Perşembe, 16 Recep 1446 | 2025/01/16
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Tony Abbott, İslam'a ve Müslümanlara Saldırıda Howard'ın İzini Takip Ediyor

Avustralya'daki muhalefet lideri Tony Abbott, Victoria eyaletindeki seçim kampanyasında seçimleri kazanması halinde Hizb-ut Tahrir'i yasaklama yönünde harekete geçeceğini söyleyerek hizbi, terör için verimli zemin oluşturmaya yardımcı olmak, kin yaymak ve Avustralya'nın değerlerini alçaltmakla suçladı.

Bu iddialara reddiye olarak aşağıdaki hususları beyan ederiz:

1. Bu, Sayın Abbott'un takip ettiği siyasi çizgide bocalamanın klasik bir tarzıdır. Zira o, 09.07.2010 tarihinde gazeteci Alan Jones ile Radyo JP-T'de Hizb-ut Tahrir'in Avustralya'da yasaklanması ile ilgili olarak yaptığı röportajda şöyle demişti: "Bu ülkede genel ilke şudur ki siz, yasaların ihlal edilmesine tahrik etme sınırına ulaşmadıkça yanlış fikirleri hatta yanlış sözleri cezalandıramazsınız." Bu açıklamasının üzerinden daha bir ay geçmeden Sayın Abbott, takip ettiği ucuz popülist politikanın öteki yüzünü ifşa etti.

2. Aslında Sayın Abbott ve geniş bir siyasi kesimin Hizb-ut Tahrir ile değil bizzat İslam'la sorunları vardır. Ancak bunu doğru düzgün bir şekilde açıklayacak medeni cesareti bulamadıkları için İslami fikirlere, simgelere, değerlere ve örgütlere düşmanlık yapmak için gerekçeler üretmektedirler. Aslında hükümet ile muhalefet aynı olup başta Batılı devletlerin İslam dünyasına müdahalesine son vermek ve Batıdaki İslami kuşağın İslam'ın akidesi ve değerleri pahasına entegre edilmesi projelerine karşı çıkması olmak üzere Hizb-ut Tahrir'in benimsediği meselelerle sorunları vardır.

3. Sayın Abbott'un tutumunun değişmesinde Avustralya'daki Yahudi lobisinin nüfuzu olduğu açıktır. Zira Avustralya'daki bazı Yahudi cemaatleri, ağlayıp sızlanarak hedeflenen kurban görüntüsü verme hususunda Hizb-ut Tahrir'in "İsrail'e" karşı net tutumunu istismar ettiler. Çünkü bu cemaatler, artık "İsrail'in" bu korkunç cürümlerini savunacak durumda olmadıkları için bunu ifşa eden sesleri susturmaya çalışmaktadırlar. Doğrusu halkın liderliğini elde etmek için çalışan bir şahsın halkın içerisindeki bir gurubun yanında yer alması ve onun nüfuzuna boyun eğmesi yakışık alamayan bir davranıştır.

4. Sayın Abbott'un Avustralya'daki Yahudiler için kaygı duyduğunu ifade etmesi, uygulanan çifte standardı göstermektedir. Zira Avustralya'daki Müslümanlar, Irak ve Afganistan'daki kardeşlerine sempati duyunca Avustralya'ya olan bağlılıkları hakkında şüpheler gündeme getirilirken birisi "İsrail'e" saldırınca bu mesele siyasilerin tepki gösterdikleri bir durum olmasından dolayı Yahudiler güvende olmadıklarını hissedebilmektedirler. Bilindiği üzere Hizb-ut Tahrir'in karşı çıktığı şey bizzat "İsrail'in" meşruiyetidir yoksa ne Yahudiler ne de Avustralya'da yaşayan Yahudilerdir.

5. İslam, insanlar arasında etnik temelli ayrımcılık yapmaz. Bu nedenle bizler, antisemitizm iddialarını reddeder ve Yahudilere asırlardır İslami Hilafetin gölgesinde gördükleri güzel muameleyi hatırlatırız. "İsrail'e" gelince; meşru olmayan bir işgal devletidir ve yok oluş anını yaşamaktadır. Onun bu hakikatini bazı Yahudiler de dahil dünyadaki milyonlarca insan bilmekte ve bunu ifade etmektedirler. Bu ülkedeki Yahudilerin meşru olmayan bu devleti desteklemekten vazgeçmelerinin ve tarihten ders çıkarmalarının hikmetli bir davranış olacağı düşüncesindeyiz.

6. Hizb-ut Tahrir, gayesini gerçekleştirmek için şiddet kullanmayan siyasi bir hizbtir. Nitekim baskıcı otoriter rejimlerin gölgesinde çalıştığı elli küsur yıldır maruz kaldığı onca tutuklamalara, zulümlere ve baskılara rağmen bu metodunu koruyagelmiştir. Tüm tarafsız kaynaklar da bunu teyit etmektedir. Garip olanı ise Hizb-ut Tahrir'e yönelik bu suçlamaların Irak'ta, Afganistan'da ve Filistin'de milyonlarca insanı kurban eden en azılı teröristi destekleyen ve desteklemeye devam eden bu kişilerden gelmiş olmasıdır.

7. Avustralya'daki Müslümanların genelinin inandığı şeyler hakkında mesnetsiz açıklamalarda bulunmak yerine Sayın Abbott'u, Müslümanların yaşadığı sokakları ziyaret etmeye, Hilafetin geri gelmesi, Müslümanların beldelerinde şeriatın tatbik edilmesi ve "İsrail'in" varlığının meşruiyeti hakkındaki görüşlerini bizzat kendilerinden dinlemeye, Batılı devletlerin Müslümanların beldelerine müdahale etmeleri hakkındaki görüşlerinin yanı sıra Avustralya devletinin Müslümanlara yönelik dahili ve harici politikası hakkındaki görüşlerini de sormaya davet ediyoruz. Yoksa Müslümanların bu meseleler hakkındaki görüşlerini bizzat kendilerinden dinlemedikçe Sayın Abbott, hakikatleri görmezlikten gelerek mutluluk içinde yaşamaya devam edecektir!!

8. Bizler Hizb-ut Tahrir / Avustralya olarak Sayın Abbott'u, -devlet adamı cesareti varsa- ucuz popülist seçim politikalarının arkasına gizlenmek yerine bu meseleler hakkında açık tartışma yapmak için hodri meydan diyor, yer, zaman ve konu seçimini kendisine bırakıyoruz.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Ucuz Yöntem

Ürdün güvenlik birimleri, geçen hafta sonu ucuz bir yöntemle Hizb-ut Tahrir'in tanınmış üyelerinden biri olan ve daha önce açık kalp ameliyatı geçirip kalp hastası yaklaşık 70 yaşındaki Bedreddin Sadık (Ebu Sadık'ı) tutukladı.

Söz konusu tutuklama olayı, onlardan birinin kendisiyle temas kurması, kendisinin ez-Zerkâ'daki Cebel-i Zeytun Hastanesi'nde laboratuar personeli olduğunu ve yaptırdığı test sonuçlarını alması için laboratuara gitmesini talep etmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Zira bunun üzerine Ebu Sadık, "test sonuçlarını aldığını" söylemiş ve aralarında kısa bir tartışma yaşandıktan sonra buna icabet ederek hastaneye gitmiş ve orada hastaneden hiçbir kimsenin kendisi ile temasa geçmediği sürprizi ile karşılaşmıştır. Derken bazı sivil kıyafetli kişiler etrafına sarmışlar ve kendilerinin "özel güvenlikten" olduğunu söyleyerek onu götürmüşlerdir. Sonra er-Rasîfe'deki bürosunu çıkarak bürosunu aramışlardır. Sonra ez-Zerkâ'daki evine çıkarak evini de aramışlar ve sonra da kendisine hapse atmışlar ve halen hapishanededir.

Kendisi ile temas kuran ve yalan söyleyerek kendisinin Cebel-i Zeytun Hastanesi'nde laboratuar personeli olduğunu söyleyen bu kişinin güvenlik elemanlarından olduğu ortaya çıkmıştır. Bu kişi isminden zerre kadar nasibini almamıştır. Çünkü güvenlik elemanının görevi, emniyeti ve güvenliği sağlamak ve insanların onun varlığından dolayı güven duymasıdır. Yoksa hedefine ulaşmak için başkasının kimliğini intihal etmek, yalan söylemek, aldatmak ve hile yapmak değildir. Ancak bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü bu tutuklamaların maksadı sinsi bir maksattır ki o, İslami hayatı yeniden başlatmaya dönük davetin karşısında durmak ve Hilafet Devleti'nin kurulmasını engellemektir. Ancak heyhat ki heyhat... Zira Allah Celle Celeluhu, İslam'ın hayatın tüm işlerine geri dönmesi karşısında durmak isteyenlerin bütün çabalarını boşa çıkarmayı vaat etmiştir ki O'nun vaadi haktır.

Ebu Sadık'a tüm insanlar tarafından hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın açıktan davet etmekle tanındığı oturma ve çalışma yerinden uzak bir yerde yaklaştılar. Zira o, sürekli olarak insanlarla temas kurmakta ve onları Hilafet Devleti'ni kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için çalışmaya davet etmektedir. Ancak onu tutuklayan kimseler, onu doğal ortamı olan oturma ve çalışma yerinde tutuklasaydılar insanların lanetlerine ve karşı çıkışlarına maruz kalacaklarını bilmekteydiler. Bu lanetleri ve karşı çıkışları birçok yerde işittiler ve sürekli olarak da işiteceklerdir.

وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Şüphesiz ki Allah, emrine galiptir, muktedirdir. Velakin insanların çoğu bunu bilmezler! [Yûsuf 21]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir, Zerdari'nin Ziyaretini Protesto Etmek İçin Bir Gösteri Düzenledi Göstericiler, Bozuk Liderliklerin ve Nizamların Enkazı Üzerine Hilafetin Kurulmasını Talep Ettiler

Hizb-ut Tahrir şebabı, Londra'da Zerdari'nin ziyareti aleyhinde bir gösteri düzenledi. Göstericiler, Zerdari ile Gilani'yi kınayan ve Pakistan'da Hilafetin kurulmasına davet eden pankartlar açtıkları gibi bugünlerde Pakistan'ı kasıp kavuran felaketlerin sebebinin zavallı liderler ile kapitalizm nizamının bozukluğu ve bu felaketlerden kurtulmanın tek yolunun mevcut liderler ile nizamın enkazı üzerine Hilafet Devleti'ni kurmak olduğunu vurguladılar.

Pakistan Enfermasyon Bakanı "Kamer ez-Zaman Kâri", gösteriyi "Hizb-ut Tahrir'in demokratik hakkı" olarak değerlendirdi. Güya o, bu değerlendirmesi ile İngiliz medyasına, kendisini demokrasinin uygulanması için yarışıyormuş gibi göstermek istedi! Ancak aslında o da Pakistan'da Hizb-ut Tahrir gibi siyasi partileri yasaklayan ve şebabını hapishanelere atan diğer demokrat yöneticiler gibidir.

Zerdari'nin Londra ziyareti, Pakistan'ın sel baskınları ile boğuştuğu bir zamanda gerçekleşmiştir. Bu da diktatörler gibi demokrat yöneticilerin de Amerikalılar ile İngilizlerin ellerinde birer kukla olduğunu, hayattaki tek dertlerinin mal mülk edinmek ve fesatlarını kanunların üstüne çıkarmak olduğunu teyit etmektedir. Pakistan halkı, ister demokrasi isterse diktatörlük yoluyla olsun kendilerine kapitalizm nizamının tatbik edilmesini reddetmekte ve İslam'ın Hilafet Devleti yoluyla tatbik edilmesinden başka bir şey istememektedir. Keza ümmet de gerek yönetimde gerekse muhalefette olsunlar bu nizamın hamilerini kınamaktadır.

Kuvvet sahiplerinden tercih ettikleri bu sessizlikten vazgeçmelerini, mevcut nizamı alaşağı etmelerini ve Hilafet Devleti'ni kurması için Hizb-ut Tahrir'e nusret vermelerini talep ediyoruz. Zira İslam'ın tatbik etmenin ve ümmeti birleştirmenin tek yolu Hilafet Devleti'dir.

Şeyh Şehzad
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmi Sözcü Yardımcısı
Pakistan Vilâyeti

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İslam: Bir Din ve İdeolojidir Peki Niye Şimdi Bu Soru?

İslam'ın bir din mi yoksa ideoloji mi olması bakımından bu sorununun çözümü, Hollanda'da hükümetin oluşturulması için şu ana kadar süregelen müzakerelerin yapıldığı mevcut durumla ilgili bir meseledir. Hepimiz biliyoruz ki şu anda bu sorunun cevabı, İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak yürütülecek olan gelecekteki politikayı belirleyecektir.

Aslında bir din mi yoksa ideoloji mi olması bakımından İslam'la ilgili bu soru, akademik rengi olan bir meseledir. Bir kimse İslam'ı ister bir din isterse ideoloji olarak tarif etsin bu durum İslam'ın vakıasını değiştirmez. Politikacılar ise birer akademisyen olmadığına göre önemli olan bu soruna takılmamalarıdır. Bilakis önemli olan politika üretmeleridir. Politika üretmek ise akademik görüşten uzak durmak ve vakıaya olduğu gibi bakmak demektir.

İslam'ın vakıası ise dünya hayatının öncesi ve sonrası ile olan alakası demektir. Bu da cennet ve cehennem demek olduğu gibi insanın yaratıcısına nasıl ibadet etmesi gerektiği de demektir. Binaenaleyh İslam, kabul edilebilir herhangi bir tarife göre kuşkusuz kendisine din mefhumunun intibak ettiği bir dindir. Ancak İslam, ibadet mefhumunu genelleştirir. Dolayısıyla insanın hayattaki tüm işlerini vahiy yoluyla öğrendiğimiz şeri hükümlere göre düzenlemesini zorunlu kılar. Zira İslam, sadece insanın ruhi yönünün düzenlenmesi demek değildir. Bilakis aynı zamanda insanın yeryüzündeki hayatının, yani muamelatların, evlilik işlerinin, toplumsal ilişkilerin ve benzerlerinin düzenlenmesi de demektir. İnsanın işlerinin belirli bir görüşe göre belirli kaidelere uygun olarak düzenlenmesi ise kendisine "İdeoloji" kelimesinin ıtlak edildiği şeydir. Binaenaleyh İslam, kabul edilebilir herhangi bir tarife göre kuşkusuz kendisine ideoloji mefhumunun intibak ettiği bir ideolojidir.

Bundan dolayı İslam'ın bir din ve ideoloji olduğunu kabul etmek kaçınılmazdır.

Bunun kabul edilmesi halinde bu ülkedeki politikacıların sorması gereken sorular şunlardır:

Birincisi: En önemli olanı da budur: Mademki İslam, bu ülkede egemen olan laiklik görüşü ile çelişen bir görüş, yani akidevi-ideolojik bir alternatif ortaya koymaktadır o halde herkese düşen şu soruyu sormaktır: İnsanın sorunlarını çözmeye muktedir sahih görüş, İslam mı yoksa laiklik midir?

İkincisi: Bu ülkedeki insanların geneli laikliğe inanmasına rağmen bu ülkede yaşayan ve laikliğe inanmayan büyük oranda Müslüman bir kesim vardır. Bu büyük orandaki insanlar, ülkenin sistemini değiştirmek için çalışmamasına rağmen kimliğini ve akidesini korumayı istemektedirler. O halde varit olan soru şudur: Sistem, bu iki hususun arasını nasıl uzlaştıracaktır? Yani kendi toplumu içerisindeki bu farklı gurubun varlığını nasıl kabullenecektir?

Politikacıların üzerinde durması gereken sorular işte bunlardır. İslam'ın bir din mi yoksa ideoloji mi olduğu sorusuna gelince; politikacıların hikmetten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir çarpıtmadır.

Bizler İslam'ı ideolojiler kapsamında tasnif etmek isteyen politikacıların var olduğunu biliyoruz. Çünkü onlar, "inanç özgürlüğünün" faaliyetlerini sınırlandırdığının farkındalar. Zira onlar, "İslam sadece bir ideolojidir" dedikleri zaman dinin hükümlerini değiştirebilecekleri gibi İslam'ın ülkenin laiklik görüşünü tehdit ettiğini de iddia edebileceklerdir. Hakeza ülkenin liberal laiklik ideolojisini koruma noktasından hareketle toplumu tehdit eden bir ideoloji olarak İslam'a karşı çıkmak kaçınılmazı olacaktır.

İslam'ın bir din olarak tanımlanmasında bir sakınca görmeyen ikinci guruba gelince; aslında birinci guruptan farklı değildir. Zira o da böylece Nasranilik diyanetine tabi olarak İslam dininin bir bütün olarak dinleri kuşatan laiklik manzumesi kapsamında uyarlanması anlamında entegrasyona çağrıda bulunmak için eline bir fırsat geçirmektedir. Böylece onlar nezdinde İslam, sırf birer ibadet ve manevi ayin olarak kalmaktadır.

Aslında İslam'ın din veya ideoloji kapsamında tasnif edilmesi ile ilgili bu tartışmayı takip eden akıl sahibi herkes Hollanda'nın içerisine sürüklendiği ve Orta Çağlardaki karanlığa çok benzeyen karanlık geleceği açıkça görebilir. Zira bugünkü yöneticiler, kendi akidelerinden ve görüş açılarından farklı olan akidelere ve bakış açılarına tolerans göstermemektedirler. Bundan dolayı kendilerinden farklı olan kimseleri bitirmek için çalışmaktadırlar. Avrupa, karanlık çağlardan çıkmak için mücadele vermişken bugünkü politikacılar ise onu tekrar bu karanlık çağa geri götürmektedirler. Dolayısıyla aslında bugünkü politikacılar, Orta Çağlardaki tiranların varislerinden öte bir şey değildirler.

Okay Pala [Ebu Zeyn]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Hollanda

Devamını oku...

Soru-Cevaplar

Soru-1: Bir kardeşimize işgal altındaki İslam beldelerinden birinde -Afganistan olması muhtemeldir- tıbbi klinikler açması teklif edildi. Bu klinikler, hem işgal altındaki bu beldenin rejimi hem de işgal güçleri ile sözleşme yapacaktır. Zira onlara tıbbi hizmetler verecektir. Aynı zamanda bu beldede gerekli olan ekipman ve donanımları sağlayacak Türkiye'deki bir tıbbi kuruluşa bağlı olacaktır.

O halde:

-Afganistan ve Filistin gibi işgal altındaki İslami bir beldede -merkezi Türkiye'de olan tıbbi bir kuruluşa bağlı- tıbbi klinikler açmanın şer hükmü nedir?

-İşgal altındaki rejimin avenelerine ve bu beldedeki işgal kuvvetlerine sağlık hizmeti vermenin hükmü nedir?

-Türkiye'deki tıbbi bir kuruluşun -işgal altındaki İslami bir beldede inşa edilecek- klinikler açması, tıbbi ekipman ve donanımlar temin etmesi caiz midir?

-Bir şabın bu işi yapması, yani işgal altındaki bir beldede klinikler açması caiz midir? Bu şabın maaşını Türk tıbbi kuruluşundan alacağı, yani o, bir nevi işgal altındaki bu beldede bu kuruluşun temsilcisi konumunda olacağı bilinmelidir.

Cevap-1: İşgal kuvvetlerine tıbbi hizmet vermek caiz değildir. Şayet tıbbi kuruluşun işgal altındaki bu beldede açacağı tıbbi klinikler, işgalcilere değil de işgal altındaki beldenin halkına hizmet verecekse bu kliniklerin işi caizdir. Fakat işgalcilere tıbbi hizmet verecekse bu caiz değildir. İşgal edilen beldedeki bu tıbbi kliniklerde çalışacak olan şab açısından da böyledir. Zira onun işgalcilere tıbbi hizmet vermesi caiz değildir.

 

Soru-2: Bize fiilen harbi devletlerle ticari mübadelenin/ilişkinin haramlılığına ilişkin olarak 06.02.2006 tarihli detaylı bir cevap göndermiş ve Amerikan malları üzerinde durmuştunuz. Bilindiği üzere Çin, Doğu Türkistan'ı işgal etmekte, orada fesat saçmakta, kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere Müslümanları katletmektedir... Böylece Çin, Müslümanlar açısından fiilen muharip devletler sınıfına girmektedir. Binaenaleyh aynen Amerika'ya olduğu gibi ona karşı fiili savaş hali mi alınmalıdır? Yani ithalat ve benzerleri gibi Çin ile doğrudan herhangi ticari ilişkiye girmek haram mıdır? (Türk pazarlarındaki) üçüncü bir taraftan Çin mallarını satın almak caiz midir yoksa aynı şekilde buda mı haramdır? Bildiğiniz üzere pazarlardaki malların büyük bir çoğunluğunun kaynağı Çin'dir. Bunu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizleri hayırla mükafatlandırsın.

Cevap-2: Doğrudan ilişkiye girilmesi halinde fiilen muharip devletlerle ilişkiye girmek caiz değildir. Fakat üçüncü bir tarafla olursa bu caizdir. Yani doğrudan fiilen muharip devletlerin malını satın almak caiz değildir. Fakat bu malı fiilen muharip devletlerden satın alan bir Türk tüccardan satın almışsan bunun günahı size değil bu tüccara aittir. Bu ise Afganistan ve Irak'ı işgal eden Amerika ve onunla birlikte ortak savaşan devletler gibi Müslümanların beldelerini işgal eden ve kendisiyle savaş halinin olduğu her ülkeye intibak eder.

Kardeşiniz

 

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Wikileaks internet sitesi tarafından CIA'nın resmi belgelerinin sızdırılması özellikle de Obama'nın Afganistan ve Pakistan'daki savaşın sürdürülmesi stratejisi hakkında büyük bir medya yaygarası kopartıldı. Gerçekten bu belgelerin sızdırılması Obama'nın bu iki ülkedeki savaşına yönelik büyük bir tehlike mi teşkil etmektedir? David Cameron'un Pakistan ve Pakistan'ın terör ihraç ettiği yönündeki son açıklamalarının bu meseleyle bir ilgisi var mıdır?

Bu soruya cevap vermeden önce aşağıdaki noktaların mülahaza edilmesi gerekir:

1. Başkan George Bush yönetiminin Afganistan savaşını idare ederken takip ettiği stratejisinin ağır bir başarısızlığa uğradığı artık bir sır değildir. Bush'un stratejisi Karzai'yi desteklemeye, yönetimine ve yönetim üzerindeki gücüne meşruiyet kazandırmaya, Afgan ordusunun gücünü iyileştirmeye, Peştunlu direnişçiler arasındaki ılımlı unsurları hükümete katmaya, Taliban'a ve kabile bölgelerinde bulunan diğer silahlı unsurlara karşı harekete geçmesi için Pakistan'a baskı uygulamaya dayanmaktaydı. Obama, 2009 yılında yönetimi devraldığı zaman yönetiminden Bush'un stratejisini kapsamlı olarak gözden geçirmesini talep etti.

Özetle Obama'nın öncelikli stratejisi; savaşa katılan Amerikan askerlerinin sayısını arttırmakla birlikte Pakistan topraklarındaki silahlı guruplara karşı insansız uçaklarla düzenlenen saldırıların dozajını arttırmak, kabileler bölgesinde özellikle de Veziristan bölgesinde operasyonlar yapması için Pakistan ordusuna karşı ek baskılar yapmakla birlikte Bush'un benimsediği temel ilkeler üzerinde devam etmektir. Bu stratejinin yerel ve devletlerarası kamuoyunda daha çok kabul görmesi için siviller arasındaki kayıpları düşürmeye ve sivil kuruluşları güçlendirmeye dönük girişimler gibi bu stratejide başka düzenlemeler de olmuştur.

Buna rağmen Obama'nın 2011 yılına kadar Afganistan'da konuşlanan Amerikan kuvvetlerinin sayısını azaltmaya yönelik süregelen çabası, sürekli olarak stratejiye zarar verdi, Obama yönetimi ile Amerikalı askeri komutanlar arasında tartışmaya yol açtı, müttefikler ile Afgan ve Pakistan gibi diğer yönetimler arasındaki anlaşmazlıkları derinleştirdi. Obama'nın bakış açısına göre çekilme zamanı takvimi, demokrat partinin 2012 yılındaki Amerikan başkanlık seçimlerinde etkin şekilde seçilme şansını arttırmak için kaçınılmaz bir husustur. Buna rağmen bazı askeri ve siyasi liderler, kendilerine göre gerçekçi olmayan bir dönemde Amerikan ordusundan birçok talepte bulunması sebebiyle Obama yönetimine şiddetle karşı çıktılar. Bu seslerden en dikkat çekici olanı ise erken yaşta Amerikan ordusundan emekli olmak zorunda bırakılan McChrystal'dir. Hatta onun yerine gelen Petraeus, mevcut Afganistan stratejisini uygulamayı ileriye taşımada tamamen aciz kalınca bu stratejinin bazı maddelerinde daha fazla değişiklik yapmak için çaba harcamak zorunda kalmıştır. Zira Karzai, koalisyon güçlerinin Afganistan'da istikrarı sağlayıncaya kadar 2011 yılı sonrasına dek kalması yönünde pek çok açıklamada bulunmuştur. Bu sırada Pakistan ise Amerika'nın tekrar Afganistan'ı terk etmesine ve Pakistan'ı sınırın her iki tarafında azgın bir savaşta Peştunlarla karşı karşıya bırakmasına şiddetle karşı çıktı. Ayrıca bu belgelerin sızdırılma olayının öncesinde de Obama yönetimi, kendi taraftarlarının sert eleştirilerinin yanı sıra hükümet, askeri kesim ve Amerikan ordusu içerisinde giderek artan bir muhalefet ile karşı karşıya kalmıştı.

2. Amerika Birleşik Devletleri, geçen dokuz senede bıkmadan Pakistan'ı Afganistan'da istikrarın sağlanmasında daha büyük bir rol oynamaya zorlamak için çalıştı. Bu da Pakistan ordusu komutanlığının kabile bölgesinde yaşayan vatandaşlarına karşı savaşa girmesi için ordusunun zihniyetini değiştirmeye yönelik mücadele vermesi demektir. Nitekim bu bağlamda temel rol Müşşerref'indi ve artık Amerikalı efendilerine hizmet etmesi mümkün olmayınca onu kaldırıp attılar ve selefinden daha etkin olması ümidiyle onun yerine Keyani'yi getirdiler. O kadar ki Amerikalılar, Pakistan hükümetini genelkurmay başkanı olarak görev süresini üç sene daha uzatmak zorunda bıraktılar. Nitekim Pakistan Devlet Başkanı Gilani, Keyani'nin görev süresinin uzatılması zamanı hakkında şöyle demiştir: "Zor dönemdeki bu operasyonlar ve bu operasyonların başarısının sürekliliği, yüksek askeri komutada sürekliliği gerektirir." [Financial Times/23.07. 2010] Buna rağmen Amerikalılar, Keyani'nin Pakistan ordusunu Kuzey Veziristan'daki Pakistan Talibanının yanı sıra diğer silahlı guruplara karşı harekete geçme hususunda Amerika'nın Kandahar'daki askeri operasyonlarına destek vermeye seferber etme çabaları karşısında büyük bir düş kırıklığına uğradılar. Nitekim son zamanlarda Amerikalı yetkililerin Pakistan'a yönelik birçok ziyaretine, sivil ve askeri yardımlarına rağmen Keyani, Taliban hareketinin ve silahlı gurupların Pakistan topraklarını kullanmasını engelleme hususunda elle tutulur bir başarı elde etmede başarısız oldu. İlk etapta bu başarısızlık Kandahar operasyonunun ertelenmesine ve seçim kampanyası sırasında Obama'nın Amerikan kuvvetlerini Afganistan'dan çekeceği vaadine etki etmesine yol açtı.

3. Obama yönetiminin Afganistan'daki bu başarısızlığı özellikle de bu başarısızlığın beraberinde getirdiği sivil katliamlar, cumhuriyetçilerin Obama'nın Afganistan politikasına yönelik ağır eleştirilerine yol açtı... Böylece Obama, ister bu senenin sonundaki yarıyıl seçimleri isterse 2012 yılındaki başkanlık seçimleri olsun bu seslerin demokrat partinin gelecek seçimlerde kazanma şansına etki etmesinden kaygılanır oldu.

İşte tam bu sırada belgelerin sızdırılması yaygarası kopartıldı.

4. Doksan bin (90.000) veya yaklaşık bu civarda olan sızdırılan bu belgelerin dakik bir şekilde incelenmesi sonucunda bu belgelerin Birleşik Devletleri'nin Afganistan veya Pakistan stratejisine ilişkin olarak yeni bilgileri ifşa etmediğini mülahaza ederiz. Bilakis Afganistan ve Pakistan ile bağlantılı bu belgelerin büyük çoğunluğu, Bush'un izlediği politikaları eleştirmektedir. Bu da şaşırtıcı değildir. Zira belgelerin tarihleri, Obama'nın görevini teslim almasının ve Afganistan ile Pakistan'a yönelik stratejisini ilan etmesinin öncesine dayanmaktadır. Bunun içindir ki bu belgelerin sızdırılması Obama yönetiminin değil Bush yönetiminin hatalarını ifşa etmektedir. Bu da Amerika Birleşik Devletleri'nin belgelerin sızdırılmasına yönelik şişirilen tepkisinin bu sızdırmanın Beyaz Saray'da Obama yönetimi tarafından tezgahlandığı yorumlarına neden olmaktadır.

Nitekim 27.07.2010'da "salon.com" internet sitesinde New York Times'ten iki yazar "Mark Mazzetti ve Eric Achmitt'in" belgelerin sızdırıldığı tarihin bir hafta öncesinde yayınlanması planlanan şeyler hakkında yönetimi bilgilendirmek için Beyaz Saray'a gittikleri ve hepsinin altın yıldız aldıkları(!) şeklinde yayınlanan haber bunu teyit etmektedir. Söz konusu site devamla şu sözlerini aktarıyor: "Biz bunu, yorum ve değerlendirme yapması için yönetime bir fırsat vermek amacıyla yaptık. Nitekim yaptılar da. Ayrıca belgelere yaklaşım yöntemimizden dolayı bize övgüde bulundular. Çünkü biz hem kendilerine meselenin tartışılması fırsatını verdik hem de bir sorumluluk olmasından dolayı bilgileri dikkatle ele aldık." [ New York Times reporters met with White House before publishing WikiLeaks story, Salon, Jul 27 2010, http://www.informationclearinghouse.info/article26025.htm]

5. Yukarıda belirtilenlere binaen bu soruya cevap olarak diyebiliriz ki bu eski istihbarat belgelerini sızdıran bizzat Obama yönetimidir ve bunu şu iki maksatla yapmıştır:

Birincisi: İç maksatladır ki Amerikan yönetimi muhaliflerine başarısızlığın temelinin eski yönetim dönemine dayandığını, bu belgelerin de bunu kanıtladığını ve kendisini geçen sonbaharda kapsamlı bir gözden geçirmeye iten şeyin bu eski politika olduğunu göstermektir. Nitekim Obama bunu şu sözleriyle açıklamıştır: "Kişileri veya operasyonları tehdit edebilecek savaş alanındaki hassas bilgilerin ifşa edilmesi karşısında endişe duymuş olsam da gerçek şudur ki bu belgeler, geçmişte kamuoyu ile tartışılmayan Afganistan'la ilgili hiçbir meseleyi ifşa etmemiştir. Aslında bu belgeler, beni geçen sonbaharda politikalarımızı kapsamlı şekilde gözden geçirmeye iten aynı zorluklara işaret etmektedir." [BBC Online/27.07.2010]

İkincisi: Dış maksatladır ki Pakistan ordusunu Taliban'a ve Kuzey Veziristan'da bulunan Hakkanî Cemaati'ne karşı harekete geçirmek üzere seferber etmesi için Keyani'ye daha fazla baskı yapmaktır. Burada şunu belirtmek gerekir ki, Keyani Müşerref'in yerine gelmeden önce 2004-2007 yılları arasında Pakistan istihbaratı başkanıydı. Dolayısıyla bu belgelerin sızdırılması Keyani'yi zor durumda bırakmıştır.

6. David Cameron'un Pakistan'ın ikiyüzlülüğü hakkındaki yorumlarına gelince; bunun başka bir yönü vardır. Zira bu, Pakistan'a baskı yapmak ve Amerika'nın Afganistan politikasını destekleyen bir görüntü vermek içindir. Oysa bundan maksat İngiliz politikasının adeti olduğu üzere Amerikan halkı Pakistan istihbaratının Amerikalıları öldürmesi için Taliban'a destek verdiğini öğrendiğinde Amerikan yönetimi ile Pakistan'ın arasını açma girişimi altında "perdenin" arkasından Pakistan'ı Amerikan halkı karşısında zor durumda bırakmaktır!

Ayrıca ikiyüzlü bir devlet yaftalaması ile Pakistan'ı sarsan her türlü açıklama, İngiltere'nin müttefiki olan Hindistan'ın konumunu güçlendirecek ve İngiltere yanlısı Kongre Partisi'nin ötesinde Hint halkının genelinin dostluğunu cezp edecektir. Çünkü İngiltere'nin Pakistan karşısında takınacağı her türlü aksi tutum, İngiltere ile Hindistan ilişkisini daha da güçlendirecektir. Hele ki Cameron, en göze çarpanı büyüyen ekonomik pazarıyla Hindistan'ın olduğu diğer güçlü devletlerle ticari ilişkiler kurarak ekonomik durgunluğu çözebilmek için mevcut İngiliz hükümetinden büyük bir ticari heyet eşliğinde Hindistan'ı ziyaret etmişken ve iki ülke arasındaki dostane ilişkilerin güçlenmesi ekonomik faaliyete yansıyacakken.

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Amerikalı Gangsterler, Gündüz Gözüyle Sokaklardaki Masum Afganlı Sivilleri Öldürüyorlar

Dün, yani 30 Temmuz 2010 günü, Amerikalı gangsterler, Amerikan Büyükelçiliği yakınlarında bir lüks mahalle olan Makruryan'da dört sivili öldürdüler. Korkunç olay, normal bir binek otomobilin bir Amerikan aracına çarpması sırasında meydana geldi. Zira bu olay üzerine Amerikan silahlı kuvvetleri ateş açarak geride Kabil'in nüfusunun en yoğun olduğu bir bölgenin sokağında dört ölü ve iki ağır yaralı bıraktılar.

Tüm bu yaşananlar ise bu olayın sorumluğunun "teröristlere" yüklenebileceği Kandahar, Helmand ve Vardak Meydanı gibi bir yerde meydana gelmemiştir. Bilakis bu olay Afganistan'ın başkentinde meydana gelmiştir. Dolayısıyla hakikatte bu, Karzai rejiminin yüzüne vurulmuş şiddetli bir şamar mesabesindedir. Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulan ve desteklenen Karzai rejimi, vahşi işgalciler masum sivilleri katlettiği arka bahçesini kontrol etmekte bile tamamen başarısız olmuştur.

Aslında, Amerikan kuvvetleri ve müttefiklerinin meselesinin, beldelerimizi işgal etmek, erkelerimizi ve kızlarımızı öldürmek ve servetlerimizi yağmalamak olduğu gerçeğini bundan daha iyi gösteren bir şey olamaz. Buna karşılık Afganistan'daki siyasetçiler ve yöneticiler ise kotluk yarışıyla meşgul olmaktadırlar. Zira onlardan her biri, kardeşlerini ve bacılarını sarıp sarmalayan vahşeti görmezden gelerek parlamentoda koltuk elde etmeye göz dikmektedir.

Hileli seçimleri boykot etmek, sömürgeci kuvvetlerin Afganistan'dan tamamen çekilmelerini ve sömürgecilerin kabusu olan Hilafet Devleti'nin yeniden kurulmasını talep etmek için uygun olan vakit işte bu vakittir. Çünkü sömürgeciler, Hilafetin Müslümanların beldelerindeki meşru olmayan vahşi hakimiyetlerini sona erdireceğini ve Müslümanların ordularını ümmeti ve topraklarını tüm işgal çeşitlerinden kurtaracak olan samimi bir Hilafet liderliği altında birleştireceğini bilmektedirler.

Devamını oku...

Ey Müslümanlar: İslamınıza Sımsıkı Sarılınız ve Demokratik Seçimleri Boykot Ediniz

  • Kategori Doğu Afrika
  •   |  

Kenya'nın bağımsızlığına kavuşmasından bu yana 4 Ağustos 2010'da ikinci defa anayasa referandumunun yapılması kararlaştırılmıştır. Bu günlerde her yerde zirveye ulaşan referandum kampanyası hazırlıkları başlamıştır. Ne yazık ki oradaki bazı şahsiyetler, katılımın sadece bir görev olmayıp bilakis Allahu [Subhânehu ve Te'âla]'nın mukaddes bir farzı olduğuna vurgu yaparak Müslümanları bu referanduma aktif olarak katılmaya teşvik etmektedirler!

Bu bağlamda demokratik nizamın vakıasını, onun aslını, demokrasinin kaynaklandığı akideyi açıklamamız ve demokratik seçimlere katılmanın şeri hükmünü beyan etmemiz çok önemlidir ki böylece muhlis Müslümanlar azim İslamlarının kendilerine emrettiği duruma sımsıkı sarılsınlar.

Demokrasi; insanlar manasına gelen "Demos" ile yönetim veya sulta manasına gelen "Kıratus" olmak üzere Yunanca iki kelimeden oluşan bileşik bir isimdir. Yani insanlar tam bir egemenlik ve otorite hakkına sahip oldukları gibi herhangi bir cihetin hiçbir müdahalesi olmaksızın hayat işlerini idare eden kanunlar koyma hakkına da sahiptirler. İşte bu esasa binaen de demokratik nizamdan temel özgürlükler fışkırmıştır. Bunlar ise akide özgürlüğü, fikir özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü ve şahsi özgürlüktür. Yani insana dilediğini söyleme ve ifade etmede tam bir özgürlük verilmiştir.

Demokrasi; Batılı bir yönetim nizamı olup dini hayattan veya siyasetten ayıran laiklik akidesinden fışkırmıştır. Bu laiklik akidesi ise eski yunanlılardan gelmiştir. Tarihsel olarak da miladi 18. asırda Avrupa ve Birleşik Devletlerdeki ideolojik devrimler sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunun ardından 1776 yılında Amerika Birleşik Devletleri anayasası ilan edilmiş bunu ise M. 1789'daki Fransız devriminin ardından Fransız anayasası takip etmiştir. Laiklik, İngilizce "ibadet yerinin dışındaki alan" anlamına gelen sekülarizm demektir. Bu akidede insan, hayatı ile dininin arasını ayırmaktadır ki böylece din, ibadet alanındaki dört duvar arasına hapsedilmiş siyasî, iktisadî, anayasa, yargı ve benzeri işler gibi genel hayat işlerine hiçbir katkısı ve etkisi olmayan bir şekilde kalagelsin... Bunun yerine laiklik, tüm bu işleri gözetmek için çıkarılan kanunlarda beşeri isteklere ve sınırlı bir akıla hasredilmektedir.

Demokrasinin vakıasının açıklanmasından sonra İslam'ın, demokrasinin bir küfür nizamı olduğuna hükmettiğinde ve bir Müslümanın ona inanmasını veya onun tatbik edilmesine davet etmesini haram kıldığında şüphe yoktur ki bu da aşağıdaki nedenlerden dolayıdır:

Birincisi: Demokratik akide, "dinin hayattan ayrılmasıdır" (bu da laikliktir) ki bu, zayıf bir mahluk olan insanın otorite hususunda yaratıcısıyla çekişmesi, yaratıcının otoritesini ibadet rolüyle sınırlandırması ve yaratıcının bunun ötesinde hiçbir otoritesi olmadığı anlamına gelmektedir! İşte bu akide, yaratıcının otoritesinin kayıtsız olarak her şeyi kapsayacak şekilde geniş olduğunu açıkça belirten İslam ve tevhit akidesi ile tamamen çelişmektedir. Zira Allahu [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:

أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ "Dikkat edin! Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne de yücedir." [el-A'râf 54]

Ve şöyle buyurmuştur:

لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." [el-Bakara 255]

İkincisi: İslam'da yasama, sadece Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın hakkı iken demokrasi bu hakkı ve gücü kendileri için kanunlar yapsınlar diye insanlara vermektedir. Allahu [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:

إِنْ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلَّهِ "Hüküm sadece Allah'a aittir." [Yûsuf 40]

Ve şöyle buyurmuştur:

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا "Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!" [en-Nîsâ 65]

Allahu [Subhânehu ve Te'alâ], (kapsamlı ideolojik) bir din inzal etmiştir ki o da İslam'dır. İslam ise insanın cehaletten kurtulması ve tüm işlerinde kalkınma üzerine çalışması için ibadet, iktisat, ekonomi, siyaset, ahlak, ve benzeri işleri kapsayan hayatın tüm yönlerine dair kanunları barındırmaktadır. O halde insanlığın bu ilahi kanunlara tamamen boyun eğmekten başka hiçbir seçeneği yoktur. Allahuteala şöyle buyurmuştur:

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُبِينًا "Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, ne mümin bir erkek ne de mümine bir hanım için o işlerinde herhangi bir serbestlik olur. Her kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklık ile sapıtmış olur." [el-Ahzâb 36]

Üçüncüsü: Madem ki demokrasi bir küfür nizamıdır o halde onların terminolojilerindeki mevcut manasıyla her türlü şeri kısıtlamalardan kurtulmak anlamına gelen "özgürlük" de dahil bu esastan fışkıran her şey de aynı şekilde küfürdür. Nitekim İslam, insanın bu dünyada "özgür" olmadığını bilakis bizlerin Allah'ın kulu olduğumuzu açıkça belirtmiştir. Bunun içindir ki bizler, her nerde olursak olalım yaratıcımızın İslami şeraitine bağlıyız.

Burada bazı Müslümanlar, demokrasinin meşruiyetine başvurmaktalar ancak bunu doğrudan yapamamaktadırlar. Zira küfür nizamını dolaylı olarak meşru göstermek için çeşitli bahaneler kullanmaya başvurmaktadırlar. Bu bahanelerden biri, gerçek maslahatlarımızı bilen yalnızca Allahu [Subhânehu ve Te'alâ] olmasına ve bu maslahatları da Resulü Muhammed [ SallAllahu Aleyhi ve Sellem] yoluyla ortaya çıkarmasına ve küfrün herhangi bir maslahatını kabul etmemesine rağmen "Müslümanların bazı faydaları demokrasinin gölgesinde elde edebileceklerini" söylemeleridir! Bunun yanı sıra şeri hükümler, Batının mikyasına kıyas edilmez ki o "menfaattir." Bilakis helal ve harama kıyas edilir. Şeri hüküm zaten demokratik nizama ortak olmanın haram olduğunu yukarıda belirlemiştir.

Diğer bazıları da şöyle söylemektedirler; demokratik seçim sürecinin dışında kalmamız bize zarar verecektir ve kafirler tüm güç merkezlerini ele geçireceklerdir. Bu gerekçenin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü burada mesele, İslam bizim bu sürece katılmamıza izin veriyor mu yoksa vermiyor mu? Buna ek olarak bu gerekçe, kendisinden zinayı bırakması talep edildiğinde "şayet ben zinayı bırakırsam diğerleri onu yapmaya devam edeceklerdir" diyen zaninin gerekçesine benzemektedir! Bu ise kesinlikle İslami bir gerekçe değildir. Kureyş kendisine mal mülk teklif ettiğinde Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] onlara karşı çıkarken onlara böyle mi söylemiştir? Yani o, tüm yönetim ve otorite merkezlerini tekellerine alsınlar diye kafirleri kendi hallerine mi bırakmıştır? Yoksa o, yani Resulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın hükmüne mi sımsıkı sarılmıştır? Evet, Müslümanların, küfrü, yani demokrasiyi sadece kafirlere terk etmeleri gerektiğini ve kafirleri küfürlerinde taklit etmemizin haram olduğunu açık ve net olarak ilan etmeliyiz. Bilakis bize düşen Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in küfrü kökünden söküp atmak ve onun yerine İslam'ı ikame etmek için getirdiği şekilde nevine münhasır olan İslam'ın biricik siyasetini takip etmektir!

Şayet Müslümanlar demokratik siyasi hayata katılmazlar ise zarara maruz kalacaklardır gerekçesine gelince; kesinlikle bu doğru değildir. Hakikatte ise Müslümanların seçim sürecine katılmaları, pratik açıdan İslam'a tabi olmamaları, mevcut demokratik ve laik kapitalizm küfrünü sağlamlaştırmaları ve devam ettirmeleri sayesinde imanlarını zayıflatmakla onlara zarar verecektir. Buna rağmen küfür yapısı itibarıyla zayıftır ve onun çöküşünün kaçınılmazdır!

Son olarak burada güya demokratik seçimlere katılmanın "bir zaruret" olduğunu ve bu katılımın bazı kazanımları elde etmelerini kolaylaştıracağını iddia eden kimseler vardır. Ümmetimize Mekke-i Mükerreme'de Nebi [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] ile birlikte olan Müslümanların bizim bugünkü halimizde olduğu gibi Dâr-ul Küfür'de yaşadıklarını hatırlatmak isteriz. O zaman onlar azınlıkta ve zayıf olup işkence, zulüm ve katliamın tüm çeşitlerinin acısını çekmişler ve buna rağmen iddia edilen bu "zarureti" kendileri için bir gerekçe olarak kullanmamışlardır. Bilakis İslam'a davetin sorumluluğunu yüklenme hususunda tahammül etmişler, sabretmişler, kurban vermişler ve tüm cehtlerini harcamışlardır. Şeri sınırlar içerisinde kendi hakları için mücadele ettikleri bir vakitte bazı zamanlar bazılarının ölümüne yol açsa bile cahili küfür nizamına ortak olmamışlardır. O halde bugün bizim, dünyevi maslahatımız için sevgili nebimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile onun sahabesine hıyanet etmemiz, Rabbimize isyan etmemiz ve küfür nizamlarına ortak olarak nefsimizi tahkir etmemiz caiz olur mu?!

Ey Müslümanlar!

Sizlere Rabbimiz karşısında dürüst olmanızı nasihat eder ve deriz ki; Allahuteala'dan ittika ediniz, İslam'ın cahili olduğunuz mazereti altında hüsnü niyetle yapsanız bile davet ettiğiniz şeylerden sakınınız, sizleri laik demokratik seçimlere katılmaya davet edenleri dinlemeyiniz. Zira sizleri kendisine davet ettikleri şey açık bir küfürdür! Bunun da ötesinde sizler, asil bir yönetim olan Raşidi Hilafete davet etmek yerine şerir fasit nizamlarını tatbik etmek ve uygulamak amacıyla Amerika Birleşik Devletleri'nin liderliğindeki Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın düşmanları ile Batılı sömürgecilerin yanında yer almaya davet ediyorsunuz. Doğu Afrika'daki Müslümanlar, demokratik seçimlere katılan ve bundan dolayı da İslam'a hizmet ettiklerini zanneden Mısır, Cezayir, Türkiye, Pakistan, Nijerya, Filistin ve diğer beldelerdeki kardeşlerimizin hatalarından ders çıkarmalıdırlar. Ancak bunun yerine bir gurup kafir tarafından tehlikeli bir tuzağa düşürülerek küfür nizamına bulaştılar ve ümmeti hayal kırıklığına uğrattılar. Çünkü onlar, küfür nizamı gölgesinde kapsamlı bir İslam'ı asla tatbik edemeyeceklerdir.

Ey Kerim Müslümanlar!

Hizb-ut Tahrir / Doğu Afrika sizleri, kerim nebiniz SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in kendisinden asla taviz vermediği metoduna bağlanmaya davet etmektedir ki o, cahili küfür nizamlarına asla ortak olmamış bilakis sebat edip fedakarlık göstererek İslam'a davet etmiştir. Zira Medine-i Münevvera'daki ilk İslami Devleti kurmayı başarıncaya kadar maddi kuvvet kullanmaksızın fikri çatışma ve siyasi mücadele yoluyla fesattan, cehaletten, fakirlikten kurtulmanın yolu işte budur.

 

يا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ "Ey iman edenler! Allah ve Resulü sizi size hayat veren şeye davet ettiği zaman icabet ediniz. Biliniz ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız." [Enfal 24]

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER