Cuma, 17 Recep 1446 | 2025/01/17
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- İster İlköğretimde İster Lisede Olsun Buluğa Ermiş Her Kız Çocuğunun Allah Subhanehu'nun Emri Gereği Şeri Libas Giymesi Farzdır!

08 Kasım 2010 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül, Londra'da konuştuğu bir toplantıda "ilkokul"da türban takılmasına karşı olduğunu belirterek "Bu konuda yaşanan bir cehalet varsa ortadan kaldıracağız" demişti. Bu sözleri Cumhurbaşkanı Gül de destekledi.

Bilindiği üzere "28 Şubat post modern darbesi" olarak anılan olay sonrası Türkiye'de 8 yıllık zorunlu eğitimle, 5 yıllık ilkokullar ve 3 yıllık ortaokullar birleştirilerek, ilköğretim okulları şeklinde anılmaya başlanmıştı. Bu vesileyle her ne kadar laik eğitim verilse de buluğa ermiş kız çocuklarının başörtü giyebildikleri İmam Hatip Liselerinin orta kısmının iptal edilmesi hedeflenmişti. İslami şiarlara bağlı olan halkımız, doğal olarak bu duruma tepki verdi. Bu tepkilere karşın laik (dinsiz) devlet politikaları devreye sokularak, kızlarını okula göndermeyen aileler, para ve hapis cezalarıyla tehdit edildiler -ki bu tehditler halen sürmektedir-  ve buna da "ailelerin ikna edilmesi" adı verildi. Kızlarını okula göndermek istemeyen aileler, yukarıdaki sözlerde olduğu gibi "cahillikle" nitelenerek toplumsal bir baskı oluşturulup, konu gündem dışı tutulmaya çalışıldı.  Bu konu Adana ve Konya'da kızlarını örtünerek okula göndermek isteyen ailelerle tekrar gündeme geldiğinde ise konuyu sadece "üniversitelerde başörtüsü serbestliği" ve "yüksek öğrenim hakkı"na indirgediği halde boş umutlar verip aldatarak Müslümanların oylarını alan AKP yetkilileri tarafından aileler "provokatör" ilan edildiler. Hatta Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı sıfatını taşıyan AKP Milletvekili Zafer Üskül'den "gerekirse çocukların ailelerinden alınarak devlet gözetimine verilebileceği" tehdidi de duyuldu. Şimdi ise Cumhurbaşkanı ve eşinden bu garip hezeyanları duymaktayız. إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ Muhakkak ki mümin erkeklere ve mümine kadınlara eziyet edip sonra tövbe de etmeyenlere, cehennem azâbı ve yanma cezası vardır. [Burûc 10]

Ey Türkiye'deki Müslümanlar!

İster ilköğretim okullarında isterse lisede olsun buluğa ermiş her kız çocuğunun, Allah'ın açık hükümleri gereği şeri libas giymesi farzdır. İktidarıyla ve muhalefetiyle Allah [Subhanehu ve Teala]'nın farz kıldığı "örtünme" yerine "başörtüsü" kavramı üzerinden yürütülen yüzeysiz ve güdük tartışmalar, 2011 genel seçimlerine umutların bağlanmasının hedeflendiği, basit oy hesaplarından başka bir şey değildir. Sizleri bu tartışmalara bir son vermek üzere sadece şeri libas giymesi değil Allah [Subhanehu ve Teala]'nın bütün hükümlerini hayatta geçerli kılarak İslami hayatı yeniden başlatacak ve İslam'ı bir risalet olarak dünyaya taşıyacak farzların tacı olan Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafet'i kurmak için Hizb-ut Tahrir'le birlikte çalışmaya davet ediyoruz.  وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ  Zalimler, nasıl bir inkılâp ile devrileceklerini yakında bileceklerdir. [Şuara 227]

Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcü Yardımcısı
Türkiye Vilâyeti

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Irak Vilayeti, Şebablarından Biri Olan Leys Muhammed Zennun el-Hıyât'ın Vefatını İlan Eder

  • Kategori Irak
  •   |  

Saygıdeğer bir eğitmen ve İslami eğitim öğretmeni olan Muhammed Zennun el-Hıyât dün, yani 09.10.2010 cumartesi günü vefat etti. Bu ise bazı ihtiyaçlarını gidermek için bulunduğu bölgede açılan bir ateşin kardeşimiz Leys'in göğsüne isabet ederek onun vefatına yol açtığı üzücü bir olayın akabinde meydana gelmiştir. إِنَّا للَّهِ وَإِنَّـآ إِلَيْهِ رَاجِعونَ "Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz." [el-Bakara 156]

Üstaz Leys [Rahimahullah], yeryüzünde Allah'ın hükmünü ikame etmek amacıyla Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafeti kurmak için çalışanlara bağlı olan şebablardandı. Allah bunları, amel sayfalarına ve hasanet mizanına yazsın.

Allahuteala'dan; bu musibetimizden dolayı bizlere yardımcı olmasını, ailesine sabır ve metanet vermesini temenni ediyoruz. Rabbimizin razı olduğu kimselerden olsun demekten başka söyleyecek sözümüz yoktur.

 

إِنَّا للَّهِ وَإِنَّـآ إِلَيْهِ رَاجِعونَ

"Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz." [el-Bakara 156]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İslam Düşmanı Amerika, Filistin Halkını Katletmesi İçin Yahudilere Modern Uçak ve Silahlar Temin Ederken Yöneticiler ile Otorite ise Amerika'nın Verdiği Kırıntıların Peşinde Koşuyorlar

Arap liderleri Sirte zirvesinde, Mescid-i Aksa'yı koruma sorumluluğunu Uluslararası Toplum'a özellikle de Güvenlik Konseyi, Avrupa Birliği ve UNESCO'ya yüklediler. Arap Takip Kurulu da Sirte'den, Amerika Birleşik Devletleri'ne başta yerleşim birimlerinin durdurulması olmak üzere barış sürecini yeniden doğru bir zemine oturtturması için uygun şartları oluşturmaya yönelik çabalarını sürdürmesi çağrısında bulundu. Bu bağlamda otorite başkanı, tökezleyen müzakereler hususunda "Amerika Birleşik Devletleri'nin 1967 sınırları dahilinde kurulacak bir Filistin devletini tanımasını veya aynı hedef için Güvenlik Konseyine veya Filistin topraklarının uluslararasının vesayeti altında belirlenmesi için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na başvurulmasını" belirten alternatifler sundu.

Bu ise Amerika Birleşik Devletleri'nin Yahudi varlığına F-35 tarzı 20 savaş uçağı sattığı bir vakitte olmuştur.

Sirte zirvesinde Filistin ile halkı hakkında dile getirilen iğrenç cürüm, Filistin ve halkını katletmede, yerinden etmede, yıkmada, Yahudileştirmede ve yakmada haddi aşan işgalci Yahudilerin cürümlerinin iğrençlerinden daha aşağı değildir. Bizler, Hizb-ut Tahrir / Filistin olarak aşağıdaki hususları vurgularız:

1. Yahudi varlığı şehitlere suikast düzenlerken Arap Takip Kurulu, örgütlerin ve otoritelerin iradesi ile politikalarının, bu varlığın Filistin ve bölge üzerindeki hegemonyasının bekası için F-35 modern uçaklarla Yahudi varlığını destekleyen Amerika'ya olan bağımlılıklarının sürmesine hükmeden bir cevap vermiştir.

2. Amerika'nın 67 sınırları dahilinde bir Filistin devletini tanıması, sadece kağıt üzerinde olan bir devleti ortaya çıkaracaktır. Dolayısıyla Amerika'nın bunu tanıması, ne yerleşim birimlerini ortadan kaldıracak ne bir toprak parçasını kurtaracak ne bir egemenliği ortaya çıkaracak ne katliamı ne de Yahudileştirmeyi durduracaktır.

3. Filistin topraklarının uluslararası vesayet altında belirlenmesi, çok tehlikeli bir açıklama ve çok tehlikeli bir çözümdür. Çünkü bunun manası, küresel devletlerarası işgali Yahudi işgaline dönüştürmek, elli veya yüz devlete hasım kesilmek üzere yolda olan Hilafetin önüne engeller koymaktır. Dolayısıyla bu, işgali ortadan kaldırmaz derinleştirir. Otorite, hem Irak hem de Afganistan'daki işgalciler olduğu halde Amerikan, İngiliz, Fransız ve benzeri orduları kardeş olarak görüyorsa o başka!

4. Otorite, aslında FKÖ'nün aynı amaçla kurulduğunu iddia ettiği halde İslam'ın gösterdiği gerçek ve doğru seçeneğin dışında olası her seçeneği araştırmaktadır. Dikkat edin o! Kurtuluş için Yahudi'nin anlayacağı dille, yani kuvvet ve ordular diliyle çalışmaktır. Dolayısıyla otorite, Filistin meselesini dünyanın dört bir tarafındaki gerçek sahibi olan Müslümanlara iade etmeli ve onunla oynamaktan vazgeçmelidir. Zira o, devletlerarası gizli bir ittifakla meseleyi gerçek sahiplerinden çekip almıştır.

5. İradelerini ve eylemlerini İslam'ın ve Müslümanların düşmanı Amerika'ya bağlayan, Mescid-i Aksa'yı kurtarma ve koruma sorumluluklarını terk eden örgütler, hayatta kalmayı hak etmedikleri gibi sökülüp atılmalıdırlar. Yahudi varlığını ortaya çıkararak onu silah, finansman ve haksız devletlerarası kararla destekleyen devletlerin hakim olduğu UNESCO ve Birleşmiş Milletlere teslim olmak ve başvurmak dışında İslami bir alternatife sahip olmayan hükümetler de ümmet tarafından muhakeme edilmelidir.

6. Filistin halkı, kendilerini katletmede, yerinden etmede ve mukaddesatlarını Yahudileştirmede haddi aşması için leziz bir lokma olarak terörist Yahudilere teslim eden Amerika'ya, Arap devletlerine ve örgütlerine lanet okumaktadırlar. Filistin halkı ve tüm Müslümanlar, Filistin'i Yahudilerin pençelerinden kurtarma şerefini hak eden süvarileri olduğunu bilmektedirler. İyi bir hazırlık yaptıktan ve muktedir olanları ordu altına aldıktan sonra Yahudi varlığının kökünü kazıması amacıyla ümmetin ordularını harekete geçirebilmek için bu zavallı örgütleri söküp atacak olan bizzat bu süvarilerdir. İşte o zaman müminler Allah'ın nusreti ile ferahlayacaklardır.

إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا "Kesinlikle Allah emrine galiptir. Allah, her şey için bir kader koymuştur." [et-Talâk 3]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Almanya'da İslam Tartışması

Almanya Devlet Başkanı Christian Wolf, geçen pazar günü Alman Birliğinin Yirminci Yıldönümünde yaptığı konuşmada, İslam'ın Almanya'nın bir parçası haline geldiğini söyledi. Bu söz başkana, 'Şayet başkan, Almanya'da İslam'ın, Nasranilik ve Yahudilikle eşit olmasını istiyorsa bu hatadır' şeklinde eleştiriler yönelten bazı siyasileri hiç de şaşırtmadı: Binaenaleyh Almanya Şansölyesi "Angela Merkel", 'Almanya'nın Nasranilik-Yahudilik köklerinin binlerce yıl olmasa da yüzyıllara uzandığını' vurgulayarak devlet başkanının sözlerini bağlamına oturtarak onun bu söylemini savundu. Dolayısıyla Şansölye, kendi konumunu, diğer bir ifadeyle Almanya'da şeraitin değil anayasasının egemen olduğunu teyit etmeyi unutmadı.

Bizler; Almanya'daki siyasilerin, Nasranilik-Yahudilik geleneğinin geçmişine ve köklerinin boyutuna vurgu yapmalarının ne anlama geldiğini anlamıyoruz.

Yani siyasiler, Alman modernist kültürünün, Nasrani-Yahudi aydınlanmasının bir ürünü olduğunu mu kastetmekteler?

Ancak bu nasıl olur? Oysa bütün herkes, aydınlanma ve modernite hareketinin Nasrani-Yahudi dinsel fikrinin yıkım enkazlarının üzerine bina edildiğini bilmektedir. Ayrıca Batı, Nasrani fikrinden kurtulduktan sonra kalkınmadı mı?

Yoksa siyasiler, Nasraniler ile Yahudiler arasındaki kardeşlik bağının, köklü bir sevgi bağı olduğunu ve binlerce yıl olmasa da yüzyıllara dayandığını mı kastetmektedirler?

Ancak bu nasıl olur? Oysa bütün herkes, bu ikisi arasındaki tarihsel ilişkiyi bilmektedir. Bununla ise Almanya'daki Yahudilerin binlerce yıl değilse bile yüzyıllarca maruz kaldığı kovulmayı, sürgünü ve katliamı kastediyoruz.

Yoksa siyasiler, Almanya'nın Nasrani-Yahudi dinini tanıma üzerine kurulu olduğunu mu kastetmektedirler?

Ancak bu nasıl olur? Oysa bütün herkes, Almanya'nın dini devletten ayıran laik bir devlet olduğunu iddia etmektedir.

Sonra, şayet Alman kimliği Nasranilik-Yahudilik geleneklerinde temeyyüz ediyorsa o halde Almanya'ya entegre olmanın ve sadık kalmanın gerekliliğine vurgu yapmanın ne anlamı vardır? Yoksa bunun manası; siyasiler, Müslümanlardan Nasranilik-Yahudilik kültürlerine bağlı kalmalarını mı istemektedirler? Yani Müslümanlardan, İslami kimliklerinden vazgeçip Nasranilik-Yahudilik gelenekleri anlamına gelen Alman kimliğini benimsemelerini mi istemektedirler?

Bizler, kesinlikle İslam'ın Almanya'nın, onun kültürünün ve kimliğinin bir parçası olduğunu söylemiyor ve bu hususun araştırılmasını da istemiyoruz. Çünkü mesele, İslam'ın Alman kültür sistemine entegrasyonu meselesi olmadığı gibi Müslümanların, kendi dinlerinden vazgeçip Almanya'nın Nasranilik-Yahudilik kimliğini benimseyerek Alman toplumuna entegrasyonu meselesi de değildir. Ancak mesele; sizlerin hadaratınızın ve kültürünüzün hoşgörü ve özgürlük değerlerine dayandığını iddia etmenize rağmen sizler gibi olmadıkları sürece toplumdaki ötekileri kabul etmemeniz meselesidir.

O halde sorun, ne İslam'da ne Müslümanlarda ne İslam'ın Batılı kültürün bir parçası olarak sayılmasında ne de Müslümanların Batılı toplumun bir parçası olarak sayılmasındadır. Ancak asıl sorun, bu kapitalizm ideolojisi ile bu demokratik modelin, kendisine muhalif olanları kabullenememesindedir.

Allahutealanın izniyle yakında tüm dünya, kurulacak olan Hilafet Devleti'ndeki ideal İslam modelini görecektir. Zira Hilafet Devleti'nde yaşarken ne bir Nasrani'ye ne bir Yahudi'ye ne de bir Budist'e kendi dinlerinden vazgeçmesi şartını koşmayacağız. Bilakis orada yaşayıp dinlerini muhafaza edecekleri gibi entegrasyon gerekçesiyle dinlerini terk etmeye de zorlamayacağız. Çünkü Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] bizlere tavsiyede bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: إنه من كان على يهودية أو نصرانية فإنه لا يفتن عنها "Yahudilik ve Nasranilik üzerine olan hiçbir kimse bundan dolayı fitneye düşürülmez."

Dolayısıyla İslam Devleti'nde, ben ötekini olduğu gibi kabul ederim görüşü hakimken demokratik bir devlette ise ben ötekini benim gibi olması şartıyla kabul ederim görüşü hakimdir.

Mühendis Şâkir Âsım
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Medya Temsilcisi
Almanya ve Alman Bölgeleri

Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: İktisat Nizamı kitabının 31. sayfasında eşyanın değeri şöyle tarif edilmiştir: "Az bulunurluluk faktörü dikkate alınarak maldaki faydanın miktarıdır." Yine 32. sayfada daha ayrıntılı olarak şöyle geçmiştir: "Değere gelince; takdirden bir parça olduğu dikkate alınmaksızın onun takdirine tahakküm eden şey, az bulunurluk faktörü dikkate alınarak takdir sırasında maldaki faydanın miktarıdır." Dolayısıyla az bulunurluk faktörü takdire dahil değildir. O halde niçin tarife dahil edilmiştir? Az bulunurluk faktörünün dikkate alınmasının ne faydası vardır? Bunu açıklamanızı ve Allah'ın sizleri hayırla mükafatlandırmasını temenni ederiz.

Cevap: Değerin tarifinin, "Az bulunurluluk faktörü dikkate alınarak maldaki faydanın miktarı" olduğu doğrudur. Aynı şekilde az bulunurluk faktörünün takdirden bir parça olduğunun dikkate alınmayacağı da doğrudur. Niçin tarife dahil edildiğine gelince; bunun beyanı aşağıdaki şekildedir:

Az bulunurluk faktörü, takdirden bir parça değildir. Bilakis değere hırs göstermek, ona itina etmek ve onu korumak içindir. Mesela siz, az bulunduğu bir sırada bir ekmeğe sahip olsanız, bileşenleri, özellikleri ve kullanımı gibi onda bulunan fayda bakımından onun değerini takdir ettiğinizde; siz ona hırs göstererek onun bir çeyreğini sabah diğer çeyreğini de akşam yersiniz. İkinci günde de aynı şekilde devam edersiniz ve onun küçük bir parçasını düşürdüğünüzde hemen harekete geçerek onu alırsınız... Ancak siz, bu ekmek gibi birçok ekmeğe sahip olduğunuzda ondaki zati fayda aynı, yani değeri aynı olmasına rağmen ilk ekmeğinize gösterdiğiniz gibi ona hırs ve itina göstermezsiniz. Hatta küçük bir parçası düşse dahi onu almayacağınız gibi bir günde birkaç tanesini yiyebilirsiniz... Bu nedenle (o vakitteki) ifadesi açıklanırken (az bulunurluk faktörünün dikkate alınması) tarife dahil edilmiştir. Zira 31. sayfanın şöyle denilmiştir: "Çünkü malın değeri, o vakitteki az bulunurluk faktörü dikkate alınarak takdir sırasındaki onda bulunan faydanın miktarına göre takdir edilir." Yani değerin takdiri sırasında ona eşlik eden vakittir. Yani değer, değerin takdiri dışında başka bir sebepten dahası az bulunurluğundan dolayı bulunmaması halinde bir benzerinin elde edilmesinin zorluğu nedeniyle bu değeri korumak ve ona itina göstermek için az bulunurluk faktörü dikkate alınarak maldaki faydanın kendisidir. Bu dikkate alış, değerin heder olmaması dahası miktarınca kullanılması için önemlidir. Ayrıca az bulunurluk faktörünün dikkate alınması, az bulunurluk faktörüne göre yukarı ve aşağı şeklinde değerin sabit kalması ile fiyatların değişimi arasında mukayese yapmak için faydalıdır.

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- İran'ın, Amerika'nın Irak ve Afganistan'da Kurduğu Örgütleri Desteklemedeki Rolü

New York Times gazetesinin, Karzai hükümetinin İran'dan para aldığı şeklinde bir haber yayınlanmasından iki gün sonra İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mehmanparast dün İran'ın, "Afganistan'ın istikrarına katkıda bulunmak için... büyük yardımlar yaptığını" vurguladı. Afganistan devlet başkanın, İran'dan para aldığını kabul etmesinin ardından bu paranın, "bazı siyasilerin, milletvekillerinin, Afgan kabile liderlerinin borçlarını üstlenmek ve Taliban hareketindeki unsurları cezp etmek için" kullanıldığı nitelendirilmiştir.

İran dışişleri bakanlığının açıklamaları, İran rejiminin Amerika'nın Irak ve Afganistan'da kurduğu örgütleri ta başından beri lojistik, güvenlik, siyasi ve mali olarak desteklemedeki rolünü "şirin gösterme" yönünde verdiği çabadaki bir sırrı ifşa etmemektedir. Aynı şekilde İran-Amerikan ilişkilerinin "normalizasyonunun" ivme kazandığı ve İran'ın, Amerika'nın Afganistan ve Irak'taki çıkarlarına katkıda bulunma rolünün açığa çıktığı yönündeki yeni bir şeyi de ortaya çıkarmamaktadır. Nitekim daha önce eski savunma bakanı Ali Şemhani, Uzmanlar Konseyi ve eski devlet başkanı Haşimi Rafsancani ve eski devlet başkanı yardımcısı Muhammed Ali Ebtahi dahil birçok İranlı liderler İran'ın, Amerikan'ın Afganistan ve Irak işgalini desteklemedeki rolünü açıklamışlardır. Nitekim Ali Ebtahi, 15.01.204'te şu açıklamada bulunmuştur: "Şayet İran'ın desteği olmasaydı Amerika, Afganistan ve Irak'ı bu kadar kolay işgal edemezdi!" [Körfez Konferansı ve Geleceğin Zorlukları]

2008 yılında yayınlanan Baker-Hamilton raporunda, Amerikan yönetimine Afganistan'daki İran-Amerikan "işbirliğini" alıntılayıp Irak'ta aynısını yapması çağrısında bulunulmuştur. Nitekim öyle de olmuştur. Zira İran ve Amerikalı yetkililer arasında açıkça yapılan güvenlik görüşmeleri sırasında bundan maksadın, "Irak'ın istikrarını ve güvenliğini korumak" ve kesinlikle Amerikan işgali üzerindeki baskının hafifletilmesi olduğu açıklanmıştır. Bu ise bir taraftan güvenlik işbirliği yapmak ve etnik çatışmayı beslemek -ki bunları yapmakla İran rejimini görevlendirmiştir- ve diğer taraftan 'es-Sahve' gurubunu oluşturmak ve 'Sünnileri' siyasi sürece dahil etmek -ki bunu yapmakla da Suriye rejimini görevlendirmiştir- yoluyla Amerika'yı Irak bataklığından kurtarmak amacıyla Amerika'nın Bağdat'ta kurduğu fasit ajan nizamı pekiştirmek içindir...

İşte Obama yönetimi, direnişçilerin yoğun saldırılarıyla gittikçe kızışan Afganistan bataklığından çıkmaya çalışmakta dolayısıyla Amerikan işgali üzerindeki baskıyı hafifletmek, "ulusal uzlaşı" ve "barış süreci" denilen siyasi süreci kolaylaştırmak için Pakistan'ın yanı sıra İran'daki rejimle de işbirliği yapmaktadır. Ki Amerika, bu siyasi süreç yoluyla bariz askeri işgal hegemonya şeklini siyasi, ekonomik ve güvenlik hegemonyasına ve güvenlik anlaşmaları, danışmanlar, Afgan ordu güçleri ile polisini eğitecek eğitmenlerle gizlenen uzun erimli askeri varlığa dönüştürerek Afganistan halkını aldatmayı ümit etmektedir. Aynen Irak'ta yaptığı gibi. Hatta Amerika, Irak'taki "es-Sahve Konseyi" benzeri "Şura Evlatları Konseyi" adında bir konsey oluşturmaya başladı bile.

İran'ın, bu ay 18.10.2010'da yapılan ve geçiş sürecinin ele alındığı Afganistan Uluslararası Temas Gurubu Konferansı'na ilk defa katılmasıyla Afganistan'daki rolü dikkat çekici bir şekilde ortaya çıkmıştır. Nitekim 19.10.2010'daki haber ajanlarına göre Amerikan Temsilcisi Richeard Holbrooke, "Afganistan'da istikrarın" gerçekleşmesi için uluslararası çabalara dikkat çekerek Afganistan ve Pakistan'a yönelik şu açıklamada bulunmuştur: "İran'ın, Afganistan'daki barış sürecinde oynayacağı bir rolü vardır." Tabii ki bu da askeri, insani ve mali direncini kırmaksızın ve uluslararası heybetini sarsmaksızın hem Amerikan çıkarlarına göre hem de Amerika'nın hegemonyası ile çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde olacaktır!


Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Almanya Şansölyesi, Avrupa'da İslam'a Karşı Kini Körüklemektedir

İslam ve Almanya'daki Müslümanların Alman toplumuna entegrasyonu hakkında Almanya'da dönen tartışmaların tam ortasında Almanya Şansölyesi Angela Merkel şöyle bir açıklamada bulundu: "Almanya'ya yüzlerce yıldır Nasranilik ve Yahudilik değerleriyle damgalanmıştır." Ve şöyle ekledi: "Müslümanlar, Almanya'da yaşamak istiyorlarsa şeraite değil anayasaya itaat etmelidirler." Bunun yanı sıra Müslümanların entegrasyon sürecinin ilerlemesinin zaruretine de vurgu yapmıştır.

Almanya Şansölyesi'nin bu açıklamaları, Amerika Savunma Bakanlığı'nın (Pentagon), Amerikan uçaklarının Pakistan'da düzenlediği askeri operasyonların Alman Müslümanlar olduğundan şüphelenilen direnişçilerin ölümüne yol açması hakkında yaptığı histerik açıklamaların ardından gelmiştir. Bundan önce de Alman Federal Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo Sarasin, içerisinde Müslümanların horlanmalara maruz kaldığı bir kitap yayınlamış ve Müslümanların Almanya toplumuna entegrasyonlarının başarısız olmasını eleştirmişti. Bunun ardından Almanya Devlet Başkanı Christian Wolf, Alman Birliğinin Yirminci Yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşmasında şöyle demiştir: "İslam Almanya'nın bir parçası haline gelmiştir!"

Bu açıklamaları yorumlarken aşağıdaki gerçekleri vurgulamak isteriz:

Birincisi: Almanya Şansölyesi'nin açıklamaları, son on yıl içerisinde güçlü bir şekilde yükselen birçok Avrupa politikacısının benimsediği Avrupa'nın sistematik politikası bağlamında gelmiştir. Bu politika ise İslam'ı ve şeriatı Avrupa halklarının bir düşmanı olarak tasvir etmeye, Avrupa'daki Müslümanların varlığın "bir güvenlik sorunu" ve "günah keçisine" dönüştürmeye dayanmaktadır. Bunu ise düşen popülerliklerini yükseltmek ve vahşi kapitalizm doğrultusunda ekonomik, maliye, sağlık ve eğitim gibi Avrupa'nın birçok sistemindeki katı değişiklikler hususundaki dikkatleri başka yöne çekmek amacıyla bu politikacılar tarafından tekrarlanan girişimler altında Avrupalı toplulukların acısını çektiği ekonomik ve toplumsal sorunların mesuliyetini Müslümanlara yüklemek yoluyla yapmaktadırlar...

İkincisi: Almanya Şansölyesi'nin bu açıklamaları, Müslümanları -delil ve fikir yoluyla- İslam mefhumlarını, değerlerini terke ve Batılı hadaratın çirkefliğine entegre etmeye ikna etmede başarısız olan Batılı politikacıların akıllarına tahakküm eden üstünlük algısını ifşa etmektedir. Böylece Müslümanları Batılı değerlere ve mefhumlara boyun eğmeye sevk etmek için baskıcı ve zorbacı politikalara, katı kanunlara ve güvenlik baskılarına başvurdular. Avrupa ve genel olarak Batıdaki bu resmi eğilim, Batı düşüncesinin, mefhumlarının ve değerlerinin kırılgan olduğunu -bir kez daha- teyit etmektedir. Aynı zamanda bu politikacıların, İslam dünyasının işlerine müdahale etmenin ve tek ümmet ile tek beldenin evlatları arasına anlaşmazlıklar sokmanın bir aracı olarak kullanmayı alışkanlık haline getirdikleri "inanç, bireysel ve düşünce özgürlüklerinin", "insan haklarının" ve "azınlık haklarının" kutsiyetini gururla vurgularlarken ne denli ikiyüzlü olduklarını da göstermektedir.

Üçüncüsü: İslam karşıtı medyasal, siyasal ve kültürel iğrenç deformasyon kampanyalarına rağmen Avrupa'da ikamet eden Müslümanların genelinin dinlerine sımsıkı sarıldıklarının, Müslüman kuşakların dinlerini, hükümlerini ve değerlerini araştırmaya yöneldiklerinin, İslam davetini kendi ortamlarına taşıdıklarının, kültürünü kendi muhitlerinde yaydıklarının, on binlerce Batılının İslam'ı kabul etmeye meyil ettiklerinin ortaya çıkmasının yanı sıra İslam dünyasındaki genel kamuoyunun Raşidi Hilafet Devleti altında İslam Nizamı'nı ikame etmeye dönüşmesi; işte tüm bunlar, Batıdaki siyasi ve ekonomik karar vericilerinin; devletlerarası sahneye ve ilişkilere etki etmek üzere güçlü bir şekilde yolunu yarmaya devam eden küresel bir ideoloji ve kapsamlı bir hayat nizamı olan İslam'a karşı görüşlerinde bir değişim meydana getirmiştir. Bu da -bu kişilerin nazarında-, hızla İslami kimliği yok etmenin, Müslümanları ümmetlerinden koparmak için muhasara etmenin ve onları Batılı hadaratın potasında zorla eritmenin kaçınılmaz olduğu anlamına gelmektir. Aksi takdirde Müslümanlar, Hilafet Devleti'ne dayanan gerçek bir güce, İslam davetinin fikri, siyasi ve medyasal bir platformuna ve kapitalizmin dehlizlerinde bocalayan Batılı halklara hidayet yolunu aydınlatacak bir kandile dönüşecektirler.

Dördüncüsü: Hizb-ut Tahrir, Batılı halklardan akıllı olanları, yöneticilerin saptırmalarının avı olmamaları, kendilerini iktidara taşıyan sermeye sahiplerine hizmet etmekten başka bir dertleri olmayan liderlerinin tuzaklarının gerçeğini idrak etmeleri, Batılı devlet organlarının iftiralarından ve aynen maktulü öldürüp sonra da cenazesine katılan kimse gibi olan istihbarat birimlerinin desiselerinden uzak kalarak hakka ulaşmaları için bilinçli ve insaflı bir şekilde İslam'ı araştırmaya yönelmeleri çağrısında bulunmaktadır.


Devamını oku...

Soru-Cevap

Soru: Afgan savaşı neredeyse 10 yılını tamamlamasına rağmen Amerika, hala bataklığın içerisine saplanmış durumdadır... Obama, Afgan savaşını önceliklerinden kılacağını vaat etti ve Bush yönetimini gerçek savaşı ihmal etmekle suçladı. Obama'nın otoriteye gelmesi ve Afganistan'daki terörizme karşı strateji belirlemesinden bu yana Amerika, bu stratejide çelişkili bir görüntü sergilemektedir. Zira Amerika, bir yandan oradaki kuvvetlerinin sayısını artırırken diğer yandan bu fazlalığın 2011 yazında çekileceğini söylemektedir. Bu da bu stratejiye zarar vermektedir. Hatta General Petraeus da dahil bir çok yetkili, stratejinin etkisiz olduğunu, dahası orada Dışişleri Bakanlığı ile askeri birimler arasında bir çatışmanın olduğunu ifade eden birtakım haber raporları vardır.

O halde bu bataklığa düşmesine rağmen Amerika'nın Afganistan'a verdiği önemin boyutu nedir? Gerçekten ortada önceki cumhuriyetçi yönetimin bakışı ile mevcut demokrat yönetimin bakışı arasında bir anlaşmazlık var mıdır? Ayrıca Obama, kendisi ile komutanları arasındaki anlaşmazlıkların duyulmasına rağmen belirlemiş olduğu Afganistan'dan çekilme planında ciddi midir? Özellikle Avrupa'nın bu savaştan "bezmesinden" ve geri çekilme planları olduğuna dair haberlerin sızmasının ardından Afganistan'a komşu ülkelerin bir rolü var mıdır? Bu husustaki beklenti nedir?

Cevap:

1. Öncelikle bazı Amerikalı siyasi analistlerin, Doğu Asya'dan başlayıp Orta Asya ile çevresinden geçerek Avrupa'nın içerisine kadar uzanan tarihi Avrasya bölgesinin bir parçası olan bu bölge hakkındaki görüşleriyle başlayalım... Zbigniew Brzezinski, bu bölge hakkında şöyle demiştir: "Dünyanın en etkin ve güçlü devletlerinin vatanıdır. Küresel bir güç olmak için çalışan bütün tarihi liderler, Avrasya'da ortaya çıkmışlardır. En kalabalık ve bölgesel hegemonya arzusunda olan devletler -ki bunlar, Çin ve Hindistan'dır- Avrasya'da bulunmaktadır. Aynı şekilde Amerika'ya rakip olan siyasetçilerin ve ekonomistlerin tamamı bizzat Avrasya'dadır. Ardından Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra ekonomik ve silahlanmaya harcama yapma bakımından altı büyük devlet Avrasya'nın bu bölgesinde bulunmaktadır. Avrasya'daki bu büyük güçlerin tamamı, biri dışında aleni bir şekilde nükleer silaha sahiptir. Avrasya, dünya nüfusunun %75'ni temsil etmekte, dünyadaki gayri safi milli hasılasının %60'ına sahip olup enerji kaynakları ise %75'tir. Kısacası Avrasya'da bulunan güçler etki sahibi olup bu bölgeyi hatta Amerika'yı bile gölgelemektedirler. Avrasya'ya egemen olan bir güç, dünya ekonomisinde en çok üretimi olan üç bölgeden ikisi üzerinde, yani Batı Avrupa ve Doğu Asya üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olur... Zira o, otomatik olarak Orta Doğu ve Afrika'ya da hakim olur. Hakeza Avrasya'daki güç dağılımı üzerinde meydana gelenler, Amerika'nın küresel egemenliği ve tarihi mirası açısından büyük bir önem haizdir." [Avrasya Jeo-Stratejik ve Dışişleri / Eylül-Ekim 1997]

George Friedman, "Gelecek 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Öngörüler" adlı kitabında şöyle demiştir: "Amerika Birleşik Devletleri'nin temel bir hedefi vardır. O da Avrasya'da kendisine rekabet edecek herhangi süper bir gücün ortaya çıkmasını engellemektir... Ne kadar siyasi konuşma ile gizlenirse gizlensin Amerika'nın kaygılarındaki ironi, bu gücün ortaya çıkmasını engellemesi kendi gücünü oraya sokmaktan daha önceliklidir! Bu nedenle olası başka bir güce açık olan bölgelerdeki politikası, bu bölgelerde istikrarsızlık, kaos, kargaşa çıkarmak ve bu gücün ortaya çıkmasını önlemeye dönük engeller oluşturmak... Nitekim Amerika'nın İslam Devleti'nin büyük bir güç olarak ortaya çıkmasını engellemek için İslami bölgedeki istikrarsızlığı körükleyerek yükselen İslam depremine karışı davranışları bunu açıklamaktadır... Böylece Avrasya'daki barışın bozulması Amerika'nın çıkarına değildir... Avrasya'da kendisiyle rekabet edecek süper bir gücün ortaya çıkmasını önlemek için istikrarı engellemedeki çıkarına göre bölgede başarı elde etmek de Amerika'nın çıkarına değildir. Dolayısıyla Amerika'nın tek derdi, bölgede istikrarı sarsmak olup istikrarlı bir düzen değildir."

2. Avrasya'nın merkezi bir parçasını oluşturan bölge, Orta Asya, Afganistan, Pakistan ve İran'ın Batısıdır. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri'nde ardışık hükümetlerin ideolojik eğilimlerini (neo-muhafazakarları ve realistleri) göz ardı ederek Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgeye Amerikan hegemonyasını yerleştirme projesinde Afganistan ve Pakistan'ı kullanmaya odaklanmayı benimsemesi şaşırtıcı değildir. Aslında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki politikacıların belleklerinin bir köşesinde, Sovyetler Birliği'ni hezimete uğratmak için Afganistan ve Pakistan'ı kullanmak hala durmaktadır. Nitekim geçenlerde Brzezinski ile yapılan bir röportajda, geçen yüzyılın seksenlerinde süper güçlerin Avrasya üzerindeki çarpışmasının Afganistan için olduğunu itiraf etmiştir. [Rusya el-Yevm/ 26 Eylül 2010] Bu nedenle Amerika, 11 Eylül olaylarından sonra Afganistan'ın şüpheli işgali sayesinde stratejik hedeflerini güvenceye almaya çalışmıştır ki bunlar özetle şunlardır:

* Rusya ve Çin'in Asya ve Avrupa üzerindeki hegemonyasını engellemek

* Hilafet Devleti'nin ortaya çıkmasını engellemek

* Hazar Denizi ve Ortadoğu'daki petrol ve doğalgaz kaynaklarına hakim olmak

* Hazar Denizi ve Ortadoğu'nun hidrokarbon kaynaklarına hakim olmak ve hayati çıkarlarına transfer etmeyi güvence altına almak.

Ne bu hedefler ne Afganistan'ın işgali ne Amerikan askeri varlığının bu ülkede uzun vadeli kalması ne de özellikle Eski Sovyetler Birliği'nin uzayı olmak üzere civar ülkelerin istikrarını sarsmak için Amerika'nın Afganistan'ı istismar etmesi hakkında cumhuriyetçiler ile demokratlar veya neo-muhafazakarlar ile realistler arasında bir anlaşmazlık vardır. Anlaşmazlık, hedefler üzerindedir. Yani Amerika'nın bu stratejik hedefleri, kısa vadede gerçekleştirme gücü ile Amerikan askeri gücünün oynayacağı merkezi rolün etkinliğinin yanı sıra işgalin yapısındadır.

Zira Bush döneminde, yönetimi tamamen Irak'taki olaylarla meşguldü. Bu da Taliban'a kendi saflarını yeniden düzenleme ve Afganistan'a yayılma fırsatı verdi. Obama başkan oluncaya kadar bu durum böyle devam etti. Obama gelince Afganistan'da çalışma stratejisini gözden geçirmeye ve Peştun direnişini bastırmak için yeni araçlar takip etmeye başladı. Obama, Afganistan'daki durumu inceledikten sonra aşağıdaki operasyonel hedefler üzerinde karar kıldı:

a-Afgan hükümetinin otoritesini ülkeye dayatma gücünü arttırmak. Bu da Afgan güvenlik güçlerinin, polisin, ordunun inşa edilmesi, sadık deneyimli yöneticilerin atanması ve Afgan hükümeti içerisindeki yolsuzluğun azaltılması demektir.

b-Amerikan işgaline karşı çıkan el-Kaide örgütü ile Peştun unsurlarının hezimete uğratılması.

c-Ilımlı Taliban savaşçılarının merkezi hükümete katılmaya teşvik edilmesi.

d-Afgan sorununu bölgesel bağlamda çözme hususunda Amerika Birleşik Devletleri'ne ortak olmada İran, Hindistan, Rusya, Çin ve diğer devletlerin yardımını almak.

 

3. Tekrar etmek gerekirse bu hedeflerin Bush yönetimi dönemindeki hedeflere kıyasla sadece ayrıntılarda farklılık vardır. İkisi arasındaki en büyük farklılık, hedefleri gerçekleştirmek için kullanılan üsluplardadır. Yani Afganistan'da konuşlanacak Amerikan askeri varlığının hacminin ne kadar olacağı, bunun derinlik boyutu ve Pakistan'ın savaşa katılma konusudur... Zira Bush yönetimi, konuşlanacak Amerikan askeri varlığının hacmini sınırlandırmak ve Pakistan'ın kabile bölgelerine daha fazla ortak olmasını aşamalı olarak ima ederek bu hedeflerin gerçekleştirilebileceği görüşündeydi. Obama ise askeri ve seçimsel bir politika benimsemiştir. Zira bir taraftan Amerikan ordusunun daha çok müdahale etmesi, Afganistan bölgesine daha fazla Amerikan askerinin gönderilmesi ve kabileler bölgesindeki savaşın takibatında Pakistan'ı aktif bir rol oynamaya zorlamak için çalışırken diğer taraftan Amerikan seçmenlerini, 2012 yılında Afganistan'daki Amerikan kuvvetlerinin hacmini azaltma vaadi ile hoşnut etmeye çalışmıştır!

Obama, 01 Aralık 2009 günü şu açıklamada bulundu: "Bu akşam 30.000 ek kuvvet gönderileceğini açıklıyorum. Bu kuvvetler, silahlı gurupları hedef alabilmek ve başlıca yerleşim merkezlerinin güvenliğini sağlayabilmek için mümkün olan en hızlı şekilde 2010 yılının ilk çeyreğinde konuşlanacaktır. Bu ek kuvvetler, Amerikan ve uluslararası kuvvetleri bize, sorumluluğu Afgan kuvvetlerine teslim etme sürecini hızlandırma fırsatı vereceği gibi 2011 Temmuz ayında Afganistan'daki kuvvetlerimizi transfer etme fırsatı da verecektir." [Amerikan'ın Sesi Radyosu] Böylece 2010 yazında gidecek olan 30.000 Amerikan askeri ile birlikte toplam Amerikan asker sayısı 100.000 bini bulacaktır. Şu anda Afganistan'daki yabancı kuvvetlerin sayısı ise 150.000 bin olup bu sayı 100.000 bin Amerikan askerini de kapsamaktadır. Güvenlik, ulaşım ve lojistik hizmet temini amacıyla Afganistan'da bulunan müteahhitlerin sayısı ise 15 Aralık 2009 tarihli savunma bakanlığının verilerine göre 2009 Eylül ayı itibarıyla 104.100 kişiye ulaşmıştır. Bunun içindir ki Amerika Birleşik Devletleri'nin liderliği altındaki kuvvetlerin toplam sayısı, yaklaşık 250.000'i bulmaktadır. Pakistan'ın kabileler bölgesindeki Afgan sınırının Pakistan tarafındaki kuvvetlerin sayısı ise 140.000'dir. [İnternet Üzerinden el-Fecr Gazetesi/02 Şubat 2010] Bu da Taliban hareketinin savaştığı kuvvetlerin toplam sayısının yaklaşık 390.000 bin olduğu anlamına gelmektir.

 

4. Çekilme takvimi, hem Obama yönetiminin içerisinde hem de Obama ile komutanları arasındaki tartışmalara ve konuşmalara damgasını vurdu. En basitinden birçok ileri gelen politikacıların yanı sıra askeri kurum, 250.000 bin asker bulunmasına ve çekilme zamanına bağlı kalınmasına rağmen Obama'nın belirlediği bu hedeflerin geçekleşmesinin imkansız olduğu görüşündeler. Nitekim Obama ile ordu arasındaki gerilimin en göze çarpan kurbanı, Obama tarafından Afganistan'daki ordu komutanlığından alınan General McChrystal'dir. Obama, onu görevden aldığında, "McChrystal'in açıklamalarının yönetime etki eden bir davranışı temsil ettiğini" ifade etmiştir. Zira o, "Askeri kurum üzerindeki demokratik sistemimizin kalbi olan sivil denetimi zayıflatmaktadır." [MSNBC.com/23 Haziran 2010] Pentegon, McChrystal'in kovulmasından sonra bile Obama'nın Afganistan'dan çekilme takvimine hala şüpheyle bakmaktadır. Nitekim Savunma Bakanı Gates, McChrsytal'in yerini alan General Petraeus'a birtakım güvenceler vermiş, çekilme planının "mevcut şartlara göre" olacağını teyit etmiş, General David Petraeus'un vakıa zemininde olduğunda genel olarak başkanın stratejisiyle müttefik olduğunu, durumu bizzat değerlendireceğini, tavsiyelerini başkana ileteceğini, bunun herhangi bir askeri komutan tarafından yapılması gerektiğini, başkanın bu tavsiyeleri memnuniyetle karşılayacağını, ancak sonunda bu stratejide alınabilecek değişiklikler olduğunda bu hususta başkanın karar vereceğin ifade etmiştir. [CBS News/24 Haziran 2010 İnternet Üzerinden]

Çekilme takvimine şüpheyle bakan bir diğer isim ise ABD Deniz Kuvvetleri'nde Kolordu Komutanı olan General James Conway adındaki Amerikan komutanıdır ki o, şöyle demiştir: "Şu anda bizler, kuvvetlerimizin çekilme takvimini belirlemenin muhtemelen düşmanlarımızı güçlendireceği görüşündeyiz... Gerçek şudur ki: "Yavaş yavaş uzun bir sürece dayanmaktan başka bir çaremiz kalmamaktadır." Gerçeği söylemem gerekirse: "Durumların lehimize dönüşmesi için uzun seneler bölgede kalmamız gerekecek." [BBC News Online/24 Ağustos 2010]

 

5. Ancak Obama ile ordu arasındaki çatlakları su yüzüne çıkaran en büyük gösterge, Bob Woodward'ın Obama'nın Savaşları adlı kitabında ortaya çıkmıştır. Zira Woodword, Afganistan'daki Amerikan stratejisini ele elmaya ve değerlendirmeye dönük defalarca yapılan toplantılar sırasında başkanın Afganistan'daki hedeflerinden bahsederken zafer hakkında konuşmaktan kaçındığını ifade etmiştir.

Başkan, Beyaz Saray'da kısa vadedeki bir gerginlik durumunda kendisini 30.000 ek asker göndermeye sevk eden gerekçeleri savunurken, "Afganistan'a gitmemiz ve oradan çıkmamızın gerekçesi hakkında bir plana ihtiyacımız vardır" demiş ve şöyle eklemiştir: "Yaptığımız her şey, varlığımızı güçlendirecek bir noktaya ulaşma keyfiyetine odaklanmalıdır. Bu, ulusal güvenlik çıkarımıza olan bir şeydir ve herhangi bir manevra alanına yer olması imkansızdır." Sonra konuşmasını şu sözüyle süsledi: "Bunu gerçekleştirmek için iki senemiz vardır." Yazarın ifade ettiği üzere oturumunun sonunda şöyle demiştir: "Çıkmaya dönük bir strateji istiyorum." Başkan Yardımcısı Joseph Biden ile alternatif strateji hakkında yaptığı özel görüşmede Obama, ek kuvvet gönderilmemesine karşı çıktığı gibi çekilme zamanı için de bir takvim belirlemiştir! Buna da seçim kampanyasında vermiş olduğu vaadini gerekçe göstererek şöyle demiştir: "Vaatlerimi yerine getirmeyerek demokrat partinin kaybetmesine katkıda bulunamam..." [Obama'nın Savaşları/Bob Woodword]

6. Yukarıdaki açıklamalardan da görüldüğü üzere Amerika'nın temel kaygısı, Amerikan kuvvetlerinin bir kısmını 2012 Amerikan seçimlerinden önce Afganistan'dan evlerine geri döndürmektir.

Aynı zamanda Amerikan ordusu, nihai çekilme takviminin gerçekleşmesi üzerinde ısrar etmekte, Obama'nın çekilme planına şiddetle karşı çıkmakta ve pentagon buna, hedefleri gerçekleştirmek için son derece tehlikeli bir plan olarak bakmaktadır.

Obama'nın, Amerikan kuvvetlerinin tamamını, yani 100.000 bin askeri çekme niyetinde olmadığını da teyit etmek gerekir. Zira geçenlerde "Afganistan Çalışma Gurubu'nun", "Geleceğin Yeni Rotası" başlıklı beş nokta altında yayınladığı belgeye göre Amerikan kuvvetlerinin Ekim 2011 yılında 68.000 bine, Temmuz 2012 yılında 30.000 bine düşürülmesi tavsiye edilmiştir. Böyle bir adım, Amerika'nın büyük askeri varlığına olan iç kamuoyunun kızgınlığın şiddetini hafifletmesi için Amerika Birleşik Devletleri'ne yıllık en az 60 ila 80 milyar dolar getiri sağlayacaktır.

Kuvvet sayısının 50.000 bine düşürülmesine çağrıda bulunan başka çalışmalar da vardır. Mesela O'Hanlon, "Afgan Savaşı Nasıl Kazanılır?" başlıklı yazdığı makalede Obama'nın Afganistan'da 50.000 bin küsur Amerikan kuvvetinin bulunmasına rağmen yeniden seçilmesi için kendisinin aday olacağını öngörmektedir. [Dışişleri/2010] Bu da Amerika'nın stratejik hedeflerini ileride de sürdürmek için Afganistan'daki büyük askeri varlığını muhafaza edeceği anlamına gelmektedir.

 

7. Velhasıl: Obama'nın, 11 Temmuz 2011'de kuvvetleri Amerika'ya geri döndürme ısrarı, Amerika Birleşik Devletleri'nin hedeflerini gerçekleştirme gücünü zayıflatmıştır. Zira hem 100.000 bin Amerikan kuvveti bulunmasına ve çekilme takviminin dar ve yakın bir zamanla sınırlandırılmasına hem de Avrupa'nın ek asker katkısında bulunmaya hazır olmamasına rağmen Amerika, mücavir devletleri Afganistan sorununa dahil etmek için ciddiyetle çalışmaktadır. Nitekim 19.10.2010 pazartesi günü Amerika, "Afganistan'daki Uluslararası Temas Gurubu" yoluyla 46 devletin yanı sıra İslam Konferansı Örgütü de dahil uluslararası örgütlerin katıldığı Roma'da yapılan bir konferansa öncülük yapmıştır! Hatta İran bile bu konferansa ilk defa katılmış ve Amerika'nın temsilcisi Holbrooke, İran'ın Afganistan'da oynayacağı bir rolü olduğunu açıklamıştır... Ayrıca Amerika Savunma Bakanlığı, yoğun bir şekilde Pakistan'ı, daha fazla sayıdaki askeri kabileler bölgesine konuşlandırması ve orada ikamet eden silahlı kişileri buna ortak etmek için zorlamaya odaklanmaktadır. Amerika, işgalin Afganlılar tarafından kabul görmesi ve askeri varlığını tehdit eden tehlikeyi hafifletmek için Peştun direnişinin şiddetini azaltmaya ve Afgan Taliban hareketindeki bazı gurupları Afgan hükümetine çekmeye muhtaçtır. Ancak Pakistan ordusunun Hindistan'dan korkması ve sel krizi ile boğuşması yeni bir ek asker konuşlandırmasını zorlaştırmıştır.

Amerika, kışkırtıcı bir şekilde hatta Pakistan'daki ajanlarını bile kışkırtacak şekilde "insansız uçaklarla" kabileler bölgesine yaptığı saldırılarını arttırmıştır. Zira kabileler bölgesine saldırılarla yetinmeyerek Pakistan askerlerine saldırması, malzemelerin geçtiği Afganistan'a giden sınır koridorlarını kapatmaya sevk edecek derecede Pakistan otoritesi zor durumda bırakmıştır. Ancak insanların öfkesini dindirmek amacıyla bir süreliğine tekrar geri açmıştır.

Gerek Amerika'nın Afganistan'a gönderdiği binlerce askere gerek Pakistan yöneticilerinin Amerika ile gizli ittifak kurmalarına gerek insansız uçakların saldırılarının artmasına gerekse Amerika'nın ılımlı ve ılımlı olmayan Talibanların üzerinde durma çabalarına rağmen Amerika, hala Afganistan bataklığına saplanmış durumdadır... Amerika, hem Afganistan'daki heybetini koruyamayacağının hem de kendi ayakları üzerinde durarak oradan çıkamayacağının farkındadır. Bunu yapması ise ancak bazı Afganlı direniş guruplarını kazanması, yani Afganistan'a transfer etmek amacıyla Irak'taki es-Sahve projesini orada da canlandırmasıyla mümkündür. Görünen o ki Amerika, henüz bu hususta başarılı olamamıştır... Görüldüğü üzere Amerika, daha da kötüye giderek gerisin geriye gitmektedir.

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER