç kullanımını durdurmuş olması olduğunu söyledi. Oysa Yahudi varlığının gaspını, katliamlarını, zulümlerini, iki yüzlülüğünü ve sözünden dönüşlerini kendisi herkesten daha iyi bilir. Yine de "barış istiyoruz, dost kazanmak istiyoruz" gibi içi boş söylemlerle bu utanç verici tutumunu haklı göstermeye çalışması karşısında, Rabbimiz [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu kavlini hatırlatmaktan başka bir şey söylemek istemiyoruz:

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ  "Allah her kimin gönlünü İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nûr üzere olmaz mı hiç? Artık Allah'ın zikri (İslâm) hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler." [ez-Zumer 22]

Devamını oku...

Şer'î Hükümler ile Kayıtlı Olmanın Değerini Düşürmek, Siyâsî Çalışmadaki Kokuşmuşluğun Temelidir

  • Kategori Sudan
  •   |  

Seçim zamanın yaklaşmasıyla birlikte partiler, muttakîler için hazırlanmış genişliği semâvât ve arz kadar olan Cennet'e karşılık elde edilecek üç beş dirhem yahut geçici bir çıkar yahut dünyalık pahasına vicdanların, kıymetlerin, hatta daha kıymetli şeylerin satıldığı köle pazarları kurmak amacıyla cemaatleri, kabîleleri ve şahısları kazanmak için yoğun bir sürece girmektedirler. Böylece onların bu siyâsî çalışmaları, amellerin en düşüğü haline gelmektedir.

Bu da siyâsî çalışmanın, amellerin en üstünü ve en büyüğü olduğu halde gerçekleşmektedir; çünkü siyâsî çalışma, Nebîlerin, Rasullerin ve Râşid Hâlifelerin amelidir. Nitekim Muslim, Sahîh'inde Ebu Hazm'dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

قَاعَدْتُ أَبَا هُرَيْرَةَ خَمْسَ سِنِينَ. فَسَمِعْتُهُ يُحَدّثُ عَنِ النّبِيّ صلى الله عليه وسلم قَالَ: (كَانَتْ بَنُو إسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الأَنْبِيَاءُ، كُلّمَا هَلَكَ نَبِيّ خَلَفَهُ نَبِيّ، وَإنّهُ لاَ نَبِيّ بَعْدِي. وَسَتَكُونُ خُلَفَاءُ فَتَكْثُرُ" قَالُوا: فَمَا تَأْمُرُنَا؟ قَالَ: "فُوا بِبَيْعَةِ الأَوّلِ فَالأَوّلِ. وَأَعْطُوهُمْ حَقّهُمْ. فَإنّ اللّهَ سَائِلُهُمْ عَمّا اسْتَرْعَاهُمْ) Ebâ Hurayra ile beş sene oturdum. O'nu, Nebî SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem'in şöyle dediğini tahdis (hadis olarak rivâyet) ederken işittim: "İsrâiloğulları, Nebîler tarafından siyâset ediliyordu (yönetiliyordu). Bir Nebî vefât edince, bir diğeri ona halef oluyordu. Artık Benden sonra Nebî yoktur. Halîfeler olacak da çoğalacaklardır." Dediler ki: "Öyleyse bize ne emredersiniz?" Dedi ki: "Önceki ilk bey'atinize sadâkat gösterin ve haklarını onlara verin. Muhakkak ki Allah, yönettikleri hakkında (ne yaptıklarını) onlara soracaktır."

Siyâsî çalışma, insanların işlerini gözetmek anlamındaki siyâset ile ilişkili olmasından ötürü amellerin en üstünüdür. Çünkü bu, insanı, kendisini önemseme düzeyinden başkalarını da önemseme düzeyine yükseltir. Dolayısıyla Ümmet ancak ve sadece böylesi bir yükseliş ile çöküntüden kurtulur ve gafletten uyanır ki böylece, gözlerden ırak bir halde iken süratle bir lider ve kılavuz haline gelir.

Siyâsî çalışmada yaşanan çöküntünün tek bir sebebi vardır; fertler ve topluluklar halinde şer'î hükümler ile kayıtlı olmanın kıymetini hayatımızdan düşürmemizdir. Bu da genel anlamda fertlerin ve toplulukların, şer'î hükümlere bağlanma meselesini ihmâl etmeleri şeklinde tezâhür etmektedir. O kadar ki egemen kamuoyu, şer'î hükümlere hiçbir kıymet vermez hale geldi. Çünkü artık fertlerin ve toplulukların ölçüsü, İslâm olmaktan, helâl ve harâm olmaktan çıktı. Bilakis artık ölçü; Kâfir Batı'nın ölçüsü olan menfaatçilik oldu. Menfaat olsun da helâl mi olsun, harâm mı olsun, kimse itibar etmez oldu. O nedenle görürsünüz ki fertler, falanca yahut filanca partinin faaliyetlerine katılırlar, ancak bu katılım, o partinin üzerine oturduğu fikri etüt ederek ulaşılacak gerçeği araştırmaya dayalı bir katılım olmaz, aksine fikri ve dâveti bâtıl olsa bile, sırf maddî çıkarlarını hangi partinin gerçekleştireceğini araştırmaya dayalı olur.

Partilerin ve kitlelerin durumu da insanların durumundan farklı değildir. Bilhassa bunlar, cemiyetçilik, yani ölçüleri fikir değil menfaatçilik, hatta bakanlık arayışı veya bakan olmak üzere maddî çıkarlarını gerçekleştirmek olan fertlerin bir araya toplanması esâsı üzerine ortaya çıkmışlardır. Sonra bunlar yönetim konumuna ulaşırlar ve oylarını aldıkları insanlara her tür zulmü ve kötülüğü revâ görürler. Nitekim onlar, ellerine geçirdikleri ülke servetlerini, fert ve topluluk olarak bâtılı destekleyen ve Allah katında bir sineği kanadı kadar değeri olmayan maddî çıkarlarını gerçekleştiren bir ganimet bilirler, sıradan halk yığınlarının heder edildiği bu köle pazarında ceplerini dolduran bir yağma görürler. Böylelikle MaâzAllah Cehennem'e giden yolu hazırlarlar.

Ey Müslümanlar! Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın bizi şereflendirdiği ölçü, kesinlikle menfaatçilik değildir, bilakis ancak ve sadece helâl ve harâmdır. O halde helâl ve harâm sınırında durmak gerekir. Helâl yapılır, -hayat için gerekli dahi olsa- harâmdan kaçınılır. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُّبِينًا  "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettikleri zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." [el-Ahzâb 36] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "Rasul size neyi getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan kaçının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." [el-Haşr 7] Bunların dışında daha pek çok delil vardır.

Muhakkak ki şer'î hükümler ile mukayyet olmak, hayatın esâsıdır, îmânın semeresidir. İşte bu esâsa göre hayatın gidişâtı disipline edilmelidir. Çünkü şer'î hükümler ile mukayyet olmak, hem Müslümanın seciyelerinden bir seciyedir, hem de hayatımızın yegâne hâkimi olmalıdır. Tâ ki Allah Subhânehu'nın ihlâslı kulları olabilelim, eylem ve söylem bazında yaşamımızı helâl ve harâm ile düzenleyebilelim ve fertlerden, topluluklardan ve partilerden yönetenleri ve yönetilenleri bu esâs üzere muhâsebe edebilelim.

Ey Müslümanlar! Allah [Subhânehu ve Te'alâ], üzerimize farz kıldığı şer'î çalışmayı yapabilmemizin yolunu göstermiş, belirli şer'î vasıflara sahip partiler ve kitleler içerisinde yer almamızın farziyetine işâret etmek üzere bunu, "kurtuluş" lafzı ile karîne haline getirip kat'î bir emir olarak emretmiştir. Allah [Azze ve Celle] şöyle buyurmuştur:  وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ "Aranızda, Hayr'a [İslam'a] dâvet eden, ma'rufu emreden ve münkerden nehyeden bir ümmet [siyâsî hizb] bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir!" [Âl-i ‘İmrân 104]

Bu âyet-il kerîmede Allah [Subhânehu ve Te'alâ] kat'î bir emir olarak, Müslümanlara içlerinden bir ümmet, yani bir cemaat çıkarmalarını emretmiştir. Cemaat ise, aynı maksat üzere bir araya gelmelerinden ötürü "ümmet" olarak tanımlanmıştır ki bu açıkça Hizb'e (siyâsî partiye) delâlet eder. Nitekim Lisân-ul Arab'da şöyle geçer: "Hizb, insanlardan bir sınıftır. Yine bir adamın askerleri ve adamlarıdır. Bir adamın hizbi ise onu görüşü üzerinde olan dostlarıdır." Istılahta ise Hizb; "fertlerinin îmân ettiği ve vâkıada ortaya çıkarmak istediği küllî yahut cüz'î bir fikir üzere kurulan kitleleşme yahut cemaatleşmedir." Buradan görülür ki bir hizbin esâsı fikir olmalıdır. O nedenle mezkur âyette Müslümanlardan talep edilen, İslâm fikri, yani hayra (İslâm'a) dâvet ve emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i an'il munker fikri üzere kitleleşmedir.

İslâm, hayat vâkıasında tatbîk ve tenfiz konumundan düşürüldüğüne göre, böylesi bir kitleleşmenin en öncelikli meselesi; Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatın yeniden başlatılması yönünde çalışmak suretiyle, İslâm'ı hayat vâkıasında yeniden ortaya çıkarmak olmalıdır. Yine âyette geçtiği gibi, bir veya birden fazla hizbin kurulması emri, bir farzı, yani İslâm'a dâvet ve emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i an'il munker farzını yerine getirmek için olduğuna ve bilhassa yalnızca bu farzı yerine getirenlere hasredilmiş "kurtuluş" kelimesi ile karîne haline getirildiğine göre, böylesi bir çalışma yürüten bir hizb ile birlikte çalışmak da farz olur.

Ey Müslümanlar! İslâm fikri esâsına dayanmayıp laiklik, bölgecilik, kabîlecilik, milliyetçilik ve vatancılık gibi küfür fikirlerini esas alan tüm partileri kaldırıp atmak üzerinize farzdır. Çünkü bu partiler, ne İslâm meselesini gerçekleştirmek için çalışırlar, ne de ma'rûfu emredip munkerden nehyederler. Üstelik bu partiler ile birlikte çalışmak, İslâm'ın hayat vâkıasında ortaya çıkarmak için çalışmamanın günâhını da boyunlarınızdan düşürmez. Nitekim Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli ile sakındırdığı işte bu günahtır:  مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ لَقِيَ اللَّهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لا حُجَّةَ لَهُ وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً "Her kim itaatten elini çekerse, Kıyâmet Günü'nde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allahu Te'alâ'nın karşısına çıkar. Her kim de boynunda bey'at olmadan ölürse câhiliye ölümü ile ölmüş olur."

Dolayısıyla bu tür partilere katılmak, harâmdır, günahtır ve Allah'a isyandır. Şu halde hepimize düşen; Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın vaadi ve Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in müjdesi olan Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatı yeniden başlatmak için çalışanlar ile birlikte çalışmaktır. Muhakkak ki hem kurtuluş ve izzet, hem de dünyanın ve Âhiretin hayrı ve saadeti ancak bundadır.

Devamını oku...

Tâifelerin Liderlerini ve Savaş Bezirganlarını Reddedin, Ey Lübnan Halkı!

  • Kategori Lübnan
  •   |  

Hükümet, "Hizbullah'a" bağlı telekomünikasyon şebekesi ve bunun inşâsı ile ilişkisi olanların soruşturması hakkındaki kararını açıkladı. Ardından bunu, genel greve gidilmesi, sokaklara inilmesi, silahlı kişilerin yayılması, yolların kesilmesi çerçevesindeki muhalefetin tepkisi takip etti. Tüm bu olaylar, Lübnan'daki çatışmaya tehlikeli bir boyut kazandırdı. Lübnan'da meydana gelenler, telekomünikasyon şebekesi ve havaalanı kameraları meselesi ya da ücretlerin arttırılması ve geçim krizi meselesi... önemlidir, ancak bir o kadar da karmaşıktır. Dahası bu, taifeler adı altında birbirlerini boğazlayan kavimler arasında dönen kazanımlar ve otorite üzerindeki dâhili çekişmeden de karmaşık bir meseledir. Yine bu, sırf Suudi Arabistan-Suriye ve İran-Amerika anlaşmazlığından ibâret bir mesele de değildir. Bilakis sorunun hakîkati, Lübnan'a ve bölgeye nüfûz etmeye yönelik bir Amerika-Avrupa çatışmasıdır. Bu çatışma, devletlerarası kararlar, bölgesel devletler, muhtelif isimli ve şekilli fırkacı partiler gibi pek çok araçları barındırsa da aslında hepsi tek bir şeyi ifâde eder; yabancının ipoteği olmak, ülkelerin ve halkların geleceğini yabancıya bağımlı kılmaktır. Sathî siyâsî bilgiye sahip olan herkes bilir ki Suriye yönetimi, Lübnan'da Amerikan irâdesini temsil etmektedir. Amerika, Irak bataklığına saplanınca ve yeni bölgesel koşullar oluşunca, Avrupa [Fransa ve İngiltere], Lübnan'daki nüfuzunu güçlendirmek için Amerika'nın bu zayıf durumundan faydalanmaya çalıştı. Böylece yabancı kuvvetleri Lübnan'dan çıkarmaya ve milis güçleri dağıtmaya çağıran 1559 sayılı karar çıktı. Açıktır ki bu karar, Lübnan'da bulunan Suriye'nin askerî varlığını ve başta "Hizbullah" olmak üzere müttefiklerini hedef almıştır. Ardından Başbakan Rafîk-ul Harîrî'nin öldürülmesi ile çatışmanın şiddeti daha da artmıştır. Yerel ve devletlerarası güçlü bir tepki ile halkın öfkelenmesi şeklinde bir atmosfer oluşturan bu olay, Suriye yönetiminin kuvvetlerini Lübnan'dan çıkarmasına ve Avrupa yanlılarının, genel seçimleri kazanmasına ve dolayısıyla 14 Martçıların ağırlıkta olduğu çoğunluk hükümetinin kurulmasına yol açmıştır. Ne var ki bu, çatışmayı bitirmemiştir. İşte o tarihten şu ana kadar bu çatışma, patlamaların, suikastların, Temmuz ayındaki "İsrail" saldırılarının, ardından Hükümet ve Cumhurbaşkanlığı üzerindeki anlaşmazlığın, ardından da Dimeşk'teki [Şam] Arap Zirvesi'nin boykot edilmesinin yaşandığı bir süreçten geçerek bazen dinen, bazen kabaran bir şekilde pek çok isme ve şekle bürünmüştür. O kadar ki tavırlar üzerindeki mücerret anlaşmazlıklar dahi, birbirlerine karşı komplolar kurmak, birbirlerini boğazlamak, insanların hayatını, güvenliğini ve bir lokma yiyeceklerini gözden çıkarmak haddine varmıştır.

Acısını çektiğimiz parçalanmışlığın, dağılmışlığın ve bağışıksızlığın temel sebebi; Ümmetin, yabancı nüfuz lehine irâdesinden vazgeçmesi, Rabbinin hükümlerini ve nizâmını bırakıp Kapitalist Küfür devletlerinin kültürüne, siyâsetine ve ekonomisine bağlanmasıdır. Politikalarını, sömürgecilik ve başkalarını istismar etmek üzerine binâ eden bu devletler ise, çıkarlarını gerçekleştirmekten başka hiçbir şeye değer vermezler. Bunun gerçekleşmesi için de başta mezhepçilik, fırkacılık, milliyetçilik ve vatancılık olmak üzere pek çok isim altında, genellikle yakıtı bu beldelerin halkları olan fitneler ve savaşlar çıkarmak gibi her tür aracı kullanırlar. Dolayısıyla Batı'nın fâsit hadâratının sahip olduğu şeytâni şerlerin ve araçların tümü, bugün Irak'tan Filistin'e, Pakistan'a ve Lübnan'a uzanan her yerde kardeş katline zemin hazırlamakta, zemin olmaktadır.

Ey Müslümanlar! Düşmanlarınıza hizmet uğrunda mı birbirinizi katlediyorsunuz?! Allah aşkına size ne oluyor böyle?! Allah sizleri, birbirine zulmetmeyen, birbirine buğzetmeyen ve birbirini seven kardeşler olarak hep birlikte kendi ipine (İslâm) sımsıkı sarılmaya çağırırken küfür devletlerinin cesetlerinizi ve kanlarınızı çiğneye çiğneye sizleri, birbirinizden nefret etmeye, birbirinizi boğazlamaya ve birbirinizi katletmeye çağırdığını görmüyor musunuz? O halde kime icâbet edeceksiniz?! Birbirinizi katletmenizi size süslü gösteren şeytana mı?! Yoksa kanlarınızı, mallarınızı ve ırzlarınızı size haram kılan Rahmân olan Allah'a mı?! O ki sizleri, imân kardeşliği dışında tüm bağları kaldırıp atmaya, Allah'ın Kitâbı'ndan ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünnet'inden kaynaklanmayan tüm nizâmları tekfîr eden tek bir ümmet olmaya çağırmıştır.

Ey Müslümanlar! Muhakkak ki birbirinizin kanına girmeniz, büyük bir günah, feci bir cürümdür. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in kavliyle, Kâ'be'nin taş taş yıkılmasından daha kahredici bir iştir. Artık her kim bu cürümü sürdürürse, Allah'ın lânetine, gazâbına ve elîm azâbına müstahak olur, Cehennem'de ebedî kalmaya mahkum olur:  وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا "Her kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası içerisinde ebediyen kalacağı Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." [en-Nîsa 93] Bu savaşta, kâtil ile maktul arasında fark yoktur. Kardeşini katletmeye azmetmiş her maktul, kâtil gibi Cehennem'dedir. el-Buhârî, Ebu Bekre'den Rasûl [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:  إذا التقى المسلمان بسيفيهما فالقاتل والمقتول في النار فقلت يا رسول الله هذا القاتل فما بال المقتول قال إنه كان حريصا على قتل صاحبه "İki Müslüman kılıçları ile karşı karşıya geldiği zaman, kâtil de maktûl de ateştedir (Cehennem'dedir)." Dedim ki: "Yâ RasûlAllah! (Anladık) bu kâtil, ama maktulün kusuru ne?" Buyurdu ki: "(Çünkü) o da kardeşini katletmeye hırs göstermişti."

Gerek siyâsîlerden, gerek önde gelen liderlerden olsun, hakka karşı gözleri ve kalpleri asabiyetçilik ile kör olmuş liderlere bağlılığınızın Kıyâmet Günü size hiçbir faydası dokunmayacaktır. Çünkü birbirinizi katletmeye, Rabbinize karşı çıkmaya ve Kâfir devletlerden olan efendilerine itaat etmeye sizleri teşvik edenler onlardır! Yaratıcı'ya isyanda yaratılmışa itaat olmadığını bilmiyor musunuz?

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَالَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولاَ (66) وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءَنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلاَ "Yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün derler ki: ‘Yazıklar olsun bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Rasûl'e itaat etseydik!' ve derler ki ‘Ey Rabbimiz! Biz bu liderlerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar' derler." [el-Ahzâb 66-67]

Ey Müslümanlar! Rabbinizin Kitâbına ve Nebîniz [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Şeriatı'na dönünüz, sımsıkı sarılınız ve azı dişlerinizle tutununuz. İyi biliniz ki izzet, ne mezhepçi, ne fırkacı, ne de kokuşmuş milliyetçilik taassupçuluğundadır. Bilakis izzet, yalnızca Allah'a imân etmekte, nizâmına muhâkeme olmakta, devletini ikâme etmekte, râyesini yüceltmekte ve dâvetini tüm âleme taşımaktadır.

وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لاَ يَعْلَمُونَ "İzzet ancak Allah'a aittir, ve Rasûlü'ne ve mü'minlere de (aittir.) Velâkin münâfıklar bunu bilmezler. [el-Munâfikûn 8]

فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ "O'nun [Rasûlullah'ın] emrine muhâlefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine elîm bir azâbın isâbet etmesinden sakınsınlar. [en-Nûr 63]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - إن لم تستح فاصنع ما شئت "Hayâ Etmiyorsan Dilediğini Yap!" Filistin Otoritesi, Yahudinin Gözü-Kulağı Önünde Ayaktakımını ve Silahlarını Sergiliyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

Bedyâ davasında serbest bırakılan Hizb-ut Tahrir şebâbı, 05.05.2008 günü Mescid-il Kebîr avlusunda kutlamaları kabul edeceklerini ilân ettiler. Bunun üzerine şehrin dört bir yanından ve Kuzey köylerinden heyetler buraya akın etti. Bu da Filistin Otoritesi'ni hoşnut etmemiş olmalı ki karşılama kutlamalarını karıştırmak için sivil giyimli ayaktakımını gönderdi. Ayaktakımı, kutlamaya katılan bir konuşmayı engellemeye çalışıp da başarısız kalınca, kutlamayı dağıtmak ve karıştırmak için havaya ateş açmaya cüret etti. Ardından da kargaşa ve kaos çıkarttılar ve aşağılık kimselerden başka hiç kimsenin yapmayacağı davranışlarda bulunup çirkin sözler sarf ettiler. Böyle yapmaları elbette şaşırtıcı değildir. Çünkü Bedya halkı, onları da, mâzilerini de iyi bilir, zaten cürümleriyle nam salmışlardır. Bu çirkin davranışlarından bazıları şunlardı:

1.   İnsanlardan bir topluluğun duyacağı şekilde Allah'ın zâtına ve İslâm'a dil uzattılar.

2.   Yahudilerin ve Amerikalıların yaptığı gibi, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in [لا إله إلا الله محمد رسول الله] râyesini parçalayıp ayaklarıyla çiğnediler.

3.   Hayret uyandırıcı bir biçimde silahlarının namlularını insanlara doğrulttular ve ateş açtılar.

4.   Kalleşçe iğrenç ve müstehcen sözler sarf ettiler.

5.   En çirkin sözlerle Hizb-ut Tahrir'e hakâret ettiler.

Diyoruz ki bu Filistin Otoritesi fikren iflâs etmiştir; Hizb'in ve şebâbının dâvâsına fikren karşılık vermekten âcizdir. Hukuken de iflâs etmiştir; şebâbı mesnetsizce rehin alması, beşerî hukuk dâhil, hiçbir hukuk ölçüsüne dayanmamaktadır. Ahlâken de iflâs etmiştir; Kâfirin payandası olup kontrolsüzce ve serserilikle İslâm'a ve Müslümanlara saldırmaktadırlar. Hizb'in şebâbının serbest bırakılması üzerine düzenlenen kutlamaları karıştırmak için mafya ve sokak çeteleri üsluplarına başvurmaya tenezzül edecek kadar alçalmıştır.

Filistin Otoritesi, 01.05.2008'den beri aynı davadan hâlen tutuklu bulunan iki şebâbı da derhal serbest bırakmalıdır. Yine insanların gözü ve kulağı önünde Rabbimizin zâtına ve İslâm'a küstahça ve azgınca dil uzatan, şehrin eşrâfından konuklara saygısızlık edip saldıran, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in râyesini insafsızca çiğneyen, en çirkin sözlerle sokaklarda kabadayılık yapan, sorumsuzca silahlarını insanlara doğrultup ateş eden ve bu serserileri gönderen kişiler ve kurumlar hakkında derhal soruşturma açmalıdır. Bunu yapmaması halinde, bu eylemler karşısındaki suskunluğu ile resmen bunu kabullenmiş ve onaylamış olacaktır. Bedya şehrinin güvenlik birimlerinin kontrolü altında olmadığı bahanesi de onu bu sorumluluktan kurtarmayacaktır. Çünkü bu bahane, ne ayaktakımını silahlarla donatıp Bedyâ şehrine göndermesine, ne de Hizb'in şebâbını tutuklamasına mânî olmamaktadır. O halde bu ayaktakımı ve onları gönderenler hakkında gerekli icraatları yapmalıdır, aksi takdirde herkes bu güvenlik zâfiyeti ve ahlâkî çürüklüğün Otorite'nin resmî tutumu olduğundan emin olacaktır. Hatırlayınız ki SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:  من حمل السلاح علينا فليس منا "Bize karşı silah taşıyan bizden değildir."

Allahu [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأَعَدَّ لَهُمْ عَذَاباً مُّهِيناً "Muhakkak ki Allah, Allah ve Rasulü'nü incitenleri dünyada ve Ahirette lânetlemiş ve onlar için muhîn (horlayıcı) bir azap hazırlamıştır." [el-Ahzâb 57]

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir H. 02 Cumâde'l Ûlâ 1429

M. 05 Mayıs 2008

Devamını oku...

Ey Müslümanlar! Hilâfet'in Yeniden Kurulması için Kalkmanızdan Evvel, Daha Ne Kadar Fazla Müslüman Açlık ve Fakirlik Yoluyla İntihara Sürüklenecek?

  • Kategori Pakistan
  •   |  

Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın petrol, doğalgaz, su ve verimli toprak gibi muazzam kaynaklarla bereketlendirdiği bir Ümmet'in parçası olduğu halde Pakistan Müslümanları, temel ihtiyaçlarını karşılama mücâdelesi vermektedirler. İnsanların acısı fakirlik nedeniyle öylesine artmaktadır ki bu durum insanları intihara ve öz evlâtlarını katletmeye sürüklemektedir. Aynen İslâm öncesi Câhiliyye döneminde yaşananlar tekerrür etmekte, insanlar fakirlik ve açlık korkusuyla evlâtlarını öldürmektedirler. Muazzam maddî ve zirâî kaynaklarına rağmen Pakistan'daki açlığın ve fakirliğin temel nedeni, gerek demokrasi, gerekse diktatörlük yoluyla yıllardır uygulanan Kapitalist Sistemdir.

Taşıma maliyetlerini artırması bakımından temel ihtiyaç fiyatlarının yükselmesine yol açan akaryakıt zamlarına gelince; Hükümet, enerji alanının özel sektörün elinde olmasına izin vermeyi sürdürmektedir. Bu da Kapitalist "mülkiyet özgürlüğü" mefhumuna binâen onlara, insanların temel ihtiyaçları üzerinden korkunç kazançlar sağlamaktadır. Hükümet'in "uluslararası petrol fiyatları artıyor" bahanesini kullanması ise, petrol türevlerinin (benzin, mazot vb.) zamlanarak bu özel şirketlerin kârlarını garanti altında tutmaktadır. Bizzat Pakistan günde 64.000 varillik petrol üretmektedir ve bu petrol bile zamlardan muaf tutulmamaktadır. Bunlar yetmezmiş gibi Hükümet bir de IMF politikaları gereğince doğalgaz fiyatlarını yükseltmektedir. Oysa Pakistan'ın, ihraç etmediği muazzam doğalgaz kaynakları vardır ve hâlihazırda Pakistan'ın enerji ihtiyaçlarının zaten %50'sini karşılayan bu potansiyel, petrol türevlerine alternatif olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Hükümet, Kapitalist bir vergi sistemi uygulamaktadır ki bu sistem, belirli banttaki Kapitalistlere vergi muâfiyeti tanırken, petrol ve doğalgaz gibi kamu kaynaklarını kullanan sıradan insanların hiçbirini affetmemektedir. Üstelik vergi gelirlerinin artırılmasına, bu kaynakları temel almaktadır. Bunun içindir ki Hükümet, çıkarma, arıtma ve ulaştırma masraflarının çok çok ötesine geçen bir biçimde doğalgaz, dizel ve petrol üzerinde ağır bir vergi rejimi kurmuştur. Dahası Hükümet, küresel Kapitalist politikalara paralel olarak Pakistan para birimini ağır bir biçimde dolara bağımlı kalmasına izin vermektedir. Bu da Pakistan ekonomisinin doların artışına ve düşüşüne bağımlı olarak yalpalanması anlamına gelmektedir. Nitekim Bush, kendi partisi Cumhuriyetçi Parti'yi seçimlere hazırlamak üzere doları zayıf bırakarak ihrâcâtı teşvik etmektedir. Ne var ki dolar zayıf kaldıkça Rupi de zayıflamakta, bu da Pakistan'ın halen acısını çektiği korkunç bir enflasyona götürmektedir. Hepsi bir yana, gerçek şu ki Hükümet, piyasalardaki kısıtlı tedarik konusuna eğilmemekte, bu da fiyatların artmasına yol açmaktadır. Üreticileri ve tüccarları desteklemek yerine, fiyat ayarlamalarına giderek üzerlerindeki yükü artırmaya yönelmektedir. Yine kaçakçılık ve stokçuluk ile mücâdelede gevşek davranmakta, bütün bunlar gözünün önünde meydana gelmektedir.

Dolayısıyla, Pakistan'da pek çok insanın iki öğüne bir ekmek koyamayacağı böylesine feci bir duruma yol açan Kapitalist Ekonomik Sistem'in ta kendisidir! Yine de Pakistan'ın yöneticileri, neden olduğu bunca sefâlete ve hezîmete rağmen bu ekonomik politikaları sürdürmede kararlıdır. Bunun içindir ki Pakistan Mâliye Bakanı İshâk Dâr, Amerika ziyâreti sırasında Dünya Bankası'na; "Önceki Hükümet'in ekonomi politikalarını sürdüreceğiz" diyerek güvence vermiştir. Bütün bu acıklı sıkıntılar, sizlere Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu kavlini hiç hatırlatmaz mı?  وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى "Kim de Benim Zikrimden (hidâyetimden) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, Kıyâmet Günü kör olarak haşredeceğiz." [Tâ-Hâ 124] İnzâl edilmiş Hak Dîn İslâm'ı tatbîk ederek Arap Yarımadası'nın kuru çöllerinden güçlü ve müreffeh bir devlet çıkaran Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Ümmeti oldukları halde, bugün Pakistan Müslümanları, üzerlerinde beşer mahsulü bâtıl bir ideoloji olan Kapitalizm uygulanarak günden güne sıkıntıya, mihnete ve sefâlet mâruz kaldıklarını görmektedirler.

Ey Pakistan Müslümanları! Mevcut sistemin aksine İslâm, hem mârufa göre temel ihtiyaçlarına karşılanmasını güvence altına alan, hem de fiyatların arttığı kıtlık ve âfet zamanlarında temel ihtiyaç tedârikinin kesintiye uğramasını engelleyen kesin ve net hükümlere sahiptir. İslâmî Ekonomik Sistem'in temel ilkelerinden biri; her bir fert için yiyecek, giyecek ve barınak ihtiyacının karşılanmasıdır ve bu temel ihtiyaçların devletin tebâsından her bir fert için garantilenmesine yönelik politikalar benimsemesini Hilâfet Devleti'ne farz kılmasıdır. Yine İslâm; kıtlık zamanlarında insanların temel ihtiyaçlarını güvence altına almak üzere, İslâm'a dayalı politikalar yoluyla tedbir almasını Halîfe'ye farz kılar. Üstelik Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ آمِنًا فِي سِرْبِهِ مُعَافًى فِي جَسَدِهِ عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ فَكَأَنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا "Her kim evinde emîn, bedeninde âfiyette olur, yanında da günlük kuvveti (iâşesi) bulunursa, âdeta dünyaya sahip olmuş olur." [et-Tirmizî rivâyet etti.] Zîra Medîne'de [Ramâde yılında] gıda fiyatlarının artmasına yol açan bir kıtlık yaşandığında, Halîfe Ömer [RadiyAllahu Anh] Beyt-ul Mâl'in kapısını insanlara açmış ve sıkıntıyı gidermek üzere Hilâfet'in diğer bölgelerinde gıda ürünleri getirtmişti. Muhakkak ki İslâm'ın hükümleri, zirâî üretimin muazzama oranda geliştirilmesini mümkün kılar ve Müslümanı, toprakları işlemeye teşvik edip toprağı ihyâ etmeyi mülkiyetin temeli haline getirir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  مَنْ أَعْمَرَ أَرْضًا لَيْسَتْ ِلأَحَدٍ فَهُوَ أَحَقُّ "Her kim başkasına ait olmayan bir araziyi imar ederse o daha hak sahibidir." [el-Buhârî rivâyet etti] Bu da işlemeye kudreti olup da toprağı bulunmayanları çorak arazileri işlemeye teşvik eder ki bu teşvik, başlı başına zirâî üretimin yükselmesine önemli bir katkı sağlar. Yine Hilâfet Devleti, insanların verimsiz arazileri işlemesine yardım etmek üzere hibeler ve faizsiz destekler verir. Dahası tarıma teşvik etmek üzere yabancı çok-uluslu şirketlere çağrıda bulunmak yerine Devlet, bir yandan tebâdan olan yerli çiftçilere vergisiz ithal makina desteği sağlarken, öte yandan yerel bazda en gelişmiş tarım araçlarını üretmeteye çalışır; böylece üretim etkin, verimli ve ucuz bir hale getirir. Ayrıca İslâm, enerji kaynaklarını emsâlsiz bir biçimde değerlendirir ki bu, hem ulaşılabilir yakıt imkânları sağlar, hem de ekonomik faaliyeti yükseltir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:  الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلاَثٍ فِي الْكَلئِ وَالْمَاءِ وَالنَّارِ "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Mer'a, Su ve Ateş." [Ahmed rivâyet etti] İslâm'da petrol, doğalgaz ve diğer tükenmez enerji kaynakları kamu mülkiyetidir. Devlet, bu malların tedârik mâliyetleri için düşük bir bedel alabilir, ancak bunları asla insanların boynuna bindirilen vergi toplama aracı haline getiremez. Yine İslâm'da altın ve gümüş gibi kıymetli madenler, para biriminin desteği haline getirilmek zorundadır, bu da devletin para biriminin dolara bağımlı halde yalpalanmasını engeller, parayı güçlendirip istikrarlı hale getirir ve yüksek enflasyonun hastalıklı etkilerden uzaklaştırır.

Ey Pakistan Müslümanları! Mevcut sistem, Dîninize müteallik her meselede hezîmete uğramıştır. Ne Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e saldırıldığında, ne Kur'ân hakârete uğratıldığında Akîdenizi korumamıştır. Ne Müslümanlar zulümlere mâruz kaldığında, ne de toprakları işgâl edildiğinde, onları savunmamıştır. Gerçekte Kâfirler lehine Müslümanlara karşı savaşan doğrudan bu başınızdaki ajan yöneticilerdir. Dolayısıyla İslâm'ın her bir fert için garantilenmesini emrettiği en temel ihtiyaçlarınızı bile karşılamaktan âciz kalması garip değildir.

Ey Pakistan Müslümanları! Daha ne zamana kadar başınıza bu Küfür sisteminin tatbik edilmesine râzı olacaksınız? Öyle bir sistem ki Kâfirlerin çıkarlarını her fırsatta güvence altına alır, ama sizleri sersefil bir ümitsizliğe sürüklemekten sakınmaz. Küfürden hangi hayrı beklersiniz ki hâlâ? Daha ne zamana kadar, sizi çepeçevre kuşatmış bunca münkere sessiz kalmayı sürdüreceksiniz? Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden hiç sakınmaz mısınız?

"Nefsimi elimde tutan [Allah'a] yemin olsun ki ya ma'rufu emreder ve münkerden nehyedersiniz, yada Allah katından bir cezâ gönderiverir. Sonra O'na dua edersiniz, lâkin artık size icâbet etmez." [Ahmed rivâyet etti]

Hilâfet Devleti'nde İslâm'ın tatbîk edilmesi için harekete geçmenizin tam zamanıdır! İşte Hilâfet'in yeniden kurulması için mücâdele veren, zorba yöneticileri ve küfür sistemini reddeden Hizb-ut Tahrir şebâbı aranızdadır, o halde ne zaman onların çağrılarına icâbet edeceksiniz? Muhakkak ki ancak ve sadece Hilâfet'in kurulmasında sonra bu dünyada güvenlik ve esenliğin ne olduğunu bileceğiz, umulur ki Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'yı râzı edebileceğiz. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:  وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا  "Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vâdetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar." [en-Nûr 55]

Ey Güç Sahipleri! Üzerlerinde uygulanan Sömürgeci Küfür sisteminden dolayı uğradıkları zulümden, sıkıntıdan ve üzüntüden korumaya yemin ettiğiniz bu halkı kurtarmayı hiç mi arzulamazsınız? Toplumlarını Dâr-ul İslâm'a dönüştürmek üzere Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e Nusret veren Ensâr gibi olmayı hiç mi arzulamazsınız? Hiç şüphesiz sizler, bu kokuşmuş sistemi ve fâsit yöneticilerini kökünden kaldırmaya ve Hilâfet'i yeniden kurmaya muktedirsiniz. Yapacağınız tek şey; Pakistan'ın yeniden İslâm'ın uygulandığı bir belde olabilmesi için Hizb-ut Tahrir'e Nusret vermektir ve Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın rızâsı uğrundaki bu ameliniz, İnşâAllah amel defterlerinize nûrdan satırlar ile yazılacaktır. O halde daha ne zaman icâbet edeceksiniz?

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER