Pazar, 27 Safer 1446 | 2024/09/01
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Milletin Vekillerini, Sorumluluklarını Yerine Getirip Sayın Yılmaz Çelik ve Diğer Hizb-ut Tahrir Şebâbının Serbest Bırakılması İçin Çaba Harcamaya Çağırıyoruz

Sayın Milletvekilleri,

es-Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh,

Bildiğiniz gibi, Hizb-ut Tahrir'in Türkiye Vilâyeti'ndeki Resmî Sözcüsü Sayın Yılmaz Çelik yaklaşık bir ay önce Adana'da, beraberindeki mü'minler ile birlikte tutuklanarak cezaevine gönderildi. Böylece hukuk dışı bir biçimde aynı suçlamadan hakkında açılan dava sayısı beşe yükseldi.

Hizb-ut Tahrir, ideolojik siyâsî bir partidir ve ideoloji olarak İslam'ı benimsemiştir. Siyâsî bir parti olması itibariyle yaptığı tüm çalışmaları da siyâsî çalışmalardır. Siyâset, aynı kaynaktan beslenen fikirler ile insanların hayata ilişkin işlerini yürütmek ve hayatta karşılaştıkları sorunları çözmektir. Dolayısıyla insanların işleri kapitalist fikirler ile yürütülür, sorunları da kapitalist çözümler ile çözülürse, kapitalist bir siyâset yapılmış olur. Hizb-ut Tahrir ise insanların işlerinin İslâmî fikirler ile yürütülmesi, sorunlarının da İslâmî çözümler ile çözülmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu bakımdan Hizb-ut Tahrir'in tüm işleri siyâsî işlerdir. Anahtar konu, insanların işlerinin yürütülmesi ve sorunlarının çözülmesi olduğuna göre, bu bağlamda şiddetin hiçbir rolü olamaz. Çünkü siyâsî işler şiddet ile yürütülmez. Sadece fikirler ve çözümler ile yürütülür. Dolayısıyla Hizb-ut Tahrir esaslarında, hedefinde ve metodunda fikrî, siyâsî, aklî ve şer'î açıdan kesinlikle şiddeti benimsemez. Bu nedenle "terörist örgüt" ve "terör ile ilişkili" olmak gibi ithamlar ile hiçbir şekilde suçlanamaz. Nitekim kurulduğu 1953 yılından beri hiçbir şiddet eylemine başvurmamış ve masum insanlara yönelik hiçbir terör eylemini tasvip etmemiştir.

Dolayısıyla Sayın Yılmaz Çelik ile beraberindekilerin, terör suçlaması ile yargılanması ve hakkında bunca dâvâ açılarak zindanlara atılması, keyfî ve hukuksuz bir uygulamadır. Bu yalnızca kendisine has bir uygulama da değildir. Şu anda Hizb'in çok sayıda şebâbı; sırf [ربنا الله] "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri, İslâmî Dâvet'i taşıdıkları, fikrî ve siyâsî bir çalışma yürüttükleri, Allah'ın indirdikleri ile yönetecek bir İslâmî Devlet kurmak için uğraştıkları gerekçesiyle, emniyet birimlerinin, istihbârat teşkilâtlarının ve yargı organlarının keyfî, hukuksuz, insafsız ve mesnetsiz uygulamalarına mâruz kalmaktadırlar. Örneğin, emniyet birimleri, diledikleri zaman Hizb'in şebâbından yolda gördükleri birini hiçbir yasal, resmî ve hukukî prosedür olmadan alıp götürebilmektedir, yasalara aykırı biçimde evlerini basıp mahremiyetlerini çiğneyebilmektedir. Benzer şekilde bazı istihbarat birimleri, ıssız yerlere götürüp tehdit edebilmektedir. Savcılar, düzmece istihbârat raporlarına dayanarak hiçbir delil göstermeden suçlamalar yağdırabilmekte, aynı "suç" sebebiyle birden fazla dâvâ açabilmektedir. Yargıçlar, avukatların savunmalarından, sanıkların ifadelerinden ve adâlet ölçülerinden ziyâde, önceden hazırlanmış raporlara itibar ederek ve siyâsî kesimlerin beklentilerini karşılamaya yeltenerek hükümler vermekte, hatta kendi verdikleri önceki kararları dahi unutabilmektedir. Yargıtay, hukuk dışı bir biçimde aynı suçlamadan dolayı açılmış dâvâları keyfî olarak birleştirmemekte, her dâvânın hükmünü ayrı ayrı kabul edebilmekte, 2003 yılında çıkan Avrupa Birliği Uyum Paketi ile değişen terör tanımına göre verilen beraat kararlarına rağmen, yine de Hizb-ut Tahrir hakkındaki dâvâları terör kapsamında değerlendirip onaylayabilmektedir.

Açıkçası Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Dışişleri Bakanı iken söylediği ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra da yinelediği "Türkiye'de hiçbir düşünce suçlusu yoktur" sözü artık geçerliliğini yitirmiştir. Gerçi bu sözler söylenirken de Hizb'in şebâbı cezaevlerinde idi. Fakat şu anda azalmak yerine artmaktadır. Hizb'i gayet yakından tanıyan Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'e, hiçbir zamanda, mekanda ve biçimde şiddete bulaşmamış Hizb-ut Tahrir şebâbının, düşünce suçluları olarak cezaevlerinde bulunup bulunmadıklarını sormanız halinde ve Yargıtay'dan bu dâvâ süreçlerinin nasıl işlediğini öğrenmeniz halinde, bu çıplak hakikati kendi gözleriniz ile görebileceksiniz. Yine 2 Eylül 2005 günü, Sayın Yılmaz Çelik'in Müslümanların geneline ve özel olarak Hilâfet'i kurmaya muktedir güç sahiplerine hitap ettiği Fatih Camii'nde Hizb-ut Tahrir tarafından düzenlenen organizasyon sonrasında siyâsî, askerî, güvenlik ve hukuk otoritelerinin neler yaptıklarını hatırlamanız halinde, Hizb-ut Tahrir'e karşı yürütülen bilinçli, kasıtlı ve programlı saldırı kampanyasını daha yakından anlayabileceksiniz.

Üstelik Hizb-ut Tahrir, küresel bir siyâsî partidir. Belirli bir ülkenin, bölgenin yada ırkın partisi değildir. Onun için Hizb-ut Tahrir hakkındaki değerlendirmeler, küresel açıdan yapılmalıdır. Her ne kadar muteber bir ölçü olmasa da, dünya çapında kabul gören kimi devletler tarafından hazırlanan terörist örgütler listelerinin hiçbirinde Hizb-ut Tahrir'in bulunmadığı görülebilir. Yine dünya çapında muteber araştırma kuruluşlarının raporlarında, Hizb-ut Tahrir'in şiddet ile hiçbir alâkası bulunmadığının ve kesinlikle bir terör örgütü olarak nitelendirilemeyeceğinin teyit edildiği de görülebilir. Örnek olarak, Yargıtay 9. Ceza Dâiresinin 2003 tarihli, 2003/2291 sayılı kararını hatırlatıyoruz: "Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bilgi yazılarından, mahkememize intikal eden olaylardan ve dosya içeriğinden Hizb-ut Tahrir adındaki yapılanmanın cebir ve şiddet eylemlerinde bulunduğu, bu yönteme başvurduğu hususu tespit edilememiştir. Yapılanmanın bu haliyle terör örgütü olarak kabul edilmesi yeni yasal düzenleme karşısında mümkün görülmemektedir..."

Sayın Milletvekilleri, Seçilme biçiminizi, varlık nedeninizi ve parti mensubiyetinizi bir yana koyarak, yalnızca milletin vekilleri olmanız ve dolayısıyla milletin işlerini yürütmekten, sorunlarını çözmekten, zulümleri engellemekten sorumlu olmanız itibariyle size bu hitapta bulunmak istedik. İstedik ki Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın kavline icâbet ederek Allah için hakkı ve adâleti titizlikle ayakta tutan şahitler olasınız, bu zulmü, haksızlığı ve keyfî uygulamaları kaldırmak için derhal harekete geçesiniz:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقَيرًا فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا "Ey îman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan ve -kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa- Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) ister zengin olsunlar ister fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın! Eğer (şâhitliği) bükerseniz (doğru şahitlik etmezseniz) yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır." [en-Nîsâ' 135] Eğer böyle yapmaz, sorumluluğunuzu yerine getirmez, bu zulmü ortadan kaldırmak için çaba harcamazsınız, sorarız:  هَاأَنتُمْ هَؤُلاَء جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَمَن يُجَادِلُ اللّهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَم مَّن يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلاً  "Haydi siz bu dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya Kıyamet Günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?" [en-Nîsa 109]

Muhakkak ki Hizb-ut Tahrir, Allah için hiçbir kınayıcının kınamasına ve hiçbir zâlimin zulmüne aldırmadan, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın emrettiği, Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in ilerlediği ve ardından gelen sâlih mü'minlerin izleyegeldiği yol üzerindeki seyrini, Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli ile örnek gösterdiği gibi kararlı, azimli ve tavizsizce sürdürecektir:  والله يا عم لو وضعوا الشمس في يميني، والقمر في يساري، على أن أترك هذا الأمر، ما تركته، حتى يظهره الله أو أهلك دونه "Vallahi, Ey Amca! Bu işi terk etmeme karşılık, güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koysalar, yine de vazgeçmem! Tâ ki ya Allah, onu (İslâm'ı) izhâr eder, ya da ben onsuz helâk olurum."

Yine Allah'ın vaadi ve Rasulü'nün müjdesi olan Nübüvvet Minhâcı üzere İkinci Râşidî Devleti, Allah'ın izni ve yardımı ile kuruluncaya dek, genel olarak İslâmî Ümmet'i, özel olarak Ümmet içerisindeki güç sahiplerini çağırmayı sürdürecektir:  فَسَيُنْغِضُونَ إِلَيْكَ رُؤُوسَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَن يَكُونَ قَرِيبًا "Bunun üzerine onlar Sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacaklar ve diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki: "Umulur ki çok yakındır." [el-İsrâ' 51]

Ve's Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh.

Devamını oku...

Amerika, İslâm'ı Kökünden Sökmek için Demokrasi Kampanyası Yürütüyor هَذَا بَلاَغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنذَرُوا بِهِ  "İşte bu, insanlar için ve uyarılsınlar diye (gönderilmiş) bir bildiridir." [İbrâhîm 52]

  • Kategori Pakistan
  •   |  

Pakistan Müslümanları, Benâzir Butto suikastinden sonra çok sayıda insanın ölümü ve yaralanması, birçok özel mülkün tahrip edilmesi, yakıt ve gıda sıkıntısı ile baş gösteren şiddet dalgasında boğuştukları sırada dahi Amerika, Pakistan'da demokrasi kampanyası yürütmektedir. 28 Aralık 2007 günü Amerikan Dışişleri Bakanı Dr. Condoleezza Rice şöyle diyordu: "Fakat açıkçası, demokratik sürecin ileri gitmesi gerçekten oldukça önemlidir." Aynı gün Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Boucher ise şöyle diyordu: "Yumuşama ve kesinleşen seçimlerde ilerleme görmek istiyoruz." Ne var ki Amerika'nın demokrasi kampanyası, Pakistan'da gerçekten temsilî bir hükümet için değil, daha da ötesi İslâm'ın yükselişini önleme girişimidir.

Pakistan Müslümanları, uzun süredir diktatörlüğün baskısına mâruz kalmıştır. Bu durumda Amerika, Müslümanlara, diktatörlüğün yerini alacak olanın yalnızca demokrasi olduğunu hissettirmek istemektedir. Bu demokrasi kampanyası dâhilinde Amerika, Müslümanların kendi yöneticilerini seçtikleri temsilî bir hükümet için yapılacak seçimleri demokrasi ile ilişkilendirerek duyguları ile oynamaya uğraşmaktadır. İslâm, otoriteyi gasp edeni reddettiği ve yöneticinin rızâ ve tercih ile seçilmesini emrettiği için Amerika, demokrasiyi onlara süslü göstererek Müslümanları demokrasiye başvurmaya sevk edeceğini ummaktadır. Bu ise demokrasinin, Allah'ın hükümlerinden başkasını yasamak şeklindeki gerçek özünü görmesinler diye Müslümanların gözlerine karasu indirmek ve bakışlarını, demokrasinin temsilî hükümet bağlamında neye çağırdığından çevirmektir.

Her hâlükârda eminiz ki Amerika'nın bu demokrasi kampanyası Pakistan'da fiyasko ile sonuçlanacaktır. Gerçekten de Müslümanların inancı ile çatışan hiçbir şey, onların akıllarında ve kalplerinde asla pekişemeyecektir. Yine de Amerika, onu yaymak için çabalarını yoğunlaştıracaktır ve zaten onu dayatmak üzere ajanlarını çoktan harekete geçirmiş durumdadır. Amerika'nın çağırdığı demokrasinin ana temeli, egemenliğin beşere ait kılınmasıdır. Buna göre beşer, doğruya ve yanlışa, güzele ve çirkine, iyiye ve kötüye özgürce karar verebilmekte, başkalarına karşı da sorumlu olmamakta, bu nedenle temsilcileri vasıtasıyla, egemenlik sıfatıyla yasamada bulunabilmektedir. Dolayısıyla demokraside neyin helâl, neyin haram olduğuna karar veren, Allah'ın emrini hevâsına göre kabul yahut reddeden bizâtihi beşerdir. Böylelikle beşer, zulmen ve udvânen, gayri-meşru bir şekilde kendisini, yalnızca Allah'a ait olan -hâşâ- ilahlık konumuna yükseltmektedir. Oysa hiçbir Müslüman, Allah ve Rasulü'nün emirleri ve nehiyleri dururken, şer'an neyin helâl, neyin haram olup olmadığı kararının herhangi bir insana yada meclise verilmesini asla kabul edemez. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ  "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkeğin ve mü'mine bir kadının artık işlerinde hiçbir seçeneği yoktur." [el-Ahzâb 36] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ  "Rasul size her neyi getirdiyse onu alın ve sizi her neyden nehyettiyse ondan da kaçının. Allah'a ittika edin, şüphesiz ki Allah cezalandırması şiddetli olandır." [el-Haşr 7] Yine Allah [Subhânehu ve Te'alâ] İslâm'dan başkası ile yönetimi şiddetle zemmetmiş, bunu "tâğut" diye tanımlamıştır:  أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيدًا  "Sana ve Senden öncekilere indirilenlere îman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Onlar inkâr etmekle emrolundukları halde Tâğuta muhakemeleşmek istiyorlar. Zaten Şeytan da istiyor ki onlar uzak bir sapıklık ile sapıtsınlar." [en-Nisâ' 60] Ve şöyle buyurmuştur:  وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ  "Her kim Allah'ın indirdikleri ile yönetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." [el-Mâide 45] Bu âyetler, egemenliğin Allah'a ait olmadığı yahut beşerin egemenliği Allah ile paylaştığı herhangi bir sistemin, -ister demokrasi ister diktatörlük olsun- kesinlikle küfür sistemi olduğuna dâir oldukça sarih âyetlerdir.

Demokraside ve kezâ diktatörlükte, egemenlik beşere ait olduğu içindir ki bu durum, Sömürgeci güçler nazarında bu sistemi oldukça elverişli hale gelmektedir. Çünkü bu sistem, Sömürgeci Kâfir'in çıkarlarını koruyan yasaların çıkarılmasına kapı açmaktadır. Son zamanlarda Müslümanlar aleyhindeki Amerikan savaşını desteklemek üzere Pakistan Hükümeti tarafından tüm adımlar atılarak yasal işlerlik kazandırılan 17. Reform Paketi, bunun en açık örneğidir.

Üstelik Amerika'nın, Pakistan'da temsilî hükümet arzuladığı iddiasının da hiçbir gerçekliği yoktur. Amerika bilmektedir ki şayet Müslümanların görüşü temsiliyet kazanırsa, artık Pakistan'ın hiçbir yöneticisi, Keşmir Müslümanlarından yüz çevirerek Hindu müşrikleri teşvik etmeye yahut dünyanın yegâne Müslüman nükleer gücü olan Pakistan'ın nükleer programını zayıflatmaya yahut eğitim müfredâtından İslâmî kıymetleri yok etmeye yahut Lâl Mescid'de yüzlerce Müslüman talebeyi acımasızca katletmeye yahut Afganistan'daki Amerikan işgâlini güvence altına almak için Müslüman askerlere kabileler bölgesindeki Müslüman kardeşlerine karşı savaşmayı emretmeye cüret edemez. Oysa Müşerref bunların hepsini, şu ana kadar hep "gerçek demokrasi" palavrasıyla arsızca yapmıştır. Muhakkak ki Amerika, rızâsız ve tercihsiz bir biçimde Müslümanlara dayatılan Müşerref'e dâima müteşekkir olacaktır. Ve Amerika bilmektedir ki diktatörlük ardından, yalnızca demokrasi, Müslümanların gerçek temsilinin yönetime ulaşmasını engelleyebilir.

Müslümanların İslâm'ın bir devlet olarak ikâmesi hakkındaki görüşlerine gelince; Amerikan İç Güvenlik Bakanlığı tarafından desteklenen ve Maryland Üniversitesi tarafından Aralık 2006 ilâ Şubat 2007 aralığında yapılan bir araştırmanın sonuçlarında görüldü ki Pakistan'daki Müslümanların çoğunluğunun "tüm İslâmî ülkeleri tek bir İslâmî Devlet veya Hilâfet içinde birleştirmek" şeklinde bir hedefi vardır. Artık bundan sonra Amerika'nın, dinleri olan İslâm'a göre Müslümanları temsil edecek -ve sonrasında doğal olarak dünyanın en büyük ve en güçlü devletini ortaya çıkaracak- bir yönetime nasıl tahammülü olabilir? Nasıl, Ey Müslümanlar, Nasıl?

İşte bunun içindir ki genel olarak Batılılar, özel olarak Amerikalılar, İslâm'ın yükselişine karşı bir kampanya yürütmekte, demokrasinin yayılması için ajanlarını ve kuruluşlarını finanse ederek ve İslâm'a çağıranların vahşice ezilmesini teşvik ederek tüm gücünü harcamaktadır. Cezayir örneği, sizden hiç de uzak değildir. Orada Batı'nın ve ajanlarının fırıl fırıl dönen gözleri önünde açılan oy sandıkları gösterdi ki insanlar İslâm'ı istemişlerdir. Bunun üzerine Batı'dan gelen alkışlar ve kutlamalar eşliğinde, Cezayir'in yöneticileri, seçim sonuçlarına saygı göstermek yerine, Müslümanları vahşice ezmeye başlamışlardır.

Dolayısıyla âyân-beyân görülüyor ki Amerika'nın demokrasi kampanyası Müslümanların temsiline izin verilmesi için değil, tam aksine İslâm'ın yükselişinin engellenmesi içindir. Bu nedenle, Müslümanların kanıtsız, mesnetsiz suçlanması, İslâmî toprakların çiğnenmesi ve işgâl edilmesi, İslâmî değerlere saldırılması ve hatta kendi hapishanelerinde Kur'ân'a bile hakâret edilmesi için herhangi bir fırsatı kaçırmamaya da özen göstereceklerdir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  قَدْ بَدَتْ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ  "(Size karşı) duydukları kin ve nefret ağızlarından (dökülen sözlerinden) taşmıştır. Kalplerinde besledikleri (kin ve nefret ise) çok daha büyüktür." [Âl-i İmrân 118]

Ey Pakistan Müslümanları! Amerika'nın derdi, başınıza gelen musîbetlerin ve felâketlerin müsebbibi olan demokrasiyi yükseltmektir. Öyle ki yegâne Hak dîn olan İslâm'ın tatbîk edildiğini kutlamanın tadına hiç varamayasınız! İşte bunun için sizleri, kararlı ve kesin bir tavırla demokrasiyi reddettiğinizi göstererek bu seçimleri boykot etmeye çağırıyoruz. Hepinizi, İslâm Âlemi'ne zorbalıkla dayatılan demokrasiyi ortadan kaldırmak ve yerine Râşidî Hilâfet Devleti'ni yeniden kurmak için ciddiyetle çalışmak üzere, Hizb-ut Tahrir şebâbı olarak bizimle birlikte durmaya çağırıyoruz.

Biliniz ki Allah [Subhânehu ve Te'alâ] îmân edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekilere vaat ettiği gibi kendilerine de, Küfür yönetiminden sonra İslâmî yönetimi nasip edeceğini, onları yeryüzünde pekiştirip egemen kılacağını ve geçirdikleri korku dönemini güvenlik ve esenlik dönemine çevireceğini vaat etmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın vaadi haktır.

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا  "Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini (İslam'ı) yeryüzünde hâkim kılacağını, (geçirdikleri) bu korkularını güvene çevireceğini vâdetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar." [en-Nûr 55]

Devamını oku...

İslâm'ın Suçlanması ve Müslümanların Haksızca Hapsedilmesi Ancak, Müslümanların Dînleri Üzerindeki Sebatlarını Artırır

  • Kategori Danimarka
  •   |  

Bugünlerde Hizb-ut Tahrir'in Danimarka'daki Temsilcisi Fâdî AbdulLatîf, 17.11.2007'de İstinaf Mahkemesi'nin kendisini çarptırdığı 60 günlük haksız mahkûmiyet nedeniyle hapishanede ceza çekmektedir. Bu ve diğer haksız mahkûmiyetlerin hakîkatini, arka plânını ve boyutlarını açıklamak üzere aşağıdaki hakîkatleri vurguluyoruz:

  • Dalavere ve yalan üzerine kurulu Danimarka Hükümeti, 2003 yılı Mart ayından bu yana, Müslümanların beldelerinde bulunan işgâl güçlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla Danimarkalı askerler, Irak'ta ve Afganistan'da sivillerin katledilmesine ve işkence edilmesine ortaktır. Yoksa Danimarka Hükümeti'nin maktullerin ailelerine ödediği diyetler neyin nesidir? Yine bir Danimarka televizyonunun ifşâ ettiği gibi, işkence eylemlerine katılan ve Afgan esirleri Amerikan işkence hapishanelerine teslim eden Danimarka askerlerin yargılanması da ancak bu cürümlere bir delildir.
  • Danimarka Hükümeti, Yahudi varlığının Müslümanlara yönelik katliamlarına büyük oranda bulaşmıştır. Bu da Yahudi varlığına silahlar ve savaş uçaklarının yedek parçalarını göndererek ve Yahudi varlığının Filistin'de çocuklara ve sivillere karşı işlediği katliamlara verdiği dâimî siyâsî desteği çerçevesinde onlara mazeretler sunarak olmuştur. Danimarka Başbakanı Rasmussen, 2005 yılı Şubat ayında Århus Üniversitesi'nde şöyle diyordu: "İsrail'in bütüncül bir şekilde Birleşmiş Milletler kararlarına bağlı kalmadığını kabul ediyorum, ancak İsrail diktatör bir devlet değildir. Açık fark budur. Benzer şekilde İsrail, kendisini denize dökmek isteyen düşmanlar ile çevrilidir. Dolayısıyla İsrail'i nefs-i müdâfaaya mecbur hale getiren özel bir târih bulunduğunu nazar-ı itibara almak zaruridir." Yine Yahudi varlığının Lübnan'da işlediği katliamlara bulaşmıştır. Çünkü Danimarka Dışişleri Bakanlığı, sürekli olarak Yahudi varlığının nefs-i müdâfaa hakkı bulunduğunu açıklayagelmiştir. Yine Danimarka Hükümeti, 12.07.2006 tarihinde Güvenlik Konseyi'nde, Lübnan'a yönelik savaşın durdurulmasına ilişkin karar tasarısı için çekimser oy kullanmıştır. Yine Danimarka, Müslümanlar ile Yahudi varlığı arasındaki çatışma meselesini, "anti-semitizm" olarak değerlendirmektedir.
  • Danimarka Hükümeti, İslâm'a karşı bir savaşın başını çekmektedir. Nitekim Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, İslâm'a ve Kur'ân-il Kerîm'e dil uzatmasına ve Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i en çirkin vasıflar ile tanımlamasına bir mükâfat olarak "Özgürlük Ödülü"nü 21.11.2004'te Hollandalı politikacı Ayan Hırsî'ye vermiştir. Yine Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hakâret eden karikatürler ancak, Danimarka Kültür Bakanı Brian Mikkelsen'in 25.09.2005'te aydınları ve sanatçıları Kur'ân ile ve Rasul-il Kerîm [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] ile istihzâya teşvik etmesinden sonra meydana gelmiştir. Ardından Danimarka Başbakanı'nın, karikatürleri yayınlayan Jyllands-Posten Gazetesi'ni epik savunması ve buna uyumlu olarak başsavcının, mezkur gazete aleyhinde Şubat 2006'da açılan dâvâyı reddi, sonra da başsavcının, Mart 2006'da gazetenin kovuşturulmasını reddettiğini teyidi gelmiştir.

Bu esnada Hizb-ut Tahrir / Danimarka, Danimarka Hükümeti'nin İslâm'a karşı savaşını ve Müslümanların beldelerini işgâllerindeki skandalları deşifre etmeye başladı. Bunları da gösteriler, konferanslar ve oturumlar gibi bazı aktiviteleri ile gözler önüne serdi. Bunun üzerine Danimarka Devleti, Hizb-ut Tahrir'i Danimarka'da yasaklamaya yönelik bazı girişimlerde bulundu. Lakin bu girişimler, Danimarka Anayasası'na göre Hizb'i yasaklama imkânı bulunmadığını teyit eden başsavcı raporu ile başarısızlığa uğradı. Bunun üzerine Hizb'in durumu Danimarka Parlamentosu'nda ele alındı. Tartışma, sorunun çözümü için Hükümet'in sunduğu öneri ekseninde döndü ve bu öneri, Hizb'in şebâbının yargılanması ve açılan dâvâların artırılması yoluyla Hizb'in yasaklanmasına zemin hazırlanmasına dayanıyordu.

Böylece Danimarka Hükümeti, hakkında soruşturma açılan ve kapanmasının üzerinden sekiz ay geçen, Amerika'nın el-Fellûce'deki katliamına dâir Hizb'in 8 Kasım 2004 tarihinde yayınladığı ve başsavcının Danimarka Hükümeti'ne yönelik bir tehdit olarak değerlendirdiği beyân hakkındaki dosyayı 2005 yılı Temmuz ayında yeniden işleme koydu. Bu dosyaya bir de Yahudi'nin Filistin'de işlediği katliama dâir Hizb-ut Tahrir'in 2001 yılı Mart ve Mayıs aylarında yayınladığı ve başsavcının Danimarka'daki Yahudiler için tehdit içerikli olarak değerlendirdiği iki beyân eklendi.

Tüm bunlara binâen, İstinaf Mahkemesi'nin 17 Ağustos 2006 tarihinde Hizb'in temsilcisini hapis cezâsına çarptırması gâyet doğal idi. Zîra yargıcın ve başsavcının, işgâl kuvvetlerini temsil ettikleri açıktı. Üstelik Medya Temsilcimiz aleyhindeki iddialara yönelik hiçbir delîl sunulamamıştı. Dolayısıyla bu dâvâ, siyâsî bir dâvâ idi. Bunun delili, 5 Ağustos 2005'te Adalet Bakanlığı'ndan Kopenhag Polisi'ne bu konu hakkında gönderilen fakstır ki bu, Müslümanların beldelerinde kullanılan yöntemin aynısıdır. Oralarda siyâsî yöneticiler bir karar verirler ve uygun gördükleri bu kararın alınması için mahkemeye emir verirler.

Gerçek şu ki Cihâd âyetlerinin suç kabul edilmesi, hukukî bir emsâl teşkil etmektedir ve Müslümanların evlatları bu esâsa binâen, Kur'ân-il Kerîm âyetlerinin yargılanmasına binâen yargılanmaktadırlar. Zîra başsavcı, Cihâd'a ilişkin Kur'ânî âyetlerin delil gösterilmesini hukuken suç olarak değerlendirmektedir ki bu, Müslümanların İslâm'a dâveti ve Şeriat'ı tatbîki durdurmaları gerektiği anlamına gelmektedir. Oysa İslâm buna, hayatî mesele olarak itibar etmektedir. Bunun bir benzerini, "Glostrup ve Odense" dâvâlarında da görmekteyiz. Bunlarda açıkça görülmektedir ki mesele, İslâmî görüşleri benimsemekle alâkalıdır. Bunun delîli, Glostrup mahkemesi yargıcının, üç sanığın serbest bırakılmasının, üzerlerine atılı suçun kanıtlanamamasına binâen olduğuna ilişkin açıklaması ve savunma avukatının Politiken Gazetesi'ne yaptığı şu açıklamadır: "Müvekkilimin tek suçu, Müslüman olması ve İslâmî hükümleri öğrenmekle suçlanmasıdır." el-Aksâ Hayır Cemiyeti hakkındaki dâvânın da bundan geri kalır yanı yoktur. Orada da, yargıcın cemiyet yöneticilerini üzerlerine atılı suçlamalardan aklamasına rağmen Hükümet dâvâyı yeniden başlatmaya uğraşmıştır. Son olarak görüşlerine terör suçlaması atfedilerek haksızlıkla mahkûm edilen Kardeş Sa'îd Mansûr'un dâvâsı da pek farklı değildir. İşte Hizb-ut Tahrir Medya Temsilcisi hakkında açılan dâvâ da, bu dâvâlardan biridir ve İslâm'a ve dâvetinin taşınmasına yönelik savaştan bir parçadır.

Şu halde Hizb-ut Tahrir / Danimarka aşağıdaki hususları vurgular:

-     Muhakkak ki İslâm; İslâmî Ümmet'e, Müslümanların beldelerinin işgâline karşı Cihâd'ı farz kılar, ister Filistin'de, ister Irak'ta, ister Afganistan'da, isterse diğerlerinde olsun, fark etmez!

-     Müslümanların Yahudi düşmanlığı; Yahudi inancına sahip olanlara karşı değil, Müslümanların topraklarını gasp eden, yurtlarından çıkaran ve kendilerine karşı harp ilan eden Yahudi varlığına karşıdır.

-     Dâveti taşıyanların hapsedilmesi; dînleri üzerindeki sebâtlarından ve çağrıda bulundukları görüşlere sarılmaktan başka bir şeyi artırmayacaktır. Yine İslâm'a karşı savaş ve bu cümleden açılan bu zâlimâne dâvâlar, ancak Batılı Hadârat düşüncesinin iflâsına delildir.

-     Allah'ın Şeriatı'nı ikâme etme ve Müslümanların beldelerinde İslâmî hayatı yeniden başlatma çalışması, Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'nın bizlere emrettiği bir farzdır. Bunu terk etmek de, bunda gevşeklik göstermek de câiz değildir. Bu, aynen salâhın ve siyâmın farziyeti gibi farzdır.

Bizler, İslâmî Ümmet'in bu ülkede bulunan ayrılmaz bir parçasıyız ve üzerimizdeki yükümlülüğü asla unutmuyoruz. Bizim bu ülkedeki yükümlülüğümüz, zayıf taraf olmamak için, birbirimizle dayanışma içerisinde olmamız ve omuz omuza durmamızdır. Aksi takdirde bu zaaf, Akîdemize ve dînimizin hükümlerine bağlılığımızı sarsmak için istismar edilir. O halde dâveti taşımamızda önümüzü aydınlatan kandil, Rasulümüz [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli olmalıdır:

والله يا عم لو وضعوا الشمس في يميني، والقمر في يساري، على أن أترك هذا الأمر، ما تركته، حتى يظهره الله أو أهلك دونه "Vallahi, Ey Amca! Bu işi terk etmeme karşılık, güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koysalar, yine de vazgeçmem! Tâ ki ya Allah, onu (İslâm'ı) izhâr eder, ya da ben onsuz helâk olurum."

Allahu Te'alâ'dan, bizi ve tüm Müslümanları, dînleri ve dünyaları hakkında Müslümanları emin kılacak Hilâfet Devleti ile en kısa zamanda nimetlendirmesini niyâz ediyoruz.

وَنُرِيدُ أَن نَّمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا في الأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ أَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ "Biz istiyorduk ki mustaz'aflara yeryüzünde lütufta bulunalım, onları liderler yapalım ve (ülkelere) vâris kılalım." [el-Kasas 5]

Devamını oku...

Şeyh AbdulKadîm Zellûm

Hizb’in Liderliğinde Hayırlı Selefin Hayırlı Halefi

Şeyh AbdulKadîm Zellûm

zellum abdulkadimO; Büyük Âlim Şeyh AbdulKadîm ibn-u Yûsuf ibn-u AbdulKadîm ibn-u Yûnus ibn-u İbrâhîm’dir. Şeyh Zellûm -râcih görüşe göre- H. 1342 – M. 1924 yılında el-Halîl şehrinde, dîndarlığı ile meşhur ve ma’ruf bir âilede doğmuştur. Babası Rahimehullah, Kur’ân hâfızlarından olup hayatının son anına kadar Kur’ân’ı içtenlik ile okumuş, Hilâfet Devleti zamanında müderris olarak çalışmıştır.

Babasının amcası AbdulĞaffâr Yûnus Zellûm ise, Hilâfet Devleti zamanında el-Halîl müftüsü idi. Zellûm Âilesi, el-Mescîd-il İbrâhîmî’ye hizmet eden âilelerdendi ki onlar, hem Efendimiz Ya’kûb -Aleyhi’s Selâm’a- hizmet edenlerden, hem Cumâ günlerinde ve münâsebetlerde minber üzerinde alem (bayrak) kaldıran, hem de bayramlarda ve kutlamalarda alemi taşıyan kimselerdi.

Nitekim Osmanlı Devleti, el-Mescîd-il İbrâhîmî’ye hizmet görevini, el-Halîl’deki meşhur âilelere dağıtır, âileler de bunu, el-Mescîd-il İbrâhîmî’ye hizmet olması bakımından kendileri için bir şeref ve ikrâm olarak addederdi.

Şeyh AbdulKadîm Zellûm, el-Halîl şehrinde doğdu ve on beş yaşına kadar orada büyüdü. İlköğretimini el-İbrâhîmiyye Medresesi’nde tamamladı. Sonra babası -Rahimehullah- hem fıkıh öğrenmesi, hem fıkıh taşıyıcılarından hem de Allah’a dâvet edenlerden olması için onu el-Ezher-iş Şerîf’e göndermeye karar verdi. Nitekim M. 1939 yılında on beş yaşına geldiğinde, Kâhire’deki el-Ezher Üniversitesi’ne gönderdi ve H. 1361 – M. 1942 yılında el-Ezher Üniversitesi’nden İlk Yeterlilik Diploması, ardından H. 1366 – M. 1947 yılında yine el-Ezher’den Şeria Fakültesi Diploması aldı. Daha sonra H. 1368 – M. 1949 yılında lisans diplomasi ile birlikte, şimdilerde doktora diploması olarak itibar edilen Hukuk Uzmanlığı belgesi aldı.

Filistin-“İsrail” Savaşı esnasında Filistin’de Cihâd etmeleri için gençleri toplamaya ve Mısır’dan dönmeye çalıştı, ancak geri döndüğünde ateşkes îlan edilmiş, savaş sona ermiş, silahlar bırakılmıştı. Dolayısıyla niyet etmesine karşın Filistin’de Cihâd etmeye imkân bulamamıştı. Kendisi, el-Ezher Üniversitesi’ndeki arkadaşlarınca çok seviliyordu. Bunun için ve derslerindeki üstün başarısından dolayı kendisine “Melik” diyorlardı.

M. 1949 yılında el-Halîl’e döndüğünde, öğretim alanında çalıştı. Ardından iki seneliğine Beyt Lahim okullarına tâyin edildi. Sonra 1951 yılında el-Halîl’e geçti ve Usâme ibn-u Munkiz okulunda öğretmen olarak çalıştı.

Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî -Rahimehullah- ile buluşması 1952 yılında oldu. Onunla koordinasyon kurmak, ders almak ve Hizb ekseninde münâkaşa etmek üzere el-Kuds’e gelir-gider olur. İş başlar başlamaz, Hizb’e katıldı ve 1956 yılından beri Hizb’in liderlik üyesi olageldi. Kendisi, usta bir hatip ve insanlar tarafından sevilen biri idi. Cumâ günleri salâhtan önce, el-Mescîd-il İbrâhîmiyye’nin el-Yûsufiyye diye bilinen kısmında dersler veriyor, halkın çoğu hazır bulunuyordu. Ardından Cumâ’dan sonra el-Mescîd-il İbrâhîmiyye’nin es-Sahn diye bilinen kısmında hutbeler irâd etmeye başlıyor, yine halkın çoğu hazır bulunuyordu. Hem 1954 yılında hem de 1956 yılında milletvekilliği seçimleri îlan edilince aday oldu. Lâkin devletin (Ürdün Devleti’nin) sonuçlara hile karıştırmasından dolayı kazanamadı. Ardından Şeyh tutuklanarak el-Cifr-us Sahrâvî Hapishanesi’ne konuldu. Allah kendisine kurtuluş verinceye kadar orada senelerce kaldı.

Şeyh -Rahimehullah- gerçekten Müessis Emîr’in sağ kolu, sadağının bir oku idi. Onu büyük görevlere gönderir, o da hiç tereddüt etmeksizin dâveti, ehlinin, çocuklarının ve hayatın geçici metâının önüne geçirirdi. Nitekim onu bir gün Türkiye’de, ertesi gün Irak’ta, ardından Mısır’da, daha sonra Lübnan’da ve Ürdün’de… görürdün. Emîri her ne zaman kendisini çağırsa, Hak ile kâim bir nefer olarak yanı başında bulurdu. Nitekim Irak’taki görevi, ancak adam gibi adamların yapabileceği büyük bir görev idi ve bu görevi, Müessis Emîr’in teklifi ve gözetimi altında üstlenmişti. Onun bu görevdeki konumu, Allah’ın izni ile azîm idi.

Ne zaman ki Allah Müessis Emîr’i vefât ettirdi, ondan sonra emânetin taşınması için onu seçti. O da emâneti hakkıyla yüklendi ve onu, yüksekten daha yükseğe taşıdı. Dâvetin kulesini daha da yükseltti. Çalışma meydanını, Orta Asya ve Güneydoğu Asya Müslümanlarına varacak kadar genişletti. Hatta Dâvetin sesinin, Avrupa’da ve diğer bölgelerde yankılanması onun sayesinde oldu.

Büyük Âlim’in son günlerinde Neks (Döneklik) Fitnesi zuhur etti. Zira Şeytan, Şeyh’in yumuşak başlılığını istismâr eden bir grubun akıllarını istilâ etti. Bunun üzerine bir gecede bir iş düşündüler ve gidişâtı dosdoğru çizgisinden saptırmaya çalıştılar. Nitekim bu nâkisler (dönekler) zümresi, evvelâ Allah’ın lûtfu sonra Şeyh’in hikmeti olmasaydı Hizb’in cisminde derin bir yara açacaklardı. Ne var ki bu nâkislerin girişimleri basit bir sıyrıktan öte geçmedi ve çok geçmeden, iyileşti ve öncekinden daha güçlü hale geldi. Bu zümre ise sindi ve unutulmaya yüz tuttu.

Büyük âlim, seksen yaşına kadar dâveti taşımaya ve liderliğini yapmaya devam etti. Sanki o, ecelinin yaklaştığını hissedercesine, ömrünün üçte birini, yaklaşık yirmi beş senesini Müessis Emîr’in sağ kolu olarak ve bir o kadar da Hizb’in Emîri olarak yükünü kaldırmada tükettiği bu dâvetin üzerinde bulunduğundan mutmain olduğu halde Allah Subhânehu’nun huzuruna çıkmayı arzuladı. Bunun için Hizb’in emîrliğinden ayrılmayı ve kendisinden sonraki emîrin seçimini görmeyi arzuladı. Öyle de oldu. Zîra H. 14 Muharram-ul Harâm 1424 el-muvâfık 17 Mart 2003 Pazartesi günü Hizb’in liderliğinden ayrıldı.

Bundan yaklaşık kırk gün sonra, Hizb-ut Tahrir’in Emîri Büyük Âlim Şeyh AbdulKadîm Yûsuf Zellûm, H. 27 Safer-ul Hayr 1424 el-muvâfık 29 Nisan 2003 Salı gecesi yaklaşık seksen yaşında iken Beyrut’ta vefat etti. O’nun için el-Halîl’deki “Ebû Ğarbiyyet-uş Şa’râvî” Dîvânı’nda taziye evleri kuruldu. el-Halîl şehri böylesine hiç tanık olmamıştı. O kadar ki her şehirden ve köyden insanlar heyetler halinde geliyorlar, taziyeye gelenler, şâirler ve konuşmacılar, taziyeye şiirleri ve nesirleri ile iştirakte birbirleri ile yarışıyorlardı. Taziyeleri taziye kabul edenlere ve taziyede hazır bulunanlara iletmeleri için Sudan’dan, Kuveyt’ten, Avrupa’dan, Endonezya’dan, Amerika’dan, Ürdün’den, Mısır’dan ve diğer birçok bölgeden aranan mikrofon bağlantılı telefonlar hiç susmuyordu. Kezâ Amman’da ve başka yerlerde de taziye evleri kurulmuştu.

Rahimehullah, hak hususunda cesur idi, hiçbir kınayıcının kınamasından Allah için korkmazdı. Aktif idi, dâveti taşımada bıkmaz ve usanmaz idi. Tevâzusu, güzel ahlâkı, haram olmayandan başkasına karşı sinirlerine hâkim, halîm, yumuşak huylu, kerîm, cömert olarak bilinirdi. Yine kıyâm-ul leyh yapardı, Allah Subhânehu’nun âyetlerini okurken onu bir ağlamak tutardı, dâvet üzerinde sabırlı ve sebatkâr idi. Zâlimlerin tâkibatı karşısında, Allah Subhânehu’nun rahmetin kavuşuncaya kadar garip olarak yaşadı. Artık ecri Allah’a aittir. Allah ona geniş bir rahmet ile rahmet etsin.

Kendi teliflerinden ve onun döneminde Hizb’in yayınladığı kitaplardan ve kitapçıklardan bazıları şunlardır:

1.       Hilâfet Devleti’nde Mâliye

2.       Genişletilmiş ve Düzeltilmiş Yönetim Nizâmı

3.       Demokrasi Küfür Nizâmıdır

4.       Klonlama, Organ Nakli ve Diğer Hususların Şer’î Hükmü

5.       Hizb-ut Tahrir’in Değiştirme Metodu [Minhâc]

6.       Hizb-ut Tahrir’in Târifi

7.       İslâm’ı Yok Etmeye Yönelik Amerikan Kampanyası

8.       Bush’un Müslümanlara Yönelik Haçlı Saldırısı

9.       Malî Piyasalardaki Sarsıntılar

10.     Hadâratlar Çatışmasının Kaçınılmazlığı …

Devamını oku...

Şeyh Atâ Ebu’r Raştâ

Hizb’in Şimdiki Emîri:

Usûl-ul Fıkh Âlimi Atâ Ebu’r Raştâ

Hizb-ut Tahrir Mezâlim Dîvânı Başkanı, H. 11 Safer-ul Hayr 1424 el-muvâfık M. 13 Nisan 2003 tarihinde, Usûl Âlimi ve Mühendis Atâ Ebu’r Raştâ’nın [Ebû Yâsîn] Hizb-ut Tahrir’in Emîri olarak seçildiğini îlan etti. Nitekim dâvete verdiği üstün ihtimâmın etkisi, Hizb’in çalışmasını güzel idâresi ve şebâbın enerjisini en verimli bir şekilde değerlendirmesi bakımından, Allah Subhanehu’nun Nusrete onun eliyle ulaştıracağına dair büyük bir ümit beslenmektedir.

Hayatından Bir Nebze:

O, Atâ İbn-u Halîl İbn-u Ahmed İbn-u AbdulKadîr el-Hatîb Ebû er-Raştâ’dır. Râcih görüşe göre H. 1362 el-muvâfık M. 1943 yılında, Filistin diyarındaki el-Halîl bölgelerinden Ra’nâ adındaki küçük bir köyde, halkı dindarlığı ile meşhur mütedeyyin bir aile içerisinde doğdu. Henüz küçük yaşta iken Filistin trajedisine, İngiltere’nin desteği ve Arap yöneticilerin ihâneti ile meydana gelen 1948’deki Yahudi işgaline tanık oldu. Bundan sonra ailesi ile birlikte el-Halîl civarındaki mülteci kamplarına taşındı.

İlk ve orta öğrenimini mülteci kampında tamamladı. Ardından 1959 yılında el-Halîl’deki el-Huseyn bin Alî okulundan ilk lise diplomasını (Ürdün terk) ve 1960’da el-Kuds-uş Şerîf’teki el-İbrâhîmiyye okulundan (Mısır çıkışlı) genel lise diplomasını alarak lise öğrenimini tamamladı. Bundan sonra 1960–61 eğitim yılında Kâhire Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’ne girdi ve oradan 1966’da inşaat mühendisliği lisans diploması aldı. Mezuniyetinden sonra bazı Arap ülkelerinde mühendis olarak çalıştı. Nitekim inşaat mühendisliği çalışmaları alanında “Nicelikler Hesabının Çözümü ile Yapıların ve Yolların Kontrolü” isimli bir kitabı da vardır.

Hizb-ut Tahrir’e 1950’lerin ortasında orta öğrenimi sırasında katıldı ve zâlimlerin zindanlarında iken Allah yolunda birçok eziyetlere mâruz kaldı. Fakat Hizb’in tüm idârî teşkilât konumlarında; dâris, üye, müşrif, mahalliye nakîbi, vilâyet meclisi üyesi, mûtemed, resmî sözcü, Emîrin Bürosu üyesi olarak çalıştı, sonra da 11 Safer-ul Hayr 1424 el-muvâfık 13.04.2003 itibariyle, Allah’ın izniyle ve Allah’tan yükünü kaldırmada kendisine yardım etmesini niyâz ederek Hizb’in emîrliğini omuzlarına aldı.

İslâmî telifleri aşağıdakilerdir:

1. Bakara Sûresinin Tefsiri – (et-Teysîr fî Usûl-it Tefsîr – Sûrat-ul Bakara)

2. Usûl-ul Fıkh Etütleri – Teysîr-ul Vusûl ile’l Usûl

3. Kitapçıklarından bazıları

a. Ekonomik Krizler – İslâm’ın Bakış Açısından Vâkıası ve Çözümü

b. Arap Yarımadası ile Körfez’de Yeni Haçlı Saldırısı

c. Sanayileşme Siyâseti ve Sınâî Devletin İnşâsı

4. Onun döneminde (şu ana kadar) Hizb’in aşağıdaki kitapları yayınlandı:

a. İslâmî Nefsiyetin Dinamiklerinden

b. Siyâsî Meseleler – İşgâl Edilmiş Müslüman Beldeler

c. Genişletilmiş ve Düzeltilmiş Siyâsî Mefhumlar

d. Hilâfet Devleti’nde Nizâmî Öğretimin Esâsları

e. Yönetimde ve İdârede Hilâfet Devleti’nin Cihazları

O, Allah Subhânehu ile Rasulü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]’in hoşnut olacağı veçhile dâvet emânetini hakkıyla taşıyabilmede Allah Subhânehu’dan kendisine yardım edip doğrultmasını ve Râşidî Hilâfet’in ikâmesinin açılışını kendi eliyle nasip etmesini Allah’tan niyâz etmektedir. Muhakkak ki O, İşitendir, İcâbet Edendir.

O’nun dönemindeki en dikkat çekici amellerden birisi, bundan seksen dört sene önce Hilâfet’in yıkılışının elîm yıldönümü münâsebeti ile H. 28 Raceb 1426 el-muvâfık M. 02 Eylül 2005 tarihinde Hizb’in tüm Müslümanlara yönelik nîdâsıdır. Nitekim Hizb, o gün Cuma sâlahından sonra Doğuda Pasifik Okyanusu üzerindeki Endonezya’dan başlayarak Batıda Atlas Okyanusu üzerindeki Fas’a kadar olan Müslümanların tamamına bu nidâ ile haykırmış ve nîdânın müthiş bir tesiri olmuştur, hem de ne tesir! Buna ilaveten Hizb, hakkı haykırdığı konferanslar, yürüyüşler ve seminerler gibi… birçok genel ameller de yapmıştır.

Şimdiki Emîrin geçen üç yıllık dönemi, Allah Subhânehu’dan sürdürmesini ve artırmasını niyâz ettiğimiz hayırlar ile dolu idi. Nitekim nusret alâmetleri, Allah’ın izniyle Hizb üzerinde şimdiki Emîr ile birlikte görünmeye başladı ve bu dönem, tüm ümitlerin Allah’ın nusretini ihsân edeceği bir dönem olacağına dair ortak bir ümit olarak bütünleştiği bir dönem haline geldi.

Bu celîl Emîr; zühdü ile, takvası ile, şiddetli sadâkati ile, bağlılığı ile, kararlılığı ile ve ilmi ile göz kamaştırıcıdır. Hizb’in çalışmasının idâresindeki muhtelif sorumluluklarda, bilhassa resmî sözcülük, mûtemedlik, önceki Emîrin Bürosunda üyelik gibi kendisini Hizb’e liderlik ettiren sorumluluklarda gösterdiği uyanıklılığından faydalananlar yeterince faydalanmıştır. Nitekim o, üstlendiği tüm sorumlulukların, çalışma, tâkibat ve aktiflik gerektirdiğinin tamamen farkındadır. Bunun içindir ki şebâb, âdeta detaylara kadar dahi onun kendileri ile birlikte olduğu halde kendilerine liderlik ettiğini hissederler. İşte kendisini, şebâbın tüm kudretlerini en efdâl yönden sonuna kadar değerlendirir hale getiren budur…

İşte böyle; geçen asrın 50’li yıllarının başında, el-Mescid-il Aksâ el-Mubârak’te Hizb-ut Tahrir’in aktif olarak harekete geçtiği îlan edilmiş, başlıca hedefi olarak Râşidî Hilâfet’in ikâmesi üzere çalışmak konulmuş ve Hizb’in kıyâdesini, Âlim-ul Allâme Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, Hizb’e liderliğinin üzerinden yaklaşık yirmi beş sene geçip de vefât edinceye dek sürdürmüştür.

Ondan sonra Hizb’in emîrliğini 1977 yılında Büyük Âlim Şeyh AbdulKadîm Zellûm üstlenmiş, kendi döneminde Hizb’in çalışmasını iyice büyütmüş, üyelerinin sayısını artırmış, Hizb’in elini dünyanın birçok ülkesine uzatmış ve Hizb, binlerce Müslüman şebâbı onun döneminde bünyesine katmıştır. Büyük Âlim AbdulKadîm Zellûm, Hizb’in kıyâdesinde yaklaşık çeyrek asır geçirdikten sonra seksen yaşına doğru vefât etmiştir.

Ondan sonra Hizb’in emîrliğini 2003 yılında Hizb’in önde gelen celîl âlimlerinden biri olan Usûl-ul Fıkh Âlimi Şeyh Atâ Ebu’r Raştâ üstlenmiş, Hizb’e güçlü bir atılım ile ivme kazandırmış, kendisinden önceki iki Şeyhin ektiklerinin hasadını toplamak üzere çalışmış ve daha da ötesine geçip yepyeni güzel tohumlar atmıştır.

Bu üç emîr hakkında söylenenlerin en güzeli, şebâbdan birinin şu harika sözüdür:

O üçüdür ki Allah onların eliyle üç şeyi tamamlamıştır: Üç emîr, üç devreyi tamamlamıştır:

Birincisi: Kurdu ve kitleleştirdi,

İkincisi: Etkinleştirdi ve duyurdu,

Üçüncüsü: Nusret istiyor ve Allah’ın izniyle nusret bulacak(Âmîn).

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER