Cumartesi, 07 Recep 1447 | 2025/12/27
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Basın Konferansı: “Şam Devrimi ve Tehlikeli Dönemeç”

  • Kategori Lübnan
  •   |  

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Bürosunun yardımıyla, Hizb-ut Tahrir / Suriye Medya Bürosu Başkanı Mühendis Hişam Al Baba, 13 Safer 1434 Hicri, elmuvafık 27 Aralık 2012 Miladi Perşembe günü ”Şam devrimi ve tehlikeli dönemeç, Amerikan delegesi Al Ahdar Al İbrahim'in misyonu” konulu basın konferansı düzenlemiştir.
Konferansa birçok basın yayın organı davet edilmiştir ve yapılan çalışmalar hakkında bilgilendirilmişlerdir.

Elhamdulillah

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi'nin yayınladığı konferansa davet metnini buradan okuyabilirsiniz.

12 Safer1434, elmuvafık 26 aralık 2012

 



Konferansa ait kaydın tamamı

 

 

Konferansta yöneltilen soru ve cevaplar:

 

 


 

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi'nin yayınladığı konferansa ait konuşmanın tamamını buraya tıklayıp okuyabilirsiniz:
14 Safer1434, elmuvafık 28 Aralık 2012



Basın Konferansının hemen akabinde Hişam El Baba ve Osman el Bahhaş'ın yer aldığı Lübnan El Jedid Televizyonunun yayınlamış olduğu röportaj:

 

Devamını oku...

Koalisyonun Meşruluğuna 100'ü Aşkın Ülke Değil, Suriye Halkı Karar Verecektir

  • Kategori Türkiye
  •   |  

Başbakan Erdoğan 28.12.2012 Cuma günü katıldığı bir programda Suriye hakkında sorulan bir soruya, Suriye'nin Esed sonrasına hazırlandığını, tüm çalışmaların bunun için yapıldığını söyleyerek şu ifadeleri kullandı: "Şu anda orada Beşşar gittiği anda farklı ne olursa olsun herhangi bir boşluk olmadan anında hemen orada yeni bir hükümetin kurulabilmesi için bir geçiş döneminin aktörlerinin hazırlanması lazım. İşte bu koalisyon onun için var." Başbakan bu sözü ile Suriye halkının yanında değil, ABD ve Batılı devletlerin kirli planlarının yanında olduğunu açık bir şekilde göstermiştir. Çünkü Suriye konusundaki endişeleri giderek artan Batılı devletler, alternatif bir yapı arayışına girmişlerdir. Suriye Ulusal Konseyi ile başlayan bu ilk girişimler bekleneni vermeyince, Koalisyon kurulmuş ve bu koalisyon evvela Avrupa devletleri ve Amerika tarafından Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanınmıştır. İşte Başbakan, Batılı devletler ile uşaklarının Suriye halkına dayatmaya çalıştığı bu koalisyonu Türkiye'deki mülteciler üzerinden Suriye halkına pazarlamaya çalışmaktadır. Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Muaz el-Hatib'i yanına alan Başbakan 30.12.2012 Pazar günü Şanlıurfa'da halka şöyle seslenmiştir: "Kardeşlerim, şu anda dünyada 100'ü aşkın ülke bu kardeşimizin (Muaz el-Hatib) ve ekibinin liderliğini kabul etmiş vaziyette. Bu ne demek? 'Ey Esed biz seni artık tanımıyoruz, hadi defol' demektir."

Peki Başbakan niçin böyle bir reklam yapma ihtiyacı hissediyordu? Çünkü herkes gibi o da biliyor ki Suriye halkı bu koalisyonu reddetmekte, kendi temsilcisi olarak tanımamaktadır. Hatta bu koalisyonu Amerikan kuklası olarak görmektedir. O nedenle 100'ü aşkın ülkenin onu masa başında tanıması, gerçekten halk nezdinde tanındığı ve meşruiyet sahibi olduğu anlamına gelmez. Aynen "İsrail" gibi, neredeyse tüm dünya ülkelerinin onu tanınması, ona ne varlık hakkı, ne de meşruiyet kazandırır.

Madem ki bu koalisyon Batılı devletler tarafından pazarlanıyor ve Suriye halkı da onu kabul etmiyorsa, nasıl bir çözüm yolu bulunabilir? İşte buldukları çözüm, kendi iğrenç zihniyetlerini yansıtan bir istismar örneğidir. Esed'in ekmek kuyruğundaki insanları bile bombalayarak perişan ettiği halkın kış ortasında maruz kaldığı açlık, fakirlik ve çaresizlik, onlara halkın duygularını çalabilecekleri bir kapı aralamış, bu minvalde Suriye için "bir ekmek bir battaniye" adı altında Türkiye çapında bir yardım kampanyası başlatılmıştır. Fakat bu kampanyanın Suriye'de fırınların bombalanması akabinde gelmesi dikkat çekicidir. Bir bakıma bu kampanya ile koalisyonun halk nezdinde meşruiyet kazanması için bir fırsat kollanmış gibidir. O nedenle bu yardımların nereye ve kimlere taşınacağı şimdiden şaibeli bir konu haline gelmiştir. Suriye'de 20 ayı aşkındır süren bu vahşi katliamlar karşısında sesini çıkarmayan Diyanet'in de ilk kez bu hafta hutbelerde Suriye'yi hatırlaması, Müslümanlara karşı hassasiyetinin ne derece felce uğramış olduğunun kanıtıdır.

Suriye halkına ekmek ve battaniye götürmek her vicdan sahibi Müslümanın yaptığı ve yapacağı bir davranıştır. Ancak Müslümanların kardeşlik ve insaf duyguları, kirli bir siyasi plan uğrunda istismar ediliyorsa, bunu ifşa etmek de o yardımı yapmak kadar önemli ve gereklidir. Çünkü aslında maksat, İslam için direnen insanları açlığa mahkûm etmek veya bunu istismar etmek suretiyle, Suriye halkının koalisyonu kabullenmesini sağlamaktır.

Ayrıca Başbakan'ın konuşmasında zalim Esed'e "defol git" ifadesini kullanmış olması da çok manidardır. Yirmi aydır Suriye'de taş üstünde taş bırakmayan bu katile Suriye halkı ayaklanmasını başlattığı ilk gün "defol git" dediği halde, Başbakan o günlerde adamlarını gönderip kalması için Esed'e nasihat edip taktik veriyordu. Sonra BM ile birlikte hareket ederek Müslümanların daha çok kanını dökmesi için Esed'e zaman kazandırıyordu. Amerika Esed'in ipini çekmeye hazırlandığının sinyalini verince, Erdoğan'ın söylemleri de aynı paralelde değişti. Herkesin hatırlayabileceği gibi benzer bir tavır değişikliği, Başbakan'ın NATO'nun Libya'ya müdahalesi konusunda da yaşanmış, o zaman Başbakan'ın bu tür dış politika konularına kendi başına karar vermeye muktedir olmadığı açıkça görülmüştü.

Bunca saptırmacadan sonra aynı Başbakan Şanlıurfa'da halka seslenirken şöyle konuşuyordu: "Unutmayın, şunu çok açık, net görüyoruz. Aslında Allah'ın yardımı yakındır. Ve unutmayın. Siz çok çile çektiniz. Her kutlu doğum sancılıdır. Şu anda Suriye bir kutlu doğuma hazırlanıyor." Ancak o kutlu doğum, Başbakan'ın zannettiği gibi, Esed sonrası demokratik bir Suriye değil, halkın her gün sokaklarda haykırdığı gibi, Allah'ın izniyle kurulacak olan Hilâfet'tir ve Suriye Müslümanları, bu kutlu doğumu engellemek isteyen Kâfirler ve işbirlikçilerinin kürtajına asla izin vermeyecektir.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir / Merkezî Medya Bürosu Hizb-ut Tahrir / Suriye Vilayeti Medya Bürosu'nun, Şam-Suriye'deki en Son Gelişmeler Çerçevesindeki Basın Konferansına Ev Sahipliği Yapmıştır

Hizb-ut Tahrir / Merkezî Medya Bürosu, Hizb-ut Tahrir / Suriye Vilayeti Medya Bürosu Başkanı Hişam el-Baba'nın, "Şam Ayaklanması ve Kritik Kavşak, El-Ahdar El-İbrahimî'nin Görevi Küfrün Başı Amerika'nın Elçisi Olmaktır" başlığı altında düzenlediği basın konferansına katılmaları için basın organlarını da çağırmıştır.

Üstad Hişam el-Baba'nın bu konferansta konuştuklarının özeti aşağıdaki şekildedir:

1-En sonuncusu Amerika'nın, ajanı Beşar'ın devrileceğini kesin olarak fark etmesinin ve kurnaz araçlarının sona ermesinin ardından, elçisi el-Ahdar el-İbrahimî'yi en son görevi olarak (kendi iddialarına göre) Esad'ın kalmasıyla birlikte Amerika'ya dizginleri elinde tutma, Şam ayaklanmasına düşük yaptırma ve Hilafet Devleti'nin kurulmasını engelleme imkanı sağlayacak olan geçici hükümetin oluşturulmasına dayalı siyasî çözümün propagandasını yapması için gönderdiği Suriye ayaklanmasına dönük kurulan komploları ifşa etmiştir. Nitekim Amerika'nın bu habis planı, Amerika'nın rejime sımsıkı sarılmasının ve Şam ayaklanmasına ve İslamî ümmete olan düşmanlığının boyutunu ifşa etmektedir. Zira bu plan, başka katliam ve yıkımlara devam edilmesine yeşil ışık yakmakta ve bir de buna, yapmış olduğu katliam, işkence, cürüm ve yıkımdan dolayı herhangi bir yasal ve meşru sorumluluk yüklenmeksizin kasap Beşar'ın iktidarda kalmasıyla birlikte mücrim rejimin ayakta kalmasını eklemektedir.

2- Kasap Beşar'ın iktidarda kalmasının, halkımıza yönelik cürümlerinin, Rusya'nın, mücrim Suriye rejimine ölümcül ve öldürücü silah yardımı yapan İran'ın, Arap Devletleri Ligi ile ondan türeyen ajan elçilerin, Müslümanların meselelerine göz yuman "İslam İşbirliği" Teşkilatı'nın ve Birleşmiş Milletler Örgütü ile "Uluslar arası Zulüm Konseyinin" arkasında Amerika vardır. Dolayısıyla şayet Amerika olmamış olsaydı Beşar, "İsrail'in" tüm dünyadaki güvenli ve ateşli bekçisi olarak kalamaz ve Şam halkı onu, tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde kaldırıp atardı.

İşte tüm bunlardan dolayı artık işlerin normale geri dönmesinin zamanı gelmiştir ki buda aşağıdaki şekildedir:

1-Her ne olursa olsun Batılı ülkelerin yardımının ve müdahalesinin reddedilmesi. Çünkü onlar, kafir ve facir kapitalist fikirlere inanmakta olup bunlara başvurmak şeran caiz değildir.

2-El-Ahdar el-İbrahimî'nin girişiminin tamamen reddedilmesi ve onun, tahir Şam topraklarından kovulması. Zira o, Amerikan ajanlığı esintisiyle çalışmakta olup onun nezdinde temiz olan geçmişi Müslümanlar nezdinde kap karadır. Dolayısıyla gerek onunla gerekse onun benzerleriyle birlikte oturan herkes, Allah'a, Resulüne, dinine ve Müslümanların meselelerine ihanet etmiş olarak itibar edilir.

3-İslam ülkelerindeki tüm yöneticiler uyarılmalıdır; zira onların tamamı, istisnasız kafir kapitalist Batı'nın kuyrukları olan ve özellikle de ayaklanmayla birlikteymiş gibi görünen ajanlardır. Halbuki onlar, diğerleri gibi Batı ile kurnaz Batı'nın aralarında rolleri dağıttığı planının kuyruklarıdırlar.

4-Ayaklanmayı, İslam doğrultusundaki sahih hedefinden döndürmek ve onu kurnaz Batılı ülkelerin çıkarlarına hizmet eder hale getirmek için ikiyüzlü bir şekilde ayaklanmayla birlikte olduğunu iddia eden Arapça konuşan yabancılar olsun isterse kiralık Arapça konuşanlar olsun uydu kanalları kınanmalıdır.

5-Sivil devlete çağrı reddedilmelidir. Zira bundan maksat, dini yönetimden ve hayat sahasından uzaklaştırmaktır. Ayrıca demokrasiye çağrı da reddedilmelidir. Zira bundan maksat, yönetimin Allah'a değil halka ait olmasıdır.

6-Batı'nın fikirlerini, yaşam biçimini ve düşüncesini yükselten ve özellikle de İslam'ı Batı tarzı din anlayışına göre anlamalarının ardından bilmeden İslam düşmanlarıyla geceleyen bizim Müslüman evlatlarımızdan olan laikler uyarılmalıdırlar.

7-Yargılama için Birleşmiş Milletleri'ne, Uluslar arası Güvenlik Konseyi'ne ve bunlara bağlı şüpheli örgütlere başvurmaya çağırmaktan sakınılmalıdır. Çünkü bunların tamamı, ülkelerimizi sömüren, işlerimize müdahalede bulunan ve bizim üzerimize kafir uluslar arası kanunları dayatan Batılı ülkelerin elindeki araçlardan ibarettir.

8-İslam ümmetinin üzerine düşen, saf İslamî Şam ayaklanmasını korumak için tüm gücünü harcaması, pislikleri ondan uzaklaştırması, tüm yollarla ona yardım etmesi ve dünyanın ona yönelik komplosuna karşı ayaklanmanın yanında yer almasıdır...

9-İnsan onurunun derhal geri iade edilmesi, hakların sahiplerine geri verilmesi, mücrimin suçunda bir masumiyet aramaksızın mahkeme kararıyla mücrimlere adil İslamî hükümlere göre kısas yapılması ve her türlü bahane yada baskı gerçeği altındaki toplu cezalandırmanın önlenmesi için çalışmak. Zira hiçbir suçlu bir başkasının suçunu yüklenmeyecektir.

10-Şam topraklarında Hilafet'i kurmak ve Allah'ın indirdikleriyle yönetmek üzere Müslümanların Halifesi'ne biat etmek yoluyla İslamî hayatı yeniden başlatmaya dönük çalışmasında Hizb-ut Tahrir'e nusret verilmelidir ki böylece Şam, Allah'ın izniyle geri gelecek olmasının yanı sıra Allahuteala'nın izniyle tüm İslam ülkelerini birleştirecek olan Hilafet Devleti'nin çekirdeği olsun. Ayrıca İslam, Müslümanların Halifesi'ne biat edildiği ilk günden itibaren tek bir seferde kamilen tatbik edilecektir. Zira iddia ettikleri geçiş süreci olmayacaktır.

Hizb-ut Tahrir olarak bizler, Şam'da Allah'ın izniyle rejim tepeden tırnağa tamamen düşünceye ve nusret gerçekleşinceye kadar devam edecek olan sadık ayaklanmacıların olduğu noktasında sizleri müjdeleriz. Zira Allah'ın şeriatı ile hükmedilmesinden ve Allah'ın yardımıyla İkinci Raşidi Hilafet'i kurulmasından başka nusret yoktur. Dolayısıyla Allahuteala'dan, Şam'ı İkinci Raşidi Hilafet'in merkezi yapmasını temenni ediyoruz.


Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Basın Konferansına Davet

Suriye'deki tahir kanların oluk oluk akmasının ve Doğu ile Batı'nın Şam-Suriye'deki mübarek özgürlerin ayaklanmasının üzerine üşümelerinin ardından ve Amerika ve uluslar arası kurnaz ittifakta onunla birlikte olanların komplolarının, özellikle de en son olarak Amerikan elçisi el-Ahdar el-İbrahimî'nin yüklenmiş olduğu komplonun şiddetlenmesiyle birlikte,

Hizb-ut Tahrir / Merkezî Medya Bürosu sizleri, Hizb-ut Tahrir / Suriye Vilayeti Medya Bürosu'nun aşağıdaki başlık altında yapacağı basın konferansına katılmaya davet eder:

 

"Şam Ayaklanması ve Kritik Kavşak

El-Ahdar El-İbrahimî'nin Görevi, Küfrün Başı Amerika'nın Elçisi Olmaktır"

 

Nitekim konferansta, Hizb-ut Tahrir'in Suriye arenasındaki en son gelişmeler hakkındaki tutumu sunulacaktır.

Konuşmacı: (Hizb-ut Tahrir / Suriye Vilayeti Medya Bürosu Başkanı) Hişam el-Baba.

Yer: Hizb-ut Tahrir Merkezi - Ebi Semra / Trablus.

Zaman: H. 13. Safer 1434 el-Muvafık M. 27. Aralık 2012 Perşembe.

Saat: Sabah 10:30.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir Bugün, "Kadın'ı, Yoksulluğa ve Sömürüye Karşı Koruyacak Olan Hilafet'tir" Başlıklı Kadınlara Dönük Küresel Bir Konferans Düzenlemiştir

Hizb-ut Tahrir / Merkezî Medya Bürosu, Hizb-ut Tahrir / Endonezya ile koordinasyon içerisinde, kapitalist sistem ile mevcut beşerî sistemlerin tüm modelleri altında yaşayan dünyadaki milyonlarca kadını etkileyen yoksulluğu ve korkunç sömürüyü tartışmak için dünyanın dört bir tarafından yaklaşık 1500 kadının katılacağı kadınlara dönük çok önemli küresel bir konferans düzenlemiştir.

Batı kapitalizmi, dünyayı saptırmakta ve yalancı kapitalist ideolojinin propagandasını yapmaktadır. Zira servet üretiminin garantilenmesini tüm insanî değerlerin üzerinde tutan işte bu aşınmış ideolojidir. Dolayısıyla bu ideolojinin, ekonomik dengeyi garantilemesinin yanı sıra kadınların refah ve finansal güvenliğini garantileyen doğru bir sistem olduğu bir yalandır. Aslında bu sistem, dünyayı değişken bir ekonomiye sevk eden faize ve açgözlülüğe dayalı olup milyonlarca insanın sefaletine neden olan korkunç finansal krizlere yol açmaktadır. Ayrıca faize dayalı serbest piyasa sistemi de, milletler için sorunlar oluşturmakta, onlara borçlar yüklemekte, finansal piyasaları tahrip etmekte ve paraları, yoksullar pahasına zenginlerin ellerinde toplamaktadır. Buda yoksulluğun yayılmasına, ailelerini doyurmak amacıyla zor ve güç şartlarda çalışmak için birçok kadının evlerini ve ailelerini terk etmek mecburiyetinde kalmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla Amerika'nın kapitalist rüyası, insanlığın kabusuna dönüşmekte ve dünyayı sonu ölüm olan bir yola sevk etmektedir.

Sadece maddî kar için çalışan sömürgeci kapitalist sistem, neye mal olacağına bakmaksızın içerisinde fabrikalarda veya hizmetlerde veya benzerlerinde uzun saatler ve düşük ücretlerle köleliğe yakın şartlarda çalışmak için hicret eden kadınların olduğu birçok topluluklar oluşturmaktadır. Böylece kadınlar, serveti artırmak için temel bir araç haline gelmekte ve karlar da kapitalist sistemde toplanmaktadır. Bunun yanı sıra kapitalist ülkeler, kadının piyasada çalıştığı sürece bir statüsü olduğunun ve gözetim ve nafaka konusunda ise erkek akrabalarına dayanmasının da utanç verici olduğunun propagandasını yapmaktadırlar! Tüm bunlar, kapitalist ülkelerin kadınların işteki varlığı sayesinde çok büyük karlar elde etmeleri içindir. Zira o, kadınlara baskılar uygulamakta, onları çalışmaya itmekte ve kadının değerini elde ettiği kara ve kazandığı paraya göre belirlemektedir. Buda kadına, taşıyamayacağı büyük bir yük yüklemekte olup onu, analık ve evin mürebbisi olmak rolünün yanı sıra çalışmak yoluyla rızk elde etmek için çalışmaya itmekte, kapitalizm analığı aşağılamakta, kadının önemini azaltmakta, kadınların çocuklarıyla geçirmesi gereken vaktini çalmakta ve onları, çocuklarının mürebbisi olma ve gelecek nesilleri inşa etme gibi esas rollerini terk etmeye zorlamaktadır.

Tüm bunların ardından hala İslam dünyasındaki yöneticilerin ve liderlerin yüceltmeye ve propaganda yapma devam ettiklerini, dahası ülkemizde kapitalist sistemi tatbik ettiklerini görmekteyiz. Nitekim İslam ülkelerinin servetlerini yağmalamak için yaşayan ve ülkeyi Batı için açan işte bu fasit hükümetlerdir. Zira servetleri yağmalamaktalar, insanları köleleştirmekteler ve kadınları, egemenliklerinin altına ve şirketlerinin insafına terk etmektedirler!

Artık bu ajan başarısız hükümetlerin gitmesinin zamanı gelmiştir...

Kadınların ekonomik zulmün acısını çektikleri bu sefil durumun daha fazla devam etmesi imkansızdır!!!

Artık yoksulluğa savaş açacak ve serveti insanlar arasında adil bir şekilde dağıtacak yeni bir küresel sistemin tatbik edilmesinin zamanı gelmiştir. Temel ihtiyaçların, dahası her bir ferdin lüks ihtiyaçlarının garanti edilmesine önem verecek olan işte bu sistemdir...

Nitekim bu sistem, refahı ve ekonomik adaleti sağlayacak ve servetini ümmetin enkazı üzerine bina etmeyecek olan bir devlet inşa edecek olup tüm dünya kadınları işte bu adaleti arzulamaktadırlar... Dolayısıyla bu devlet, yoksulluğu ve köleliği ortadan kaldırmaya muktedir olan bir modeldir. Zira o, kadınlara onur ve saygı çerçevesinde bakacak olmasının yanı sıra onlarla servet üreten araçlar olarak değil de bir insan olarak muamelede bulunacak olan bir devlettir. İşte bu devlet, saf İslamî bir anayasayı tatbik edecek ve kadınlara dönük sahih bir bakış benimseyecek olan Hilafet Devleti'dir.

Faizi, özelleştirmeyi, servetin küçük bir azınlığın elinde toplanmasını yasaklayan İslamî bir ekonomik sistem tatbik edecek olan işte bu devlettir. Kaynakları ve servetleri, fasit gazinolar için değil üretim, imalat, teknoloji ve ziraat için yatırım yapacak, tebaanın omuzlarındaki bir yük olan vergileri yasaklayacak, devletin temelini dış borçlara değil ülkenin kaynaklarına dayandıracak, refahı ve sürekli büyümeyi gerçekleştirecek olan işte bu devlettir. Nitekim Hilafet Sistemi, uzun asırlar boyunca tatbik edilmiş ve yoksulluğu ve yaygın işsizliği ortadan kaldırma noktasındaki ayrıcalıklı gücünü kanıtlamıştır. Bunu ise serveti adil bir şekilde dağıtmak, insanların omuzlarından vergi yükünü kaldırmak ve rolü, kalkınma ve gelişim için verimli bir ortam ve iş fırsatları bulmak olan fertlerin gelirlerini daha çok artırmak için çalışmak yoluyla yapmıştır.

İslamî Hilafet, tebaalarından bir gün bile yoksulluk acısını çekecek tek bir ferdin bile bulunmasına asla rıza göstermeyecektir. Ayrıca Batı'nın İslam ülkelerine dayattığı yapay sınırları ortadan kaldıracak, Müslümanların servetlerini birleştirecek -ki böylece onların servetleri süper bir ekonomik güç oluşturacaktır- olan bu devlettir. Aslında İslam dünyası, Raşidi Hilafet'in gölgesindeki bir hayatın özlemini çeken ekonomik bir dev sayılır.

Tüm bunların yanı sıra İslamî Devlet, kadınların geçimini erkeklere yükleyecektir. Şayet kadının, erkek akrabalarından geçimini sağlayacak birisi yoksa kadına ve gözetimine devlet kefil olacaktır. Dolayısıyla İslamî Devlet (Hilafet), kendisi ve ailesi için yeterli maişeti sağlaması için herhangi bir kadını bir gün bile acı çekmeye mecbur bırakmayacaktır! Ayrıca İslamî Devlet'te kadının şayet dilerse çalışma seçeneği olduğu gibi herhangi bir kadın da zor ve aşağılayıcı şartlarda çalışmaya asla zorlanmayacaktır. Bilakis sahih İslamî Ekonomik Sistemin gölgesindeki şartların, zulüm, sömürü ve aşağılanmadan hali olması gerekir. Zira onun gölgesinde kadınlar, haklarını elde edecekleri gibi bu ümmetin anaları olma şeklindeki temel mefhum üzerine kadınlar ortaya çıkaracak olan bir devlettir. Nitekim Hilafet'in nazarında kadının onuru ve konumu mukaddes olup kendisine küresel bir model olarak bakılacak olan Hilafet Devleti'nin kadınları tüm dünyayı kıskandıracaktır...

Hizb-ut Tahrir olarak bizler, dünya kadınlarını kendileri için onuru gerçekleştirecek olmasının yanı sıra gözetimi ve refahı da gerçekleştirecek olan Hilafet'i kurmak için bizimle birlikte bu daveti yüklenmeye davet ediyoruz...

الر كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنْ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ "Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'an), Rablerinin izniyle insanları zulumattan nura, yani Azîz ve Hamid olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." [İbrâhim 1]


Dr. Nesrin Nevaz
Hizb-ut Tahrir
Merkezî Medya Bürosu Üyesi

Devamını oku...

Kuvvetler (Otoriteler) Ayrılığı; Bu Teorinin Hatası ve Vakıaya Uymaması (Bölüm 1)

  • Kategori Makaleler
  •   |  


1.
Kısım

Dünyaya, demokratik kapitalist sistemin hakim olmasından dolayı dünyadaki yönetim sistemleri otoritelerin ayrılığı düşüncesinin etkisinde kalmışlardır. Dolayısıyla bu konunun ele alınarak bu düşüncenin mahiyetinin bilinmesi gerekmektedir. Yani bu düşünce nereden kaynaklanmıştır? Bu düşünce, vakıaya uygun olmayan sırf bir teoriden mi ibarettir? Yada vakıaya uygun mu yoksa aykırı mıdır?

Bu soruların ardından, bunların cevaplarına gelelim; otorite yabancı bir kelime olup Türkçesi Sultadır. Yani ona kuvvet veya güç dendiği gibi bazen de organ denir. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığı düşüncesi medenî yada sivil devletin iskeletini oluşturmaktadır. Bu düşünce, sadece demokratik Batı sistemine bağlı Batılı bir düşüncedir. Zira Batı'nın, dînî devlet mefhumunun zıttı olan sivil (medenî) devlet düşüncesini ortaya atmasıyla birlikte ortaya atılmıştır. Yani Avrupa'daki Krallar ve İmparatorlar gibi diktatör yöneticilerin, otoriteleri kendi ellerinde tutmalarına karşı bir tepki olarak meydana çıkmıştır. Batı düşünürleri ve politikacıları, istibdat yada diktatörlüğün sebebinin, otoritelerin veya yönetim yetkilerinin tek bir yöneticinin elinde toplanmasında olduğunu zannetmişlerdir. Bu nedenle kendi yönetim sorunlarını çözmek için, kendi ülkelerindeki kötü siyasi durumlara tepki göstererek otorite yada kuvvetler ayrılığı düşüncesini ortaya atmışlardır.

Sivil devlet ve kuvvetler ayrılığı düşüncesinden ilk olarak John Locke adlı İngiliz düşünür, 1690 yılında çıkarttığı ‘'Sivil Hükümet'' adlı kitabında bahsetmiştir. Nitekim bu düşünce, İngiltere'de mutlak krallık sistemi ile onun müttefiki olan kilise ve bunların yanındaki soylu ve zengin ailelerin yönetiminde görünen diktatörlüğe karşı meydana gelmiş olan İngiliz devriminin akabinde ortaya çıkmıştır. Zira devrimciler, cumhuriyet sistemini kurmayı hedef edinmişler ancak bunu başaramamışlardır.

Bunun ardından Fransız düşünür De Monetsquieu, 1748'de çıkarttığı ‘'Kanunların Ruhu'' adlı kitabında bu düşünceyi geliştirmeye çalışmıştır. İşte bugünkü yürütme, yasama ve yargının olduğu üç otoritenin ayrılığı düşüncesi onun bu geliştirmesine göre yerleşmiştir.

Otorite yada kuvvetler ayrılığından ilk olarak, Yunanlı filsof Aristo'nun ‘'Siyaset'' adlı kitabında bahsettiği, ancak onun hakkında açık bir şekilde konuşmadığı ve onu netleştirmediği, daha doğrusu yönetimi doğrulatmak ve tanzim etmek istediği söylenmektedir. Zira o, şöyle demiştir; demokrasinin iki direği vardır: Birincisi çoğunluğunun hükmü olup diğeri ise azınlıkların ve bireylerin haklarıdır. Ve şöyle demiştir: Üç egemenlik vardır; birincisi: Bireysel egemenlik ki bunun manası yöneticinin egemenliğidir. İkincisi: Halkın egemenliği. Üçüncüsü: Yasanın egemenliğidir.

Batı siyasî düşüncesinde, ön bilginin kaynaklarından bir tanesi de Yunan felsefesinin olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Batılı filozof ve düşünürler, bu felsefeye yönelip okurlar, ondan ön bilgi alırlar ve ardından da kendi vakıalarına uygulamak için onu, benimsedikleri kapitalizme göre geliştirmeye çalışırlar. Bu nedenle otoritelerin ayrılığı düşüncesi, Batı'nın demokratik sisteminin temel düşüncelerinden birisi olmuştur.  Nitekim Batılılar, sivil devlet düşüncesiyle birlikte otoritenin ayrılığı düşüncesini dünyaya yaymaya çalıştığı gibi bunu Müslümanlar arasında da yaymaya başlamışlardır.

Oysa Arap dünyası başta olmak üzere İslam dünyasında kurulan sistemler, teorik olsa da bu esas üzerinde tesis edilmişlerdir. Nitekim Batılılar, kendi ajanları vasıtasıyla İslamî Yönetim Sistemi olan Hilafet Sistemi'ni yıkınca bu sistemleri kurdurmuşlardır. Dolayısıyla Arap dünyasında devrimler alevlenince Batılı ülkeler, demokratik sivil devletin içeriğinde otoritelerin ayrılığı düşüncesini de aktifleştirerek yeniden uygulanması için davet etmeye başlamışlardır. Çünkü Batı, kendisine ait bu teorik düşüncenin, İslam dünyasında kurdurduğu bu sistemlere uygun düşeceğini sanmıştır. Oysa kurdurduğu bu sistemler, tamamen despotizmdir. Dolayısıyla ümmetteki uyanıklık derecesinin artmasından ve korku duvarını yıkmasından dolayı devrimini alevlendirince, Batıllı ülkeler İslam dünyasında kurduğu sistemlerin ve fikirlerinin düşmesinden korkmaktadırlar. Bunu engellemek için de bu sistemleri parlatıp despotizmi örtmeye yönelmişlerdir.

Batı'nın, İslam dünyasında kurduğu sistemler için çizdiği anayasalarda otoritelerin ayrılığı düşüncesi de mevcuttur. Bu nedenle Batılılar, Müslümanların bu anayasalara bağlanmalarına çağırmaktadırlar. Dolayısıyla Müslümanları yeniden aldatmak istediklerinden bunu onlara şu şekilde göstermeye başlamışlardır; bu sistemlerde hata yoktur, hata ancak fasit yöneticilerden ve Batılı sistemlerin olduğu gibi uygulanmamasından kaynaklanmaktadır. Bu şekilde Batılılar, Müslümanları kandırmaya çalışırken onlara şunu demeye başladılar; sivil devlet yada sistem, sultaların ayrılığı esası üzerine kurulunca demokrasi uygulanacak olup böylece insanlar haysiyetlerini korumuş olacaklar ve özgürlükler gölgesinde mutlu olacaklardır.

İşte Batılılar nezdinde sivil devlet bu üç otoriteden oluşmaktadır. Oysa Türkçede buna sulta denmektedir. Bundan dolayı Halife'ye sultan denilmektedir. Bunun manası ise sulta sahibi demektir. Dolayısıyla Saltanatı manası da sultadır. Zira Hilafet'i yıkmak için bir adım olarak Batılılar, Mustafa Kemal vasıtasıyla 29 Ekim 1923'te Cumhuriyeti ilan edince Saltanatı Hilafet'ten ayırmışlardır. Böylece Halife, sultasız veya otoritesiz olmuştur.

Ona Sulta veya otorite demek daha doğrudur. Çünkü sultanın manası, insanların işlerini güden bir cihaz olduğu gibi bir ümmetin mesuliyetini ve emanetini taşıyan bir varlıktır. Dolayısıyla kendisini himaye edecek bir kuvvete muhtaçtır. Bu kuvvet ise ümmettir. Bu nedenle sultaya kuvvet denilirse, zorba bir güç anlaşılır. Zira birçok kimse devletin bir kuvvet olduğunu anladığı için, onun istediğini gerçekleştirmek için bir güç kullanmak üzere iktidara geçmeye çalışırlar. Ancak onun, insanların işlerini güden bir cihaz olduğunu anladığında onun büyük bir mesuliyet ve emanet olduğunu anlayacak ve tutumu da tamamen farklı olacaktır.

Bu üç otorite şunlardır;

Birincisi: Yasama otoritesi; bu otorite halk yada millet meclisi olan parlamento şeklinde tezahür etmektedir. Üyeleri halk tarafından seçilmekte olup kanunlar çıkartma, yürütme otoritesini seçme, bunu kontrol etme ve düşürme konularında halkı temsil ederler.

İkincisi: Yürütme otoritesi; yasama otoritesi tarafından çıkartılan kanunları yürürlüğe koyduğundan buna hükümet adını vermişlerdir.

Üçüncüsü: Yargı otoritesi; en önemlisi anayasa mahkemesidir. Yasama otoritesinin çıkarttığı kanunların ve kararların anayasaya uygun olup olmadığını inceler, yürütme otoritesi icraatta bulunurken ve siyaseti yürütürken onun anayasaya ve kanunlara bağlanma derecesini takip eder  ve bir de yürütme organı aleyhine insanların şikayetlerini dinler.

Batılılar nezdinde sivil devlet, işte bu üç otoriteden oluşmaktadır. Dolayısıyla her bir otoritenin diğerinden ayrı ve bağımsız olmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir. Zira onlara göre devlet, bir otoriteden değil üç otoriteden oluşmaktadır. Bundan dolayı şöyle demişlerdir: her otorite, bir diğerinden ayrı ve bağımsız olmalıdır. Zira devlet, bir otoriteden değil birbirinden ayrı üç otoriteden oluşmalıdır ve her bir otorite de bağımsız bir şekilde kendi yetkisini kullanmalıdır. Zira bu üç otorite kendisini, kendi yetki alanı dahilinde diğerlerine kabul ettirmelidir. Nitekim bu şekilde yetkiler, üç otoriteye dağılır, devletin otoritesi tek bir elde kalmaz ve böylece de despotizm önlenir.

Ancak bu şekilde söylemelerine rağmen bu üç otoritenin birbirine karıştığı görülmektedir. Zira yürütme otoritesi ile yasama otoritesi arasında hem karışım hem de tezatlık bulunmaktadır. Mesela yürütme otoritesi yada hükümet, insanların işlerini gördüğü belli çıkara göre yürütürken ve kendi yetkisini kullanırken bir takım kanunları çıkartmak ve bir takım kararları almak istemektedir. Oysa yasama otoritesi, maslahatı başka şekilde görebilir. Dolayısıyla bu durumda, bu iki otorite arasında çarpışma başlar ve bu durum da hükümetin işini felce uğratabilir. Bu nedenle şu hileye başvurdular; hükümet, parlamentodaki çoğunluktan oluşmalıdır dediler. Böylece hükümet, kanunları çıkartıp kararlar alabildiği gibi çoğunluğu yada ekseriyeti elde eden parti hükümeti oluşturarak parlamentodaki grubu vasıtasıyla istediği kanun ve kararı çıkartabilir. Şayet bir parti çoğunluğu elde edemez ise bir kaç parti aralarında uzlaşı sağlayarak bir koalisyon oluştururlar. Bu koalisyon da parlamentodaki grupları vasıtasıyla istedikleri kanun ve kararı çıkartabilirler. Bu şekilde de yürütme otoritesi ve yasama otoritesi bir olur. Dolayısıyla bu durumda, bağımsız ve iki ayrı otoriteden söz edilemez. Dolayısıyla da artık yürütme otoritesi devleti yürütür ve yasama otoritesi ona tabi olur. İşte bütün demokratik ve sivil devletlerde durum böyledir. Yani yürütme otoritesi kolay bir şekilde kanun ve kararları çıkartır ve devlet işlerini yürütür. Çünkü parlamento, hükümetin istediği kanunları ve kararları geçirir. Böylece her ikisi tek bir otorite olur. Zira şayet be şekilde olmaz ise devlet işleri yürümez ve insanların maslahatları temin edilemez. Bundan dolayı otoritelerin ayrılığı düşüncesi bir teoriden ibaret olup vakıaya uymaz ve uygulanmaz. Daha doğrusu otoritelerin ayrılması imkansızdır. Çünkü bu şekilde demokratların halkı nasıl aldattıkları ortaya çıkacaktır. Çünkü onlar, her ikisi birbirinden ayrı oldukları halde halkın yasa koyduğunu ve hükümetin de yürüttüğünü söylemektedirler! Oysa bu sadece laftan ibaret olup hiç vakıası veya pratiği yoktur. Bundan dolayı otoritelerin ayrılığı düşüncesinin ne kadar fasit ve bozuk olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.

Nitekim yargı otoritesinin başına, anayasa mahkemesi tayin edilmiştir. Dolayısıyla bu mahkeme, son karar sahibi haline getirilerek yasama otoritenin en üst mercii olarak gösterilmiştir. Bu nedenle yasama, otorite tarafından çıkartılan kanunların yasallığına baktığı gibi yürütme de otoritenin icraatını kontrol etmektedir. Ayrıca azınlık yada muhalefet partilerinin şikayetlerini dinlediği gibi kendi üzerlerine uygulanan kanun ve kararların anayasaya aykırı olduğunu iddia eden insanların şikayetlerini de dinler ve ondan sonra da karar alır.

Demokraside asıl olan, halkın temsil ettiği yasama sultasıdır. Zira yasa çıkartan güç odur, onun yasası yasa olmalıdır ve onun üzerinde veya üstünde hiç bir güç olmamalıdır. O halde nasıl olur da onun üzerine anayasa mahkemesi gibi hakim bir güç tayin edilir, onun çıkarttığı yasaların doğru olup olmadığına dair hüküm verebilir ve bu nedenle de onları iptal edebilir ki?! Bu, demokrasiye aykırı değil midir?! Zira egemenliğin halka ait olduğu söylendiği halde halk yasayı çıkartamadığı gibi halkı temsil eden güç de anayasa mahkemesine mahkum olmaktadır!  Dolayısıyla demokrasi ne kadar da çelişkili bir fikirdir?!

O halde yasama organının nasıl bağımsız olduğu söylenebilir ki? Zira onun üzerinde daha üstün bir organ vardır ki; bu organ onun çıkarttığı kanunları iptal edebilir yada bu kanun yanlış ve bu kanun doğrudur diyebilir? Yasama organı, anayasa mahkemesinin kendi tarafından çıkartılan yasaları her an iptal edebilir korkusunun gölgesinde bulurken yine de kanunları bağımsız bir şekilde çıkartabilir mi? Eğer yasa koyan veya yasa çıkartan gücün yasalarına başka bir organ hakim olursa bu güç gerçek yasa koyan bir güç sayılır mı?  Bu durum, yasa çıkartan gücün bağımsız olmadığını gösterdiği gibi yasa koyucunu acizliğine delalet etmesinin yanı sıra yasama işinde de hata edebileceğini ispatlamaktadır. İşte Batılı fikre sahip olanlar, halkın seçtiği vekillerinin eksik olabileceğini ve çıkarttıkları kanunların da hatalı olabileceğini göstermektedirler. Nitekim asıl güç olan yasama sultasının üzerine başka bir sulta koydular ki buda, yargı sultasıdır. Oysa demokratik sistemde ilk ve son olarak yasa koyan, halkı temsil eden parlamento olmalıdır! Güya hakimiyet halka aitmiş, kendi kanunlarını kendisi çıkartırmış ve bu kanunlarla da kendi kendini yönetirmiş. Nitekim bununun vakıada mümkün olmadığını görünce hile yaparak bu işi parlamentoya çevirdiler. Bu da demokrasinin bozukluğunu kanıtlamaktadır. Dahası bunu da bölerek parlamentoyu yasama gücü ve hükümeti de yürütme gücü olarak gösterdiler. Ayrıca birde bunların üstüne yargı gücünü koydular ve onu da halkın gücüne hakim kıldılar. Zira o, her an çıkartılan kanunları bozabilir ve düşürebilir. Öyleyse yasa koyucu nasıl hatalı olur? Nasıl onun üzerine, halk tarafından seçilmeyen bir güç tayin edilir? Hem de anayasa mahkemesinin üyelerinin sayısı, parmakların sayısı kadarken! Halkın yüzlerce temsilcisi bu bir takım kişilere mahkum olduğu gibi halkın tamamı da bu az sayıdaki kişilere mahkum olmaktadırlar. Dolayısıyla bu husus, sultaların ayrılığı düşüncesinin bozuk olduğunu kanıtladığı gibi bir de halkın yasa koyucu olmadığını, kendi kanunlarını kendisinin çıkartmadığını ve kendi kendini yönetmediğini göstermektedir. Buda demokrasinin vakıasının olmadığı ve hiçbir zaman da olmayacağı anlamına gelmektedir.

Halbuki hakimiyet halkındır ve halk kendi kendini yönetir diyen bir demokraside gerçek sulta, halka ait olmalıdır. O halde yargı organının başında bulunan ve bir kaç kişiden oluşturulan anayasa mahkemesi, nasıl olur da halkın sultasına hakim ve hakem olarak kılınabilir ki?! Dolayısıyla bu durum, hakimiyetin halka ait olduğu manasını taşıyan demokrasiyle çeliştiği gini bir de kral ve ona bağlı olanlar için yasa çıkartan din adamlarının sultasını kaldıran sivil devletin mefhumuyla da çelişmektedir. Nitekim Kiliseye tabi olan din adamlarının sultası, halkın sultası üstündeki bir yasama sultası olup bu günkü anayasa mahkemesi gibiydi. Dolayısıyla kralın kanunlarını yasallaştıran bir güç idi.

Ancak halk, bizatihi kendi kanunları koyma işinden acizdir. Çünkü halk, kanun koyma hususunda ihtisas sahibi olmadığı gibi temsilcileri de aynı şekildedirler. Eğer anayasa mahkemesi kanun koyma işinde ihtisas sahibidir ve bu işten halktan ve parlamentodan daha iyi anlıyor deniliyorsa, peki o halde neden demokrasiden, halkın hakimiyetinden ve halkın temsilcilerinden söz ediliyor ki?! Yalnız bu husus bile demokrasiyi çürüterek onun gerçek olmayıp bozuk olduğunu kanıtladığı gibi halkın bizatihi kanunları çıkartmadığını, kendi kendini yönetmediğini ve devleti de yürütmediğini kanıtlamaktadır. Daha doğrusu halk, kendi üzerindeki bir güç tarafından yönetilir,  kanunları o koyar ve halk da hakim değil buna mahkum olduğu gibi kanun keskinliği ve polis gücüyle yürütülür. Dolayısıyla netice budur ve demokratik dünyanın gerçeği budur.

Bir gerçek daha var ki o da; demokratik dünyadaki halkın, birçok yasadan hiç razı olmamasıdır. Zira bu yasalar, halka doğru dürüst hizmet etmez, sadece mal ve varlık sahibi çok az bir grup insana hizmet eder. Dolayısıyla demokratik Batı dünyasındaki her grup insan, kendileriyle ilgili kanunlardan memnun olmadıklarını gösterebilmektedirler. Zira sermaye sahipleri veya büyük şirketler, bu insanların haklarını çiğnemektedirler. Bu nedenle her grup insana, kendi alanında grev ve protesto yapma hakkını verdiler ki bu şekilde kendi alanında söz sahibi olanlardan haklarını isteyebilsinler. Bu protesto ve grev hareketlerinden sonra da meseleyi, orta çözümle halletmeye çalışmışlardır. Yine de bu insanlar, haklarının tamamını elde edememekteler ve kalan bir kısmını gelecek merhalelere bırakmaktadırlar. Bu nedenle ‘'al ve iste'' kuralını koymuşlardır. Böylece de hakları çiğnenmiş olan kimseler, bütün haklarını elde edemedikleri gibi aksine haklarını da hep eksik olarak almışlardır.

Yargı otoritesi de acizdir; zira halk tarafından seçilmeyip az kişilerden oluşmasına ve parlamento ise halk tarafından seçilip bir çok kişiden oluşmasına rağmen yargı otoritesinden bir parça olan anayasa mahkemesi halka ve parlamentoya hakim kılınmıştır! Böyle bir şey nasıl olabilir? Dahası çoğunluğun hükmüne inanan insanlar nezdinde nasıl böyle bir şey olabilir? Şayet anayasa mahkemesinin üyeleri, diğer insanlardan ve kendilerini temsil eden parlamentodan anayasa ve kanunu daha iyi anlar, zira onlar bu konuda ihtisas sahibidir deniliyorsa yalnız bu söz bile demokrasiyi çürütmek için yeterli bir delil olup demokrasinin vakıasının olmadığının kanıtıdır. Çünkü halk kendi kendini yürütemez ve bizzat kendisi için kanunlar çıkartamaz, ancak küçük bir grubun içerisindeki kişiler yasalar çıkartır yada çıkarılan yasaları yasalaştırır. Nitekim halk, devleti de yürütemez ancak küçük bir grubun içerisindeki kişiler tarafından yürütülür. Ayrıca kanunlar halk üzerine zorla ve polis gücüyle uygulanmaktadır.

Demokratik Batı dünyasında, toplumun her bir grubu kendisiyle ilgili ortaya atılan kanunlara razı olmadığını söylemiştik. Zira bu kanunları kendileri koymamışlar, bilakis kendilerine zorla kabul ettirilmiştir. Oysa demokrasinin mefhumuna göre, her bir grup en az kendisiyle ilgili kanunları kendisi koymalı yada en azından her bir grubun görüşleri alınarak buna göre kanunlar konulmalıdır. Fakat ne bu nede diğeri olmaktadır. Çünkü kanunlar, bunlara rağmen belli bir güç tarafından konulmaktadır. Evet her bir gruba protesto ve grev hakkı vermişlerdir.  Ancak bu hak, onların öfkelerini dindirmek, devlete ve kanunlara karşı gelmelerini önlemek için verilmiştir. Zira protesto ve grevden bir başarı gerçekleşse de bütün elde edemezler, ancak bir kısmını elde edebilirler.

Sivil devletteki anayasaya gelince; anayasa mahkemesi onun gereğince hüküm vermekte, parlamento onun gereğince kanunları çıkarmakta ve hükümet de ona göre devlet işlerini yürütmektedir. Ayrıca bu anayasa, halk tarafından veya halkın temsilcilerinden oluşan meclis tarafından da ortaya atılmamakta, bilakis bir takım kişilerden oluşan bir anayasa komisyonu tarafından ortaya atılmaktadır. Oysa demokrasinin hilesine göre hakimiyet ve egemenlik halka ait olup halk ta otoritelerin kaynağıdır. Ama durum bu şekilde değildir. Zira anayasayı, geçici yürütme otoritesinin yada yönetime el koyan geçici askerî otoritenin tayin ettiği küçük bir gruptan oluşan anayasa komisyonu koyar. Bunun ardından da anket yapılmak üzere halka sunulur. Dolayısıyla şayet anketin neticesi yarıdan fazla olursa bu anayasa geçerli sayılır. Ayrıca bu komisyon, üç otoritenin yetkilerini, oluşturulması ve feshedilmesi keyfiyetini anayasada belirtmektedir. Bundan sonra da yasama otoritesini oluşturmak için halk seçime çağırılır. Dolayısıyla geçici hükümet veya otorite feshedilir,  yeni seçilen meclis tarafından yeni yürütme otoritesi tayin edilir veyahut direkt halk tarafından seçilen yürütme otoritesi ilan edilir. Böylece küçük bir grubun oluşturduğu insanlar tarafından ortaya atılan anayasa bütün insanlara hakim olur. Bu ise hakimiyet halkındır ve halk kendi kendini hükmeder diyen demokrasiye aykırı olduğu gibi yönetim çoğunluğa aittir ve halk yasasını koyar diyen demokrasiye de aykırıdır. Bir yönden böyledir, diğer yöne gelince; insanlardan %51'i anayasayı kabul ederlerse bu anayasa geçerli olur. Bu durumda halkın yarısına yakın olan diğer %49 oranı ihmal edilmektedir! Peki insanların yarısına yakın olan oranı anayasayı reddederken halk nasıl yasa koyucu sayılabilir ki? Hal böyleyken, evet oyu kullananlardan birçoğu anayasayı incelemiş değillerdir, daha doğrusu onun yüzüne bile bakmış değillerdir. Dolayısıyla bunlar, belli güçlerin reklamı ve propagandasıyla evet oyu kullanmışlardır. Yoksa idrak ederek ve uyanıklıkla evet oyu kullanmamışlardır. İşte bu hususlar; halk kendi kendini yönetir ve hakimiyet ona aittir diyen demokrasiye göre bu anayasanın demokratik olmadığını göstermektedirler. Ayrıca parlamento oluşturulduktan sonra da aynı durum tezahür etmektedir. Zira halkın tamamının koymadığı anayasaya göre, bütün halkı temsil etmeyen az sayıdaki parlamenterler yoluyla kanunlar çıkartılmaya başlanmaktadır.

Demokratik sistemlerde, anayasa mahkemesi ve yüksek mahkemeler başta olmak üzere yargı otoritesinin icraatlarını incelediğimizde, bunların yürütme otoritesiyle ve ülkede var olan güçlerle ilişkisinin ve alakasının olduğunu görmekteyiz. Nitekim çoğu zaman siyasi kararlardan etkilenir yada yürütme organının veya ülkedeki nüfuz sahibi olanların yanında yer alırlar. Dolayısıyla bu durumda yargı bağımsızdır demek çok zordur.

Otoritelerin mutlak şekilde birbirinden ayrılması, her otoritenin bağımsız bir şekilde çalışması, otoritelerin birbirine karışmasının engellenmesi ve bir otoritede bulunanların, direkt yada dolaylı olarak bir diğerinde bulunanların tesiri olmadan tayin edilmesi imkansız olduğu gibi bu düşünce vakıayla da çelişmektedir. Ayrıca otoriteler arasında bir zıtlaşma olduğunda devlet felç olmaktadır. Zira hükümet, işleri yürütmek için belli yasaları isteyip ülkenin çıkarını da belli bir şekilde görürken parlamento da bunları başka bir şekilde görürse, o zaman yürütme otoritesi ile yasama otoritesi arasında zıtlaşma başlar. Oysa hükümet, yürütücü olduğu için çıkarları mecliste oturanlardan daha dakik bir şekilde görebilir. Ayrıca parlamentonun görüşünü ihmal etmek de doğru değildir. Çünkü meclistekiler, olayları takip edip düşünmektedirler. Bundan dolayı şayet otoriteler arasında uyum sağlanmaz ise devlet yürümez. Başka bir ifadeyle hükümetin istediği yasalar meclisten geçmez ve yasama organı da bunu bozmaz ise devlet yürümez.

Şayet sivil veya demokratik devlette çoğu zaman bu üç organ arasında uyum sağlanmaktadır deniliyorsa, peki o halde neden otoritelerin ayrılığı düşüncesi savunuluyor ki?! Oysa bu düşünce uygulanmaya başlandığında devletin işini felce uğratır ve işlerin seyrini aksatır! Bu otoriteler arasında genellikle uyum sağlanmaktadır deniliyorsa, peki o halde neden otoritelerin ayrılığıu düşüncesi savunuluyor ki?! Nitekim bu düşünce, vakıada başarılı olmadığı gibi onun vakıada uygulanması da mümkün değildir. Dolayısıyla sadece bir teori olarak kalır. Şayet uygulanırsa devlet felç olur, hükümetin işini aksatır ve böylece insanların işlerini yürütmekten aciz kalır.

Otoriteler arasındaki zıtlaşmanın sebepleri şunlardır:

1-Kanunları benimseyecek kimse yönetici olmalıdır. Çünkü devleti ve insanların işlerini yürüten odur. Bu nedenle, benimsenmesi gereken kanunları en iyi bilen ve idrak eden de kendisidir. Bundan dolayı kanunları, yönetici benimsemelidir. Meclis ise onu kontrol eder, muhasebe eder ve yol gösterir. Yargı ise kanunların yasallığına ve anayasaya uygun olup olmadığına bakar.

2-Benimsenecek veya kanun olarak çıkartılacak hususa bakış meselesi; Bu husus, maslahat mıdır yoksa değil midir? Nitekim bu konu, amellerin yada işlerin güzel veya çirkin olması meselesine aittir. Dolayısıyla bir amelin güzel yada çirkin olması vasfını belirleme konusu insana bırakıldığında, insanların amellere ve davranışlara bakışları farklı olacağı gibi bu durumda hakem, akıl olacaktır. Oysa insanların akılları; onların idrak gücüne, işi kavrama derecesine, çıkar veya menfaate, durumlara, şartlara, heva ve hevese göre farklılık arz etmektedir. Zira her bir insan, maslahatı bu açıdan değerlendirmeye çalışmaktadır. Ayrıca işlerin güzel yada çirkin olmasına bakış, zamandan zamana, çevreden çevreye ve kişiden kişiye değişmektedir. İşin güzel yada çirkin olmasına bakış, bu faktörlerin tesiri altında kalıp insanın da bunlardan kurtulması imkansız olduğundan yasama hakkını insana vermek çok büyük bir hata olur. Bu nedenle insan, bu iş güzel yada çirkindir şeklinde doğru bir değerlendirmede bulunamaz. Buna binaen bu maslahat yada mefsedattır şeklinde doğru bir karar da alamaz. Öyleyse ister yönetici ister parlamenter isterse de yargıç olarak insana yasama hakkı verilmez.

3-Devlet işlerini yürütmek ve insanın maslahatlarını gütmek ancak tek bir otorite tarafından olur, birçok otorite tarafından olmaz. Zira vakıa ve gerçek budur. Nitekim hükümet, istediği yasaları çıkartmasa ve yargı da bunu oylamasa devlet yürümez. Ayrıca şayet bu üç organ arasında uyum sağlanmaz yada zıtlaşma olursa devlet felç olur. Bu durumda devlet işleri yürümez ve insanların maslahatları güdülmez. Böylece bir boşluk olur ve şayet durum böyle devam ederse sanki devlet yok olma hükmünde olur. Bu nedenle ülke, sadece bir otorite tarafından yürütülmelidir.

4-Liderlik ferdidir; devlet ancak tek bir kişi tarafından yürütülür. Nihai kararı ancak tek bir kişi verir, yoksa bir kaç kişi veremez. Zira insanların aklî güçleri veyahut idrak ve kavrama güçleri birbirinden farklıdır. Dolayısıyla kararın kesin ve kati olması için tek bir kişinin karar alması gerekmektedir. Diğerlerin rolü ise şura veya görüş beyan etmek veya kontrol etmek veya muhasebe etmektir.

Batılılar, yöneticiden yasama hakkını çekip alarak halka verince halkın yasama işini yapamayacağını fark ettiler ve hile yapıp halkı temsil eden bir meclis oluşturdular. Böylece halkın hakimiyetini dillendiren demokrasi suya düşmüş oldu. Nitekim yöneticinin bir fert olması yerine halka rağmen yasama işini üstlenen yüzlerce sayıdaki kişilerin olduğu guruptan oluşan meclis despotizm sahibi oldu.  Dahası halk ve meclisten daha üstün bir kaç kişiden oluşan anayasa mahkemesini tayin ettiler ve bu mahkeme de despotizm oldu. Bu şekilde bir fert olarak yöneticinin despotizminden kurtulmaya çalışırken bir kaç kişinin despotizmine düştüler. Böylece de despotizmden kurtulamadılar.

Batı'da meydana gelen durum, despotik veya diktatör devlete karşı tepkisel harekettir. Nitekim bu devlete, teokratik devlet de denilmekteydi. Yani dinî devlet yada dinî despotik devlet olarak adlandırılıyordu. Zira bir fert olarak yönetici, kral veya imparatorun yanında ailesi, ağalar, zengin aileler ve onlarla beraber yasa koyucu kilise veya din adamları halka karşı bir ittifak oluşturdular. Nitekim Kilise, yasa koymak için Allahtan yetki aldıkları yalanını iddia ederek hem kendisi hem de kral ve onunla birlikte olanların çıkarları hesabına yasa çıkartıp onaylıyordu. Bu şekilde devlet ile kilise arasında bir ittifak oluşturarak insanları Allahın indirmediği şeylerle yönetmek için halka karşı birleşmişler ve böylece de despotik veya diktatör rejimler meydana gelmiştir. Bu durumda, Batı mefhumundaki dinî devletten kurtulmak ve bunun yerine sivil devlet ve demokratik bir sistem kurmak için çağrıda bulunmaya başladılar. Böylece halk, kendi kendini yönetecek ve hakimiyet kendisine ait olacaktır. Fakat yukarıda gösterdiğimiz gibi böyle bir şey olmadı. Zira halk, kendi kendini yönetmediği gibi yasama işini de üstlenmedi. Daha doğrusu halk mahkum kaldı ve yasalar, halka rağmen onun üstündeki küçük bir grup tarafından çıkartılarak halkın üzerine zorla uygulanır oldu. Böylece de başka bir suretteki despotizme dönüştü.

Daha doğrusu demokratik sivil devlette tahakküm edenler nüfuz sahipleridir. Özelikle  de sermaye sahibi olanlardır. Nitekim birçok insanın bilmediği gizli üsluplarla yöneticiyi ve parlamento üyelerini halka seçtirirler ve onu yönlendirirler. Dolayısıyla insanlar sandıklara giderken, nüfuz sahibi olanlar tarafından kendilerine kabul ettirilen kişileri seçmek için giderler. Böylece sermaye sahiplerinin diktatörlüğü görünür bir hal aldı. Başka bir ifadeyle kapitalist despotik sistemi kurulmuş oldu. İşte bundan dolayı bu sisteme kapitalist sistem adı varilmiş olup bütün demokratik Batı devletlerinde de durum aynıdır.

Ayrıca yöneticiler ve parlamenterler görevlerinde kaldıkları sürece dokunulmazlıklara sahip olup yargılanmazlar. Bu ise zulüm ve diktatörlüktür. Nitekim Batı dünyasında demokrasi hakim olmadan önce de krallar, prensler, servet ağaları ve benzer nüfuz sahiplerinin dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla şayet yöneticilerin yönetebilmesi ve istikrar sağlaması için dokunulmazlığa sahip olmaları gerekir derseniz, despotizmi kabul etmiş olursunuz. Zira doğru olan, hiçbir kimsenin dokunulmazlığının olmamasıdır. Zira yönetici de suç işlediğinde diğer insanlar gibi hemen yargılanmalıdır.

Özet olarak; otoritelerin sayılı ve birbirinden ayrı olması, hem yanlış bir düşünce hem de bir teoridir. Çünkü vakıada, devlette insanların maslahatlarını ve işlerini yürüten tek bir otorite vardır. İşte gerçek olan budur. Nitekim bu düşünce, ister kral isterse imparator olsun yöneticinin tüm yetkileri kendi elinde tutmasından dolayı meydana gelen despotizme bir tepki olarak doğmuştur. Oysa Batı'da despotizm, ortadan kaldırılan dînî devlette veya halen devam eden sivil devlette yasa koyucunun beşer olduğundan dolayı meydana gelmiştir. Gerçekte ise beşerin çıkarttığı yasalarla adalet sağlanmaz, daha doğrusu zulüm meydana gelir. Dolayısıyla teşri yada yasama işi, beşerin yaratıcısı tarafından gelmelidir. Dolayısıyla da beşer yada insanlar, kendilerini yaratıcıdan gelen yasalarla yönetecek birini seçerlerse despotizm olmaz, adalet ve huzura kavuşurlar. Bundan dolayı kendi içlerinden yöneticiler seçerler, onları bu yasalara bağlı tutarlar, muhasebe ederler ve yaratıcının indirdiğine muhalefet ederlerse de onları yönetimden düşürürler. Ancak bu şekilde despotizm zail, adalet hakim ve beşeriyet mutlu olacaktır.

Devamı var...

Esad Mansur

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Halfaya Katliamı, İktidar Çetesinin Yanında Yer Alan "Uygar" Dünya İçin Yeni Bir Kınama Olup Kapitalizmin Çöküşünün Vurgulanmasıdır

Suriye'deki iktidar çetesinin alçaklık, aşağılık ve çöküşle dolu operasyonu çerçevesinde Beşar, bu mücrimin kendilerinden hayat nedenlerini, hatta yemeği bile engellemesinin ardından zar zor hayata tutunmak için bir lokma ekmeği elde etmek amacıyla geneli kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan yüzlerce sivilin bir araya geldiği ve mücrim rejimin haftalardır, sadece düşmanın vurulduğu (MİG) savaş uçakları gözetiminde onlara dönük yaptığı kesintinin ardından tek bir somun ekmeği elde etmek için fırına doğru koşuşturduğu dayanıklı Hama kırsalında bulunan Halfaya beldesindeki fırının vurulmasıyla ilgili kesin ve doğrudan talimatlar vermiştir. Nitekim doksandan fazla şehidin hayatına mal olup diğer yüzlercesinin de engelli kalmasına ve yaralanmasına neden olduğu gibi aynı zamanda da onlardan, her türlü tıbbî yardımlar ile bütün ilaç ve insanî yardımlar engellenmiştir. Ayrıca vahşî kurt Beşar, bununla da yetinmemiş, dahası bu cürümler silsilesine kimyasal silahların kullanılmasını da eklemiştir. Zira Humus mahallerinin üzerine, sinir felci, körlük, boğulma ve histeriye neden olan zehirli gaz bombaları fırlatmış ve bunun sonucunda da onlarca kişi şehit olurken geriye kalan birçok kişi de, hala sabırlı Humus üzerinde devam eden benzeri görülmemiş sarsıcı bir ablukanın sonucunda mücrim rejimin engellediği en ufak ilaç ve tıbbî tedavilerden bile yoksun bırakılmıştır.

Bu, ister scud füzeleri isterse ayaklanmacıların ganimet olarak aldıklarında kullanmaya güç yetiremeyecekleri diğer ağır silahlar olsun bu öldürücü silahların kullanılmasının doğruluğunu incelemek için bizzat Rus uzmanlarının varlıklarının ifşa olmasıyla çakışmaktadır. Nitekim diğer bir mücrim olan Lavrov, şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması, siyasî bir intihar sayılır." Buda Şam'daki üvey evladının yaptıklarını bildiğine ve yaptıklarını gizlediğine dair bir kanıttır.

Ey Şam-Suriye'deki Sabırlı Müslümanlar!

Obama'nın liderliğindeki tüm Batı dünyası, ölülerin sessizliği gibi sessiz kalmaktadırlar. Zira o, asrın mücrimi Beşar ile avenelerinin neler yaptığını görüp işittiği gibi güvenli olan halkı tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde nasıl katlettiğini de görüp işitmektedir. Nitekim insan hakları, çevreyi koruma ve hayvan sevgisi palavraları atan bu Batı'nın, bir yandan Suriye rejimini desteklemesi diğer yandan da bu sessizliğe destek vermesiyle birlikte yalanları çamura batmıştır. Bilakis o, bu kasabın tüm cürümleri ve fesatlarına rağmen onu iktidarda tutarak ödüllendirmektir. Dolayısıyla bundan sonra sizler için geriye, daha çok samimi bir niyetle Allahuteala'ya başvurmaktan, şüpheli tüm para ve silahlar ile mutlak olarak alemlerin Rabbine dost olanların dışındaki tüm dostlukları kaldırıp atmaktan, sadece O'na nusret verdiğinizde sizleri, Dâr-ul İslam'ın merkezi olan Şam'ınızda kurulması şerefini beklediğiniz gelmekte olan Hilafet Devleti'nin altında yeryüzünde halife kılacak olan Allah'ın vaadi üzere sabit kalmaktan başka bir şey kalmamıştır ey özgürler! Zira çok iyi biliniz ki; şüphesiz Allah işitip görmekte olup Allah'ın izniyle Suriye kasabının düşmesiyle birlikte düşecek olan bu zorbaları da paramparça edecektir.

وَلَا تَهِنُوا وَلا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ  إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ وَاللَّهُ لا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ  وَلِيُمَحِّصَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ "Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. Biz o günleri insanların arasında döndürüp dururuz. (Bu da) Allah'ın iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kafirleri de helak etmek ister." [Âli İmran 139-140-141]


Hizb-ut Tahrir
Suriye Vilayeti
Medya Bürosu Başkanı
Mühendis: Hişam el-Baba

Devamını oku...

Ey Suriye'deki Müslümanlar! Gerçek Savaş Bizzat Batı İle Olup Uluslar arası Toplum ise Katlettiği Kimseler Müslümanlar Olduğu Sürece Cürümlerinden Dolayı Beşar Esad'ı Muhasebe Etmeyecektir

  • Kategori Suriye
  •   |  

El-ibrahimî 23.12.2012 Pazar günü, Kahire'den gelerek Beyrut Havalimanı'na ulaşmış olup güvenlik nedenlerinden dolayı da ziyareti hakkında daha önceden bir açıklama yapılmamış ve onun görevi ile Şam'a karayolu ve çok gizli bir şekilde acilen bırakılması hakkında konuşmak için medyacıların yaklaşmalarına izin verilmemiştir. Nitekim medya organlarının aktardığı üzere 24.12 pazartesi günü el-İbrahimî'yi Faysal Mikdad karşılamış ve kendisine kasap Beşar Esad ile bir görüşme yapması amacıyla Hilton Oteli'ne kadar eşlik etmiştir. Dolayısıyla bu el-İbrahimî'nin, kasabın görüşmemesi halinde görevini bırakmakla tehdit ettiği zikredilmektedir. Bu ise kendisiyle görüşmek için cevapsız bir şekilde uzun zaman beklemesinin ardından olmuştur. El-İbrahimî'nin ziyaretinin amacına gelince; nitekim Fransız "Le Figaro" Gazetesi, onun Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a, Amerika ile Rusya'nın Beşar'ın görev süresini tamamlaması için 2014 yılına kadar iktidarını korumak amacıyla Suriye'deki çatışma taraflarının kabul ettiği bakanların oluşturdukları geçici hükümetin oluşturulmasına dair metnin geçtiği önerilerini aktarmak istediğini yazmıştır. Ancak Beşar'ın, hiçbir yetkisi olmayacağı gibi gelecek başkanlık seçimlerinde de aday olma hakkı olmamasının yanı sıra bu planın bir parçası olarak da Esad'ın ayrılması ele alınacaktır. Ayrıca bu ziyarete, helak olmuş rejim için iki mücrim amelin eşlik ettikleri zikredilmektedir. Birincisine gelince; kasap Beşar'ın uçaklarının, Hama kırsalındaki Halfaya'da fırınlar önünde sırada bekleyen erkek, kadın ve savunmasız çocuklardan oluşan sivil insan kuyruklarının üzerine patlayıcı ölüm varilleri atması yoluyla korkunç bir katliam işlemesi. İkincisine gelince; bu, rejimin baykuşu Suriye'nin meşum Enformasyon Bakanı İmran ez-Zabi'nin, basın organlarının onun bir dizi yalanlarını, gerçekleri çarpıtmasını ve inkar etmesini elde etmek için katıldıkları basın konferansında ortaya çıkmıştır. Bu nedenle onun, Devlet Başkanlığı gibi büyük bir hastalığın isabet ettiği bir mücrim olduğu görünmektedir. İşte bu iki yolla kasap Beşar, kendisinin güçlü ve halkını katletmeye muktedir olduğu, dolayısıyla şartlarının dinlenilmesi gerektiği şeklinde siyasî bir mesaj göndermek istemektedir. Nitekim Enformasyon Bakanı, vakıa zeminindeki siyasî vakıayı ve alanı inkar etmek, herkesin aklını hafife almak ve el-İbrahimî'nin ne Şam'a yönelik ziyaretinin nede görevinin özel bir mesaj iletmek olduğunun bilindiği şeklinde onlara yalan söylemekle ilgili senaryoyu tamamlamak için gelmiştir.

Ey Suriye'deki Sabreden Müslümanlar!

Rejimin ve Kasap Devlet Başkanı'nın cürümleri sakın sizleri dehşete düşürmesin. Çünkü o, çok büyük bir siyasî zafiyet içerisindedir. Zira sizlere karşı işlemiş olduğu tüm cürümlerine rağmen kendisini çıkmazın içinden kurtarmada başarısız olmuştur. Dolayısıyla Amerika ile birlikte Rusya, onun iktidarda kalamayacağını, ona yardım etmeye muktedir olamayan İran'a rağmen herkesin her koşulda onun gideceği hakkında konuşmaya başladığını fark etmiştir. Dolayısıyla da kasap Beşar Esad, şartlarını iyileştirmek için Müslümanları katletmekten daha iyi bir yol bulamamakta ve uluslar arası toplum da öldürdüğü kimseler bizzat Müslümanlar olduğu sürece de onu muhasebe etmeyecektir. Nitekim bu, kendisine garanti imkanı veren uluslararası bağlantılar kılıfı altında onun "güvenli bir şekilde çıkışının garanti edilmesi" bendine girdirilmiştir.

Ey Hayırlı Şam'daki Müslümanlar!

Uluslar arası toplumun gözetiminde meydana gelenlerin hiçbiri sizlerin maslahatı için değildir. Zira o, ekini ve nesli helak eden kasap Beşar ile onun tüm çetelerinin hayatını garantilemek için çalışmaktadır. Ayrıca o, ister mevcut mücrim Suriye rejiminden olsunlar isterse de muhalif koalisyondan olsunlar iktidarı ajanlarına intikal ettirmek için çalışmaktadır. Yine o, İslam'ı yönetimden uzaklaştıracak laik bir anayasa yapmaya çalıştığı gibi Suriye'ye dönük yeni projelerinin Hilafet Devleti'ni kurma projesi olduğunu ilan eden Müslüman ayaklanmacılara karşı askerî eylemi idare etsin diye de uluslar arası barışı koruma gücünü göndermek için çalışmaktadır. Sözün kısası; Amerika, kasap Beşar Esad'a alternatif olarak kendisi için ajanlık yapacak bir yönetici getirmek için tüm gücüyle çalışmaktadır. Gerçekten siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz?! Kalbinde zerre kadar imanı olan bir kişi, onların planları için bu kimselerle birlikte yürümeyi kabul eder mi?! Ayrıca sizin içinizde, İslam'a ve Müslümanlara komplo kurulmasını kabul eden birisinin olması akıl işi midir?!...

Ey Müslümanlar ve Hala Görev Yapan Subaylar!

Gerçek savaş, bizzat Batı ile olup kasap Beşar ise sadece onun araçlarından biridir. Nitekim bu kurnaz Batı, İslam ülkelerindeki yöneticilerden oluşan tüm araçları, alacaklarını elde etmek için kendisinin ve onların sahip olduğu tüm malî imkanları kullandığı gibi hak ile batılı birbirine karıştırmak, küfür ile dini hayattan ve yönetimden uzaklaştıran çoğulcu demokratik sivil devlete davet etmek gibi küfrün pazarladıklarını süslemek için de medyayı kullanmaktadır. Bundan dolayı bizler muhlis subaylara sesleniyoruz; şayet katliamları durdurmaya güç yetiremeyen halkınızın çekmiş oldukları acılardan dolayı hala içinizde zerre kadar iman ve duygu kalmışsa, tüm bu trajedilere son verecek, ülkedeki işlerin dizginlerini ele alacak ve sizlere uygulanan bu rejimi ortadan kaldıracak olan hala sizlersiniz. Zira çok iyi biliniz ki; şayet bunu yapmaz iseniz Rabbiniz katında çok büyük bir vebal altına gireceksiniz. Yok eğer bunu yaparsanız, vallahi sizin ve ümmetinizin dünyasının ve ahiretinin izzeti bundadır. İşte Hizb-ut Tahrir, artık zamanı gelmiş olan Raşidi Hilafet'i kurarak Allahu [Subhânehu ve Te'âla]'yı razı edecek olan köklü bir değişime muktedir etkin bir kuvvet oluşturmaları amacıyla elini, kendisiyle birlikte olan diğer muhlis subaylara katılmaları için ordu içerisindeki tüm subaylara uzatmaktadır. Nitekim Allahuteala, şöyle buyurmaktadır:

يا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُمْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الْآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلا قَلِيلٌ  إِلا تَنْفِرُوا يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلا تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ  إِلا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ  "Ey iman edenler! Size ne oldu da "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiğinde yere çakılıp kalıyorsunuz? Yoksa ahiretin yerine dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının menfaati, ahiretin yanında çok azdan başkası değildir. Eğer (savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir ve siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Zira Allah her şeye kadirdir. Eğer siz ona (Reselullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kafirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı... O, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükunet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kafir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah Azizdir ve Hakîmdir." [et-Tevbe 38-39-40 ]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER