Pazar, 27 Safer 1446 | 2024/09/01
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Müslümanların Boğazları, Sömürgecinin Yolgeçen Hanı Olmuş!  

Ajanı Saakaşvili'nin ısrarlı taleplerine fiilî ve askerî destek vermekten âciz kalan Amerika, 1936 tarihli Montrö Antlaşması'na aykırı bir şekilde 69,000 tonluk iki hastane gemisi göndermek istedi. Fakat kasıtlı olarak bunlar için resmî talepte bulunmadı. Hastane gemisi denilse de bunlar aslen Irak Savaşı sırasında da kullanılmış savaş gemileriydi. Lozan Antlaşması ile bağlantılı olduğu için Montrö Antlaşması'na karşı hassas olan Türk Ordusu'ndan duyduğu çekince ve yol açacağı olası bölgesel sorunlar nedeniyle AKP Hükümeti bu iki geminin geçişine izin vermedi. Sanki Amerika'nın bu anlaşmadan gâfil olduğunu göstermeye çalışan Başbakan Erdoğan şöyle diyordu: "Nasıl bundan önce sokmadıysak, şimdi de sokmayız. Çünkü Montrö buna müsaade etmiyor ve 69 bin tonluk hastane gemisi Karadeniz'e girmedi. Onlar da makul karşıladılar. Israr etmediler. Biz, anlaşmalar neyse bu anlaşmalara herkesin sadık kalmasını isteriz." Resmî bir talep yokken Başbakan hangi ısrardan söz etmektedir? Ardından Montrö koşullarına uygun iki Amerikan savaş gemisi ve NATO'ya bağlı Polonya, Almanya ve İspanya bandıralı gemiler, Gürcistan'a sözde insanî yardım maksadıyla Boğazlar'dan geçiş yaptı. Oysa Montrö Antlaşması'na göre bu gemilerin geçişi için en az iki hafta önceden izin talep edilmesi gerekiyordu ve geçişten üç gün önce Başbakan Erdoğan, kendilerine herhangi bir izin talebi gelmediğini söylüyordu. Böylece İngiliz mahsulü bu sömürgecilik anlaşmasına aykırı olarak, Amerikan Sömürgecisinin sözde insanî maksatlı savaş gemilerinin geçişine izin verildi. Ayrıca bu gemiler Gürcistan'a insani yardım götürmekten ziyade Karadeniz'de tatbikat yapmak ve ardından Romanya'ya gitmek üzere geldiler. Başbakan Erdoğan, bütün bunları göz ardı ederek ve eksik bilgilerle konuşarak, konuyla ilgili eleştirileri alaya alıp Kafkasya'da giriştiği çabalara ve "Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu" adı altında yeni bir platform oluşturduklarına değindi. Oluşturulmuş hiçbir şey yok, olsa bile Gürcistan-Rusya, Ermenistan-Azerbaycan, Ermenistan-Türkiye arasında yıllardır çözülemeyen çok sayıda çetrefil sorun varken böyle bir platformun hiçbir başarıya ulaşamayacağı âşikârdır.

Gerçekte Gürcistan'daki savaşı, Boğazlar'dan geçiş tartışmasını ve Kafkasya Paktı girişimlerini tasarlayan ve uygulatan Amerika'dır. AKP Hükümeti'nin bu konularda izlediği politikaların tamamı Amerika'nın bölgeye yönelik planları ile bağlantılıdır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsız ve özgün irâdesine dayalı bir dış politika izlediğini söylemek mümkün değildir. Boğazlar ise, Laik [Dinsiz] Türkiye Cumhuriyeti'nin boğazları değil, tüm İslâm Ümmeti'nin boğazlarıdır. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] ise Müslümanlar aleyhine Kâfirler için hiçbir yol, egemenlik ve üstünlük verilmesine rızâ göstermeyecektir. Dolayısıyla mesele, Montrö Antlaşması meselesi değildir. Bilakis mesele, hangi anlaşma olursa olsun, fiili harbi Kâfirlerin Müslümanların boğazlarını egemenlik ve sömürgeci çıkarları uğrunda hoyratça kullanmaları meselesidir. Boğazları Müslümanların mutlak egemenliği altına alacak, Müslümanlarla savaş halindeki muharip devletlerden hiçbirine geçiş hakkı vermeyecek, diğer izinli geçişleri de sıkı kontrol ve mali yükümlülük altına alacak tek güç, Allah'ın izni ve yardımı ile İkinci Râşidî Hilâfet Devleti olacaktır. Böylesi bir iradeyi sadece Hilâfet Devleti gibi azametli ve kudretli bir devlet gerçekleştirebilir, "Çanakkale Geçilmez!" sloganları yükselttikleri halde sözde insani yardım için Kâfirlerin gönderdiği savaş gemilerinin iki hafta öncesinden izin alınması gereken geçişlerine, o Sömürgeci Kâfirlere itaat ve hizmet uğrunda bir gecede izin veren hâin yöneticiler değil!

Devamını oku...

Basın Açıklaması

Peace Now (Barış Şimdi) Hareketi'nin [Yahudi varlığının bekâsı için Yahudiler ile Filistinliler ve Arap devletleri arasında barış, uzlaşma ve işbirliği sağlanması için çalışan bir Yahudi hareketi] Yerleşimler Gözetleme Projesi Müdîresi Hagit Orfan yerel gazetelerden birine verdiği özel röportajda, "İsrail"in; "genel olarak Körfez devletleri ile, özel olarak Kuveyt ile normalleşmeye girmeye çalıştığını" ifade edip şöyle söyledi: "Kuveyt'teki devlet kurumları ve sivil kuruluşlarla hiçbir doğrudan bağlantımız yok." Ancak devamla şöyle dedi: "Değişik yerlerde çeşitli münâsebetler çerçevesinde gerçekleşen karşılıklı görüş alışverişlerimiz var." Açıklamasında ayrıca, "Peace Now'ın Kuveyt ile işbirliğini güçlendirecek yada en azından her iki tarafın birbirini tanımasını sağlayacak araçlar ve yollar bulmasını" ümit ettiğini dile getirdi.

Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki münâsebetler üzerinden 14 asrı aşkın bir süre geçmişken, bu Orfan, kendilerini Allah'ın Nebîlerini ve Rasûllerini katleden, Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e hıyânet eden, hatta O'nun canına kasteden, ahitlerini bozan, zamanla misaklarını arkalarına atan, İslâmî Hilâfet Devleti'ni yıkmak için İngiltere ile el-birlik bize komplolar kuran, beldelerimizi gasp eden, mukaddeslerimizi çiğneyen, Nebîmiz [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Mesrâ ve Mi'râc mekânı olan Mescid-il Aksâ'yı yakan, şimdilerde altını kazan, sırf [لا إله إلا الله] dedikleri için yaşlıları, kadınları ve çocukları acımasızca katleden Yahudilerin bütün bu cürümlerini unutarak tarafların "birbirlerini tanımalarını" istemektedir. Oysa onlar hakkında Allah'ın kavli hak olmuştur:  فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِم بَآيَاتِ اللّهِ وَقَتْلِهِمُ الأَنْبِيَاء بِغَيْرِ حَقًّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً "Mîsaklarını bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı kâfirlik etmeleri, haksız yere Nebîleri katletmeleri ve "kalplerimiz kılıflı" demeleri sebebiyle, -bilakis kâfirliklerinden dolayı Allah onları (kalplerini) mühürlemiştir- pek azı hariç onlar îmân etmezler." [en-Nisâ 155] O halde "tarafların birbirini tanımasına" ihtiyacımız mı var?

Yahudiler ile düşmanlığımız, akidevî bir düşmanlıktır ve Kur'ân-il Kerîm'in nassı ile Kıyâmet Günü'ne kadar bâki kalacaktır. Rabb-ul İzze şöyle buyurmuştur:  لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُواْ "Îmân edenlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetli olarak Yahudileri ve şirk koşanları göreceksin." [el-Mâide 82] Ve şöyle buyurmuştur:  وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ "Yahudiler de, Nasrânîler de, sen onların dînine tâbi olmadıkça asla Senden râzı olmayacaklardır." [el-Bakara 120]

Orfan ve cemiyeti iyi bilmelidir ki söz ettiği bu normalleşme, mevcut yönetimler ve nizâmlar ile ne kadar ilerlerse ilerlesin, Müslümanlar ile Yahudiler arasında bir karış dahi ilerlemeyecektir. Çünkü Müslümanların lisân-ı halleri, "Biz 'İsrail' ile normalleşmeye en son girenler olacağız" demez, bilakis onların halleri, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu müjdesi olacaktır:  لا تقوم الساعة حتى يقاتل المسلمون اليهود، فيقتلهم المسلمون حتى يختبئ اليهودي من وراء الحجر والشجر، فيقول الحجر أو الشجر: يا مسلم، يا عبد الله، هذا يهودي خلفي، فتعال فاقتله "Müslümanlar Yahudilerle savaşmadıkça kıyâmet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öylesine öldürecekler ki Yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanacak da o taş yahut ağaç şöyle diyecek: ‘Ey Müslüman, Ey Allah'ın kulu! Bu arkamdaki Yahudidir, haydi gel de onu öldür!'"

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Hizb-ut Tahrir'in Mahiyeti ve Hitâbı Hakkında Dr. Antonio Alanzo'ya Bir Mektup


Dr. Antonio Alanzo;

En güzel temennilerle ve sonra;

"Athena Intelligence Journal" dergisinde yayınlanan "Hizb-ut Tahrir'in Hitâbının Analizi" başlıklı araştırmanızı okudum ve Hizb-ut Tahrir'in vakıasını, kendi kaynaklarından hareketle açıklamaya yönelik ciddî girişimler içeren değerli bir araştırma olduğunu gördüm. Bununla birlikte araştırma, tekrar gözden geçirilmeye ve daha fazla tetkike muhtaç bazı noktalar içermektedir. Bu mektubumda Hizb'in mahiyeti ve hitâbı olmak üzere şu iki noktaya odaklanacağım:

Mahiyeti açısından olana gelince; Hizb'in siyâsî bir parti olmayıp "devrimci toplumsal bir hareket" olduğu sonucuna ulaşmışsınız. Demişsiniz ki: "Hizb-ut Tahrir, kendisinin siyâsî bir parti olduğunu şiddetle vurgulamasına rağmen, toplumsal bir hareket olarak değerlendirebiliriz." Yine demişsiniz ki: "Hizb-ut Tahrir'in devrimci toplumsal bir hareket olduğunu teyit edebiliriz."

Hitâbı açısından olana gelince; Hizb, terörist bir parti değildir ve de şiddete başvurmaz şeklindeki açıklamanıza rağmen Hizb'in hitâbının şiddete teşvik ettiğini teyit etmişsiniz. Kısacası Hizb-ut Tahrir, yasal çerçeve içerisinde hareket eden bir örgüt olarak itibar edilebilir olmasına rağmen diğer örgütlerin üyelerini terörist eylemlere teşvik etmektedir; çünkü o, bazı kimseleri terörizme itebilecek her türlü fikrî desteği ve gerekçeyi sunmaktadır sonucuna ulaşmışsınız. Şimdi ulaştığınız ve çıkardığınız sonuçları, aşağıdaki noktalar üzerinden ele alacağım:

1. Hizb-ut Tahrir, devrimci toplumsal bir hareket midir yoksa siyâsî bir parti midir?

Toplumsal hareket, pek çok şekilde tanımlanmıştır ve bunlardan bazıları şunlardır:

"Macinois", şöyle tanımlamıştır: "Değişime teşvik eden veya değişime karşı çıkan organize harekettir."

"Gusfield", şöyle tanımlamıştır: "Kamu düzeninin bazı niteliklerini değiştirmeyi amaçlayan ortak toplumsal hareketler ve inançlardır."

"Giddens'ten" alıntıladığınız tanımınıza göre ise:: "Mevcut kurumların sınırı dışında gerçekleşen kollektif çaba yoluyla genel bir maslahatı elde etmeye veya genel bir hedefi gerçekleştirmeye yönelik kollektif çabadır."

Binâenaleyh gerek size, gerekse bu tanımlamalara göre Hizb-ut Tahrir, toplumsal bir harekettir, yani değişime yönelik organize hareket eden bir cemaattir. Madem ki Hizb, köklü ve kapsamlı bir değişimin peşindedir, o halde devrimci toplumsal bir harekettir. "Macionis'e" göre ise: "Hareketler içerisinde en radikal olanı, devrimci toplumsal hareketlerdir. Çünkü onlar, toplumu bir bütün olarak köklü bir değişim ile değiştirmeyi amaçlamaktadırlar."

Siyâsî partiye gelince; bu da pek çok şekilde tanımlanmıştır ve bazıları şunlardır:

"Robert Huckshom", şöyle tanımlamıştır: "Devlet gücüne hakim olmak için adaylar çıkarmayı ve seçimleri kazanmayı amaçlayan şahısların oluşturduğu bağımsız gruptur. Bu da kamu dairelerine ve devlet yönetimine hakim olmakla gerçekleşir." "Amerikan Ansiklopedisi'nde" siyâsî partiler şöyle tarif edilmiştir: "Temel hedefi, seçilmiş üyelerini devlet dairelerine yerleştirmek olan seçkin toplumsal örgütlerdir." Sizin tanımınıza göre ise: "Siyâsî parti, sadece siyâsî aktörlerin kollektif hareketlerini ifâde eden şekillerden bir şekildir." Kezâ size göre siyâsî parti ile siyâsî çalışma yürüten her hangi bir kollektif kitleleşme arasındaki temel fark, seçimlere aday gösterme ve vatandaşları temsîl etmek için hükümet içerisinde koltuk elde etme gücünde yatmaktadır. Şimdi bu mefhumları ele alabiliriz:

1. Toplumsal hareket mefhumun muğlaklığı:

"Toplumsal hareket", pek çok şekilde tanımlanmasından, sınırlarının ve kriterlerinin farklılaşmasından ötürü sosyoloji problemlerinden bir problem sayılır. Nitekim "John Wilson", bu bağlamda mefhumun, bazen kardeşlik bağlarını, gençlik gruplarını ve siyâsî partileri, dinsel inançları ve benzerlerini kapsayacak şekilde genişlediğini ifâde etmiştir. "Paul Byme" ise, bu durumu şöyle ifâde etmiştir: "Bu ıstılah, son otuz yıl içerisinde her şeye tatbik edilecek şekilde gelişigüzel bir keyfiyetle kullanılmıştır." Binâenaleyh toplumsal hareketin tanımında ve herhangi bir varlığın vakıasına intibakında ne kadar dakik olduğumuzu iddia etsek de bakışımıza itiraz edenler ve görüşümüzü çürütenler olduğunu görürüz.

Buna örnek olarak siz, Hizb-ut Tahrir'i, "devrimci toplumsal bir hareket " olarak tanımladınız ve tanımınızda şu üç faktör üzerine yoğunlaştınız: Değişimi amaçlamak, illegal çalışmak ve kapsamlı değişimi istemek. Ancak siz Hizb'in istediği değişimin, siyâsî sahaya mı yoksa kültürel sahaya mı ilişkin olup olmadığına dikkat etmediniz. Diğer bir ifâde ile toplumsal hareket mefhumu, hareketinin konusu çerçevesinde mahiyeti ayırt edilmeye muhtaç genel mefhumlardandır. Dolayısıyla da sosyologlar, hareket konularına, ilgi sahalarına ve çalışmalarına göre hareketleri, dinsel inançlar gibi sosyo-toplumsal hareketler ve sosyo-siyasal hareketler olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Nitekim -Hans Haferkamp ve Neil J. Smelser'e göre- bu iki hareketin arasındaki fark, sosyo-toplumsal hareketler, inançlarını ve pratik hükümlerini, insanları bir araya toplayan tüm siyâsî varlıkların zorunlu alanı haline getirilmesini amaçlamazlar. Bunu amaçlaması halinde o, çağdaş İslâmî hareketler gibi sosyo-siyasal bir hareket olurlar. Bilindiği üzere Hizb-ut Tahrir, bir devleti inşâ etmeyi ve benimsediklerini, toplum içerisinde infâz mevkiine koymayı amaçlamaktadır. Binâenaleyh Hizb-ut Tahrir, sosyo-siyasal bir hareket olarak tanımlanmış olsaydı, sadece toplumsal hareket olarak tanımlanmasından daha dakîk olurdu.

2. Toplumsal hareket ile siyâsî parti arasındaki fark:

Toplumsal hareket tanımınızda, illegal çalışma faktörüne yoğunlaştığınız mülahaza edilmiştir. Zîra sizin tanımınıza göre toplumsal hareket: "Mevcut kurumların sınırı dışında gerçekleşen kollektif çalışma yoluyla genel bir maslahatı elde etmeye veya genel bir amacı gerçekleştirmeye yönelik kollektif çabadır."

Yine siyâsî parti tanımınızda yasal çalışma faktörüne yoğunlaştığınız mülahaza edilmiştir. Dolayısıyla Hizb-ut Tahrir'i, siyâsî bir parti olarak görmediğiniz ortaya çıkmaktadır. Çünkü Hizb, sizin de belirttiğiniz gibi Lübnan müstesnâ hiçbir yerde siyâsî nizâma dâhil olmamıştır. Böylece siz, toplumsal hareket ile siyâsî partinin arasını ayıran temel farkın, nizâm ile olan ilişkisi olarak görmektesiniz. Yani örgüt illegal çalışıyorsa, toplumsal harekettir, yasal çalışıyorsa siyâsî bir partidir. Organizasyon, kurumsal iskelet, dâhili uyum vs. gibi toplumsal hareketin karakteristik özellikleri olarak zikrettiğiniz diğer faktörlere gelince; size göre bunlar, aslî farklar değildir, bu görüşü iki yönden ele alacağım:

Birinci Yön: Toplumsal hareketi siyâsî partilerden ayıran bazı özellikleri vardır ve herhangi bir varlığa toplumsal hareket vasfı intibak edebilmesi için bu özelliklerin onda bulunması kaçınılmazdır. Eğer bu özelliklerin bir kısmından yoksun kaldığı halde toplumsal hareketin kriterlerine intibak etmemesine rağmen onu toplumsal hareket olarak tanımlanmak yanlıştır. Buna örnek siyâsî partiyi, toplumsal hareketten ayırt eden şey, organizasyon dakikliğidir. Bilakis "Paul Byme", organizasyon eksikliğinin toplumsal hareketlerin özelliklerinden olduğunu ve toplumsal hareketin, organizasyon, taktiksel ve ideolojik kriterlere göre belirlenmesinin zor olduğunu düşünmektedir. Kezâ "Byme", toplumsal hareketin özelliklerini belirlemenin zorluğunu, partilerin aksine tabiatlarının muğlaklığına bağlamaktadır. Bu da bizi şu soru sormaya sevk eder: Toplumsal hareketin mahiyetinin kriterini belirleyen faktörün dikkat boyutu nedir? Binâenaleyh sizin belirlediğiniz faktörler, organizasyonun ötesinde titiz dakikliği ile bilinen Hizb-ut Tahrir'e ne kadar intibak etmektedir? Buna örnek siyâsî partiyi toplumsal hareketten ayırt eden şey, devletin organlarına hakim olmak yoluyla ideolojisini ve görüşlerini tatbik mevkiine koymayı amaçlamasıdır. Toplumsal hareket ise, herkesi değerlerinin doğruluğuna iknâ etmeyi amaçlamış olsa da bunu, yönetime hakim olmak yoluyla gerçekleştirmeyi amaçlamaz. Hizb-ut Tahrir'e gelince; şu anda ideolojisini, toplum, devlet ve hayat içerisinde infâz mevkiine koymak için otoriteyi teslim almayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla da Hizb, toplumsal bir hareket değildir.

İkinci Yön: Siz, siyâsî parti ile siyâsî çalışma yürüten herhangi kolektif bir kitleleşme arasını ayırt ederken, seçimlere aday gösterme ve insan kitlelerini temsîl etmek için hükümet içerisinde koltuk elde etme gücünü şart koştunuz. Dahası bunun temel fark olduğunu ifâde ettiniz. Ancak böylesi bir dakiksizliğe ve muğlaklığa rağmen bu şart, iki varlık arasında temel fark olmaya uygun mudur? Zîra seçimlere aday gösterme gücü ne demektir? Gücün varlığı, pratikte uygulanmayı gerektirir mi? Hizb-ut Tahrir, bu güce sahip olmasına rağmen bunu uygulayamamaktadır. O halde sizin mefhumunuza göre siyâsî parti vasfı ona intibak eder mi yoksa bunu uygulaması mı gerekir? Bunu uygulamanın zorunlu olduğunu söylesek de Hizb-ut Tahrir, seçim fikrini reddetmemektedir ve Hilâfet'in kurulmasından sonra, "seçimler için aday çıkarmak, insan kitlelerini temsîl etmek için Ümmet Meclis'inde koltuklar elde etmeye, yöneticileri muhasebe etmeye ve yöneticilerin kendi görüşünü taşıyan kimselerden olması için çalışacaktır." Bu durumda bu gücü pratikte uygulamış ve ona parti vasfı intibak etmiş midir, yoksa bu gücü, mevcut vakıa çerçevesinde uygulaması kaçınılmaz mıdır?

Mevcut vakıa çerçevesinde bu gücün pratikte uygulanması zorunludur derseniz, derim ki: Mevcut vakıa, bu gücün uygulanmasına hiç izin verir mi? Dahası İslâmî beldelerdeki mevcut vakıa kapsamında bu gücün kullanılmasından söz etmek mümkün müdür? Batılı bir aydın olarak sizce de aşîkardır ki -Batılı fikrî sisteme göre- partilerin varlığı ve görevlerini yerine getirmeleri, demokrasinin varlığı ile bağlantılıdır. Örneğin "Lipest'e" göre partiler, onsuz modern demokrasinin olamayacağı dinamik faktörün varlığının göstergesidir. "Stokes'e" göre ise, siyâsî partiler, demokrasiden kopamazlar ve "Muller" de bunu, şu sözü ile teyit etmiştir: "Modern devlette demokrasinin tatbiki için siyâsî partilerin zorunluluğu fikri, egemen fikir haline gelmiştir." Binâenaleyh Batılı kriterlere göre siyâsî partilerin ortaya çıktığı siyâsî çatının yokluğunda Batılı kriterlere göre siyâsî bir parti veya toplumsal bir hareket olarak Hizb-ut Tahrir'in mahiyetini belirlemeye yönelik bu araştırmanın ne değeri vardır? Bu ifâdenin teyidi için size şu sözünüzü hatırlatırım: "Lübnan durumu, müstesnadır." Zîra Hizb'i, Lübnan'da siyâsî sisteme ortak olmak şeklinde değerlendirmişsiniz. Bu mefhumunuza göre Hizb, siyâsî bir parti olması gerektiği gibi, sorunun da Hizb-ut Tahrir 'in tabiatından ziyade mevcut nizâmların tabiatından kaynaklanmış olması gerekir.

3. Hizb-ut Tahrir'in mahiyeti:

Batıdaki siyâsî partiler, gerek tabiatları, gerekse misyonları açısından büyük bir gelişmeye tanıklık etmektedirler. Bazı aydınlar bu durumu, çöküş olarak değerlendirirlerken bazıları ise, çöküş ifâdesini kullanmayı reddederek bunu değişim olarak değerlendirmektedirler. İfâde tarzı, her ne olursa olsun bu, siyâsî partilerin geçmişe oranla toplumdaki değerlerini ve önemlerini kaybetmeleri halini ifâde etmektedir ve Batılı aydınlar, bu çöküş veya değişim için pek çok sebep belirttiler. Nitekim "John J. Coleman", Amerika'daki siyâsî partilerin çöküş sebebinin, demokratlar ile cumhuriyetçiler arasındaki farkların kaybolması olduğu görüşündedir. "Kirchheimer" ise, değişimin sebebinin, partilerin ideolojik yapılarından vazgeçmesi ve "popülist" ilkesini benimsemeleri olduğunu düşünmektedir. Bu ise, seçmene dinlemeyi sevdiği şeyleri dinletmeye dayanan bukalemun ve menfaatçilik ilkesidir. Daha genel bir teori olarak diğer bir kesim ise, siyâsî partilerin tabiatında ve toplumda var olan misyonlarındaki değişimin, onları çöküşe ve değerlerini yitirmeye götürdüğünü düşünmekteler.

Çünkü çağdaş siyâsî partiler, toplumun meselelerinden daha ziyâde seçimleri ön plana çıkarmaktalar. Batıdaki siyasî partiler, hareketsel tabiatlarını, yani ideolojiye göre toplumu değiştirmeye veya bu ideolojiye göre onu korumaya yönelik çabalarını kaybetmişlerdir. Binâenaleyh bazı bilinçli Batılı aydınlar, hareketsel rûhun siyâsî partiler için kaçınılmazlığı görüşündedirler. Bilakis bazıları, aktif parti mefhumunu, birincisi; organizasyonda dakiklik ile etkileme gücü, ikincisi; toplumu harekete geçirme gücü ile değişimde kesintisiz çaba özelliklerine sahip iki varlık arasını birleştiren bir varlığın vasfı olarak kullanma yoluna gittiler. Bunları şunu belirtmek için zikrettim: İdeolojik noktadan hareketle toplumu değiştirmek veya onu korumak amacıyla toplum içerisindeki etkinliği bakımından hareket, siyâsî partilerin özüdür. Siyasî partiler özünü kaybederlerse, buna bağlı olarak mahiyetlerini de kaybederler. Dolayısıyla ne bir kimliği, ne bir mesajı, ne de elit bir zümrenin maslahatı için insanları oyalamaktan başka misyonu olamayan bir varlık olurlar. Nitekim şu andaki mevcut Batılı siyâsî partilerin geneli böyledir.

Hizb-ut Tahrir, doğduğu günden beri bu gerçeğin bilincinde olmuştur. Bunun için de kendisini, maslahatlarına önem vererek işlerini gözetmek üzere Ümmet içerisinde çalışan ideolojik siyâsî bir parti olarak takdim etmiştir. Hilâfet öncesi misyonu ise, fikrî çatışma ve siyâsî mücadele yoluyla Ümmet'in kalkınmasını sağlayarak, toplumun ve devletin binasını oluşturarak Müslümanların vakıasını değiştirmektir. Hilâfet'in kurulmasından sonraki misyonu; yönetimdeyse benimsediklerini tatbik etmek yoluyla kazanımlarını korumak, yönetimde değilse, Ümmet içerisinde fikrî ve siyâsî çalışma yapmak veya yöneticileri muhasebe etmek yoluyla benimsediklerini korumaktır. Buna ilâveten toplumun bekçiliği misyonu ise, Hizb'in kendisi için belirlediği en yüce görevler arasındadır. Bu da İslâmî Ümmet'in, bu kâinatta insanlığın hayrına hareket eden diri bir Ümmet olarak kalması için ideoloji korunu, Müslümanların akıllarında ve nefislerinde yanar bir şekilde korumak demektir. Hizb-ut Tahrir, işte budur ve o, hem kendisini insanlara sunan seçkin Hizbî bir modeldir, hem de ideolojik kimliklerine bakılmaksızın pek çok siyâsetçinin ve aydının bugün gözdesi haline gelmiş bir modeldir.

2. Hizb-ut Tahrir 'in hitâbı, şiddete teşvik ediyor mu?

Şiddet ve terörizm meselesine gelince; kısacası size göre Hizb, terörist bir hareket olarak tanımlanamamasına rağmen hitâbı, teröre teşvik ediyor ve buna gerekçeler hazırlıyor. Bu görüşü, tahlilinizdeki hatalı noktaları açıklamak yoluyla ele alacağım:

1.İslâmî akliyeti anlamada dikkatsizlik:

Demişsiniz ki: "Şiddet kullanılması, taktiksel sebeplerden ötürü olası değildir. Çünkü şu an, buna uygun değildir. Yoksa bu, şiddetin meşru olmadığı veya son seçenek olduğu şeklinde derin kişisel bir kanaatten ötürü değildir. Ancak Rasul'ün metodu böyle değildir. Çünkü İslâm'ı gönüllü olarak kabul etmeyen halklara karşı şiddetin kullanılması, ileriki bir zamana bırakılmıştır. Dolayısıyla davetten cihâda dönüşüm meydana gelmiştir." Ancak taktiksel ne demektir, meşru ne demektir, kişisel kanaat ne demektir? "Radikal" bir Müslümana göre meşruiyet ile size göre olan meşruiyet aynı mıdır? Hizb-ut Tahrir'e göre kanaatin kaynağı ile size göre olan kanaatin kaynağı aynı mıdır?

Geçici bir taktik ve ittibaası zorunlu bağlayıcı bir metot olarak itibar ettiğiniz şeylere karar vermezden önce Müslümana göre zorunluluk kaynağı anlaşılmalıdır. Hizb-ut Tahrir'e göre zorunluluk kaynağı, İslâmî şeriattır, sizin benimsediğiniz beşerî yasal meşruiyet değildir. Nitekim Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünneti, İslâmî şeriattandır ve Hizb, çalışma metodunu belirlemede ona itimat etmiştir. Binâenaleyh Hizb'in, "şiddet" kullanmamaya bağlı kalması, derin kişisel bir kanaatin sonucudur; çünkü Hizb'în hükümlerini ve amellerini üzerine binâ ettiği İslâmî şeriat, bunu haram kılmaktadır. Vardığınız sonuçları teyit etmek amacıyla verdiğiniz örneğe gelince; o, Hizb-ut Tahrir üyesi Yakûb Tosun'un şu sözüdür: "Nebî [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], ‘şiddet' metodunu kullanmış olsaydı, kesinlikle onu kullanırdım." Bu sözün tevilini yanlış yaptınız; çünkü bu, Hizb'in metoduna yönelik kanaatini ve onun, ittibaası vâcip Rabbânî bir şeriat olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksa bu, geçici bir taktik olduğunu ortaya koymamaktadır. Dolayısıyla bu sözden murat, Hizb, şer'î bir kaynak olmasından dolayı Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'e ittibaa etmektedir. Eğer "şiddet", İslâmî şeriata göre meşru olsaydı kesinlikle onu da yapardık. O halde maksat, Hizb'in çalışmasının şer'î kaynağının ortaya konulması ve bunun, kendi fikrî kanaati olduğunun teyit edilmesidir. Sözünüzde görüldüğü üzere, Hizb'in hareketini ve fikirlerini, "gaye vasıtayı meşru kılar" ve hareket, insan aklının belirlediği menfaate binâ edilir diyen Batılı kâidenin mikyasına kıyas ettiğiniz açıktır. Bu nedenle bu mikyasın bozukluğuna, İslâmî ideolojiye dayanan bir parti olarak Hizb-ut Tahrir'in, makyavelist kaideyi reddettiğine ve şeriatın belirleyeceği menfaate itibar ettiğine dikkat çekmek istedim. Bunun içindir ki Hizb'in, Hilâfet'in kurulması için pratik metodunda "şiddet" kullanmaması kanaati, İslâmî şeriata ve hayattaki felsefesine bağlılığına dayalı bir kanaat olup taktiğe dayalı bir kanaat değildir.

2. Bağlama riayetsizlik:

Ünlü antropolog "Bronislaw Malinowski", şöyle demiştir: "Mananın cümle ile sınırlı olduğu kanısı, hatalı bir mefhumdur; çünkü cümle ile bağlam, birbirini tamamlayan ve aralarında kopukluğun olmadığı birbiri için gerekli iki unsurdur." O halde söz, bağlamdan çıkarıldığında maksadı aşan manaların anlaşılmasına yol açar. Ayrıca denilmiştir ki: "Bağlamsız bir şekilde, dilediğin şey hakkında, dilediğini söyleme hakkına sahipsin."

Mesela bağlamın gözetilmemesi örneklerinden bir örnek olarak istişhâd eylemleri meselesini ele alabiliriz. Zîra Hizb'in bu tür eylemleri meşru gördüğünü belirttiniz. Ardından da şu sonucu çıkardınız: "Hizb-ut Tahrir'in dergisi el-Va'î'de yayınlanan bu metin, siyâsî kazanımlar elde etmek için şahısların öldürülmesine ilişkin olarak Hizb'in görüşü hakkında hiç bir şüpheye mahal bırakmamaktadır. Oysa bu, Hizb'in kurucusunun kitaplarında belirttiği Rasul'ün metodu değildir." Eğer sözü, bağlamına koymuş olsaydınız Hizb'in kurucusu "Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî" [Rahimahullah]'ın "şiddeti", Rasul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in metodundan saymamasını garipsemezdiniz. Müslümanlar ile beldelerini işgâl edenler arasında yaşanan savaş bağlamında meydana gelen istişhâd eylemlerine gelince; bunların Hizb'in gayesi, yani Hilâfet'in kurulması ile hiç bir alakası yoktur. Farz edelim ki İspanya, saldırıya maruz kaldı ve topraklarının bir kısmı işgâl edildi. Bu durumda sosyalist partinin tavrı nasıl olur? İşgâli kabullense hain olacaktır. İşgalciye karşı direnişe çağırırsa, siyâsî bir parti olması itibarıyla bu onun yapısını değiştirir de askerî veya terörist veya şiddete teşvik eden bir parti haline mi gelir? Sözlerinizdeki dikkatsizlik, sadece Hizb'in sözlerinin bağlamına riayetsizliğin ötesinde meşruiyeti ve meşruiyetsizliği açısından bir bütün olarak şiddet kullanılması bağlamındaki riayetsizlikte de mevcuttur. Bunun içindir ki Müslümanların işgalcilere karşı direnişini, meşru olmayan şiddet kabilinden görüyorsunuz. Binâenaleyh buna davet eden herkesi, şiddete teşvik eden kimseler olarak değerlendiriyorsunuz. Bu da sizin gibi aydınlara hiç yakışmamaktadır. Zîra işgalciye direniş, herkesin meşru bir hakkıdır. Dolayısıyla bu, kelimenin olumsuz manasına göre şiddet olarak vasıflanmaz.

Velhâsıl verdiğiniz tüm bu örnekler, Hizb-ut Tahrir'in, topraklarımızı işgâl, beldelerimizi tahrip eden ve halkımızı katleden işgalciye karşı direnişe çağırması ile alakalıdır. O halde Hizb'in sözünün geçtiği bağlamı gözetmeniz gerekirdi.

3. Siyâsî çalışmanın tahdidinde objektifsizlik:

Devletlerarası herhangi bir meselenin çözümü için sırf askerî bir görüşün ortaya atılması, siyâsî bir partiyi, siyâsî yapısının dışına çıkarmaz. Örneğin Cumhuriyetçi Parti, Irak meselesinin çözümü ve Amerika'nın çıkarlarını korumak için Irak'a savaş açma ve Irak devlet başkanını devirme fikrini benimsemiştir. Şimdi askerî çözümü benimsemesi, onu siyâsî vasfından çıkaran terörist bir çağrı olarak itibar edilir mi? O, siyâsî bir hareket olmasına rağmen hitâbı, şiddete teşvik ediyor, dolayısıyla yasaklanmalıdır diyebilir miyiz? Aynı şekilde Hizb-ut Tahrir de herhangi bir meselenin çözümü için siyâsî bir görüş ortaya atmaktadır. Mesela Filistin, Irak ve Afganistan meselesinin çözümünü işgalci varlığa karşı savaşta görmektedir. O halde Batılı siyâsî partiler, askerî çözüm benimsedikleri halde siyâsî vasıflarından çıkmadıklarına göre nasıl oluyor da Hizb-ut Tahrir, aynı çözümü benimseyince siyâsî bir parti vasfından ve mahiyetinden çıkabiliyor? Hatta bunun daha ötesine gidersek derim ki: Dünyaya egemen olmayı düşünen bir Batılı, stratejist bir aydın ve siyâsî bir duayen olarak itibar edilirken ne diye aynı şeyi düşünen bir Müslüman, şiddete teşvik eden bir terörist olarak değerlendirilmektedir? Savaşı kazanmak için sivillerin öldürülmesini meşru gören bir Batılı, siyâsî bir aydın olarak değerlendirilirken, ne diye topraklarını savunmak uğrunda istişhâd eylemini meşru gören bir Müslüman, şiddete teşvik eden bir terörist olarak görülmektedir? Clinton döneminde Amerikan Dışişleri Bakanı olan "Warren Christopher", "Amerika'nın lider olması kaçınılmazdır... Amerika'nın liderliği, ilk kaidemiz ve bu asrın temel dersidir; çünkü çok basittir ki biz lider olamazsak bunu hiç bir kimse yapamayacaktır." O, bu sözü söylediğinde siyâsî bir aydın olarak değerlendirilirken Hizb-ut Tahrir, dünyanın egemenliği İslâm ideolojisindedir dediğinde, terörizme teşvik eden "Totoliter" bir parti olarak görülmektedir! Amerika'daki -aralarında Paul Wolfowitz ve Donald Rumsfeld'in de olduğu daha sonraları dünyaya hükmeden- yeni muhâfazakarlardan bir grup lider, 16.01.1998 tarihinde Başkan Clinton'a açık bir mektup yazarak Irak Devlet Başkanı "Saddam Hüseyin'in" devrilmesini talep ettiler. Bunlar böyle bir şey yaptıklarında dâhi liderler olarak değerlendirilip mektupları da terörist bir davet ile savaşa teşvik eden bir mektup olarak görülmekten ziyâde dâhiyane bir strateji fikri üreten büyük siyâsî amellerden görülmektedir. Dolayısıyla kendisinden liderlik vasfının sökülüp alındığı hiç bir Batılı aydın görülmezken ne hikmetse Hizb-ut Tahrir, İslâmî orduları topraklarını savunmaya, ajanları ve hainleri alaşağı etmeye teşvik edince tüm Batılı aydınlar nezdinde hitâbı şiddete teşvik eden terörist bir örgüt olarak değerlendirilmektedir! O halde siyâsî çalışmayı diğer çalışmalardan ayırt ederken objektiflik nerede kaldı? Batılı aydınlara göre güvenilir mikyaslar nerede kaldı?

3. Kapanış:

Bu mektubumda, araştırmanızda geçtiği üzere Hizb-ut Tahrir'in mahiyeti ve hitâbı ile alakalı bir takım noktaları ele aldığım gibi özelde Hizb-ut Tahrir'i, genelde ise İslâmî akliyeti anlamada Batılı düşüncenin güvenilir kaidelerini ve mikyasları ile alakalı noktaları da ele aldım. Doğrusu değinmediğim birçok noktalar olmasına rağmen, tüm noktaları ele almak ve değinmek istemedim. Bu nedenle bu mektubun yeterli olduğunu düşünüyor, tarafınızdan kabul görmesini ve belirttiğim hususları tekrar gözden geçirmenizi ümit ediyorum.

En İçten Dileklerimle

 

Okay Pala [Ebu Zeyn]

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Medya Temsilcisi
Hollanda

 

Devamını oku...

İsteyen Âciz, İstenen Âciz!

İstanbul'da düzenlenen Türkiye Afrika İşbirliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısı, 19 Ağustos 2008 Salı günü sona erdi. Toplantıda Afrika ülkelerinden gelen temsilciler arasında ikili ve çoklu görüşmeler yapıldı, Türkiye ile bazı Afrika ülkeleri arasında anlaşmalar imzalandı ve zirve sonunda, "Türkiye-Afrika Ortaklığı İstanbul Deklarasyonu" ve "Türkiye-Afrika Ortaklığı için İşbirliği Çerçeve Belgesi" yayınlandı.

Türkiye'de sözde bağımsız 53 Afrika ülkesinden sadece sekizinin diplomatik temsilciliği, Türkiye'nin ise sadece 12 Afrika ülkesinde diplomatik temsilciliği bulunduğu dikkate alınırsa, Türkiye ile Afrika arasındaki ilişkilerin oldukça sınırlı olduğu görülür. Afrika'nın önemli bir kısmını uzun müddet yöneten Osmanlı Hilâfet Devleti'nin bakiyesi olan Türkiye'nin, Sömürgeci Fransa kadar Afrika'da etkisi mevcut değildir. Şu anda girişilen çabalar da kadîm ilişkileri geliştirmek için değildir. Çünkü konferansa gelen o yöneticilerin neredeyse tamamı, Batılı Sömürgeciler tarafından atanmış ve desteklenmiştir. Kimi Amerikan, kimi İngiliz, kimi Fransız uşağıdır. Türkiye'nin yöneticileri de onlardan farklı değildir. Dolayısıyla bu zirveyi, Müslüman Türkiye halkı ile mazlum Afrika halkları arasında sıcak bir dostluk ve kardeşlik kapısı olarak görmek mümkün değildir. Üstelik bir sonraki zirvenin beş sene sonra yapılmasına karar verilmiş olması, bunun ani çıkarlara hizmet etmek üzere tasarlandığı anlamına gelmektedir.

Zirve hakkında en çok konuşulan konulardan biri de, Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşîr'in gelmiş olması ve Başbakan, Cumhurbaşkanı ve diğer üst düzey yetkililerce hoş karşılanmış olmasıydı. Bilindiği gibi kısa bir süre önce Devletlerarası Ceza Mahkemesi Savcısı tarafından, Ömer el-Beşîr hakkında Darfur'da soykırım yaptığı suçlamasıyla tutuklama kararı çıkarılmıştı. Kâfirlerin mahkemesinin, Müslümanların sorunlarından herhangi birine karışıp Müslümanların başındaki herhangi bir yöneticiyi yargılamaya elbette hakkı yoktur. Bu, Müslümanların kendi meselesidir ve yapılmış bir cürüm varsa hesabını sormak Müslümanlara düşer. Kâfirler önce kendi Sömürgeci yöneticilerini tutuklamalıdırlar. Bununla birlikte bu zirve toplantısında Ömer el-Beşîr'in sıcak bir şekilde karşılanması, onu aklayan ve haklı gösteren bir görüntü olmuştur. Bu da Türkiye ve Sudan yönetimlerinin, aynı Sömürgecinin uydusu olmalarından kaynaklanan dayanışmanın ürünüdür, yoksa Darfur'da neler olduğunu umursayan yoktur.

Irkçı bir karaktere sahip Türkiye Cumhuriyeti, yıllardan beri terennüm edilen Türkî Cumhuriyetlerle bile herhangi bir ortak platformda buluşamamışken, Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya'da, Irak'ta, Kırım'da ve daha pek çok yerde güya soydaşlarla dayanışma girişimleri hep fiyaskoya uğramış, hep Sömürgeci Kâfirlerin entrikaları uğrunda olmuşken, Türkiye ile sınırı bile olmayan Afrika ile hangi ortaklıktan, işbirliğinden veya birliktelikten bahsedilmektedir? Gerçekte bu tür çalışmalar, Amerika ve Avrupa gibi Kâfir Sömürgecilerin Afrika'ya yönelik son dönem planlarına paraleldir ve zirve sonunda yayınlanan deklarasyonu okuyanlar, o metnin bütünüyle Sömürgecilik izleri taşıdığını görür.

Devamını oku...

Yalnızca Hilâfet, Eğitim Kurumlarındaki Cinsel Tâcizi Durdurabilir

Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Hanımlar Resmî Sözcüsü Fehmide Ferhâna Hânım, son zamanlarda ülkenin değişik liselerinde ve üniversitelerinde artan cinsel tâciz haberlerinden duyduğu derin endişeyi ifade etti. Son birkaç yıldır kız öğrencilerin mâruz kaldığı cinsel tâciz vâkıaları, Dakka, RajŞahı, CihangirNagar ve diğer üniversiteler de dâhil, çeşitli eğitim kurumlarında artmaktadır. En son Mirpur'daki BCIC Okulu ve Lisesi'ndeki kız öğreciler, bazı öğretmenlerin tâcizine ve saldırısına mâruz kaldılar.

Son açıklamasında Fehmide Ferhâna Hânım, ülkede bağımsızlıktan bu yana kadınların haklarını ve güvenliğini sağlamak üzere elli küsur kadın hakları ve insan hakları örgütünün çalışmakta olmasına rağmen, değişik kesimlerde kadına zulüm oranının korkutucu düzeyde arttığını söyledi. Peş peşe gelen hükümetler de çeşitli yasalar çıkardılar, ancak kadının güvenliğini sağlamada başarısızlığa uğradılar. Üstelik eğitim kurumları şimdilerde kadına zulmün yeni arenası haline gelmiştir.

İnsanların değer verdiği eğitim kurumlarında kadının mâruz kaldığı tâciz ve zulüm, Batılı Kapitalist mefhumların doğrudan ve dolayı sonuçlarıdır. Kadın eşit haklar ve yetkiler verilmesi adı altında medya, kadını sürekli olarak cinsel bir obje olarak tasvir ederek toplumda kadına karşı çarpık bir bakış oluşturmaktadır. Bu bakış da eğitim kurumları dâhil her kesimde kadına yönelik cinsel tâcize ve zulme yol açmaktadır. Ardarda belirlenen politikalar ve yeni kanun metinler, kadının uğradığı zulmü engellemede başarısız kalmaktadır. Çünkü bu kanunlar, Batılı Kapitalist sisteme dayalıdır.

Fehmide Ferhâna Hânım, kadının uğradığı zulüm sorununun çözülmesi için Kapitalist sistemi ortadan kaldırıp yerine İslâmî Hilâfet sistemini koymamız gerektiğini söyledi. Muhâsebe ve Takvâ üzerine kurulu Hilâfet sistemi, kadına haklar ve güvenceler sağlar ve onları gerçek şeref konumuna yerleştirir. Yalnızca bu sistem, eğitim kurumlarındaki tâciz dâhil, kadına yönelik tüm zulümleri etkin bir şekilde durdurabilir.

 

Fehmide Ferhâna Hânım

حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir

Hanımlar Resmî Sözcüsü

Bangladeş

 

Adres:              H. M. Siddque Mansion 55/A Purana Patlan, 4th Floor / Dhaka 1000 / Bangladesh

Cep Tel:           +(88) 0-17-11-54-82-43            E-mail: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. | Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Web:                www.khilafat.org

 

Devamını oku...

Köklü Değişim, Müşerref ile Birlikte, Ona Benzer Ajanlar Üreten Batılı Küfür Sisteminin Gömülmesini Gerektirir

  • Kategori Pakistan
  •   |  

18 Ağustos 2008 günü Devlet Başkanı Müşerref istifasını açıkladı. Muhakkak ki o, iktidarı boyunca Amerika'ya tam bir teslimiyetle hizmet etmiş, onlara İslâm'a ve Müslümanlara karşı savaşlarında açık destek sağlamıştır. Müşerref'in nüfûzunun azalmaya başladığına şahit olan Amerika, kendisine daha etkin hizmetler sunacak yeni ajanlar lehine ondan vazgeçmiştir. Kuşkusuz bu, Kâfirlerin yanında izzet arayan herkesin kaçınılmaz sonudur. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:  بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا 138 الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا  "Münâfıklara kendileri için çok elîm bir azap olduğunu müjdele! (138) Onlar ki Mü'minleri bırakıp da Kâfirleri dost edinirler. (Bunu yaparak) onların yanında izzet mi arıyorlar? Muhakkak ki izzetin tamamı Allah'a aittir." [en-Nisâ 138-139] Ve şöyle buyurmuştur:  مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاء كَمَثَلِ الْعَنكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. O kendisine bir yuva edinir. Oysa yuvaların en çürüğü elbette örümceğin yuvasıdır, keşke bilselerdi!" [el-Ankebût 41]

Müşerref'in zelîl bir şekilde istifa etmesi, onun gidişini kutlayan tüm politikacılara ders olmalıdır. Çünkü kendileri de güç, iktidar ve menfaat uğrunda Amerika ile yakın ilişkiler kurmaya ve bu bölgede Amerikan çıkarlarını pekiştirmek için tümüyle hazırlanmaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz, her ne zaman siyâsî açıklamalar yapsalar veya gelişmeleri yorumlasalar, Amerika'nın öfkesine mâruz kalmamak veya herhangi bir şekilde incitmemek için temkinli davranmaktadırlar. Bu yöneticiler bütünüyle emin olmalıdırlar ki Amerika kendilerinden yalnızca, politikasına hizmet ettikleri sürece râzı olacaktır.

Politikalarından uzaklaştıkları yahut bunları tümüyle uygulamaktan âciz kaldıkları vakit, Amerikan desteği ve yardımı ile ele geçirdikleri otoriteleri ellerinden kayıp gidecek, Amerika bugün Müşerref'ten vazgeçtiği gibi, yarın da kendilerinden vazgeçecektir. Kuşkusuz târih, Kâfirlerin kuklalarının ibretlik örnekleri ile doludur. Saddam Hüseyin örneği hiç de uzak değildir. Saddam, İngiliz menfaatleri uğrunda İslâm'ı ve Müslümanları ezip baskı altında tutmada hiçbir çabayı esirgemediği halde İngiltere, Amerika Irak'a saldırdığı sırada oluşan yeni egemen durumda menfaatlerini güvence altında tutmak için bu sâdık ajanından vazgeçip onu yüzüstü bırakmıştır.

Yine de tüm bu çarpıcı örneklere karşın Pakistan'ın yeni demokratik hükümeti, boynunu Batı'ya kölelik ilmiğine sokmak için uzatmaktadır ve Pakistan'ın kaynaklarını ve ordusunu Amerika'nın İslâm'a karşı savaşında kullanmaya hazır ve nâzırdır. Amerika ziyâreti sırasında Pakistan Başbakanı Gilânî, Amerikalılara tam desteğini şöyle diyerek ilan ediyordu: "Terörizme karşı savaşta Amerika ile tam bir işbirliği yapacağız." O zamandan beri Pakistan'ın kabileler bölgesine yönelik Amerikan saldırıları öylesine sıklaştı ki Gilâni iktidarında neredeyse Müşerref dönemini geçti. Amerika'nın Dr. Âfiye Sıddıkî'ye [el-Kâide'ye yardım ettiği iddiasıyla Pakistan'da tutuklanıp Amerika'ya yargılanmak üzere götürülen bilim kadını] yönelik gayri-insanî muamelesine rağmen bu demokrat Hükümet, Amerikan kuvvetlerine giden yiyecek, yakıt ve mühimmat akışı için Pakistan'ın dâimî destek rotası olarak kalacağı güvencesi verdi. Kezâ ekonomide de Hükümet, ekonomik sefâletin ve açlığın temelini oluşturan Batılı Kapitalist politikaların peşinden gitmeye devam etmektedir. Öte yandan tam da Amerika'nın Müslüman gençlik üzerinde İslâmî değerleri yok etme politikasına uyumlu olarak Hükümet, fâsit Batılı değerleri zerk etmek ve Müslümanlar arasında yozlaşmayı ve ahlâksızlığı yaymak üzere bir kültür ve medya kampanyası yürütmektedir. Pakistan'ın politikacıları şu andan itibaren anlamalıdırlar ki her kim İslâm'dan yüz çevirir, Kâfirlerin kılavuzluğunda hareket ederse, Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Ümmet'i onları asla bağrına basmayacak, nihâyetinde hor ve hakir, pişman ve perişan olacaklardır. Âhiretteki utanç ve zillet ise bundan daha büyük olacaktır. Ne ucuz bir ticaret!

Ey Pakistan Müslümanları! Bugün sizler bir Amerikan ajanından kurtulmanın doyumsuz sevincini yaşamaktasınız, ama hatırlayınız ki 1999'da Navâz Şerîf Hükümeti sona erdiğinde de derin bir oh çekip rahatlamıştınız. O halde niçin önünüzde yöneticiler birbiri ardına değişirken, hayatınızın her alanında hâliniz daha da kötüye gitmektedir? Bunun sebebi, her gerekli gördüğünde Amerika'nın karşınıza yeni yüzler çıkarması, ama anayasal güvence altında tuttuğu Pakistan'daki sömürgecilik sisteminin bekâsını daima korumasıdır. Sahnede görünen ister demokrasi ister demokrasi olsun, onun menfaatlerini aslen güvence altında tutan işte bu sistemdir. Dolayısıyla insanlar diktatörlüğü reddettiklerinde, Amerika demokrasi getirerek bu sisteminin güvenliğini sağlamaktadır. Asla aldanmamalıyız, çünkü diktatörlük gibi demokrasi de, Allah'ın ve Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hükümlerine karşı beşerin kararlarını, hükümlerini ve arzularını tercih ederek yürürlüğe koymakta, bu da politikalarının güvencesini sağlayan yasalar şekillendirebilmeleri için Sömürgecilere kapı aralamaktadır.

Üstelik mevcut sistem, varlığını koruduğu müddetçe Müşerref gibi liderler besleyip büyütecektir. Şüphesiz bu kokuşmuş küfür sistemine sarılan hiçbir politikacı, İslâm'a ve Müslümanlara karşı dürüst ve samimi olamayacaktır.

İşte bunun içindir ki yüzlerdeki değişim, asla hâlinizi iyileştirmeyecektir. Hâliniz ancak, bu Batılı küfür sistemi ve ona sarılan fâsit yöneticiler temelli kovulduğu ve yerine, İslâm'a uygun toplumsal, ekonomik, hukukî ve yönetim sistemleri, öğretim esasları ve dış politikalar uygulayacak Hilâfet kurulduğu vakit değişecektir. O halde sırf astar değişimlerine sevinip kalmak yerine Hilâfet'i kurmak için ayağa kalkınız, o Hilâfet ki 13 asrı aşkın bir süre boyunca, yalnızca Müslümanlar için değil, kezâ gayri-Müslimler için de adâlet ve merhamet kaynağı olmuştur.

Ey Güç Sahipleri! İslâm'ın ve Müslümanların düşmanı Müşerref'in gidişine Müslümanların böylesine sevinmesi, insanların İslâm'ı ne kadar sevdiklerinin, İslâm'a ve Müslümanlara karşı samimi yöneticileri ne kadar arzuladıklarının bir delîlidir. Ne var ki Amerika'nın bu sistem sayesinde getirdiği bu yöneticiler, İslâm'a ve Müslümanlara değil, hep Amerika'ya bağımlıdır. Öyleyse Müslümanları koruyacağınıza ve onları düşmanlara karşı savunacağınıza yemin etmiş olduğunuz halde böylesi bir sistemi nasıl kabullenirsiniz?

Karşı karşıya bulunduğunuz durum, Ümmet'e köklü değişim getirmek için idealdir. İslâm Âlemi'nde, Hizb-ut Tahrir'in uyarılarını her defasında şiddetle reddeden yöneticilerin âkıbeti de gözlerinizin önündedir. Daha geçen ay onlara mektuplar ve heyetler gönderip Kâfirlere kölelikte ısrar etmeleri halinde, yalnızca Âhiret'te hüsrâna uğramakla kalmayıp bu dünyada da koltuklarını kaybedebilecekleri konusunda uyarmıştı. Müşerref de uyarılanlardan biriydi ve aynen de öyle oldu! İşte Hilâfet'in kurulması için samimiyet, uyanıklık ve ciddiyet ile çalışan Hizb-ut Tahrir karşınızdadır ve Hilâfet'i kurarak halkınızı bu fâsit yöneticilerden ve Amerika'ya kölelikten kurtarmanızın zamanı işte şimdidir! Haydi Nübüvvet Minhâcı üzere İkinci Râşidî Hilâfet Devleti'nin ikâmesi için Hizb-ut Tahrir'e Nusret veriniz ki Müslümanlar yeniden dünyanın hâkim gücü haline gelsinler, şerefli atalarının konumuna erişsinler. Onlar ki İslâm'ı tatbîk ederek izzet ve kuvvet bulup harekete geçtiler, nice Kâfir düşmanlara korku saldılar, nice toprakları İslâm için fethettiler, tüm insanlığa örneklik teşkil ederek İslâm'ı bir hidâyet ve nûr olarak âleme taşıdılar.

O halde bu muazzam şerefe nail olmak için siz ne zaman harekete geçeceksiniz?

إِنْ تَنْصُرُوا اللَّهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ  "Eğer siz Allah'a [Dînine] nusret verirseniz, Allah da size nusret verir ve ayaklarınızı [Dîni üzere] sâbit kılar." [Muhammed 7]

 

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Daha önceleri Amerikalı yetkililer Müşerref'in Amerika Birleşik Devletleri için bölgedeki menfaatlerini korumada ve nüfûzlarını pekiştirmede bir "hazine" (bulunmaz Hint kumaşı) olduğunu, Afganistan işgâlinde kendileri için kararlılıkla çalışan biri olduğunu sık sık yinelemişlerdi... Ve dün, 18.08.2008 günü (istifa edip) yönetimden ayrılırken Amerika onu terk etti. O halde bu nasıl olur? Yoksa burada İngiltere ile siyâsî bir çatışma vardır da İngiltere'nin Müşerref'i kovmada başarılı olması sonucu mu meydana gelmiştir? Ayrıca Müşerref'in Devlet Başkanlığı makamındaki yerini kimin alması beklenmektedir?

 

Cevap:  Evet, gerçekten de Müşerref, Amerika Birleşik Devletleri için tam bir hazine, tam bir bulunmaz Hint kumaşı idi. Zîra o, Afganistan'da ve bölgede Amerika'ya pek çok hizmetler sundu. O kadar ki Müşerref'in desteği olmasaydı Amerika Afganistan'ı kesinlikle işgâl edemezdi, desek abartmış olmayız. Bunun yanı sıra "terörizme karşı mücâdele" bahanesiyle işgâle direnen Müslümanlara cephe alması da Amerika'nın, işgâle direnen çok sayıda Müslümanı tutuklamasını kolaylaştırmıştı.

Bunların hepsi doğrudur. Ancak Müşerref, son senelerde, bilhassa yaklaşık bir senedir, Amerika'nın plânlamalarını uygulamaya muktedir olmadı. Zîra gerek insanlar nezdinde, gerek ordu nezdinde, gerekse parlamento nezdinde konumunun sarsılmasından dolayı bundan âciz kaldı. Bu da özellikle kabileler bölgesi, Swat Vâdisi ve Lâl Mescid'deki katliamları başta olmak üzere Müslümanlara karşı cürümlerinin çoğalmasından, kendisini Amerika'nın kucağına atmak için arsızca çırpınmasından ve Müslümanların yalnızca fikirlerini ve mefhumlarını değil, şiarlarını dahi hiçe sayarak Amerika'ya her tür hizmeti sunmasından ötürüydü.

Nitekim Amerikalı bazı yetkililerin açıklamaları, gerek iktidar nezdinde, gerek ordu nezdinde, gerekse ümmet nezdinde konumunun sarsılması sonucunda Müşerref'in görevlerini Amerika'nın arzuladığı şekilde layıkıyla yerine getirmekten âciz kaldığını ifşa etmiştir. Afganistan'daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı Korgeneral David D. McKiernan'ın 07.08.2008 günü Amerikan CNN Televizyonu'na verdiği demeç, bu açıklamalardan biridir. Şöyle diyordu: "Pakistan Hükümeti'nin daha fazlasını yapması gerektiğine inanıyor muyum? Evet kesinlikle! Pakistan'daki ISI [Pakistan İstihbârat Teşkilatı] gibi örgütlerden bir kısmında biraz suç ortaklığı olduğuna inanıyor muyum? Evet, olduğuna inanıyorum... Bu sene Afganistan'ın güneyinde ve doğusunda yabancı savaşçıların sayısında belirli bir artış gözlemledik. Pakistan'daki yetkililerden, onların güvenli sığınaklarına karşı harekete geçmelerini bekliyoruz."

New York Times Gazetesi ise CIA [Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilatı] Başkan Yardımcısı Stephen Kappes'in, Pakistanlı yetkililerden açıklama talep etmek ve onlara, Pakistan İstihbârat Teşkilâtı ile Celâleddîn Hakkânî liderliğindeki isyancı şebeke arasında gizli işbirliği olduğuna dair delîller göstermek için İslâmâbâd'a gittiğini bildirdi. Gazete şunu da teyit etti: "Amerikalılar, 60 kişinin ölümüne yol açan Kâbil'deki Hindistan Büyükelçiliği'ne yönelik saldırıya Pakistan istihbârat birimlerinin bazı unsurlarının karıştıklarını kanıtlayan haberleşmeleri izlediler."

Amerika kavradı ki Müşerref'in Amerika'ya hizmette gösterdiği onca fedakârlık ve özveri ile harcadığı çabalara rağmen Müşerref'in ordu, hükümet ve halk ile ilişkilerinde konumunun sarsılması, yükümlülüklerini Amerika'nın arzuladığı şekilde yerine getirmesine imkân vermemektedir.

Binâenaleyh Amerika, Müşerref'in artık rolünü tamamladığını ve insanları Müşerref diktatörlüğünden kurtarıcı gibi görünen, sonra Amerika'nın menfaatlerini gerçekleştirecek, nüfûzunu koruyacak, terörizme karşı mücâdele gerekçesiyle Müslümanlara karşı savaşı sürdürecek... yani yıldızı kayıp da istifa etmeden evvel iktidara sıkı sıkıya yapıştığı sıralarda Amerika'ya gösterdiği hizmette olduğu gibi Müşerref'in çizgisini devam ettirecek bir alternatif çıkarmanın kaçınılmaz hale geldiğini gördü.

Kayda değerdir ki Müşerref'in ayrılması (dünkü istifası) bir günlük iş değildir. Bilakis Müşerref'in yıldızı, dört aşamada yavaş yavaş kaymaya başlamıştır. 18.08.2008 günü istifasını ilan etmesiyle tükeninceye değin yıldızı her aşamada azar azar sönmüştür. Bu aşamalar şunlardır:

Birinci Aşama: Amerika, İngiltere ile anlaşma yapıp bunun gereği olarak Pakistan Halk Partisi Lideri Benâzir Butto'nun İngiltere'deki sürgününden Pakistan'a dönmesine izin verdi. Bu anlaşmada en bariz iki husus vardı:

Birincisi: Pakistan Halk Partisi, Müşerref'in yeniden Devlet Başkanı seçilmesine itiraz etmeyecek,

İkincisi: Benâzir Butto, etkin yetkilerle başbakan olmak koşuluyla Müşerref ile otoriteyi paylaşacak.

Yani Amerika, Laik Benâzir Butto'nun partisinin desteği olmadan Müşerref'in iktidarda kalmaya devam etmesinin mümkün olmadığını idrâk etti. Bu ise Müşerref'in Müslümanlara karşı katliamlarından ve onların nefretini kazanmasından ötürüydü. Böylelikle Amerika, kısıtlı da olsa Müşerref'in yetkilerinden bir kısmını bu anlaşma sayesinde kurtarabileceğini düşündü.

Kayda değerdir ki Halk Partisi, kitleleşmiş bir parti değil, "toplama" bir partidir. Yani fertlerinin benimsediği ve etrafında kitleleştiği sınırlı fikirlere sahip değildir, bilakis ilişkileri, belirli menfaatlere ve şartların gereğine göre şekillenmiş şahıslardan müteşekkil bir topluluktur. O nedenle içerisine sızmak gayet kolaydır ve öyle de olmuştur. Zîra Baba Butto döneminde Pakistan Halk Partisi'nin arkasında Amerika vardı, ancak İngiltere, Benâzir Butto'nun oradaki sürgün yılları boyunca onun ve Pakistan Halk Partisi'ndeki etkin liderlerin dostluğunu kazanmaya güç yetirebilmiş, Baba Butto döneminde Amerika'ya dost olmasından sonra, İngiltere onu kendi tarafına çekecek derecede etki edebilmişti.

Binâenaleyh ilk aşama; Müşerref'in kısıtlı yetkileri pahasına, Benâzir Butto'nun Pakistan'a dönmesini sağlayan bu anlaşmadır.

İkinci Aşama: Amerika'nın Navâz Şerîf'e Pakistan'a dönüş izni verdiği gündür. Zîra Navâz Şerîf, Amerika'nın adamı olduğu halde, Hindistan'ın eski Başbakanı Vajpayi liderliğindeki Baharatiya Cenata Partisi'nin iktidarda olduğu esnada Pakistan Ordusu'nun Hindistan'daki Kargil Tepeleri'ni işgâl etmesine mâni olamadığı zaman Amerika ona çok öfkelenmişti.

Bilindiği gibi Amerika, İngiliz yanlısı bir parti olan Kongre Partisi'nin Hindistan'da uzun yıllar boyu süren iktidarından sonra Cenata Partisi'nin dostluğunu kazanıncaya kadar çok yoğun bir çaba sarf etmişti.

Amerika, Vajpayi iktidarının ömrünü uzatmak için ekonomik, siyâsî ve askerî olarak onu desteklemiş, ardından Kargil Tepeleri'nin işgâl edilmesi, Cenata Partisi'nin popülaritesine saplanmış bir hançer mesâbesinde olmuştu.

Onun için Amerika, Navâz Şerîf'e karşı düzenlenen ve kovulmasına yol açan Müşerref darbesinin arkasında yer almış, ona uzun müddet öfkeli kalmış ve geri dönüşüne izin vermemişti.

Fakat "özellikle Butto suikastinden sonra" Pakistan Halk Partisi'nin halk desteğinin tavan yapması ve dolayısıyla bu artışın, Halk Partisi'nin seçmenlerin oylarını silip süpürmesi, ardından anlaşma bentlerine bağlılıktan vazgeçmesi ve tek başına iktidarı üstlenmesi ve böylelikle İngiliz nüfûzunun geri dönmesi ihtimâli belirince, Amerika korkuya kapıldı.

Bundan dolayı, hem Müşerref'e dönük halk öfkesini paylaşması, hem de Halk Partisi ile otoriteyi paylaşması için Navâz'ın Pakistan'a dönüşüne izin verdi ki tüm oylar Halk Partisi'ne gitmesin, bilakis oyların büyük bir çoğunluğu, Butto'nun partisi ile Navâz'ın partisi arasında dağılabilsin.

İşte bu, ikinci aşamadır. Nitekim Navâz Şerîf'in dönüşünden, Müşerref sonrası döneme hazırlık işlerinin başladığı açıktı.

Üçüncü Aşama: Amerika'nın Müşerref'e, Devlet Başkanı seçilmesini kolaylaştırmak için, karşılaştığı her halk krizinde veya meclis krizinde kuvvet açısından istismar ettiği Genelkurmay Başkanlığı'nı bırakma sinyali vermesidir.

Dördüncü Son Aşama: Hâlihazırdaki Pakistan Başbakanı Rızâ Gilânî'nin Amerika ziyâretidir. Kendisi orada Bush ile uzun bir görüşme yapmış, sonra Pakistan'a dönüp Müşerref'in azline ilişkin icraatlara girişmiştir.

Bu ziyâreti takip edenler, Rızâ Gilânî'nin Amerika'ya boyun büktüğünü ve Amerika'nın, öne süreceği Devlet Başkanlığı adayı için Halk Partisi'nin desteğini garantilediğini görmüştür. Navâz Şerîf'in partisi ise zaten çantada kekliktir.

Bu ziyâretin sonucu olarak Amerika, koalisyon hükümetine Müşerref'in azil işlemleri için yeşil ışık yakmıştır. Bu da Rızâ Gilânî'nin ve dolayısıyla Halk Partisi'nin Amerika'nın göstereceği devlet başkanı adayı için destek muvâfakatini garantiledikten, yani Halk Partisi'nin Amerika'nın istediği kişinin devlet başkanlığına ulaşmasına engel olmayacağı garantisinden sonra olmuştur.

Rızâ Gilâni, bir İngiliz ajanı olarak, İngilizlerin Amerika ile cepheleşmeme politikalarında yaptıkları gibi, Amerika'nın istediği kişiyi devlet başkanlığına ulaştırmasına engel olmayacağına dair Bush'a muvâfakat vermiş olabilir. Lâkin râcih olan; Amerika'nın, yeni otoritede oldukça önemli bir makam önerisiyle onu ayartmış olması ve onun da Amerika'ya yakınlaşmış olmasıdır.

Fakat beklenen o ki İngiltere, mezkur anlaşmadan beri Pakistan yönetimine ortak olma bakımından kendisine açılan bu fırsatın heder edilmesine suskun kalmayacaktır. O nedenle, önceki anlaşmaya benzer şekilde yönetimde faal bir ortaklığı garantilemedikçe Halk Partisi'nin kendisine dost liderleri yoluyla, önümüzdeki devlet başkanlığı seçimlerini engellemek için çalışacaktır.

İngiltere'nin Pakistan'da eksiksiz bir nüfûza tamah edecek tâkâti yoktur, ancak eline geçen fırsatı da geri tepmeyecektir. O nedenle Amerika'nın şimdi arzuladığı devlet başkanlığı seçimlerini engellenmesi, yeni bir anlaşma görüşmeleri başlatılmadıkça muhtemeldir, hem de kuvvetle.

Beklenen müstakbel devlet başkanının kim olacağına gelince; bilinmelidir ki öne sürülecek isim kim olursa olsun, devlet başkanlığı adaylığında ve seçilmesinde en etkin rol Amerika'ya ait olacaktır. Buna göre üç ihtimal mevcuttur:

Birinci İhtimal: Rızâ Gilânî olabilir. Bu da Amerika'nın, onun gerçekten kendisine dost olduğundan emin olması halinde mümkündür, yoksa görünüşte Amerikan politikasına uyumlu gibi görünmeyi, sonra arkadan hançerlemeyi temel alan yeni İngiliz yöntemi gereğince sırf şeklî bir dostluğu kabul etmeyecektir. Şayet Amerika Rızâ Gilânî'nin kendisine gerçek anlamda dost haline geldiğinden mutmain olursa, ne âlâ. Ancak bu durum, Halk Partisi'nin İngiliz uşağı liderleri yoluyla suhuletle sükut etmeyecek ve Rızâ Gilânî'ye sorunlar çıkarabilecek olan İngiltere'nin sakinleşmesini gerektirir.

İkinci İhtimal: Navâz Şerîf'in partisinden, evlâ babından liderlerinden biri olabilir, ama Amerika'nın adamlarından olduğu halde, gerek halk arasında fazla sevilmemesinden, gerekse Kargil krizinin etkilerinin henüz Amerika'nın aklından çıkmamış olmasından dolayı bizâtihi Navâz Şerîf olmaz. Navâz Şerîf'in adaylığı, ancak onun partisinden güçlü bir aday çıkmaması halinde söz konusu olabilir. O zaman belki ona yönelebilir.

Üçüncü İhtimal: Söz konusu bu iki ihtimalin zorlaşması halinde Amerika, yeniden orduya yönelebilir. Hele ki Genelkurmay Başkanı Eşraf Kiyânî, Müşerref'in aday göstermesi ve Amerika'nın muvâfakati ile ordu komutanlığına atanmış iken. Yine de Amerika, eksantrik Amerikan demokratikleşmesine uygun olarak askerîn siyâsete karışması gibi bir araçtan da mahrum olmayacaktır!

Son olarak diyoruz ki keşke bu uşak yöneticiler, Sömürgeci devletlerin kendilerinden önceki uşakların başına neler getirdiğini, rollerini ve görevlerini tamamlamalarından sonra onları çekirdek çitler gibi nasıl çitleyip attığını, böylelikle atılmış bu uşakların, Kâfirlere uşaklıkları ve Ümmet'e hıyânetlerinden ötürü dînlerini kaybetmelerinden sonra dünyalarını da kaybettiklerini bir akletseler, bir ibret alsalardı!

Diyoruz ki şâyet akletselerdi, Sömürgecilere yanaşacaklarına, halklarına yakınlaşıp hiç olmazsa dünyalarını korurlardı, lâkin hiç aklederler mi?!

 

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER