Pazar, 22 Cumade’l Ûlâ 1446 | 2024/11/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

İmamların Terörizme Sempati Duyan Bakanlara Hiçbir Açıklama Borcu Yoktur

Jyllands-Posten 23 Ekim 2024 tarihinde “İmamlar yanıt vermeli. Bakanlar, Danimarka’daki İslami dini liderleri tartışma yapmaya çağırdı” başlıklı bir makale yayımladı. En az dört kez birlikte poz veren Entegrasyon Bakanı ve Kiliseler Bakanı, İmamlar ve Müslüman temsilcilerle 24 Ekim 2024 tarihinde gerçekleştirilecek bir toplantıda değerler, antisemitizm ve Müslümanların Filistin meselesindeki duruşu konularında ciddi bir tartışma yapmayı planladıkları bildirildi.

Müslüman temsilcilerin, toplantıya katılmamaları olumlu bir gelişmedir. Gazze’de bir yılı aşkın süredir devam eden soykırımı ve Siyonist devlet terörünü destekleyen değerlere Müslümanları asimile etme niyetlerini açıkça ifade eden bakanların ‘çağrısını’ kabul etmediler. Müslüman temsilcileri ile değerleri soykırımın küllerine gömülü olan utanmaz bakanlar arasında anlamlı veya eşit bir diyalog kurulması için hiçbir temel bulunmamaktadır.

İster Müslüman ister gayrimüslim olsun, vicdan sahibi ve insanlık değerlerini koruyan bireyler, geçtiğimiz yıl boyunca Danimarka hükümetinin aklamak için her şeyi yaptığı o tarif edilemez Siyonist suçları sessizce kabul etmeyeceklerini net bir şekilde ortaya koymuşlardır. Danimarka hükümeti, Filistin halkına yönelik sistematik terörü tamamen desteklemesine rağmen, terör kartını kullanarak özellikle Filistin’in özgürlüğünü talep eden Müslümanları hedef tahtasına koymaktadır. Diğer yandan hükümet, antisemitizm kartına sarılıyor. Özellikle bu konudaki yeni yasal düzenlemeler, soykırımcı Siyonist işgale karşı direnişi suç haline getirmek için kullanılan bir kılıf olduğunu ortaya koydu.

Vücutlarının her gözeneğinden kibir sızan bu bakanlar, Müslüman topluluğa ahlak ve değerler dersi vermek istiyorlar.

Bir konuda doğru söylüyorlar: Açık bir mesaj verilmesi gerekiyor:

- Danimarka hükümetinin değerler sistemi, süregelen soykırım karşısında tamamen iflas etmiştir. Müslümanların bu sisteme katılımını gerektirecek hiçbir neden yoktur. Dybvad ve Dahlin (bahsi geçen bakanlar), bundan ne kadar hoşlanmasa da. Ne de olsa İslam karşıtlığı konusunda deneyimliler.

- Müslümanlar, Avrupa’da derin tarihi kökleri olan Yahudi karşıtlığının ve bunun yol açtığı suçların sorumlusu olarak görülemez. Günümüzde bu düşmanlık, Avrupalı kökenli Siyonist Yahudilerin, Filistin’de özellikle Müslümanlara karşı yürüttükleri soykırım ve etnik temizliği aklamak amacıyla siyasi bir araç olarak kullanılmaktadır.

- Filistin’in, “İsrail” adıyla anılan acımasız askeri işgalden tamamen kurtarılması, İslami bir yükümlülük ve insani bir gerekliliktir; bu gerçek, cami kürsülerinden başta olmak üzere net ve güçlü bir şekilde ilan edilmelidir.

- Müslüman temsilcilerin, Müslüman değerlere karşı savaşan, haklarımızı kısıtlayan, devlet terörünü ve çocukların ve kadınların toplu katliamlarını destekleyen siyasetçilerle görüşmeleri için tek bir geçerli sebep vardır: o da onların kötülüklerini ve ikiyüzlülüklerini ifşa etmek ve sonuçları ne olursa olsun, talep ve tehditlerine en ufak bir boyun eğmeksizin kesin bir dille reddetmektir.

Elias Lamrabet
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Danimarka
Medya Temsilcisi

Devamını oku...

Allah’a İman İle Sebebiyet Yasası Arasında Zafer!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Allah’a İman İle Sebebiyet Yasası Arasında Zafer!

Dünya sebeplere (ulaşılmak istenen hedefe vesile olan şey) ve müsebbeblere (sebeple meydana çıkanlar, neticeler) göre düzenlenmiştir; dolayısıyla sebebi olmayan hiçbir müsebbeb yoktur; şayet bir müsebbeb (bir netice veya sonuç) sebep olmadan ortaya çıkmışsa, bu ancak bir mucize yoluyla olabilir; örneğin ateş her halükârda yakar; bu yüzden yanmanın sebebi olmuştur. Bıçak keser; bu yüzden kesmenin sebebi olmuştur. Su için de aynı şey söylenebilir. İbrahim ve İsrailoğullarında olduğu gibi şayet bu eşyalardan herhangi biri yakma, kesme ve boğma özelliğini kaybederse, bu ancak bir mucize olabilir; bu da sadece nübüvveti (peygamberliği) ve benzeri bir şeyi kanıtlamak içindir. Önemli olan bir sebebin sebep olduğu şeyin ortadan kalkmasının aslına aykırı olmasıdır; yani her sebep için aynı şey söylenebilir. Dolayısıyla bir kişinin denizde suyun üzerinde oturabildiğini, ayakta durabildiğini veya suda boğulmadığını, sonra da bunun Allah Subhanehu’nun kudretiyle olduğunu söylemek doğru değildir; çünkü Allah Subhanehu, kudretinin sebebiyeti ihlal etmesini murat etmemiştir. Aksi takdirde dünya, gayesiz ve düzensiz bir şekilde seyredecektir.

İster kevni, ister akli, isterse de şerî olsun sebeplerin kendi müsebbebi ile sonuçlanması gerekir; şayet müsebbep (sonuç) sebebine aykırı olursa o zaman bu, ancak aşağıdaki şu iki husustan biri olabilir:

Birincisi: Bu, İbrahim Aleyhisselam’ın başına geldiği gibi bir mucize yoluyla meydana gelmiştir; zira ateş yakma özelliğini kaybetmiş ve bir işkence maddesi olmak yerine serinlik ve esenlik olmuştur. Aynı şey Musa’da da meydana gelmiştir; zira Allah Musa için denizin ortasında kuru (uygun) bir yol açınca denizin sebebiyetini ortadan kaldırdı. Bunun ardından Musa denizin özelliğini kaybettiğini düşündü ama Musa ve kavmi ihtiyaçlarını karşılayınca Allah denizin özelliğini geri verdi ve Firavun’u boğdu. Yani özelliğin ortadan kaldırılması veya sebeplerin devre dışı bırakılması ancak bir mucize olabilir.

İkinci hususa gelince: Sebepler olduğu zannedilen sebeplerin aslında öyle olmamasıdır; örneğin kanseri ağrı kesicilerle tedavi etmek isteyen ya da mütevazı gücüyle büyük bir kayayı bir yerden başka bir yere taşımak isteyen biri gibi; sadece bu iki durumda, müsebbeb (sebenin neden olduğu sonuç) olmayabilir.

Mucize yoluyla meydana gelen birinci durumda Allah, ondaki sebepleri ortadan kaldırdı, yani sebebiyet yasasını devre dışı bıraktı. İkinci durumda ise sebep sebep değildi ki ondan müsebbeb ortaya çıksın. Bu iki durumun dışında ise sebebiyet ve onun yasası, kevniyetlerde (kâinatla ilgili her şey), akliyetlerde ve şerîyyetlerdeki her şey için geçerlidir.

Girişteki konuşmayı uzatmamak adına bizim burada önemsediğimiz şey akli veya diğer sebeplerden bahsetmek değildir; aksine biz, şerî sebepler hakkında konuşmak istiyoruz; akli sebeplerde geçen şeyler şerî sebeplere de intibak eder mi, yani müsebbebin (sonucun) kaçınılmaz olarak ondan (şerî sebep) mı kaynaklanması gerekir? Ve diyoruz ki:

Şari Subhanehu ve Teala, mükelleflerden ameller ve fiiller talep etmiş, bunlar için de sebepler ve şartlar koymuştur ki böylece müsebbeb ve meşrut (şart koşulan) gerçekleşmiş olsun. Bu sebepleri ve şartları şerî hükümler olarak belirlemiştir. Yani onların varlıkları olmadan vakıada şerî hükümler gerçekleşmez. Örneğin güneşin zail olmasını yani batıya kaymasını öğle namazının farziyeti ve namazın da mükellef üzerine farz olması için bir sebep kılmıştır. Zira böylece şartlar gerçekleşmiş ve engeller ortadan kalkmıştır. Yine zekatta nisap miktarında bir mala sahip olmayı, mükellefin boynuna farz olması için sebep kıldığı gibi (zekat malının) üzerinden bir yıl geçmesini şart ve borcu da mani (engel) kılmıştır ve benzerleri gibi. Yani bir şerî hükmün, başka bir şerî hükme bağlı olmasıdır ki bu da ıstilahi olarak vaz’i hükümler olarak adlandırılmaktadır; dolayısıyla namaz ve zekat için söylediklerimizi, hac, cihat ve zafer için de söyleyebiliriz.

Konuşma genel olarak kalmasın diye biz, konuşmamızı zafer konusuyla sınırlandıracağız; zaferin, ancak kendisiyle gerçekleşeceği sebep ve şartları var mıdır; dolayısıyla mükellef, müsebbebin (sonucun) kaçınılmaz olarak sebep veya şarttan kaynaklandığını bilerek mi amel veya fiilleri yapması lazım yoksa mükellefin sebeplerin olup olmadıklarına bakmaksızın Şari’nin talep etmiş olduğu amel ve fiilleri yerine mi getirmesi lazım. Diğer bir ifadeyle örneğin mükellef, Kur’an ezberlemeye, gece namazı kılmaya ve cihat etmeye tevessül etmeyi -ki bunların hepsi şerî bir taleptir-, zafer için bir yol kılabilir mi? Başka bir deyişle Şari ona, zafer için bir yol ya da sebep olarak belirlediği amel ve fiilleri seçme özgürlüğü vermiş midir? Şayet durum böyle değilse o halde Şari’nin, müsebbebin gerçekleşmesi için -ki o zaferdir- bir yol olması amacıyla sebep olarak talep etmiş olduğu ameller var mıdır? Peki bu, -yani zafer için sebep olarak birtakım ameller belirlemek-, Subhanehu’nun: وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِندِ اللهِZafer ancak Allah katındandır.” [Al-i İmran 126] kavliyle çelişir mi?

Sebebiyetin Allah dünyayı ve üzerindekileri yarattığından beri bir asıl olduğunu, insanların bu yeryüzünde bir nizam içinde hareket etmesi için onun gerekli olduğunu ve yaratıcının bu konuda herhangi bir şeyi yapmaya zorlamadığını ve engellemediğini söylemiştik; o halde Subhanehu zaferin zamanı ve tarihi konusunda bir söz ve ahit vermediği sürece Allah zaferi, sebebiyet olarak kendisiyle zaferin gerçekleştiği söz ve eylemlere bağlamıştır.

Bu tür fiillerin birçok örnekleri vardır; örneğin Allah, üremede bir sebep olsun diye evliliği talep etmiştir; dolayısıyla eşlerin evliliği gerçekleştirmesi üreme için sebep olmaktadır. Oysa biz biliyoruz ki dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeden, dilediğini de kısır yapan sadece Allah’tır; aynı şekilde Allah Subhanehu, birçok şerî hükümlerde fiilleri, şerî bir illetle illetlendirmiştir; diğer bir ifadeyle mükellefin, fiilin şerî illetine vakıf olması gerekir; dolayısıyla bu, O’nun uluhiyetinde bir eksilme olmadığı gibi O’nun sıfatlarından herhangi bir şeye de gölge düşürmez ve bu O’nun şu kavline de aykırı değildir: لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ “(Allah,) yaptıklarından sorumlu tutulmaz (O'na kimse hesap soramaz).” [Enbiya 23]

Dolayısıyla yaratıcı Subhanehu’nun, zaferi sebebiyet olarak amellere ve fiillere bağlaması O’nun şu kavline aykırı değildir: وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ"Zafer ancak Allah’ın katındadır." [Al-i İmran 126] Zira ayet, Al-i İmran ve Enfal’de geçen iki yerde de Bedir’de müminlere meleklerin yardım etmesinden bahsetmektedir. Şüphesiz Allah bu yardımı bir müjde olarak yapmıştır. Yoksa melekler zafer için bir sebep değildir. Aksine zafer ancak Allah’ın katındandır. Dolayısıyla burada müminin imani yönüne dikkat çekilmektedir. Bu ise Şari’nin mükelleften, sebebiyet olarak yapmasını talep ettiği amellere ve fiillere aykırı değildir.

Şari’nin dünyayı yarattığını, onun seyrini düzenlediğini, dünyadaki mahlukatları sebebiyete göre seyrettirdiğini, insanın hareketinin bu seyirde icat edici bir şey olmadığını, aksine hayatını kendisiyle müsebbeblerin (sonuçların) gerçekleştiği sebeplere göre yürüttüğünü söylemiştik. Şayet bu kaide ihlal edilirse, iki noktada belirttiğimiz gibi aslına aykırı olur. Dolayısıyla sebeplerin kendi müsebbeblerini doğurması gerektiği gibi müsebbebler de sadece kendi sebeplerinden doğar.

Açıklama sadedinde olduğumuz zafer hali sebepler ve müsebbebler kabilinden olup zaferin sadece Allah katından geldiği ve bunun belirli bir tarihi ve zamanı olduğu, sebeplerin ise Allah’ın zaman ve tarihle ilgili zaferi uyarınca olmadığı şeklindeki imani yönü de hatırda tutmak önemlidir. Böylece iman ve akidevi yön ile zaferin ancak kendisiyle gerçekleştiği amellerin arası cem edilmiş olmaktadır.

Şeyh Takıyyuddin en-Nebhâni şöyle diyor: “Allah’ın istediği şeyi yaptığı ve her şeyin yaratıcısı olduğu doğrudur; ancak Allah bu kainata ona göre hareket etmesi için yasalar koymuştur. Eşyalar için de onlara göre şekillendikleri, dönüştükleri veya bu yasalara göre kaldıkları kanunlar koymuştur. Dolayısıyla O, bu yasaları veya bu kanunları ihlal etmeye kadir olsa da bunu ancak Nebi için ihlal eder ve Rasul için bozar. Dolayısıyla Allah’ın müminlere kâfirlere karşı zafer vereceğine iman etmek, onlar zaferin sebeplerine bağlanmadıkları halde müminlere zafer vereceği anlamına gelmez; çünkü sebeplere bağlanmadan zaferin gerçekleşmesi imkansızdır. Allah’ın kudreti imkansızlıkla alakalı değildir; Allah'ın bir şeye kadir olması, bir ferdin, cemaatin veya milletin o şeye muktedir olduğu anlamına gelmez. Zira Allah'ın kudreti Kendine has bir sıfat olduğu gibi kulun gücü de kendine hastır. Bunun Allah’ın kudretiyle bir ilgisi yoktur. Bu yüzden Allah’ın kudreti ve O’na iman ile kulun gücü ve Allah’ın emrini yerine getirmesinin arasını karıştırmak, tembelliğe yol açtığı gibi halkları ve milletleri de uyuşturur. Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurmuştur: وَلَيَنصُرَنَّ اللهُ مَن يَنصُرُهُAllah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder.” [Hac 40]”

Her ne kadar bunun fıkıhta çok fazla örnekleri olmasa da sebebin, müsebbebin ancak birlikte gerçekleşeceği birkaç özellikten oluşması söz konusu olabilir. Örneğin fakihler şöyle diyor: Kısas ancak kasıtlı ve düşmanlıkla öldürmede olur. Dolayısıyla sadece öldürmede olmaz. Yani bu üç özelliğin bir arada olması gerekir; diğer bir ifadeyle özelliklerin tamamı, sebep olarak adlandırılmıştır. Bu yüzden bunlardan biri diğerinden ayrıldığında katile öldürdüğü kişiden dolayı kısas yapılmaz. Zira öldürme kasten olmuştur ama düşmanlıkla olmamıştır. Örneğin Halife’nin kısas olarak bir adamı öldürmesi gibi; bu öldürme kasten olmuştur ama düşmanlıkla olmamıştır. Bu yüzden onun üzerine hüküm terettüp etmez.

Bizim -yani Hizb-ut Tahrir olarak- durumumuza gelince; parti kuruluşundan bu yana zaferi gerçekleştirecek tüm amelleri ve fiilleri yapmaya çalışmaktadır; bunların tamamının sebep olarak adlandırılması doğru olur. Örneğin mürekkez ve toplu kültürlenme, planlar ortaya koyma, maslahatlar benimseme ve nusret talebi, bunların hepsi bir arada zaferin sebebidir veya bunlar, Aleyhissalatu ve’s Selam’ın iyi bir şekilde yaptığı gibi iyi bir şekilde yapılarak bir araya geldiğinde özellikler olur ve bu da kaçınılmaz olarak müsebbebiyle sonuçlanır. Zaferin zamanı ve tarihi itibariyle Allah’ın katında olduğu ve sebeplerin sunulmasının yaratıcının bir şeyi yapmaya zorlaması olmadığı şeklindeki imani yönü de hatırda tutmak önemlidir.

Geriye son bir mesele kalmıştır ki o da Subhanehu’nun, إِنْ تَنْصُرُوا اللهَ يَنْصُرْكُمْ “Eğer siz Allah’ın (dinine) yardım ederseniz Allah da size yardım eder” [Muhammed 7] şeklindeki kavlini, kanıtlamak ve açıklığa kavuşturmak istediklerimiz ışığında okumamız. Usul alimleri şöyle diyorlar:

Lugavi şartlar, hakikatte şerî sebeplerdir; diğer bir ifadeyle Allah Subhanehu, sebep olarak isimlendirilmesi doğru olan şerî ameller ve fiiller talep etmiştir; dolayısıyla müsebbeb (sonuç) yani zafer, ancak sebeple gerçekleşebilir. Yani Allah’ın zaferi, hakikatte İbn Abbas ve diğerlerinin söylediği gibi O’nun dinini veya şeriatına yardım etmekle olur. O halde anlamın veya takdirin şöyle olması doğru olur; eğer siz Allah’ın dinine ve şeriatına yardım ederseniz O da size yardım eder. Allah’ın dinine ve şeriatına yardım etmek ise, nasıl bir araya gelinirse gelinsin şeklinde gerçekleşmez; aksine Aleyhissalatu ve’s Selam, kültürlenme, kaynaşma, nusret talep etme ve benzerleri gibi zaferin sebebi olan özel amellerde bulunmuştur.

Mükellefin kendi hevasına göre seçtiği seçici sebeplerle zafere tevessül etmesi doğru olmadığı gibi, Subhanehu’nun zaferi bahşeden olması ve Müslümanlara zafer vermenin onun elinde olması gibi imani yön ile bireyden veya cemaatten yapması talep edilen şeyin arasını karıştırmak da doğru değildir. Zira Allah Subhanehu, her ne kadar yapmaya kesinkes muktedir olsa da Hilafeti kurmak ve beldeyi ve insanları kurtarmak için melekleri indirmeyecektir. Ancak O, sebebiyet yasasını koymuş ve dünya onunla tanzim edilmiş olup bunu ne Hizb-ut Tahrir ne de bir başkası için ihlal etmeyecektir; zira bizler, mucizeler ve olağanüstü olaylar zamanında değiliz.

Allah’tan fazlı ve keremi sayesinde ümmete bizimle zafer bahşetmesini, bizleri ümmetin izzetinin ve onurunun sebebi kılmasını, eksik kaldığımızda elimizden tutmasını ve işlerimiz için aklı başında birini nasip etmesini niyaz ediyoruz.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Halid El-Eşkar (Ebu El-Mu’taz Billah)

Devamını oku...

Madenleri Özel Bir Tarafın Mülk Edinmesi Haramdır, Onların Kafirlere Satılması İse Daha Büyük Bir Haramdır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Madenleri Özel Bir Tarafın Mülk Edinmesi Haramdır, Onların Kafirlere Satılması İse Daha Büyük Bir Haramdır!

Haber:

18/10/2024 tarihinde bazı internet sitelerinde, (Kraliyet Holding'e bağlı) Fas Maden Şirketi'nin Londra Borsası’nda işlem gören MetalNRG adlı bir İngiliz şirketine 32 milyon Dolara satıldığına dair bir haber yayınlandı (ki MetalNRG, New York merkezli bir varlık yönetim şirketi olan Orion tarafından finansal olarak desteklenmektedir). Büyük ölçekli projelere yeniden odaklanma stratejisinin bir parçası olarak kabul edilen bu anlaşma, maden şirketinin madencilik pazarındaki konumunu güçlendirmesine imkan tanıyacaktır.

Faslı şirket 2014 yılından bu yana bakır konsantreleri üretiminde faaliyet gösteriyor ve 2023 yılında 3.000 ton bakır metal üretimi kaydetti.Bu anlaşma, madencilik pazarındaki konumunu daha da güçlendirmek için maden şirketinin geleceğe dönük stratejisinde önemli bir adımı temsil ediyor.Daha küçük varlıkları elden çıkarmak yoluyla grup, kaynaklarını ve uzmanlığını daha büyük projelere odaklamayı ve aynı zamanda operasyonlarını yönetmede yüksek standartları korumayı umuyor.

Yorum:

İslami fıkıh hükümleri, büyük miktarlarda olan madenlerin kamu mülkiyeti olduğuna ve bireylerin bunları mülk edinmesinin caiz olmadığına karar vermiştir; nitekim Mevsuatü'l-Fıkhiyye el-Kuvettiyye’de şöyle geçmektedir

“Hanefilere, Şafiilere ve Hanbelilere göre petrol madenleri, bitüm, tuz, su ve diğer görünür madenler ihya etmek yoluyla mülk edinilemez ve bunların insanlardan birine ikta edilmesi caiz değildir. Nitekim Tirmizî, Ebyad ibni Hammal’den şu hadisi rivayet etmiştir: أنه وفد إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم، فاستقطعه الملح فقطع له، فلما أن ولّى، قال رجل من المجلس: أتدري ما قطعت له؟ إنما قطعت له الماء العِدّ، قال: فانتزعه منه “O Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelip bir tuz bölgesinin kendisine verilmesini istemiş, Rasul de bu teklifi kabul etmişti. (Ebyad) kalkıp gidince (SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanında) bulunan şahıslardan biri şöyle dedi; Ona ne verdiğinizi biliyor musunuz? Ona kaynağı kesilmeyen bir su verdiniz. Bunun üzerine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi: “Onu ondan geri alıyorum.” Malikilere göre madenler, ister katı ister sıvı olsun, ister görünürde olsun ister yeraltında bulunsun, ister özel mülkiyete ait bir arazide olsun ister mülk edinilmeyen bir arazide olsun, devletin malı olup devlet bunları, mülkiyet esasına göre değil de belirli bir süre için kiralamak ya da ikta etmek suretiyle kamu yararı için tasarrufta bulunabilir. Ancak onlar, el-Baci’nin dediği gibi şart koştular: şayet bunları ikta ederse mülkiyet amacıyla değil faydalanmak amacıyla ikta edebilir. İmam’ın ikta ettiği kişinin onu satması veya kendisine ikta edilen şeyi miras bırakması caiz değildir; çünkü bunları mülk edinemez ve miras bırakamaz. Hanefiler şöyle dedi: İmam’ın, Müslümanlar için vazgeçilmez olan zahiri/görünen madenleri ikta etme hakkı yoktur; zira bunlar, tuz, sürme, bitüm ve petrol madenleri gibi Allah’ın açık bir şekilde yeryüzüne yerleştirmiş olduğu cevherlerdendir. Şayet görünür madenleri ikta ederse onları ikta etmesinin bir hükmü yoktur. Aksine ikta edilen kişi de diğerleri de eşittir. Şayet ikta edilen kişi bunu onlardan (diğer insanlardan) engellerse, engellemesiyle haddi aşmış olur. Bu yüzden iktanın sıhhati hakkında şüphe duyulmasın ve sabit mülkiyet hükmü altında olmasın diye (diğer insanları) engellemekten alıkonulur ve sürekli amel etmekten uzaklaştırılır.”

Fakihlerin görüşleri incelendiğinde ihtilafın özünün temel olarak madenin miktarından kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla şayet miktarı az ise fertlerin bunları mülk edinmesi caizdir. Şayet miktarı çok ise o zaman bunların Müslümanların cemaatinin mülkü olduğu konusunda bir ihtilaf yoktur ve fertlerin bunları mülk edinmesi caiz değildir. Hatta Malikilerin görüşü gibi (ki muhtemelen onlar, az miktarları kastetmişlerdir; çünkü onlar, büyük miktarlardaki bu mevcut madenlere aşina değillerdi) şayet fertlere ikta edilmesi caiz olsa bile bu, mülk edinmeksizin geçici bir iktadır.

Fas devleti onlarca yıldır altın, gümüş, bakır, kobalt, kalay, flor, çinko ve diğer madenler gibi ülkenin madenlerinin çoğunu barındıran maden şirketini mülk edinmekle yetinmedi... Aksine bu madenler hakkında tasarrufta bulunmasına, hatta bu madenleri hiç tereddüt etmeden açık bir şekilde sömürgeci kâfire satmasına izin verilmiştir!

Bu madenler Müslümanların mülkü olup fertlerden birinin bunları mülk edinmesi haramdır; dahası bunların Beytu’l Mâl’e iade edilmesi gerekir; bu madenlerin çıkarılması için özel şahısların kiralanması caiz olsa da bu sadece bir kiralama olur ve bu özel şahısların bu madenlerden bir payı olmaz; aksine bunlar, sadece Beytu’l Mâl’e ait olur.

Şayet bu büyük servetler fertler tarafından mülk edinilirse, İslam’ın karar verdiği gibi kamu mülkiyeti konusunda haddi aşmış olur; zira bu, ülkenin yaşamış olduğu yoksulluğun nedenlerinden biridir. Ayrıca altın, gümüş ve devasa miktarlardaki diğer madenler yer altından çıkarıldığı bir zamanda, bu madenlere komşu olan köyler yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşamakta olup bu servetlerden elde ettikleri tek şey, bu madenlere ulaşmak için başvurdukları patlamalar nedeniyle evlerinin duvarlarında oluşan çatlaklar olmuştur. Bu arada madencilik şirketi devlet bütçesine tıpkı diğer şirketlerle aynı şekilde gelir vergisi ve katma değer vergisi gibi katkılar sağlamaktadır (ki vergi kaçırmadığını varsaysak bile onu bu konuda kim muhasebe edebilir ki?!); zira devletin 2024 yılı bütçesi incelendiğinde, maden çıkarma ruhsatlarının verilmesinin devlete herhangi bir fayda sağladığına dair herhangi bir göstergeye rastlayamazsınız. Yani devlet, maden şirketine yer altı servetlerini kullanma hakkını vermekle yetinmiyor -ki bu şeriata göre haramdır-; aksine bunun karşılığında ondan hiçbir şey alınmıyor ki bu aklen bile caiz değildir. Bakın şimdi de sanki kendisinin bireysel mülküymüş gibi bu madenleri satıyor!

Ümmetin yaşadığı sıkıntının nedenlerinden biri de işte budur; zira ümmetin yöneticileri onun servetlerini çarçur ediyorlar ve onu elleriyle kötü bir şekilde kullanıyorlar.Sonra da bütçe açığı olduğunu iddia edip daha fazla vergi ve daha fazla dış borçlanmaya başvuruyorlar. Sonra insanların ceplerinden aldıklarını yine kötüye kullanarak bütçe açığı veriyorlar. Böylece her yıl devleti borç batağına sürüklüyorlar (ki Fas’ın bu yılki borcu 130 milyar Doları aşmıştır). Bu yüzden devletin tek çıkış yolu, devlet mallarının daha fazla satılması ve kredi akışını durdurmamak için de daha fazla yabancıların kucağına düşmektir!

Kurtuluş İslam'ın hükümlerinde, sadece İslam’ın hükümlerindedir. Zira mülkiyet hükümlerini sıkı bir şekilde düzenleyecek, özel şahısların taşkınlığını önleyecek, her bir ferdin temel ve lüks ihtiyaçlarının karşılamasını garanti edecek olan sadece İslam'ın hükümleridir. Dolayısıyla kurtuluşu İslam’ın hükümlerinin dışında arayan herkes aldanmakta olup bir serabın peşinde soluyor demektir. Bakın işte vahşi kapitalizm örneği gözlerinizin önündedir. O halde ey akıl sahipleri aklınızı başınıza alın ve Rabbinizin şeriatının uygulanmasını talep etmek için seslerinizi yükseltin. Böylece umulur ki Allah, sizin ellerinizle bir hayır takdir eder.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhammed Abdullah

Devamını oku...

Modern Savaş, Sömürgecinin Avlama Şekillerinden Biridir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Modern Savaş, Sömürgecinin Avlama Şekillerinden Biridir!

Haber:

İranlı dört yetkili bu hafta yaptıkları telefon görüşmelerinde dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in orduya Yahudilerin saldırısına karşılık vermek için birden fazla askeri plan geliştirmesi emrini verdiğini söyledi. (New York Times)

Yorum:

Müslüman ülkelerdeki durum ve buna verilen tepki, ciddi anlamda trajik ve bir felakettir. Bu kadar toplumsal bir bilinç varken bu düzeydeki ölüm ve yıkımı gizlemek kolay değildir; bu yüzden aynı akideyi (İslam) paylaştığını iddia edenlerin tepki vermeleri, dolayısıyla açıklamaların dolup taşması kaçınılmazdır.

Bu açıklamalar üzerinde analizler yapılmakta, diyalog programları ve röportajlar düzenlenmekte ve görüşler oluşturmak için girişimlerde bulunulmaktadır. Nitekim Ekim 2023'ten bu yana insanlar, Batılı çözümlere olan inançlarını tamamen yitirdiler ve “Amerikan Rüyası” kimsenin kendisinden kaçamadığı bir kâbusa dönüştü.

İnsanlar çatışmaların ve savaşların gelişmiş bir versiyonuna tanık olmaktadırlar. Nitekim tarihteki savaşlar değişime uğradı; zira Hilafet yıkılmadan önce Müslümanlar Allah’ın dininin egemenliğini tesis edip ilan etmek için savaşırlarken diğerleri ise bölgeyi genişletmek ve kontrol altına almak için savaşıyorlardı. Kapitalizmin açgözlülüğün faydaları dahil olunca dünya haritası ilk kez siyasi bölünmeler ve ulusal sınırlarla birlikte siyasi bir haritaya dönüşmüştür; bu bölünme ise aslında bir aldatma sanatı olan modern diplomasinin doğmasına yol açmıştır.

İranlı şahinler tarafından atılan sloganlara rağmen, İran’ın stratejik düşüncesinin gerçekliği daha temkinlidir. Zira İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nasser Kanani geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada resmi düşünceyi şu şekilde dile getirmiştir: “İran “İslam” Cumhuriyeti'nin ek veya gönüllü güç göndermesine gerek yoktur.” Ayrıca Lübnan ve Filistin topraklarındaki savaşçılar, saldırganlığına karşı kendilerini savunabilecek kabiliyet ve güce sahiptir” eklemesinde bulundu.

İranlı siyasetçilerden ve diğer Müslümanların başındaki yöneticilerden sürekli çelişkili açıklamalar okuyor ve işitiyor olsak da, bunu kesinlikle dini bir vacip olarak ifade ettiklerini düşünmüyoruz.Bu bir tercih meselesi değildir ve kendilerine savaş açılan insanların gücünü ölçmek de onların yetki kapsamına girmiyor. Gazze’deki masum insanları bombalamak, aç bırakmak ve hastalık yoluyla öldürülmesine ortak olan Allah'ın düşmanlarına karşı tüm İslam ülkelerinin birleşmesi gerekmez mi?Bu bir savaş değil, bir sömürge avıdır; zira avlar, belirlenmiş ve koruma altına alınmış bir bölgede toplanmış olup avcılar da kapana kısılmış ve çaresiz olanları avlamaktadır. İran’ın fiili bir eylemden kaçınması kaçınılmaz olanı geciktirebilir ancak onu takip edilmekten kurtarmayacaktır. Müslümanların başındaki yöneticilerin mevcut tepkisi, Allah’ın hükmüne dayanmadığı gibi vahşi kafirin içgüdüsüne de dayanmamaktadır. Aksine onların tepkisi, düşman kardeşini yiyip yutarken onu izleyen ve sıranın kendisine geleceğini fark etmeyen kapana kısılmış bir hayvan gibidir!

Müslümanlara sebat etmeleri ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaları emredilmiştir; ancak o zaman zaferin yolunu görme imkanları olacaktır. Nitekim Muğire İbn-i Zer’a Pers kralına üç seçeneği sunup kral da İslam’a girmeyi ya da cizye vermeyi reddettiğinde Muğire Sa’d İbn-i Vakkas’a dönerek ona şöyle dedi: “Sevinin, Allah bize onların krallığının anahtarlarını vermiştir.”

Kardeşlerimiz ve bacılarımız savaş alanında öldürülmüyorlar; şayet İran bir kez güçlerini hareket geçirmiş olsa ve bu ümmetin eğitimli evlatları da savaşıp şehit olsalardı, o zaman buna bir savaş olarak adlandırabilirdik. Şu anda ise bir katliam vardır; hiç kimsenin katledilenlerin savaşmak için yeterli güce sahip olduklarını ve yardıma ihtiyaç duymadıklarını iddia etme hakkı yoktur!

İran'ın Dini Lideri Hamaney kötü bir eli tuttuğunu ve Yahudi varlığının baskısı karşısında defalarca geri adım attığını biliyor. Bu yüzden Müslümanların kumar oynamalarının yasak olduğunu hatırlaması gerekiyor. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ümmeti olarak bizler, Gazze’deki Müslümanlara ve doğrudan kontrol ettiğiniz Müslümanlara ihanet ettiğinizi biliyoruz. Müslüman olduklarını iddia eden ve Gazze krizine öncelik vermeyen güç ve kaynak sahibi herkesin, Allah Subhanehu ve Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurduğu kavlini hatırlamaları gerekir: وَمَن يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلَّا مُتَحَرِّفاً لِّقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزاً إِلَى فِئَةٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِّنَ اللهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُTekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü bir yerdir!” [Enfal 16]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahlak Cihan

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti: Yıllık Hilafet Konferansı, “Yeni Bir Küresel Yönetime Doğru İslam Hilafeti”

  • Kategori Tunus
  •   |  

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti: Yıllık Hilafet Konferansı;

“Yeni Bir Küresel Yönetime Doğru İslam Hilafeti”

2024 10 11 TNS KHLFH CONF LOGO

 

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti, 11 Ekim 2024 Cuma günü başkent Tunus'taki La Sukra - Ariana kavşağında yıllık Hilafet konferansını düzenledi:

“Yeni Bir Küresel Yönetime Doğru İslam Hilafeti”

Allah Subhanehu ve Teâlâ'ya hamdolsun ki konferans salonunda El-Hadra halkından kitlesel bir katılım vardı. Konferansın açılışı Kur'an-ı Kerim'den ayetlerin okunmasıyla başladı. Ardından Dr. El Esad El Acili “Hilafetin Yıkılmasından Sonra Ümmetin Kaybettikleri” başlıklı bir konuşma yaptı. El Hadra diyarının kadınlar bölümünden Üstat Hanan El Hamiri'nin “Kapitalizm ve Demokrasinin Yozlaşması ve İslam ve Hilafet Dışında Kurtuluş Yoktur” başlıklı video konuşması yayınlandı. Daha sonra Şebab'dan Ömer El-Arabi “Hilafet Devletinin Dünyaya Liderlik Etme ve Yeni Bir Küresel Yönetim Kurma Yeteneği” başlıklı bir konuşma yaptı. Mübarek Filistin topraklarından Cenin El Kassam şehrinden bir video gösterimi yapıldı. Cendel Salah tarafından “Cenin'den Bir Çığlık Ümmeti ve Ordularını Gazze'yi Desteklemeye Çağırıyor” başlıklı bir video sunuldu. Konferans Üstad Muhammed El Nasr Şuayb'ın konuşmasıyla sona erdi. Muhammed Al-Nasr Şuveyha'nın, ümmetin bugün Allah'tan yardım dilemesi, Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem'in devlet kurmadaki metodunu kendisine pusula ve rehber edinmesi ve Hizb-ut Tahrir'i lider edinmesi halinde, özellikle de doğruluğunu, sebatını ve liderlik kabiliyetini öğrendikten sonra, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olma konumunu yeniden kazanabileceğini teyit ettiği konuşmasıyla sona erdi.

Konferans sunucusu Necmeddin Şuaybin'in İslam tarihinden dersler ve kıssalar ile Gazze'deki mücahitlerin kahramanlıklarından bahsettiği üç bölümden oluşan konuşmaları, ümmetin alimlerini ve gençlerini, Müslümanların tarihindeki bu hassas dönemde ruhlarının yükselmesi ve sorumluluk almaları için motive etti.

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti, Sykes-Picot sınırları, sivil devlet ve Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme gibi İslam ümmetine sokulan Batılı fikirleri çürütmek için Allah'ın izniyle yorulmadan çalışmalarına devam ederken; bu fikirlere karşılık olarak Müslümanların birliği, Allah'ın indirdikleriyle hükmeden bir Hilafetin ikamesi ve yedi kat gökten indirilen yüce İslam'ın hükümlerini uygulamanın gerekliliği gibi İslam'ın saf ve asli fikirlerini aşılamak için çalışmaktadır. Ta ki Allah Subhanehu ve Teala'nın nusretine ve vaadine nail oluncaya kadar...

[إن الله لا يخلف الميعاد]

“Şüphesiz Allah vaadinden caymaz.” [Al-i İmran: 9]

Son sözümüz, bütün hamdler Alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Tunus Vilayeti Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Delegesi

Cuma, 08 Rebiülevvel 1446 Hicri - 11 Ekim 2024 Miladi

Yıllık Hilafet Konferansının Tam Kaydı
"Yeni Bir Küresel Yönetime Doğru İslam Hilafeti"
Cuma, 08 Rebiülevvel 1446 Hicri - 11 Ekim 2024 Miladi

- Konferanstan Kareler -

 

Yıllık Hilafet Konferansı Fragmanı
Habib Kerbaka
Hizb-ut Tahrir'in Tunus Vilayeti Medya Bürosu Başkanı

Konferans Fragmanı

2024 10 11 TNS KHLFH CONF BANNER

Konferans Etiketleri

أقيموا_الخلافة#

كيف_تقام_الخلافة#

#ReturnTheKhilafah

#YenidenHilafet

خلافت_کو_قائم_کرو#

#TurudisheniKhilafah

İlgili Bağlantılar:

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti Resmi Sitesi

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti: Tahrir Dergisi Resmi Sitesi

Hizb-ut Tahrir / Tunus Vilayeti: Tahrir Dergisi Facebook Sayfası

 

Devamını oku...

El-Vakiye TV: Başımıza Ölümün Gelmesinden Korkmayın!

  • Kategori El Vakiye TV
  •   |  
El-Vakiye TV:
Başımıza Ölümün Gelmesinden Korkmayın!

Hizb-ut Tahrir Üyesi Faziletli Şeyh Yusuf Maharize’ye (Ebu Humam) Ait Bir Kesit - Mübarek Toprak (Filistin)

Yapım: El Vakiye TV Medya Prodüksiyonu

#OrdularAksaya
#ArmiesToAqsa
الجيوش_إلى_الأقصى#

H. 23 Rabiu’l Ahir 1446 M. 26 Ekim 2024

Devamını oku...

Netanyahu Vehimden Bir Zafer Üretiyor!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Netanyahu Vehimden Bir Zafer Üretiyor!

Bir yıldan fazla süren ölüm, açlık ve yerinden edilmenin ardından Filistin halkı hâlâ çalınan özgürlüklerinin bedeli olarak kanlarını feda etmeye devam ettiği gibi şehitler kervanı da hâlâ zillet ve teslimiyet dolu bir hayatı reddederek yolculuğunu tamamlamak için saf canlarıyla devam ediyor; ne mutlu Allah yolunda şehitlikle rızıklananlara ve Allah yolunda murabıt olan her bir mücahide selam olsun.

Bugün Gazze, Yahudi ordusunu küçük düşüren ve onun zorbalığını kıran Aksa Tufanı savaşında önemli bir rol oynayan öncüsü Allah’ın izniyle şehit olan kahraman mücahid Yahya Sinvar’a veda ediyor; şehadetinden dolayı seni tebrik ederiz. Beyaz Saray’ın hizmetkârı olmaktan başka bir işe yaramayan hain yöneticilere de yazıklar olsun; tarih bu yöneticileri ancak kara bir sayfada hatırlayacak ve kıyamete kadar da lanet onların peşini bırakmayacaktır.

Aynı şekilde ayakların mesh edilmesiyle başımızı çatlatan ve İslam’ın zirvesi olan cihat farzını terk eden saray mollalarını da yazıklar olsun.

Ey Müslüman alimler: Gazze’deki kardeşlerimiz için bir geçit yok; zira sizler onları terk ettiniz ve onların kardeşlerini de inkâr ettiniz. لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ قَاطِعُ رَحِمٍSıla-i rahmi kesen (akraba ile bağını koparan) kimse cennete giremez.” Size ve tüm dünyaya diyorum ki; tarih bize, zaferin zorluklar ve sabırdan sonra geldiğini, izzet ve onur yolunun teslimiyet ve boyun eğmeyle değil tertemiz kanla yazıldığını ve cennetin yolunun zorluklarla dolu olduğunu öğretmiştir; işte Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in bize öğrettiği şey budur; ama sizler ise camilerinizde kaldınız, zalim yöneticiler için dua etmek için seslerinizi yükseltiniz ve karınlarınızı yemek ve dedikodu ile doldurdunuz!!

Şüphesiz Sinvar’ın şehit edilmesi Netanyahu’ya savaşta manevi bir zafer kazandırdı ama gerçekte bu, Yahudiler için bir zafer sayılmaz; zira bu durum, çatışmanın asırlar boyunca salgıladığı durumun gerçekliğini değiştirmeyecektir. Bu nedenle Yahudilerin bu gerçeği görmezden gelmeleri çok zordur; çünkü bu çatışma, sembollerin ve kişilerin çatışması değildir; aksine bu, İslam ümmetinin asla gevşeklik göstermeyeceği akidevi bir çatışmadır.

Bu nedenle Netanyahu, direniş hareketinin sembollerini ve liderlerini tasfiye etmesine rağmen hâlâ zafere ulaşmaktan çok uzaktır; çünkü o savaşı, Ortadoğu’yu değiştirebileceğine ve İslami Filistin davasını tasfiye edebileceğine olan inancı perspektifinden yürütmektedir.

Çatışmayı idare etme konusundaki kibri ona istikrar getirmeyecektir; zira Sinvar ya da başkaları ölse de çatışmanın eriyip gitmesi imkansızdır; çünkü tüm ümmetin projesi, şehadet projesidir ve Allah’ın izniyle ümmetin tamamı Sinvar gibidir. Dolayısıyla nihai sonuç, Allah'ın izniyle Yahudilerin yok olması olacaktır ve bu, her bir Müslümanın inancında sabittir; bu yüzden Yahudilerin kibri, sadece Müslümanların zihinlerindeki suçlu imajlarının derinleşmesine yol açacaktır. Bu çatışma, ne kadar zaman alırsa alsın devam edecektir; her ne kadar bugün Müslümanlar parçalanmış ve kendilerini birleştirecek bir varlığa veya devlete sahip olmasalar da ancak Müslümanlar bir gerçek üzerinde hemfikirdirler ki o da şudur; ümmetin bedenindeki bu yabancı cismin sindirilmesinin ya da görmezden gelinmesinin imkânsız olmasıdır. Dolayısıyla Müslümanların evlatlarına yönelik bu kibir, denklemden hiçbir şey değiştirmeyecektir; zira şayet Müslümanların kendilerini savunacak ve koruyacak bir otoriteleri olsaydı, kudurmuş Netanyahu Müslümanları öldürmeye cesaret edemeyeceği gibi şayet sömürgecinin Müslümanların başına bekçiler olarak diktiği Ruveybida yöneticiler olmasaydı, bu kudurmuş adam azgınlaşıp taşkınlık yapamayacaktı. Şayet bu ajan yönetimler olmasaydı maymunların ve domuzların kardeşleri Müslümanların onurunu ayaklar altına alamayacaklardı; zira tarih, ecdadımızın Yahudilere ve onlar gibi olan kâfirlere yaptıklarına şahittir.

Diyorum ki; Netanyahu’nun zaferi sahte bir zafer olup savaşın felaketlerine rağmen Gazze’nin evlatları kararlılıkla çatışmaya devam etmektedir; çünkü onlar, hak olan bir projenin sahipleridir; ayrıca direniş, liderlerin öldürülmesinden sonra bile hâlâ yapısını korumakta ve rehineler hâlâ aslanların elindedir. Bu nedenle direnişin etkinliğinin ve sürekliliğinin tam bir şekilde etkilenmeyeceğini düşündüğüm gibi Sinvar’ın gidişinin de direnişin çöküşüne yol açacağını söylemenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde diyorum ki; şüphesiz ümmet doğmakta olup her bir savaşçı Allah’ın izniyle bir Sinvar’dır ve davetin adaleti onlara, fedakarlıkları neye mal olursa olsun yeryüzünün tüm güçlerinin davayı yenemeyeceğine dair bir güç vermektedir.

İğrenç işgalciye boyun eğmeyi reddetmek için yetiştirilen bu nefisler, liderlerinin gitmesiyle (Allah onlara rahmet eylesin) sancaklarını asla indirmeyeceklerdir; çünkü bu özgür ve şerefli insanların yolu olup güzel akıbet ise muttakilerindir.

Savaşın Yahudiler ve Filistin davası üzerinde bıraktığı devasa etkileri, Sinvar’ın gitmesiyle bitmeyecektir. Aynı şekilde Sinvar’ın ölümü, ona hak ettiği kahramanlığı vermiştir; çünkü Sinvar elinde silahıyla ölmüştür ve bu da onu, kardeşlerine cihat ve kahramanlık yolculuğunu sürdürmeleri için bir örnek haline getirmiştir. Hadari tarihi iki bin yılı aşan Gazze, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ikinci dedesi Haşim bin Abdülmenaf’ın naaşını barındırma onuruna sahip olup Allah’ın izniyle her aç gözlü işgalciyi yerle bir edecek ikinci Hittin ve Ayn Calut olacaktır; bu ise aziz olan Allah’a hiç de zor değildir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Munis Hamid – Irak

Devamını oku...

Gazze’nin Ateşini İzleyenler Zillete Mahkum Oldu!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Gazze’nin Ateşini İzleyenler Zillete Mahkum Oldu!

Haber:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Barzani ile görüşmesinde bölgesel ve küresel gelişmeleri ele alıp “İsrail saldırganlığının bölgeyi topyekün bir savaş alanına çevirme riski var” dedi. (Ajanslar 16.10.2024)

Yorum:

Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç haftadır farklı mecralarda yahudi varlığının saldırganlığı karşısında yahudi varlığının vaad edilmiş topraklar çerçevesinde yayılmacı bir anlayışla hareket ettiğini ve bu topraklar içinde Türkiye’nin de olduğunu ifade ederek topluma acziyet beyanında bulunmuştu. Şimdi bu ifadelerin benzerini, Barzani ile görüşmesinde yahudi varlığının saldırganlığını bölgeyi savaş alanına çevirme riskinden bahsetmesi politik dil olarak kabul görse de hakikatte utanç ifadeleri olduğunun bilinmesi gerekir.

Bir yıldır tarihin en alçak en haysiyetsiz saldırılarıyla Gazze’de soykırım yapan, Gazze’yi insansızlaştıran yahudi varlığına karşı somut tek bir adım dahi atmayan başımızdaki yöneticilerin bölgenin istikrarsızlaşmasına yönelik endişeleri olsa olsa politik sahtekarlıktır. Düşünün ümmetin evlatları bombalarla bedenleri parçalanıyor, diri diri yakılıyor, feryatları arş-ı âlâya yükseliyor fakat ellerinde devasa ordu ve imkanlara rağmen bir avuç yahudi teröristini durdurma cesareti gösteremeyen liderler, bölgenin savaş riskinden bahsediyor! Gazze, ümmet coğrafyasının parçası iken, oradaki ateş sizi uyandırmadı. Yüzbinlerce çocuk, kadın masum katledilmesine rağmen yerinize çakılarak zillet damgası yediniz. Terör devleti dediğiniz bir yapıyı devlet olarak tanımaya, diplomatik ilişkilerde bulunmaya, ticareti dolambaçlı yollardan olsa da devam ettirmeniz gerçekte yahudi varlığının sizler adına nasıl bir risk ifade ettiğini anlamakta zorlanıyorum. Yahudi varlığının saldırıları için hedef biziz yani Türkiye derken bu sözünüzden siz utanmış olmazsanız da bizler sizin adınıza utandık. Çünkü 70 yıldır gasıp bir şekilde Filistin coğrafyasında işgalci olan bir avuç çetenin sağa sola saldırması karşısındaki bu ifadeleriniz halkınızı, tarihinizi, coğrafyanızı, gücünüzü ve de inancınızı aşağılama olduğunun farkında dahi değilsiniz. Gerçekte yahudi varlığı, başımızdaki liderlerin korkaklığından, acizliğinden, işbirlikçiliğinden cesaret alarak saldırganlığını genişletirken bundan şikayet etmek akılla izahtan uzak bir tutumdur.

Sayın Erdoğan gerçekten samimi olsaydınız bu terör varlığına askeri güçle karşılık verirdiniz ve Gazze’de bu acılar yaşanmazdı. Gerçekten samimi iseniz, yahudi çetelerinin Gazze ve Lübnan’da gerçekleştirdiği katliamlara artık sessiz kalmaz orduyu seferber edersiniz. Böylece hem bölge hem de ateş altındaki coğrafyada bu zulme son vererek geç de olsa yapılması gerekeni yapmış olursunuz.

Fakat şunu bilin ki sizler bu zulmün bitmesi için topu BM, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi kuruluşlara attıkça sözünüzün hiçbir kıymeti harbiyesi, hiçbir samimiyeti olmayacaktır. Sizler bu kafir varlıkla hala ticarete devam ettiğiniz sürece hiçbir hamasi söyleminiz yahudi kafirini katliamlarından caydırmayacaktır. Sizler orduları harekete geçirmedikçe boş konuşmaktan öteye geçemeyeceksiniz. Gerçek devlet adamları, liderler halklarını tehditlere karşı korkutmaz bilakis böylesi azgın küffara ellerindeki güçle karşı koyarak yapılması gerekeni yapar.

Hatırlatma Sayın Erdoğan, bu varlığı devlet olarak tanıdığınız sürece bölge zaten risk altında, ilişkiye devam ettiğiniz sürece de ümmete yaptıkları soykırıma sizlerin tepkisizliğinden güç alarak devam edecekler.

Rabbimizden duamız adam gibi devlet adamlarının, liderlerin, korkusuz komutanların önderliğinde bu yahudi kafiri ve onun destekçilerini ortadan kaldıracak Hilafet’i bir an önce ikram etmesidir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Ahmet SAPA

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER