Pazartesi, 28 Safer 1446 | 2024/09/02
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Dolar krizi halen sürüyor ve dikkat çekici oranda düşmeye devam ediyor. Bunu da petrol, altın ve diğer maden fiyatlarındaki artış izledi. Sonra bunu da gıda maddelerindeki artış izledi. Tüm bunlar, sürekliliği, şiddeti ve birkaç krizi kapsayan yapısı bakımından daha önce benzeri görülmemiş şekilde meydana geldi. O halde bu kriz, fiilî iktisâdî bir problem sonucu mudur, yoksa bunu hareketlendiren ve kızıştıran Amerikan politikasının parmağı mı vardır? Bu konuyu açıklamanızı ricâ ediyoruz, Cezâkumullahu Hayr (Allah sizleri hayır ile mükâfatlandırsın).

 

Cevap: Muhakkak ki bu sorunun, hakîkî iktisâdî bir yönü vardır, lâkin sorunu tırmandıran, çapını genişleten ve gördüğümüz bu boyutlara çıkaran siyâsî manipülasyon bu düzeye el attı. Görüntünün tamamen netleşmesi için krizin nasıl çıktığını, siyâsî aktörlerin nasıl müdâhale ettiklerini, sonra bunun petrol, altın ve maden fiyatlarındaki artışa, ardından da gıda krizinin çıkmasına nasıl etki ettiğini açıklayacağız.

Birincisi: Amerikan ekonomisinde, Dolar'ın etkinliğine ve gücüne tesir eden hakîkî bir kriz vardır ve dolayısıyla böylesi keskin bir düşüşe mâruz kalmıştır. Bu kriz ise aşağıdaki sebepler sonucunda ortaya çıkmıştır:

Amerikan Ticâret Açığı: Amerika, ihraç ettiğinden daha fazla mallar ve hizmetler ithâl etmektedir. Nitekim Amerika'nın tüketim çılgınlığı ithâlâta kapı aralamaktadır. Meselâ; Amerika 2003 yılında 1,652 trilyon dolarlık mal ve hizmet ithâl ederken, ihrâcâtı 1,203 trilyon dolarda kalmıştır. Yani ticâret açığı 449 milyar dolar olmuştur. Bu açık, tırmanarak 816 milyar dolara ulaşmıştır. İthâlât ile ihrâcât arasındaki bu fark, Amerikan matbu evrâkından (Dolar'dan) veya Amerikan devlet tahvillerinden oluşuyordu. Bu da tabiatıyla, -resmen ilan edilmese de- Dolar'da fiilî düşüşe yol açıyordu. Geçmişte Amerika, bu denli bir ticâret açığı ile karşılaşmamıştır. Aksine bilhassa II. Dünya Savaşı sonrasında on yıllar boyunca ticâret fazlası vermiştir. Sonra bu fazla, özellikle Amerikan tüketicisinin mal ve hizmet ithâlâtını artıracak şekilde daha ucuz üretim yapan Avrupa ve Asya ülkeleri karşısındaki rekâbet sebebiyle azalmaya başlamıştır. Ardından bu gidişata, ödemeler faturasının yükselmesine yol açan Vietnam Savaşı'na dönük askerî harcamaların hacmi de eşlik etmiştir. Bunun üzerine Amerika, 1971 yılında Dolar'ın altınla desteğini kaldırmıştır. İşte bu, sarsıntıların ilki olmuştur. 80'li yıllarda ise dünya ticareti gelişip fabrikalar Amerika'dan ucuz işgücü bulunan ülkelere taşınınca, ticâret açığı daha da belirginleşmiş, yine Meksika, Çin ve Malezya gibi ucuz mallar ihraç eden ülkelerden sürekli yapılan ithâlât, ticâret açığının genişlemesine neden olmuştur. İşte böylece ticâret dengesi ile ödemeler dengesindeki bu açık, yatırımcılar nezdinde Amerikan ekonomisi hakkında kuşku ve güvensizlik oluşturmuş ve bu da sonraları Dolar'ın düşüşüne götürmüştür.

Borçlanma: Amerikan Hazine Bakanlığı'nın verileri, [merkezî yönetim ve eyâlet yönetimleri olmak üzere] devlet borçlarının, 1990 yılında 4,3 trilyon dolardan 2003 yılında 8,4 trilyon dolara, 2007 yılında ise 8,9 trilyon dolara yükseldiğini ve bu kamu borçlarının GSMH'nın %64'ünü oluşturur hale geldiğini göstermiştir. Böylelikle artık Birleşik Devletler'i, kamu borç yükünün ağırlığından yakınan devletler kapsamında kategorize etmek mümkündür. Artık Amerikan borçlanmalarının yükü eyâlet yönetimleri üzerinde durmakla kalmamış, fertlerin ve şirketlerin de üzerine binmiştir. Son zamanlarda bireysel borçlar, 6,6 trilyon dolar tutarına ulaşmıştır. Şirketlerin borçları ise 18,4 trilyon dolar tutarlık hacmiyle ilk sırayı almaktadır. Böylelikle hepsinin toplamı yaklaşık 34 trilyon doları, yani GSMH'nın üç katını bulmaktadır. Zaten başlı başına bu borçlar, tehlikeli bir iktisâdî krizdir.

Euro'nun Yükselmesi: Euro tedâvüle girdiğinden beri, Dolar'dan sonra dünyanın ikinci rezerv parası haline gelmiştir. Euro, bu konumunu Alman Markı'ndan devraldığı halde, onun düzeyini fazlasıyla aşmış, bu da Dolar aleyhine gelişmiştir. Böylece Euro'ya güven artarken Dolar'a güven azalmıştır. Tüm bunlar Dolar'a olan talebe etki edip değerini düşürmüştür. Dolar'ın değer kaybetmesi nedeniyle pek çok yatırımcı, yatırımlarında Dolar yerine Euro'ya itimat etmeye yönelmiştir. Ayrıca Amerika diğer iktisâdî sorunların da sıkıntısını çekmektedir. Bunların başında %4'ü aşan enflasyon, %5'i aşan işsizlik, gerilemekte olan sanayi, fakirlik ve kötü eğitim hizmetleri... gelmektedir. Tüm bu faktörler Dolar'ın değerinin düşmesine yol açmaktadır. Yine bu düşüş, bazı merkez bankalarının Dolar rezervlerini azaltmalarına neden olmuştur. HSBC'de döviz stratejisti olan Paul Mackel şöyle demektedir: "Merkez bankaları bir süredir, Dolar'a bu kadar aşırı yüklenmek istemediklerini fark ettiler ve merkez bankalarının toplam dolar stokları, %73'ten %64'e düştü." Dolar krizinin hakîkî iktisâdî esâsı işte budur.

İkincisi: Bunun ardından, bu krizi çıkarlarına hizmet edecek şekilde hareketlendirmek ve Amerika'nın yerel krizi olmaktan çıkarıp küresel bir krize dönüştürmek... üzere Amerika'nın politik manipülasyonu devreye girdi. Bu da şöyle oldu:

1.    İhrâcâtçı ülkenin parasının değerindeki düşüş ihrâcâtını artırır. Çünkü emtia fiyatları nispeten ucuzlar. Şöyle ki; ithâlâtçılar, ihraç malların fiyatlarının kendi ülkesinin parasına göre olması, bu paranın da değerinin düşmüş olması itibariyle, daha az nakdî değer ödeyeceklerdir. Meselâ; bir ithâlâtçı, bir malın bedeli olarak 1000$ ödüyorsa, -bunu da 1000€'ya denk sayalım- Dolar'ın %10 değer kaybına uğramasıyla önceden ödediği 1000$ yerine 900€ ödeyecektir. Bunun için tüccar, parasının değerinin düşük olması sebebiyle o devletten mal ithâl etmeye yönelir.

Fakat bu, düşüş %5'i aşmadığı takdirde iyi olur, hatta %10'a kadar da makbul sayılır. Ancak bu oran daha fazla artarsa, bu düşüşten kaynaklanan enflasyon sebebiyle üretim yapan fabrikalar üzerinde bir yük teşkil eder, yani para biriminin değeri düştüğü için alım gücü de düştüğünden dolayı o ülkedeki maddelerin fiyatları zamlanır. Oluşan bu enflasyon sebebiyle hem fabrikaların maliyetleri artar, hem de ihraç ürünlerinin fiyatları artar. Yani artık o mal, meselâ 1000$'da kalmayıp artmaya başlar. Para biriminin makul sınırın üzerinde düşmesi halinde böyle olur. Bu da üretim maliyetlerinin artmasına, dolayısıyla emtia fiyatlarının artmasına, dolayısıyla paranın değer kaybından kaynaklanan enflasyon nedeniyle ihrâcât hacminin azalmasına götürür. Amerika'nın durumunda ise Dolar'ın düşüşü, makul sınırları fazlasıyla aşmıştır. Meselâ; Euro-Dolar paritesi 2000 yılında 0,8$ iken 1,6$ düzeyine çıkmıştır. Yani Dolar'ın düşüş oranı, azamî iktisâdî sınırları beş kattan fazla aşmıştır. Bunun için bu değer kaybı sonucu Amerikan ihrâcâtı, yok denecek kadar az artmıştır. Yani ticâret açığı, biraz azalmasına rağmen, mevcut haliyle kalmıştır.

Bununla birlikte Amerika, bu açığı düzeltmek için hiçbir icraatta bulunmamıştır. Zîra üretim yapan fabrikalar açısından enerji fiyatlarının düşmesi, dolayısıyla üretim maliyetlerinin düşmesi ve ihrâcâtın artması için petrol rezervlerinin bir kısmını piyasaya sunmak üzere çıkarmamıştır. Bilakis Bush yönetimi, büyük oranda tırmanan enerji fiyatlarının düşmesi için petrol rezervlerinin bir kısmını çıkarıp kullanıma sunmayı reddetmiştir. Bir diğer ifadeyle, iktisâdî ticâret açığı konusunu çözmemiştir. Kezâ borçlanmalar konusunu da çözmemiştir. Bilakis Afganistan ve Irak'a yönelik 2 trilyon doları aşan maliyete sahip mücrim saldırılarının sürmesi sebebiyle bu borçları artırmak için çalıştığı gibi, siyâsî ve seçime yönelik dürtülerle Amerikalı zengin kapitalistlere uyguladığı vergi indirimleri çerçevesinde yaklaşık 1 trilyon dolar tutarında krediler vermiştir... Bu da borçlanmaları artan şekilde kendi haline terk etmiştir. Böylece Amerika, Dolar'ı düşüş üzere bırakmış, durumunu düzeltmek için herhangi bir iktisâdî icraatta bulunmamıştır. Sonra bu düşüşü, muazzam dolar rezervleri bulunan devletlere... şantaj yaparak siyâsî bir istismar aracı olarak kullanmıştır. Meselâ; yaklaşık 1 trilyon dolar rezervi bulunan ve Dolar'daki düşüş sonucu muazzam miktarlarda zarara uğrayan Çin gibi, sonra Hindistan, Avrupa devletleri ve petrol devletleri gibi... Bu da bu devletleri, kendi para birimlerinin bir kısmını piyasaya sürüp dolar satın alarak, yani ona olan talebi artırarak Dolar'a dayanma girişimine mecbur bırakmıştır ki biraz olsun düşüşünü frenleyebilsinler.

2.    Sonra Amerika'nın bu krizi, bir Amerikan krizi olmaktan devletlerarası bir kriz olmaya çevirmesini sağlayan mortgage şirketlerinin hisselerinin düşmesi karşısında Amerikan politikasının sonraki adımı gelmiştir. Devlet, konut sektöründe faaliyet gösteren şirketlere, bilhassa satış bedelinin taksitleri tamamen ödeninceye dek yapılan ipotek karşılığı ev satan mortgage şirketlerine düşük faizli krediler vermiştir. Bundan ötürü bu şirketler nezdinde büyük oranda likidite bolluğu oluşmuş, bu da onları, cazip ve düşük fiyatlarla ev satış koşullarını kolaylaştırmaya sevk etmiştir. Şöyle ki; konut sektöründe çalışan şirketlerin ve mortgage şirketlerinin maddî likiditeleri, devletin verdiği düşük faizli krediler sonucunda artış gösterdi. Ardından Amerikalılar ev satın almaya yöneldiler. Uygun koşullu faizlerle ev sahiplerine krediler vermeye başlayan Amerikan bankalarından aldıkları cazip kredilerin ilk ödemesini yapmaları önündeki yolu iyice açtılar. Hatta ipotek altına alınan evin tüm bedeli miktarında konut kredileri bile vermeye başladılar. Oysa Avrupa bankaları böylesi krediler vermiyorlardı, çünkü onlar ipotek altına alınan evin tüm bedelinin en fazla %60'ı oranında krediler veriyorlardı. Tüm bunlar devletin bu şirketlere ve bankalara düşük faizli krediler vermesinden kaynaklanmıştır ki bu, emlak sektörünü çarpıcı oranda büyütmüştür.

Küreselleşme politikası ve şirketlerin bu politikanın bir kısmına uyarlanması sebebiyle, büyüme ve kâr görüldükçe, dünya şirketleri, özel bankalar ve merkez bankaları ve kezâ fertler, daha fazla kâr peşinde koşarak Amerikan mortgage şirketlerinin hisselerini satın almaya yönelmişlerdir... Zîra emlak sektörü ve borsada işlem gören mortgage şirketlerinin hisseleri, tüm dünya çapında, özellikle Birleşik Devletler'de sürekli artan bir şekilde değer kazanmıştır. Öyle ki modern teknoloji sektörü dâhil diğer faaliyetleri alanları zararlara mâruz kalırken, emlak satın almak en ideal yatırım haline gelmiştir. Önceleri bilgi ve iletişim teknolojileri alanındaki yatırımlara aşırı bir yöneliş yaşanıyorken, Amerikalı fertler ve şirketler, gerek ev sahip olmak amacıyla, gerek uzun vadeli yatırım yapmak amacıyla, gerekse spekülasyonlara kapılarak emlak alımına yönelmişlerdir. Bankaların, dar gelirleri nedeniyle borçlarını kapatma güçleri olmayan fertlere bile krediler açacağı derecede emlâk alımındaki kolaylıkların önü açılmıştır.

Bu durum, geçen seneye kadar sorunsuzca sürdü. Özellikle devlet üzerindeki borç yükü artınca, Amerika mortgage şirketlerine ve bankalara cazip krediler vermeyi durdurdu. Dahası vadesi dolmuş önceden aldıkları kredi borçlarını derhâl kapatmalarını istedi... Mortgage şirketleri ve bankalar da ev sahiplerinden istemeye başladı. Amerika'daki işsizlik, enflasyon ve kötü ekonomik durum nedeniyle, ev sahipleri ne satış bedellerini, ne de bankalardan aldıkları kredileri ödemeye güç yetirebildiler... Emlâk fiyatları hızla düştü ve fertler, ipotekli evlerini sattıktan sonra bile borçlarını kapatamaz hale geldiler. Meselâ; haberlerde geçtiği gibi, yarım milyon dolarlık bir ev 200,000$'a düştüğü halde satın alacak kimse bulunmuyordu. Böylece iki milyondan fazla Amerikalı, sırf taşınmaz mülklerini kaybetmekle kalmadılar, hayatları boyunca da mâli yükümlülüklere bağımlı hale düştüler. Kredi alanların kredi borçlarını ödeyememesi sonucu uğradıkları zarar nedeniyle kreditör bankaların borsadaki hisseleri değer kaybetti. Mortgage şirketleri de 2 trilyon doları bulan korkunç zararlara maruz kaldılar ve pek çok mortgage şirketi iflas ettiğini açıkladı. Dolayısıyla borçların önemli bir kısmı yok oldu ve geri döndürülemez hale geldi.

Son zamanlarda Amerikan mortgage sektöründe şiddetli bir sarsıntıya uğrayan büyük bankaların görünümü hakkında, Arap-Alman Ticâret ve Sanâyi Odası tarafından Berlin'de yayınlanan Souq (Piyasa) Dergisi, geçen senenin son çeyreğindeki zararları yeni yılın başında ortaya çıkan Amerikan CitiGroup bankasına dikkat çekip uğradığı zararın, 9,83 milyar dolar [6,6 milyar euro] olduğunu ve mezkur bankanın emlak sektöründeki zararının şu ana kadar toplam 18,1 milyar doları aştığını kaydetti. Aynı olumsuz gelişme, mâlî varlıklarından 14,1 milyar doların silindiğini açıklayan Amerikan Merrill Lynch bankasında da gerçekleşti. Bu da onun 2007 yılı son çeyreğindeki zararının 9,8 milyar dolara ulaştığı anlamına gelmektedir ki bu, tarihindeki en büyük kayıptır. Aynı durum, iflastan kurtulmak için Singapur Hükümeti Yatırım Şirketi'nden (GIC) iki milyar dolar alan İsviçre'nin devasa UPS bankasının da başına geldi.

İşte böylece mortgage şirketlerinin borsadaki hisseleri çöktü ve dolayısıyla dünyanın pek çok ülkesinde, Amerikan mortgage şirketlerinde yatırımı yahut hisseleri bulunan veya Amerikan emlak sektöründe doğrudan çalışan şirketlerin ve bankaların hisseleri de düştü. O kadar ki salgın, gayrimenkul faaliyetleri içerisinde bulunmayan sektörlere de bulaştı, yine iktisâdî sektör faaliyetlerinin iç içe geçmiş olması ve küreselleşme nedeniyle her tarafı etkiledi. Amerika'da Wall Street borsasındaki hisselerin değeri düşer düşmez, borsa endeksleri değer kaybetti; Frankfurt'ta %7,1, Paris'te %6,8, Londra'da %5,4, Madrid'de %7,5, Tokyo'da %3,8, Şangay'da %5,1, Sao Paulo'da %6, Riyad'da %9,8, Dubai'de %9,4, Beyrut'ta %3 ve Kahire'de %4,2.

Zararın ve silinen borçların büyüklüğünden dolayı, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İngiltere Başbakanı Gordon Brown, 27.03.2008'deki görüşmeleri çerçevesinde, bankaları silinen borçlarını tam ve kesin bir şekilde acilen açıklamaya çağırdılar. Brown, geçen Ocak ayında İngiltere'nin, Amerikan emlak kredileri krizinden kaynaklanan güven krizi nedeniyle çetin ve riskli bir durumda olan küresel ekonomi ile birlikte zorlu bir deneyim ile karşı karşıya olduğunu söyledi. Bu açıklaması, mortgage kredileri sektöründe İngiltere'nin en büyük beşinci banka kuruluşu olan Northern Rock'ın, Birleşik Devletler'deki mortgage krizinin yansımaları nedeniyle aşırı zarara maruz kalmasından sonra geldi.

İşte böylece Amerika, mortgage şirketleri krizini, bir Amerikan krizinden devletlerarası bir krize dönüştürmüştür. Öyle ki Avrupa'daki merkez bankaları, geçen sene mortgage şirketlerine 150 milyar dolardan fazla destek sağlamışlardır ki küresel şirketlerin tüm dünya devletlerine yayılmış olması ve küreselleşme sisteminden dolayı iç içe geçmiş olması sebebiyle bu krizden zarar görmesinler ve dünyadaki borsalar, bu cümleden Avrupa'dakiler çökmesin. Böylelikle Amerika Avrupa'ya şantaj yaptı ve kendi şirketlerini, yani bu vesileyle Amerikan mortgage şirketlerini desteklemiş oldu.

Velhâsıl; Amerikan krizinin iktisâdî ve siyâsî olmak üzere pek çok boyutu vardır. Nitekim Amerika, doların düşmesine yol açan hakîkî krizlerden geçmektedir. Dolayısıyla siyâsî manevralara yahut "entrikalara" başvurmuştur ki bütün dünyayı kendi krizlerine ortak etsin. Aksi takdirde bütün dünya onunla birlikte boğulacaktır, hele ki küreselleşme bu kadar yayılmış iken, piyasa ekonomisi adı altında tüm piyasalar birbirine açılmış iken ve tüm şirketleri dünya çapına uzanıp iç içe girmiş iken... Böylece dünya ülkelerinin piyasaları birbirlerine daha fazla açık hale gelmiştir.

İşte Amerika, hem ticârî açığını hafifletmek, hem de siyâsî şantaj yapmak üzere iktisâdî krizi sebebiyle Dolarının düşüşünü böyle istismar etmiştir, bilhassa muazzam Dolar rezervi bulunan devletlere karşı. Kezâ Amerika, bu mortgage şirketleri krizini devletlerarası bir kriz haline de getirebilmiştir, hem de bu krizden hiç de uzak olmadığı halde! Bununla birlikte Amerika'nın tüm bu siyâsî işleri, Amerikan ekonomisini büyümeye götürmeyecektir, bilakis sadece çöküşünü durdurabilecektir. Küreselleşme politikası ve açık piyasalar olmasaydı, dünya ekonomisine tahakküm eden Kapitalist iktisat nizâmı olmasaydı... halen merkezî rezerv olarak Dolar'a dayanan devletler olmasaydı... Bütün bunlar olmasaydı, Amerikan ekonomisi şu ana kadar asla ayakta kalamazdı.

Üçüncüsü: Petrol, altın ve demir gibi madenî ürünlerin fiyatlarındaki artışın sebebine gelince; mortgage şirketlerinin çökmesinden, hisse senetleri ve tahvil piyasasının düşmesinden, borsa endekslerinin değer kaybına uğramasından sonra yatırımcıların, hisse senedi, tahvil, bono ve benzeri reel değeri (zâti kıymeti) olmayan, yani kendisine dayalı, sübjektif bir kıymet taşımayan yatırım araçlarına güveni azalmıştır. Böylece yatırımcılar, altın ve diğer değerli madenler gibi zâti kıymeti olan yatırım araçlarına yönelmişlerdir. Bu da altına olan talebi artırıp fiyatını korkunç oranda yükseltmiştir. Nihayet altının ons fiyatı 1000$'a ulaşmıştır ve mevcut koşulların seyrine göre yaklaşık 1500$'a yükselmeye adaydır.

Altın fiyatlarının yükselmesinden en çok zarar gören Birleşik Devletler'dir. Zîra bu durum -sürmesi halinde- Dolar'ın, basılı bir kağıt parçasından öte geçmeyen bir değere düşmesine götürür. Onun için önümüzdeki dönemde Amerika'nın altının fiyatlarını frenlemesi muhtemeldir. Bunun göstergeleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Nitekim IMF, bütçe açığı gerekçesiyle 403 ton altın satma kararı almıştır. Ancak IMF bu satışı uzun vadeli bir süreç dâhilinde gerçekleştireceğini açıklamıştır. Bu da altın fiyatının düşmesine etki edebilecek "spekülatif" bir açıklamadır. Yine bu altın satışının merkez bankalarına yapılması ihtimâli de vardır. Bu da merkez bankalarının faiz oranlarını yükseltmesine, dolayısıyla kur fiyatlarının yükselmesine neden olacaktır. Yine IMF'nin 9 Nisan 2008'de mâlî krizin bir trilyon dolara mâl olacağına dair açıklamaları, vâkıanın doğru ve dürüst bir biçimde açıklamaktan ziyade, ekonomik ve finansal seyri değiştirmeye yönelik bir spekülasyon mesâbesindedir. İngiliz Telegraph Gazetesi'nin bir yorumunda geçtiği gibi, IMF mevcut mâlî krizden çıkış için başvurulabilecek son adrestir ve bu açıklama, bunun alt yapısını hazırlama mesâbesindedir.

Böylelikle doların düşmesi ve yatırımcılar nezdinde Amerikan varlıkları piyasasına duyulan güvensizlik krizi, pek çok yatırımcıyı güvene dayalı banknotlara yatırım yapmamaya yöneltmiştir. Bunun aklî değerlendirmesi şudur; mevcut banknotlar genel olarak somut varlıklara dayanmamaktadır, yani böylesi havalarda güven krizi diğer para birimlerine de hızla yayılır. Bu nedenle bazı merkez bankaları -Çin Merkez Bankası gibi- altın satın almaya başlamış, bu da altın fiyatlarını en üst seviyesine çıkarmıştır. Yine aynı sebeple, gümüş ve platin gibi bazı maden fiyatları da yükselmiştir. Benzer şekilde Çin ile Hindistan'ın bakıra, çinkoya, alüminyuma ve nikele olan artan talebi nedeniyle bunların da fiyatları artmıştır. Çin ile Hindistan'ın bu madenlere yönelik talebi, hızla büyüyen ekonomilerinden dolayıdır ve bu maden talebi Çin tarafından 12 senedir, Hindistan tarafından da 4 senedir sürmektedir. Nitekim Çin altyapısı için bir trilyon dolar harcamış, gelecek 15 sene içerisinde her sene ek 50 milyar dolar harcama yapacaktır. Yine Hindistan da 6 senedir altyapı restorasyon çalışmalarına başlamıştır. Altyapı yatırımları başlangıçta zayıftı, ancak son 4 senede yatırımların hacmi 50 milyar doları bulmuştur. Gelecek on yıl için de her sene 30 ilâ 40 milyar dolarlık yatırım plânı hazırlamıştır. Fakat bu plânı takviye etmeye yetecek maden bulunamamaktadır. Bunun da ötesinde, petrol fiyatlarının yükselmesi üretim maliyetlerinin artmasına, dolayısıyla genel olarak fiyatların yükselmesine neden olmuştur.

Petrol fiyatlarının yükselmesinin nedeni, Dolar'ın değerinin düşmesine ve petrole olan ihtiyaçlarını gidermek üzere aşırı taleplerini karşılamak için Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan gibi devletler tarafından petrolü alım gücünün artmasına döner. Yine de petrol fiyatlarının artışına götüren daha önemli neden spekülasyondur. Nitekim Amerika'nın petrole ilişkin spekülasyonları fiyatlarının artmasına yol açmıştır. Bu da petrol satın almayı talep edenlerden gelen piyasadaki mevcut dolarları toplamak içindir. Tâ ki Amerika, parasının çöküşünü önleyebilsin. Amerikan petrol rezervleri hakkındaki bilgilerin sabit olmamasının sebebi de budur zaten.

Fiyatların yükselmesinde spekülasyonların önemli bir rolü vardır. Meselâ; yakın geçmişte petrole ilişkin spekülasyonlar arttığı gibi, başta altın olmak üzere maden fiyatlarında da spekülasyonlar artmıştır. Nitekim altının fiyatlarının daha da yükselmesi, Çin, Rusya ve bazı Asya ülkelerinin sahip oldukları muazzam Dolar birikimlerinden kurtulmak için altına yönelmeleri sonucunda olmuştur. Zîra devletler Dolar'a güvenmez olmuşlar, düşmesi sebebiyle muazzam zararlara uğramışlardır. Kezâ Çin'in demir ve sanayi için gerekli diğer madenlerin alımına yönelmesi, demir ve benzeri madenlerin fiyatlarını artırmıştır. Meselâ; Almanya'da hurda demire büyük bir yöneliş yaşanmış, fiyatları yükselmiş, hatta ikiye katlanmıştır. Çünkü pek çokları bunu Çin'e ihraç etmeye başlamıştır.

Bilindiği gibi bir süredir Dolar düştükçe ters orantılı bir şekilde petrolün fiyatı yükselmiştir. Bugünün vâkıası da öyledir. Nitekim 17.04.2008'de petrol varil fiyatı 115$ eşiğini aşmış, sonra artışını sürdürerek bugün, 05.05.2008 itibariyle 120$'ı görmüştür. Böylelikle petrol fiyatları, bilhassa Çin ve diğer yükselen ekonomilerde oluşan talebin artmasıyla 2002 yılına göre dört kattan fazla artmıştır. Beklentiler, petrol fiyatlarının gelecek Aralık ayının sonunda 130$'a ulaşacağına işâret etmektedir.

Dördüncüsü: Küresel gıda krizine gelince; Amerikan mortgage krizinin doğurduğu kötüleşen küresel ekonomik kriz gölgesinde, küresel gıda güvenliğini tehdit eden oldukça tehlikeli bir başka kriz olarak ortaya çıkmıştır. Dünya çapında ekmekten süte kadar gıda fiyatları yükselmiştir. Bu kriz; son senelerde buğday, mısır, pirinç ve diğer temel gıda ürünlerindeki fiyat artışları ardından son zamanlarda baş göstermiş, geçen birkaç ay içerisinde kaygı verici oranda tırmanmıştır. 06.12.2007'de İngiliz Economist Dergisi yayınladığı bir raporda, hububat fiyatlarının, Economist Dergisi'nin 1945'te gıda maddeleri fiyatlarına ilişkin endeksi oluşturmasından bu yana hiç görülmemiş bir biçimde arttığını kaydetmiştir. Economist'e göre artış oranı %75'e ulaşmıştır. Dünya çapında hububat fiyatları konusunda ilk küresel standardı temsil eden Chicago Ticâret Borsası (Chicago Board of Trade) ise buğday fiyatlarının %90, soya fasulyesinin %80 ve mısırın %20 oranında arttığını ve fiyatların o tarihten bugüne yükselmeye devam ettiğini vurgulamıştır. Fiyat artışlarının ve dolayısıyla gıda krizinin nedenlerinden en bâriz olanları aşağıdakilerdir:

1.    Petrol Fiyatlarının Artması ve Dolar Kurunun Düşmesi: Petrol fiyatlarının yükselmesi; tohum, gübre, haşere ilaçları, araçlar ve nakliyat gibi zirâî gereksinimlerin fiyatlarında artışa yol açmıştır. Dolayısıyla üretim ve nakliyat maliyetinin yükselmesi, başta buğday, pirinç ve mısır başta olmak üzere gıda maddelerinin fiyatlarındaki artışa etki etmiştir. Meselâ; geçen sene boyunca Filipinler'de pirincin fiyatı %70 oranında artmıştır. Bir yönden böyledir. Başka bir yönden ise şöyledir; gıda maddelerinin fiyatları, çoğunlukla Dolar'a endekslenmiştir. Dolayısıyla Dolar'ın değeri düştükçe, otomatik olarak bu fiyatlar artmıştır. Ekonomist Gratsiano şöyle diyordu: "Dolardaki güven kaybı, yatırım fonlarını, birincil emtiada yüksek kârlar aramaya yöneltti... Önce madenlerde, sonra gıdada." Yine pek çok spekülatör son beş sene içerisinde hisse senedi ve tahvil piyasalarından elde ettikleri kârdan daha fazla kâr arayışı içerisinde mallarını birincil emtia piyasalarına kaydırmışlardır.

2.    İklimsel Koşullar: Kasırgalar, fırtınalar ve kuraklık gibi faktörler zirâî üretimin düşmesine etki etmiştir. Meselâ; en büyük hububat ihrâcâtçılarından biri olan Avustralya, tarihinin en ciddi kuraklık riski ile karşı karşıya kalmıştır... Son zamanlarda bu iklimsel koşullara, et tüketiminin artmasına yol açan Çin, Hindistan ve Brezilya gibi bazı devletlerin ekonomik atılımı da eşlik etmiştir. Bilindiği gibi 100 kalorilik bir et parçasının üretimi için, hayvanların 700 kalorilik tahıl ile doyurulması gerekir. Oysa Birleşmiş Milletler'e bağlı Dünya Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) verilerine göre; 2,13 milyar ton tahılın yalnızca 1,01 milyar tonu insanların ihtiyaçlarına ayrılmıştır. Dolayısıyla hayvan yetiştiriciliği küresel çapta fiyatları artırmaktadır.

3.    Hububattan Biyo-yakıt Üretimi: Gıda konusunda Birleşmiş Milletler Özel Raportörü olan Jean Ziegler, Alman Deutsche Welle Radyosu'na verdiği demeçte, dünyada gıda fiyatlarını daha çok yukarı çekebileceğinden dolayı büyük miktarda biyo-yakıt üretiminin "insanlığa karşı suç" olduğu yorumunu yapmıştır. Biyo-yakıt üretimi zirâî ürünlere dayalıdır. Son yıllarda pek çok sanayi devleti, fiyatları rekor düzeye çıkan petrole bağımlılıklarını azaltmak için zirâî mahsulleri ve tarım arazilerini biyo-yakıt üretiminde kullanmıştır. Bu da biyo-yakıta talebin artmasına yol açmış, dolayısıyla hububat fiyatlarının artmasına neden olmuştur. Birleşik Devletler ve Brezilya gibi ülkelerde tarım arazileri, etanol üretimi için mısır ve soya fasulyesi ziraatine ayrılmıştır. Birleşik Devletler'de 2001 yılından beri biyo-yakıt olarak değerlendirilen etanolün üretimi için kullanılan mısır miktarı %300 oranında artmıştır. Yine Amerika, 2017 başına kadar 35 milyar galon (133 milyar litre) etanol üretimi için uğraşmaktadır. Nitekim Amerikan Kongresi, 2005 yılı enerji belgesinde soyadan çıkarılan etanol üretiminin 2006 yılında 4 milyar galondan 2012 yılında 7,5 milyar galona yükseltilmesini onaylamıştır. Yine 2007 yılı Mart ayında Amerikan Başkanı George Bush, Brezilyalı mevkîdaşı Luiz Inácio Lula da Silva ile, etanol üretimine yönelik araştırmalar yapılması, gelecek neslin bu yönde geliştirilmesi ve bilhassa Orta Amerika ülkeleri arasında bir biyo-yakıt ticârî birlikteliği oluşturulması maksadıyla iki ülke arasında ortak işbirliğine yönelik "Etanol Mukâvelesi" imzalamak üzere görüşmüştür. İki başkan arasındaki bu etanol anlaşması, biyo-yakıt üretiminde kullanılmak üzere hububat tarımının çarpıcı gelişiminin başlangıcı olmuştur. Brezilya, Arjantin, Kolombiya, Ekvador ve Uruguay'daki yeşil alanlar ve orman arazileri üzerinde biyo-yakıt üretimi için şekerkamışı, palmiye yağı ve soya tarlaları belirlenmiştir. Nitekim soya tarlaları, orman arazilerinden Brezilya'da 21 milyon hektarlık, Arjantin'de ise 14 milyon hektarlık alan işgâl etmiştir. Hububat fiyatları yükseldiği sürece bu görüntü pek değişecek gibi de görünmemektedir. Nitekim 2008 yılında üretilecek 2,13 milyar ton hububatın 100 milyon tonu biyo-yakıt çıkarmak için kullanılacaktır. Diğer bir ifadeyle bu kadar ton hububat, arabaları doyurmak için tahsis edilecektir.

4.    İdârî ve Siyâsî Başarısızlık: Stratejik bir üretim olarak buğday üretimine gelince; Avrupa Birliği 122 milyon ton, Çin 106 milyon ton, Hindistan 75 milyon ton, Birleşik Devletler 56 milyon ton ve Rusya 48 milyon ton buğday üretirken, Birleşik Devletler 32 milyon ton, Kanada 15 milyon ton, Avrupa Birliği 10 milyon ton ve Arjantin de 10 milyon ton buğday ihraç etmektedir. Arap devletlerine gelince; -Suriye hariç- başta dünyada en çok buğday ithal eden Büyük Nîl beldesi Mısır olmak üzere hepsi buğday ithâl etmektedir. Mısır 7 milyon ton, Fransızlar döneminde meşhurlaşan tarım arazileri ve Atlas Dağları beldesi Cezayir 5 milyon ton, Dicle ve Fırat beldesi Irak 3 milyon ton, Fas 3 milyon ton, Yemen yaklaşık 3 milyon ton, Tunus 1 milyon ton ve Ürdün yarım milyon ton buğday ithal etmektedir. Dolar'ın düşmesi ve petrol fiyatlarının yükselmesi gölgesinde, buğday ithâlâtı da hayli fazla külfetli olmaktadır. Bu da mâkul fiyatlara buğday ve hububat bulsalar bile, bu devletlerin bütçelerine muazzam bedeller yüklemektedir. Bu devletler, su kaynaklarına ve verimli arazilere sahip oldukları halde böyle olmaktadır. Gerçekten Atlas Dağları, Büyük Nîl ve Fırat-Dicle beldelerinin dünyanın en büyük buğday ithâlâtçıları olmaları menfur bir vâkıa değil midir?! Belki de Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki su kaynakları hakkında Dünya Bankası'nın yayınladığı raporda geçen öneriler, Arap devletlerinin ne kadar habis politikalar izlediğini ifşa etmektedir. Raporda, su rezervlerinin, su tüketimini azaltan tarım politikalarına göre belirlenmesi gerektiği sonucuna varılmakta, domates ve kavun ziraati önerilmektedir, buğday ziraati değil! Tabiatıyla Dünya Bankası önerilerinin, Dünya Bankası Su Uzmanı Pier Francesco Mantovani'nin dediği gibi, mühendislerin belirlediği icraatlar ile değil, derin siyâsî reformlar ile alâkası vardır! Bilindiği gibi, birçok devletin buğday üretim potansiyeli mevcuttur, ancak IMF'nin bağlı bulunduğu Sömürgecilik siyâseti buna engel olmaktadır. Zîra IMF kendi siyâsetine bağlı kalan devletlere tütün, pamuk gibi ürünlerin ziraatini teşvik etmekte ve bunların ziraati için krediler ve destekler verirken buğday ziraatine yönelik kredileri ve destekleri men etmektedir. Bu da Batı'daki fabrikaları bu ürünlerle beslemek içindir.

Muhakkak ki Allah, Müslümanların beldelerini verimli araziler ve bereketli sular ile donatmıştır. Bunlardan en güzel bir şekilde istifade edilmesiyle, Müslümanlara müreffeh bir yaşam sunulabilir. Lâkin şüphesiz bu, Hakîm ve Habîr olan Allah'ın katından sâlih bir nizâm gerektirir, İslâm Nizâmı gerektirir; yeryüzünü hayır ve adâlet ile dolduracak Râşidî Hilâfet gerektirir. Umulur ki bu, Allah'ın izniyle çok yakındır.

Devamını oku...

فَلاَ تَهِنُوا وَتَدْعُوا إِلَى السَّلْمِ وَأَنتُمُ الأَعْلَوْنَ "Daha üstün olduğunuz halde, sakın gevşeyip (düşmanlarınızı) barışa çağırmayın!" [Muhammed 35]

Önceki hafta Katar'da düzenlenen bir forumda kanlı elleriyle tokalaştığı Yahudi Dışişleri Bakanı'ndan aldığı mesajı Suriye'ye taşıyan Başbakan bu hafta sonu aynı maksatla Suriye'ye gitti. el-Vatan Gazetesi'nin, 22 Nisan Salı sabahı iletildiğini belirttiği mesajda Erdoğan, Beşar Esad'ı arayıp Yahudi varlığının Golan tepelerinden geri çekilmeye karşılık Suriye ile barış yapılmasına hazır olduğunu bildirdi. Daha sonra Esad da bu görüşmeyi "üçüncü taraflar üzerinden İsrail ile mesajlaştık" diyerek doğruladı. Suriye dönüşünde açıklamada bulunan Erdoğan şöyle dedi: "Suriye'nin talebi var. İsrail'in de aynı şekilde talebi var. Bu çalışma, alt kademelerden başlayıp eğer olumlu gitmesi değerse üst kademede de İnşallah noktalanır diye düşünüyoruz. Biz, gayret edeceğiz. Temennimiz o odur ki burada mevcut olumsuzluk ortadan kalksın."

Bu öneri aslında, 20 Nisan'da Carter'ın Esad'ın Golan'a karşılık Yahudi varlığı ile kilitlenen barış müzâkerelerinin canlandırılmasına istekli olduğunu açıklamasından sonra geldi. Bölgede bulunan Carter'ın her ne hikmetse bizzat iletmediği bu barış (!) mesajını taşıyan Erdoğan, bu sözde barış çabaları sırasında Gazze'de gündelik yaşanan katliamları görmezden geldi. Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın "Daha yolun başındayız, ihtiyatlı olmalıyız" dediği gün vukuu bulan hadisede Yahudi varlığı Gazze'de aralarında bir anne ile dört yavrusu da dâhil, aynı aileden yedi Müslümanı acımasızca katlediyordu. Bugün de Yahudi varlığının Dışişleri Bakanı, bu katliam için özür dilemelerine gerek olmadığını söylüyordu. Ayrıca Yahudi varlığının geçen sene Eylül ayında Suriye'de bir tesisi bombaladığını, o sırada Yahudi uçaklarından birinin yakıt tankının Türkiye toprakları üzerine düştüğünü, Yahudi varlığından beklenen "ivedi açıklama"nın bugüne kadar dahi yanıtlanmadığını unutuveriyordu. Kısa bir süre önce Suriye'nin başkenti Şam'da Lübnan Hizbullah'ının üst düzey yetkililerinden İmad Muğniye'nin Yahudiler tarafından katledildiğini nedense hatırlamak istemiyordu. Yaklaşık 60 yıllık meşum işgâli boyunca çiğnenmedik hiçbir insani değer bırakmayan Yahudi varlığını işgâlci düşman gözüyle değil, güya barış arzulayan bir mağdur biçiminde görüyordu. Tarih boyunca bu bölgede böylesine katliamcı, işgâlci ve azgın bir düşman varlık bulunmuş mudur? Yahudi varlığının, Golan karşılığı barış önerisi, Arap bir düşünürün tanımladığı gibi, biraz daha oyalansın diye Suriye'nin önüne atılmış bir kemiktir. Cumhurbaşkanı Esad da zaten bunun farkındadır ve önerinin ardından yaptığı açıklamada, doğrudan müzâkerelerin başlaması için yeni bir Amerikan başkanı seçilmesi gerektiğini söylemiştir.

Şu halde Suriye'nin en güzel, en verimli ve en stratejik bölgelerinden biri olan ve yaklaşık 20,000 Yahudi yerleşimci bulunan Golan'dan Yahudi varlığının geri çekilebileceğine, işgâlci katil Yahudi varlığının gerçekten barış istediğine hangi ahmak inanabilir?

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Çetelere ve Yahudi İşgâl Ordusuna Özenen Filistin Otoritesi, Hizb-ut Tahrir Şebâbından Dördünü Rehin Olarak Tutmaya Devam Ediyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

Sulh Hâkimi, Selfît'teki Bedyâ şehrinde Hizb-ut Tahrir'li beş şebâbı hakkında açılan zâlimâne davayı 22.04.2008'de reddetti ve davanın suç davası kapsamında olmayıp siyâsî bir dava olması esâsına binâen tutuklananlardan dördünün serbest bırakılmasına karar verdi. Nitekim onlar ahlakî yozlaşma için çalışan, yabancı ajandaya sahip bir kadın derneğinin varlığını reddetmek üzere barışçıl ve medenî bir üslup ile birtakım Emr-i bi'l Ma'rûf ve'n Nehy-i an'il Münker etkinlikleri düzenlemişler ve mescid dersleri yolu ile insanların dikkatlerini buna çekmişlerdi. Ardından da şehirlerinden bir heyete öncülük yaparak belediyeye gitmişler ve bu derneğin kapatılmasını talep eden "Bedyâ Şehri Eşrâfı" adına bir mektup takdim etmişlerdi.

Sulh Hâkimi'nin davanın reddine ve Hizb'in şebâbının salıverilmesine ilişkin kararı, Selfît Vâlisi'nin şahsında temsil edilen Filistin Otoritesi'ni hoşnut etmemiş olmalı ki onları salıvermek yerine hapsedilmelerini emretti. Bunu ise emniyet birimlerinin, Hizb'in şebâbından beşinci bir kişiyi kaçırması ve bu meseleye ilişkin Hizb'in beyânını dağıttığı gerekçesi ile kardeşi teslim oluncaya kadar altı gün boyunca rehin olarak tutuklaması olayı takip etti. Şebâbımızdan dördü, aranan şâb teslim oluncaya veya şüpheli dernekten ve "fahrî" başkanı Selfît Vâlisi'nden özür dileyinceye kadar 20.04.2008 tarihinden bu yana Helen rehîn olarak tutuklu bulunmaktadırlar. "Muhterem" Vâli, kızlarımızın ve kadınlarımızın ırzlarını savunmayı ve mezkûr derneğin mebni olduğu zehirli kültüre karşı koymayı, geri adım atılması gereken bir yanlış olarak görmektedir.

Aranan şahısların teslim olmaları için akrabalarının rehîn alınması, Yahudi işgâl ordusunun meşhur üsluplarındandır ve Otorite'nin bu üslubu, işgâlden kopyalaması hiç de garip değildir. Şu vecize ne de doğrudur: "Babasına benzeyen (çocuk) zulmetmiş olmaz."

Daha acı, daha feci olan ise, söz konusu kadın derneğinin "fahrî" başkanı olan Selfît Vâlisi'nin, tutuklanan şebâb hakkında PNN Haber Ajansı'na konuşurken sarf ettiği şu sözlerdir: "Onlar bir şerliler çetesidir ve dolayısıyla tutuklanmaları kaçınılmazdı." Bu, büyük bir iftira değil de nedir?

كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَّقُولُونَ إِلاَّ كَذِبًا "Ağızların çıkan, ne büyük, (ne ağır) bir söz oldu! Onlar ki yalandan başkasını söylemezler." [el-Kehf 5]

İlginçtir, bu vâli müfsit bir derneği savunmada bu denli ileri gidebilmektedir. Çünkü dengesini kaybedip sapıtmaya başlayınca âşikâr bir meselede inatlaştı, İslâm Âlemi'nde takvâ sahibi herkes, Hizb'in şebâbının Allah'ın Dîni uğrunda ihlasla çalışan hayırlı bir topluluk olup kesinlikle şerlilerden oluşan bir çete olmadığı gerçeğinde birleşirken o buna muhâlefet etti. Fahrî başkanı olduğu bir kadın derneğini, böylesine azgınca savunmasının ardında, pek yakında gün yüzüne çıkacağını sandığımız bir bit yeniği bulunduğu ortadadır.

Hizb-ut Tahrir şebâbının İslâm'ı, hükümlerini ve devletini -ki Hilâfet'tir- ikâme etmek için çalışmayı savunmadaki güçlü tutumlarını dünyanın yedi düveli de, yedi kıtası da gâyet iyi bilir. Kimi zaman şehâdete varacak şekilde, Emr-i bi'l Ma'rûf ve'n Nehy-i an'il Münker uğrundaki kıyamlarını da gâyet iyi bilir. Bu vâlinin temsilcisi olduğu Otorite'nin ise, Yahudiler ve tüm Kâfirler karşısında meşhut olan uysal ve aşağılık tutumları, Filistin'in evlatlarına karşı câsusluğu ve kompradorluğu, mücâhitleri tutuklayıp Yahudilere teslim etmesi, az bir dünya menfaatine karşılık ülkeyi ve halkını satması ve son ama önemli olarak ahlâkî yozlaşmanın ve her tür büyük günahın sponsorluğunu üstlenmesi yakın-uzak, küçük-büyük herkesçe mâlumdur. Söz konusu kadın derneğinin fahrî başkanı olan Selfît Vâlisi'nin bu küstah sözleri, Filistin Otoritesi'nin gereğince hareket ettiği ve açısından olaylara baktığı hayır ve şer ölçülerinin gerçeğini yansıtmaktadır. Bu Otorite'nin târihsel "hayrını", daha ilk günlerinde alenen inşâ etmeyi başardığı Eriha Gazinosu temsil etmektedir.

Ardından söz konusu kadın derneğinin fahrî başkanı "muhterem" Vâlî şöyle bir iddiada bulunmaktadır: "Bu gençlerin davranışları, şehrin sakinlerinden bazılarını tahrik etmiştir. Dolayısıyla sorunun daha da büyümemesi için tutukluluklarının sürmesi elzemdir." Bu vâlî âdeta vâkıadan kopuk ve sanal âlemde yaşıyorcasına uğradığı akıl tutulmasından kaynaklanan ruhsal bozukluk semptomlarına sahip! Aksi takdirde Hizb'in şebâbının, söz konusu kadın derneğinin kapatılması talebiyle şehir eşrâfından büyük bir heyet ile birlikte belediyeye gittiğini bilmeliydi. Yine bu eşrâfın Hizb'in şebâbı ile birlikte Selfît'teki valilik ve emniyet binalarına giderek bu müfsit dernek meselesinin, belirli bir grubun meselesi değil, tüm şehir halkının talebi olduğunu kendilerine bildirdiğini, yine de şehrin bu önde gelen seçkin insanlarının valilikte hürmet ile karşılanmak yerine tehditle karşılandığını hatırlamalıydı.

Herkesin Hizb'in şebâbının rehin olarak tutuklu bırakılmasına neden olan meselenin hakikatine muttali olması için, bu derneğin faaliyetlerinden birini zikretmekle yetineceğiz ki daha beterleri de var! Söz konusu dernek, İslâm'a sımsıkı sarılmasıyla meşhur Bedya şehrinde "Aile-içi cinsel tâciz" başlıklı bir konferans düzenleme küstahlığı gösterdi. Filistin Otoritesi'nin dîn ve ahlâk yıkıcı her tür çalışmayı hırsla teşvik etmesini tuhaf bulmuyoruz, çünkü bu Otorite, Yahudi işgâlinin rahminden doğmuş ve varlık sebebi, Sömürgeci Kâfirler olmuştur. Dolayısıyla o esâsen Kâfirin kuklasıdır.

Hiç olmazsa Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden dolayı, Otorite'nin o rehin tutulan mü'minleri serbest bırakması, hayra ve fazilete şerle, yalancılıkla ve düşmanlıkla karşılık verdiğinden ötürü kendilerinden özür dilemesi ve biraz olsun sakınması gerekmez miydi?

مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ "Her kim benim velîme (dostuma) saldırırsa, ben de ona savaş açarım."

Yahudi karşısında zelîlleşen bu Otorite iyi bilmelidir ki Hizb'in şebâbını yıldırmaya çalışmak ve onları barbar uygulamalara mâruz bırakmak ancak bu Otorite'nin ayıplarını ve cürümlerini ifşâ etmeye, yolsuzluklarına ve ifsatlarına karşı koymaya yönelik azimlerini ve kuvvetlerini artırır. Allah, bizlere ve tüm Müslümanlara, Nusret ve Temkîn vaadini gerçekleştirinceye, böylelikle Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti kuruluncaya dek hak üzere sebâtları çoğaltır. İşte o gün mü'minler Allah'ın nusreti ile ferahlayıp sevinirlerken, zâlimler öfkeden ve korkudan parmaklarını ısırırlar. Hiç şüphesiz onların hem bu dünyadaki, hem de Âhiret'teki hesapları çok çetin olacaktır.

كَتَبَ اللَّهُ لأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ "Allah şöyle yazdı: Ben ve elçilerim mutlaka gâlip geleceğiz. Muhakkak ki Allah Kaviyy'dir, Azîz'dir." [el-Mucâdele 21]

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Hizb-ut Tahrir / Bangladeş, Günlük Şamokal Gazetesi Yayıncısı ile Editörüne Hukukî Uyarı Gönderdi

4 Nisan 2008 günü, günlük Şamokal Gazetesi'nde "el-Kâide ve Hizb-ut Tahrir Bağlantısı" başlıklı bir makâle yayınlanması üzerine, Hizb-ut Tahrir'in Bangladeş'teki Resmî Sözcüsü ve Genel Koordinatörü Muhyiddîn Ahmed, gazetenin yayıncısı, editörü, baş muhabiri ve makâle yazarı hakkında hukukî bir uyarı gönderdi. Muhyiddîn Ahmed tarafından 6 Nisan 2008 günü gönderilen 13 sayfalık reddiyenin gazete tarafından yayınlanmaması üzerine Avukat Abdullah el-Fâruk, 22 Nisan 2008 günü bu hukukî uyarıyı resmen yayınlattı.

Uyarıda, günlük Şamokal Gazetesi'nin uyarının kendilerine ulaşmasından itibaren üç gün içerisinde söz konusu reddiyeyi yayınlamaları talep edildi. Aksi takdirde Hizb-ut Tahrir / Bangladeş'in gazete ve bahsi geçen şahıslar hakkında hukukî işlem başlatacağı bildirildi.

Hukukî uyarıda Avukat Abdullah el-Fâruk, oldukça net ifadelerle, yayınlanan makâlenin tümüyle gerçek dışı, düzmece, mesnetsiz ve siyâsî güdüm altında olduğunu belirtti. Hizb-ut Tahrir'in el-Kâide ile hiçbir bağlantısı yoktur, asla bağlantısı olmamıştır ve Hizb-ut Tahrir'in el-Kâide ile bağlantı kurması için hiçbir de neden bulunmamaktadır. Üstelik bu makâlenin yayınlanmasının ardındaki gerçek dürtü, İslâm'ı, Müslümanları ve barışçıl siyâsî faaliyetleri gerçekleştirerek İslâm uğrunda samimiyetle çalışanları karalamaktır.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - - Demokrasi ve Diktatörlük İkiz Kardeştir - Amerika'nın Bajur'u Bombalaması, Demokrasinin -Diktatörlük Gibi- Halkına Güvenlik Sağlayamayacağını Kanıtlamıştır

Amerikan savaş uçaklarının Pakistan hava sahasını ihlâl ederek Pakistan'ın kabileler bölgesindeki Bajur'u bombalaması, demokrasinin -tıpkı diktatörlük gibi- halkını Amerikan holiganizminden asla koruyamayacağı gerçeğini bir kez daha kanıtlamıştır. Mevcut Hükümet, onlarca insanının katledilmesinden ötürü Amerika'yı kınamaya dahi cüret edememiştir. Bunun içindir ki ISPR [Inter Services Public Relations - İstihbarat Servisleri Arası Genel İlişkiler Kurumu] sözcüsü, bombalamaya Amerikan savaş uçaklarının karıştığı gerçeğini dahi kabul etmeyi reddetmiştir. 90 bin kişilik eğitimli Pakistan askerlerinin bölgedeki varlığına rağmen Amerika, Pakistan Hükümeti'nin böylesi mücrim bir eyleme ikrâr-ı sükûtu ve aklayışı sayesinde, kuşandığı dokunulmazlık zırhıyla Pakistan halkını katletmeye cüret edebilmektedir. Hele ki Amerikan kuvvetlerinin "cüreti" zaten küresel çapta Irak ve Afganistan'da ifşâ olmuş iken! Gerçek şu ki Müslümanların başındaki bu ajan yöneticilerin işe yaradıkları ve sorumluluk üstlendikleri tek şey, Müslümanlara karşı Sömürgeci efendilerine koruma kalkanı sağlamalarıdır, başka bir şey değil! Bu nedenle Müslümanlara karşı düşmanca ve saldırganca bir cürüm işlediklerini zaman Kâfirlere karşı oldukça mütevâzi ve sadâkatli davrandıklarını görmemiz şaşırtıcı değildir. Artık Ümmet'in bu demokrasi ve diktatörlük sirkini kavramalarının ve mevcut Kapitalist Küfür nizâmını kökünden sökmek ve Hilâfet'i kurmak üzere ayağa kalkmalarının vakti gelmiştir. Dünyanın ve Âhiretin başarısı, ancak böyle gerçekleşir.

Devamını oku...

Demokrasi Şâkirtleri, Diktatörler ile Suç Ortaklığına Girişiyor

Dışişleri Bakanı Ali Babacan 18 Nisan'da Pakistan'a gidip Dışişleri Bakanı Mahmud Şah Kureyşi, Butto'nun kocası, "gölge" muhâlefet lideri Asıf Ali Zerdârî ve Devlet  Başkanı Pervez Müşerrref ile görüştü.

Kureyşi ile görüşmesinde Türkiye-Pakistan ilişkilerinin ne kadar olumlu ve yapıcı olduğundan dem vurup Pakistan'daki "şâibeli" seçimleri "şeffaf" olarak tanımladı. Amerika'nın Afganistan'daki Haçlı Savaşı'na cömertçe katkıda bulunan ve bu uğurda sınır bölgelerinde kendi halkına karşı savaş açan Pakistan Devleti'ne bölgede karşılaştığı sorunların (!) çözümünde başarılı olması dileklerinde bulundu. Düzenledikleri ortak basın toplantısında, Pakistan Dışişleri Bakanı da Pakistan ile Türkiye arasında bir "stratejik diyalog" başlatılmasında karar verildiğini söyledi ki bunun ilk meyvesi, Pakistan ile Türk hava kuvvetleri arasında Pencap'ta düzenlenen ortak tatbikatla görüldü.

Cumartesi sabahı Pakistan Diktatörü Müşerref ile görüşmesinin içeriği Türk medyasında pek net ifade edilmedi, ancak Babacan'ın Londra ziyâretindeyken sarf ettiği sözler ile, eş zamanlı olarak Müşerref'in de Pekin'deki Tsinghua Üniversitesi'nde yaptığı konuşma arasındaki benzerliklere kıyâsen başlıca görüşme konusunun Afganistan olduğu anlaşılabilir. Londra'da iken Telegraph Gazetesi'ne demeç veren Babacan, NATO'nun stratejisini eleştirip Taliban ile uzlaşılması gerektiğini vurgulayarak Amerikan yönetiminin askerî hezîmetinin üzerini örtecek diplomatik bir atağın zeminini hazırlıyordu. Nitekim Babacan'ın hemen ardından Pakistan'a giden İngiliz Dışişleri Bakanı David Miliband da direniş grupları ile diyalog kurulması çağrısında bulundu. Ayrıca Babacan, Pakistan ile Afganistan diktatörleri Müşerref ve Karzai'nin Haziran ayında yeniden Türkiye'de bir araya gelecekleri bir zirve görüşmesine karar verildiğini açıkladı. Her ikisi de Amerikan ajanı olduğu halde danışıklı dövüş yaparak Afganistan'daki ve Pakistan'ın sınır bölgelerindeki krizi birbirlerine yıkmaya çalışan Müşerref ile Karzai, daha önce de Nisan 2007'de Ankara'da önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in konuğu olarak bir araya gelmişlerdi.

Demokrasi nutukları atan AKP Hükümeti'nin diktatörler ile bu kadar içli-dışlı olması, demokrasi yalanını ve demokratların ikiyüzlülüğünü ifşa etmektedir. Yine onların Amerika'nın yalnızca Türkiye'deki çıkarları uğrunda değil, aynı zamanda Irak ve Afganistan başta olmak üzere diğer bölgelerdeki çıkarları uğrunda da kendilerini paraladıklarını göstermektedir. Medyaya göre Babacan, son 8 ayda 40 ülkeye gitmiştir. Hem de partileri en sıkıntılı günlerini geçirdiği ve iç krizlerle boğuştuğu şu sıralarda bile! Başta Lâl Mescid katliamı olmak üzere Müslümanların incisi Pakistan'ın Müslüman evlatlarını Amerikan çıkarları uğrunda acımasızca katleden Müşerref ile ona tam destek veren Türkiye'deki efendidaşları, aralarındaki işbirlikleri ve diyaloglar sonucu akacak her damla kanda, dökülecek her damla göz yaşında birbirlerinin suç ortakları olacaklardır. Onların hesabı ise bu dünyada Hilâfet tarafından, tevbe etmemeleri halinde Âhiret'te de El-Meliku El-Muktedir olan Allah [Subhânehu ve Te'alâ] tarafından er yada geç mutlaka görülecektir.

Devamını oku...

- Basın Açıklaması - Carter Görüşmelerinin Muhtevâsı, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün Başladığı ve Ulaştığı Noktayı Hatırlatıyor

  • Kategori Filistin
  •   |  

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً مُّبِينًا "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettikleri zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse apaçık bir sapıklıkla sapıtmış olur." [el-Ahzâb 36]

 

Jimmy Carter'in bölgeye yönelik son ziyâreti, Amerika'nın siyâsî işlerinden bir iştir. Carter, şu anda yönetici olmamasına rağmen, Filistin'e ve taraflarına yaklaşımında Amerikan eğilimini temsil etmektedir. Bunun delili de, Amerikan yönetiminin, ziyareti engellemeye çalıştığı şeklindeki açıklamalarının bizzat Carter tarafından yalanlanmasıdır. Ziyâretinin öncelikleri arasında Hamas hareketinin liderleri ile görüşmesinin olması ise, ne İslâm'ı ve ehlini sevmesinden, ne de mücâhid hareketlere sempati duymasından dolayıdır. Aksine devletlerarası kriterlere ve kanunlara göre tamamen Hamas'ı siyâsî faaliyetlere katılmaya zorlamaya ve sevk etmeye katkıda bulunmaya çalışmasındandır.

Carter'ın ziyâreti, Hamas liderlerinin tehlikeli açıklamalarda bulunmasına yol açmıştır ki bunlar üzerinde durmak, Filistin halkını ve Müslümanların genelini bunlara karşı uyarmak gerekir. Bu bağlamda aşağıdaki hususları vurguluyoruz:

1.   Jimmy Carter, hain Camp David Anlaşması'nın mimarıdır ve Hamas liderleri ile yaptığı görüşmelerde İslâm'a ve ehline karşı hile noktasından hareket etmektedir.

2.   1967 sınırları içerisinde bir devleti kabullenmek, "İsrail'i" tanımak demektir. Zaten Filistin Kurtuluş Örgütü [FKÖ] de "İsrail'i" tanımaya, açıkça tanımaya yakın böylesi ifâdeler ile başlamış ve ardından mesele, açıkça tanımayı ifade eden bir boyuta varmıştır. Nihayet "İsrail'i" açıkça tanımış ve onunla Oslo ve kardeşlerini imzalamıştır.

3.   Hamas'ın Carter'a yaptığı, -ya halk referandumuna, ya da üzerinde vatanî ittifakın oluştuğu organlara göre seçilmiş yeni Filistin Vatanî Meclisine- sunulması şartı ile Mahmud Abbâs'ın Yahudiler ile varacağı bir anlaşmayı kabul edeceği şeklindeki açıklamasına gelince; bu ifâde, aşağıdaki manaları içermektedir:

a.   Birincisi: Hamas, Mahmud Abbâs'ı görevlendirmekte ve Yahudiler ile müzakerelerde elini serbest bırakmaktadır. Soruyoruz: "Müzakerelerde Abbâs'ın görevlendirmesi ile bunu Yahudiler ile doğrudan yapmak arasında ne fark vardır?"

b.   İkincisi: Referandum, tanıma lehine sonuçlanır veya yeni Vatanî Meclis bunu kabul ederse Hamas, "İsrail'i" tanımayı kabul edecektir.

c.   Üçüncüsü: Filistin, Filistinlilerindir manasını içermektedir ki bu, İslâm'a muhâliftir. Zîra Filistin, Dîn Günü'ne kadar tüm Müslümanlarındır, ne Mahmud Abbâs, ne Hamas, ne Filistinliler, ne de tüm Müslümanlar, onun hiçbir şeyinden taviz verme hakkına sahiptir.

4.   İnsanlığın tamamı reddetsin yahut kabul etsin, İslâm Müslümanlara, İslam toprakları üzerinde Kâfirler için herhangi bir otorite bulunmasına rızâ göstermeleri, sessiz kalmalarını kesinlikle haram kılmıştır. Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur:

وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً "Muhakkak ki Allah, Kâfirler için Mü'minler aleyhine asla bir yol (egemenlik) kılmayacaktır!" [en-Nîsa 141]

İslâm'ın temel sâbitelerinden olan şu ki egemenlik ancak ve sadece Şeriat'a aittir, asla halka ait değildir ve tüm insanlık, Allah'ın hükümlerine muhâlefette ittifak etse, hiçbir kıymeti yoktur. Binâenaleyh insanlar kabul etsinler yada etmesinler, Yahudi varlığını açıkça veya îmâen tanıyan herhangi bir anlaşmayı kabul etmek, her Müslümana ve her harekete haramdır.

5.   Son olarak diyoruz ki Yahudi varlığını doğrudan tanımak ile halkın tanıması üzerinden tanımak arasında hiçbir fark yoktur, nihâyetinde hepsi de tanımadır. Bu ise arasındaki fark, kelime oyunundan başkası değildir. Üstelik Yahudi varlığını, insanların tanıması üzerinden tanımanın ayrı bir günahı da vardır. Bu da Filistin'in Yahudi'ye satılması hakkındaki referanduma katılmaları halinde insanların tanıması münkerine sessiz kalmaktır.

6.   Hamas'a bu tehlikeli çizgiden dönmesini nasihat ediyor, Filistin Otoritesi'nden ve Yahudi varlığı ile yaptığı müzâkerelerden kesinlikle uzak durmaya, Filistin Otoritesi dâhil, Müslümanların başındaki tüm yöneticiler ile ilişkilerini kopardığını îlân etmeye çağırıyoruz. Allah Subhânehu şöyle buyurmuştur:

وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ "Sakın zulmedenlere meyletmeyin! Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra Nusret de görmezsiniz." [Hûd 113]

7.   Filistin meselesinin çözümü, müzakereler ve referandumlar yoluyla değil ancak orduları harekete geçirmek ve kalelerini yerle bir etmekle mümkündür. Madem ki mevcut yöneticilerin orduları harekete geçirmesinden ümit kesilmiştir; o halde Ümmetin onları alaşağı etmesi, orduları harekete geçirecek ve Müslümanların izzetini koruyacak Halîfe'yi nasbetmesi kaçınılmazdır. SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:  إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ "İmâm [Halîfe] ancak bir kalkandır, onun ardında savaşılır ve onunla korunulur."

 

Biz tebliğ ettik, Sen şâhid ol, Ey Allahım!

Devamını oku...

Kılavuzu IMF Olanın Başı Krizden Çıkmaz

Ankara'da 3-10 Nisan tarihleri arasında yapılan görüşmeler ve Washington'da 11-14 Nisan tarihleri arasında düzenlenen IMF ve Dünya Bankası'nın bahar toplantıları akabinde, Türkiye'nin IMF ile "stand-by" düzenlemesinin yedinci ve son gözden geçirmesinin tamamlanmasına yönelik politikalar paketi konusunda IMF ile Hükümet yetkilileri arasında mutâbakata varıldı. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, yakın bir tarihte niyet mektubunu göndereceklerini, şu anda "ihtiyâtî stand-by" düzenlemesi seçeneğini değerlendirme sürecinde olduklarını ve Mayıs ayı içerisinde bir karara varacaklarını söyledi. IMF'nin yaptığı açıklamada ise bu gözden geçirmenin tamamlanmasıyla birlikte Türkiye'ye 3,7 milyar doların serbest bırakılacağı belirtildi.

Son elli yıldır IMF ile ilişki halinde bulunan Türkiye, bugüne kadar 19 kez stand-by anlaşması imzaladı. Stand-by anlaşması; IMF'nin bir ülkeye borç vermesi ve bunun karşılığında bu borcu geri ödeyebilmesini sağlamak amacıyla o ülkenin ekonomi, maliye ve bütçe politikalarını belirleyip yapısal reformları ve performansları denetlemesi anlamına gelir. Daha basit bir ifadeyle, kredi karşılığı tahakküm anlaşmasıdır. Bunun normal ve ihtiyâtî olmak üzere farklı türleri olsa da, özünde hepsi birdir ve genelde aynı sonucu verir.

İlk anlaşmanın imzalandığı 1958 yılında bugüne kadar Türkiye'de ve dünyanın hiçbir ülkesinde IMF'nin ekonomik kalkınma gerçekleştirdiği görülmemiştir. Aksine her program sonrası ülkeler, devaülasyon riski ile karşı karşıya kalmış, daha fazla borç istemek zorunda kalmışlardır. Başbakan Erdoğan'ın kendi ifadesiyle, Türkiye'nin IMF'ye borcu 23 milyar dolara kadar çıkmış, 11 Eylül'den beri süregelen küresel likidite bolluğu ve bunun gelişmekte olan ülke piyasalarına yansıması ve yapılan korkunç özelleştirmeler sayesinde yaşanan bahar havası neticesinde 7.2 milyar dolara düşmüştür. Başbakan "23 milyar dolar nire 7 milyar dolar nire?" diyerek bununla övündüğü ve "istersek kalanı da öderiz" diye seçim meydanlarını coşturduğu halde, Türkiye'nin IMF'deki kotasının 1,9 milyar dolar olduğunu, üye ülkelerin en fazla kotalarının üç katına kadar borçlanabildiklerini, Türkiye'nin ise 7 milyar dolarla bile bu sınırı aştığını dile getirememiştir. IMF'nin dünya çapındaki zararlarını ve şerlerini, dünyanın en büyük küresel kapitalist şirketlerinden Merrill Lynch'in eski yöneticilerinden biri olan Bakan Şimşek gayet iyi bilir. Ayrıca en borçlulardan biri Türkiye olmak üzere IMF'ye bağımlı halde kalmış ülkeler listesine bakmak da Hükümet'in aldatıcılığının ve IMF tahakkümüne olan içler acısı bağlılığının açık bir göstergesi olsa gerek: Peru, Dominik Cumhuriyeti, Gabon, Irak, Makedonya, Paraguay ve Arnavutluk.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER