102 - Kitap - Hilâfet Devleti Anayasa Tasarısı veya Esbab-ı Mucibesi - İktisadi Nizam - Madde 138
- Kategori Bir Kitap
- |
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Sudan’da yaklaşık 60.000 kolera vakasının kaydedildiğini ve bu salgının 1.640’tan fazla ölüme yol açtığını açıkladı. Örgüt, ülkedeki sağlık sisteminin çökmesinin ciddi sonuçlar doğurabileceği konusunda uyardı. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu açıklaması, koleranın özellikle Hartum eyaletinde büyük bir hızla yayıldığı bir döneme denk gelmektedir. Ülkedeki vakaların %90’ından fazlası özellikle Kerrî, Umdurman ve Umbedde bölgelerinde kaydedilmiştir. Sudan Sağlık Bakanlığı, 27 Mayıs 2025 Salı günü yaptığı açıklamada yalnızca bir hafta içinde 2.729 vaka ve 172 ölüm kaydedildiğini duyurdu. Sudan Sağlık Bakanı Dr. Heysem Muhammed İbrahim, Hartum’daki kolera yayılımının çevresel koşulların bozulması ve içme suyu kaynaklarındaki sorunlardan kaynaklandığını söyledi. Basına yansıyan haberlere göre, yeni Başbakan Kâmil İdris’in, ülkedeki kolera ile mücadele çabalarına destek sağlamak amacıyla Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus ile görüştüğü bildirildi.
Sudan’ın sağlıkta yaşadığı bu çöküş, mevcut rejimin apaçık bir beceriksizliğidir! Kolera salgınını umursamazlıkla geçiştirenler, şimdi DSÖ’nün kapısını çalıyor. Oysa bu destek geldiğinde, ölümler çoktan katlanmış olacaktır! Salgınla mücadeleden sorumlu Sağlık Bakanı’nın ise nedenleri açıklamak dışında somut adımlar atmadığı görülüyor. Çözüm konusunda beklenen düzeyde bir müdahale ortaya koymuş değildir. Bakan işini ciddiye almış olsaydı, bu kriz çoktan çözülmüş olurdu!
Bu yöneticiler halkın derdiyle dertlenmiyor! Hastamız, açımız, ölümüz umurlarında değil! Hükümet, insanların sağlığına sorumluluk duygusuyla yaklaşmış olsaydı, kolera salgını önlenebilir, hatta hiç yaşanmayabilirdi. Zira temiz içme suyu sağlamak, ardından hastaları izole edip tedavi etmek zor bir iş değildir. Bu tedbirlerin maliyeti çok yüksek olmadığı gibi, tedavi için gerekli olan intravenöz sıvılar da sağlanması en basit tıbbi malzemelerdendir. Ancak devlet temel rehidrasyon solüsyonlarını dahi tedarik edememiş, arz yetersizliği ve fiyat spekülasyonları nedeniyle bu hayati ürünlere erişim sosyoekonomik olarak neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Bu yozlaşmış beşerî rejimler, insanlara liderlik etmeye layık değildir! Sudan’daki Müslümanlar, sağlıklarını, güvenliklerini ve huzurlarını koruyacak bir yönetim kurmak için harekete geçmelidir. Bunlar ise sadece ve sadece yöneticinin halkın ihtiyaçlarını gözetmesini farz kılan İslam sistemi altında gerçekleşebilir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
فَالْإِمَامُ الَّذِي عَلَى النَّاسِ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ“İman çobandır ve güttüklerinden sorumludur”
مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ آمِناً فِي سِرْبِهِ ، مُعَافًى فِي جَسَدِهِ ، عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ ، فَكَأَنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا“Sizlerden her kim vücutça sağlıklı, nefsinden, malından korkusuz ve huzurlu, günlük yiyeceği de yanında olarak sabahlarsa, sanki dünyanın bütün nimetleri kendisinde toplanmış gibi olur.”
Gelin ey Sudan halkı, ey Müslümanlar! Gelin, hep birlikte halkın derdiyle dertlenen Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet Devleti’ni kuralım!
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]
Uzun açlık gecelerinden sonra... Karnına taş bağlayan çocukların çığlıklarından sonra... Açlığın kemikleri oyup, etleri erittiği o karanlık günlerden sonra... Gazze’de canlı iskeletler sıradan manzaralar haline geldikten sonra...Her baba, evladının açlık feryadını dindirecek bir lokma bulmak için sokaklarda çaresizce dolaştıktan sonra... Ve Trump’ın, lütfedercesine ve aşağılayarak Gazze halkına biraz yiyecek ‘atacağını’ açıklamasından sonra... Gazze’yi doyurma projesinin ardındaki sır perdesi kalktı. Gazze’ye “yardım” projesi, aslında Amerika’nın Irak ve Afganistan’da suç işlemiş bazı unsurlarıyla bağlantılı, kötü şöhretli güvenlik şirketlerinin bir “yatırımına” dönüşmüştü!
Söz konusu Amerikan şirketi, bir eliyle yemek dağıtırken diğer eliyle tüfek doğrultuyor. Onurlu Gazze halkını aşağılamak için insanları güvenlik taramasından geçiriyor. Yahudilerin izin verdiği kişiler dışında kimseye yemek verilmiyor. Üstelik daha yardım kolisini almadan önce üzerlerine bomba yağdırılıyor, kimisi öldürülüyor. Bu yardım süreci, insanlık onuruna aykırı görüntülere sahne oluyor. İnsanlar saatlerce upuzun kuyruklarda bekletiliyor, ama aslında bu bir gıda kuyruğu değil—sinsi bir tehcirin sessiz hazırlığı. Trump hâlâ Gazze’yi ele geçirme ve halkını tehcir etme hayalleri kuruyor. Aynı şekilde, işgalci rejimin başındaki cani de tehciri savunmayı sürdürürken, soykırım ve katliamlar da tüm şiddetiyle devam ediyor.
İşin en acı tarafı da, Gazze halkı aslında yardıma muhtaç değil; çünkü binlerce yardım tırı Refah Sınır Kapısı’nda yığılmış durumda. Eğer Mısır rejimi bir anlık onur gösterip sınır kapılarını açsa ve konvoyları korusa, Gazze’deki açlık bir günde değil, bir saatte son bulurdu! Ama o ne yaptı? Gıda girişine izin vermek yerine, sınır kapısının Yahudi varlığı tarafından işgal edilmesine göz yumdu. Gazze halkının nefesini bile kontrol etmesine izin verdi. Ve artık her nefes Gazze’de, Mısır’ın rızasıyla, işbirliğiyle işgalcinin iznine tabi.
Gazze halkının açlık çekmesi akılla izah edilemez. Ümmet, kardeşlerine kısmen yarım elini uzatsa, Gazze’de ne aç kedi kalır ne de kuş!
Gazze halkının, Trump’ın minnet ve katliam dolu eline bakacak kadar aç bırakılması çok garip! Oysa İslam ümmeti içinde öyle kimseler vardır ki, isteseler Yahudi varlığını birkaç saat içinde haritadan silebilirler.
Nasıl olur da aç Gazze halkı, Amerikan ve Yahudi (Siyonist) canilerinin insafına terk edilebiliyor? Oysa onlar, bırakın çoğunluğu, tek bir kişinin bile aç kalmasına dininin ve evlatlarının merhametinin caiz görmediği bir ümmetin parçasıdırlar. İki milyon insan nasıl aç kalabiliyor? Dahası, nasıl olur da bu iki milyon Müslüman açlıktan kıvranırken, işbirlikçi hain yöneticiler Müslümanların parasıyla iki milyon Amerikalıya iş imkânı sağlayabiliyorlar?
Yöneticilerin ihaneti olmasaydı, ümmet de onların bu suçlarına sessiz kalmasaydı, Yahudiler ve Amerikalılar Gazze halkının üzerine ölüm ve açlık yağdıramazlardı. Zira ne ümmetten ne de ordularından, bu mücrimleri ürkütecek, saldırganların kolunu kanadını kıracak bir tavır görememişlerdir!
Amerikalıların ve Yahudilerin, Gazze’nin masum çocuklarının ağzındaki lokmayı dahi kontrol etmelerine imkân verenler, Gazze’yi bizzat Yahudilerden daha şiddetli bir kuşatma altına alan ve düşmana ölüm vesileleri sunarak yardakçılıktan apaçık hasımlığa terfi eden bu yöneticiler değil midir?
Gazze halkının aç kalması, İslam ümmeti için bir utançtır; ancak bundan daha büyük bir utanç ise, Trump’ın onlara bir elinde lütufkâr bir edayla, diğerinde ise ölüm ve sürgün tehdidiyle yardım sunmasıdır.
Bu öyle bir utançtır ki, onu ancak ümmetin şahlandığı, ordularını sevk ettiği, önce kendi idarecilerini alaşağı edip yüzünü Kudüs’e döndüğü doğru bir duruş paklayabilir. O zaman ümmet, dökülen her damla kanın hesabını soracak, Mübarek Toprağın her taşını ve köşesini bu habis varlığın pisliğinden arındıracak ve onu, kötü huylu bir uru söküp atar gibi kökünden söküp atacaktır! İşte ancak o zaman ümmet, bu utancı silmiş olacaktır. Aksi takdirde her açlık çığlığı, her dayanılmaz susuzluk, her mide yanması, Allah huzurunda bu ümmete karşı şahitlik edecektir.
Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَلَنَبْلُوَنَّكُم بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” [Bakara 155]
Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti, Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın kazasına rıza göstermekle birlikte Kâmil Muhammed Hayr’ın vefat ettiğini duyurur.
Merhum, Nübüvvet metodu üzere İkinci Raşidi Hilafet’i kurmak ve İslami hayatı yeniden başlatmak için daveti yüklenmiş, yakalandığı hastalığa rağmen davasını yüklenmekten bir an bile olsun geri durmamış, sabırla ve ecrini yalnızca Allah’tan bekleyerek daveti yüklenmeye devam etmiştir. Nihayet merhum, kader-i İlahi’ye boyun eğerek, 29 Zilkade 1446 / 27 Mayıs 2025 Salı sabahı Sudan’ın Hartum şehrindeki Kalakla mahallesinde Hakk’a yürümüştür. Merhum, dava arkadaşlarımızdan olan Adil Muhammed Hayr’ın öz kardeşidir.
Onu engin rahmetiyle kuşatmasını, onu geniş cennetinde peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salihler ile birlikte eylemesini yüce Allah’tan niyaz ederiz. Onlar ne güzel dostturlar!
Başta kardeşleri ve tüm ailesi olmak üzere dava taşıyıcısı bütün kardeşlerimize en kalbi duygularla taziyelerimizi iletiyoruz.
Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Ey Kâmil! Aramızdan ayrılışından dolayı üzgünüz. Ancak biz, sadece ve sadece Rabbimizin razı olacağı bir söz söyleriz.
إِنَّا للهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ“Biz şüphesiz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.” [Bakara 156]
25 Mayıs 2025 tarihinde Kahire’de, ‘Mısır-Amerika Birleşik Devletleri Politika Liderleri Forumu’ adıyla bir etkinlik düzenlendi. Foruma, Mısır Başbakanı Mustafa Medbuli, ABD Büyükelçisi Herro Mustafa Garg, 60’tan fazla Amerikan şirketinin temsilcileri ile Mısır’ın egemen ve ekonomik alanlarındaki bakanları katıldı. Forum, Mısır ile Amerika arasındaki iş birliğini güçlendirmek için stratejik bir fırsat olarak lanse edildi. Bu imajı güçlendirmek için de bol bol Amerikan özel sektörüne ve Mısır’ı ‘kalkındırmada’ oynayacağı role methiyeler dizildi. Yabancı yatırımcılara sayısız vaatte bulunulup her türlü kolaylığın sağlanacağı söylendi.
Fakat parlak sloganların tozuyla örtülemeyecek kadar aşikâr bir hakikat vardır: Bu forum, iki eşit güç arasında bir işbirliği değildir! Tam aksine, Mısır’ın siyasi ve ekonomik olarak ne kadar aşağılayıcı bir bağımlılık içinde olduğunun bir göstergesidir. Bu bağımlılık, ülkeyi başta Amerika olmak üzere sömürgeci güçlere rehin bırakmakta, ümmetin zenginliklerinin sömürülmesine, egemen kararlarının engellenmesine ve gerçek anlamda kalkınma potansiyelinin yok edilmesine neden olmaktadır. Amerika’yı Mısır’ın ekonomik ortağı olarak lanse etmek, gerçeklerin çarpıtılması ve siyasi bilincin tahrif edilmesidir. Çünkü Amerika, İslam ümmetinin hiçbir zaman dostu olmamıştır! Bilakis o, fitne ateşini yakıp savaşlar çıkaran, zalim yönetimlere kol kanat geren, zenginlikleri talan eden ve bölgedeki tüm ülkeleri kendisine siyasi ve ekonomik olarak köle yapan sömürgeci engerek yılanının ta kendisidir!
Yahudi varlığını silah ve parayla koruyup destekleyen de Camp David Anlaşması’nı dayatan da, Yahudi varlığının üstünlüğünü garanti altına almak ve başta Mısır’daki olmak üzere tüm kukla rejimleri yerlerinde tutmak için bölgesel güvenlik düzenlemelerini denetleyen de yine Amerika’dır. Bütün bunlardan sonra bu devletin sadece stratejik bir ekonomik ortak olarak sunulması akıl karı mıdır?! Amerika’ya ‘ortak’ gözüyle bakan, ya siyasetin hakikatinden bihaber bir cahildir, ya iradesi tutsak ve şahsiyetsiz kiralık bir uşaktır, ya da onun nüfuz araçlarından biri olarak planlarını uygulayan bir haindir.
Bu forum, salt ekonomik bir buluşma olmanın ötesinde, ABD’nin Mısır’ın ekonomik politikalarına doğrudan müdahalesini meşrulaştırmak için kurulmuş siyasi bir platformdan başka bir şey değildir. Yatırım ortamını iyileştirme ve özel sektörü destekleme adı altında, Mısır ekonomisinin anahtarları ulus-ötesi Amerikan şirketlerine muazzam imtiyazlarla peşkeş çekilmiştir. Bu devasa kapitülasyonlardan bazıları şunlar:
Amerikan arabaları için yerli standart şartının iptal edilmesi.
Amerikan süt ürünleri için Helal belgesi zorunluluğunun kaldırılması.
Yabancı sermayeye ‘Altın Lisans’ın jet hızıyla verilmesi.
Ülkenin son koruma kalkanlarını da yok eden gümrük anlaşmalarına imza atılması.
Tüm bu adımlar ‘yatırım çekme’ bahanesiyle atılıyor. Fakat gerçekte olan şey şudur: Mısır pazarının Amerikan ithalatına açılması, yerli sanayinin yok edilmesi ve Mısır ekonomisi tamamen Amerikan kapitalizmine bağımlı hale getirilmesi. Hal böyleyken, emperyalizmin birer aracı olduğu bilinen Amerikan şirketlerinin Mısır’ı ‘kurtaracağına’ inanmak akıl karı mıdır? Bu, akılla alay etmek; şer’i ve siyasi gerçekleri çarpıtmaktır. Mısırlı bakanların Amerikan şirketlerine kolaylık sağlamak, şartları hafifletmek ve önlerini açmak için adeta birbirleriyle yarıştıklarını görmek gerçekten üzücüdür. Sanki bu şirketlerin ticari temsilcileri gibi davranmaktadırlar. Daha da vahimi, Başbakan Medbuli’nin, devletin ekonomiden elini çekeceğini ve meydanı özel sektöre bırakacağını söylemesidir. Gerçekte bu, ülkenin can damarlarının yabancı vesayetine peşkeş çekilmesinin üstünü örtmek için uydurulmuş koca bir yalandır.
Enerjiden altyapıya, ulaşımdan telekomünikasyona, sanayiden eğitime kadar ülkenin stratejik damarları, yabancı şirketlerin, özellikle de Amerikalıların oturduğu sofraya özelleştirme adı altında birer birer servis edilmektedir. İşte bu, çağdaş ekonomik sömürgeciliğin paradigmatik bir örneğidir: Tek bir askere ihtiyaç duymadan, bir ülkenin üretiminin ve hizmetlerinin can damarlarını ele geçirmek! Ve işin en acı tarafı da, rejimin bu büyük peşkeşi ‘yapısal reform’ yalanıyla pazarlamasıdır. Ama hakikatte bu, sömürgeciyi halkın boğazına, ekmeğine ve geleceğine musallat etmekten başka bir şey değildir!
Rejimin Amerika ile ekonomik ilişkileri derinleştirerek ülke kaynaklarını onların tasarrufuna sunması, İslam’ın hem genel prensiplerine hem de detaylı hükümlerine aykırı olup açık bir haramdır. Zira Müslümanların topraklarını işgal eden, gaspçı Siyonist yapıyı destekleyen ve İslam’a düşmanlık besleyen Amerika gibi harbî kâfirlere yakınlaşmak dinen caiz değildir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” [Maide 51] Amerika, bu düşman güruhunun lideridir, İslam ve Müslümanların en azılı düşmanıdır. Aynı şekilde, sömürgeci kâfirlerin Müslümanların beldeleri üzerinde herhangi bir otoriteye (sulta) sahip olması caiz değildir ve onları ekonomik, siyasi veya askeri olarak yetkin kılacak her türlü eylem de apaçık haramdır. Ümmetin servetini satıp yabancı şirketlere ekonominin can damarlarını teslim etmek, apaçık emanete ihanettir! Halkın malına el koymaktır! Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaktır!
Krizlerin çözümü ve sorunların ilacı, Amerika’ya daha fazla kuyruk olmakta ya da düşmanla işbirliği yapmakta değildir! Gerçek çözüm, siyasi ve ekonomik irademizi Batı’nın vesayetinden kurtarmak ve Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet Devletini kurmaktır! Hilafet, şeriatın egemenliğini yeniden sağlayacak, sömürgeci devletlerle ilişkileri kesecek ve İslam’ın hükümleri doğrultusunda sanayi, tarım ve ticarete dayalı güçlü bir İslami ekonomi inşa edecektir. Hilafet Devleti, sömürgeci şirketlerin ülkeye girişini engelleyecek yegâne yapıdır. Hilafet, kamu mülkiyeti olması hasebiyle ümmetin servetlerini asıl sahiplerine geri verecek; onlardan halkın ve tebaasının faydalanmasını sağlayacaktır. Altın ve gümüşe dayalı hakiki para sistemini geri getirecek, böylece enflasyon belasını kökünden kazıyacak, halkın emeğini ve birikimlerini güvence altına alacaktır! Faizi yasaklayacak, bu zillet dolu bağımlılığa bir son verecek ve yabancıların nüfuz sahibi olduğu tüm o kirli ipleri koparacaktır.
Mısır-Amerika Ekonomik Forumu, bir başarı değil, tam anlamıyla siyasi bir skandaldır! Mısır rejiminin ne kadar çırılçıplak hale geldiğini ve Amerika’ya nasıl kölece bağlandığını gözler önüne sermektedir. Bu ‘stratejik ortaklık’ palavraları, sömürgecilere kulluğumuzu gizlemeye ve acı bağımlılığı örtmeye yarayan yaldızlı bir yalandır!
Sonuç olarak, Müslümanların bu yolu reddetmesi ve asıl kurtuluşun Amerika’ya bel bağlamakla değil, İslam’a geri dönmekle mümkün olacağını anlaması gerekir. Çözüm, siyaset ve ekonominin İslami kurallara göre yönetildiği, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet Devletini kurmaktır. Çünkü ancak böyle bir devlet, ümmeti hak ettiği yere taşıyabilir, sömürgecileri ülkeden çıkarabilir ve gerçek adaleti sağlayabilir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]
Ürdün halkı, sözde bir bağımsızlık mı kutlayacak? Oysa daha dün Gazze’de nöbet tutan o fedakâr doktor anne, soykırım canavarlarının bombalarıyla bir anda dokuz evladını toprağa verdi. İnsanlık böyle bir vahşeti daha önce görmedi!
Yahudilerin katliam, açlık ve yıkım sahneleri karşısında İslam kardeşliğinin duyguları bu kadar mı köreldi? Allah’ın emrettiği gibi onlara yardım etmek şöyle dursun, kalplerimiz bile sızlamıyor artık!
وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ“Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur.” [Enfal 72] Ümmet, ordularının harekete geçmesini beklemeye, hatta yaslılarla, yetimlerle ve açlarla kader birliği yapmaya alışmış görünüyor. Oysa Allah bizi, diğer insanlardan farklı olarak tek bir ümmet kılmıştır!
وَإِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ“Şüphesiz bu, tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.” [Enbiya 92]
Hayır! Vallahi hayır! Ürdün halkı kayıtsız değil, damarlarındaki kan, Gazze’deki kardeşlerine yardım edememenin acısıyla yanıyor! Rejim bunu çok iyi biliyor; işte bu yüzden onların öfkesinden korkuyor. Bu nedenle, halkın duygularını, sözde bir bağımsızlık masalına kanalize etmeye çalışıyor. Ama bu nasıl bir bağımsızlık? Ülke sömürgeci kâfirlerin askerî üsleriyle dolu, ekonomi uluslararası sömürge bankalarının elinde ve millet için tek bir bağımsız karar bile alamıyor. Yahudi varlığının birkaç kilometre ötede işlediği vahşeti adeta bir turist gibi izlemekle yetiniyor. Kibirli ve küstah Yahudi varlığı, cezasız kalacağından emin olmasaydı, bu insanlık dışı soykırımı bu denli pervasızca işleyebilir miydi?
Bağımsızlık maskesi altında Ürdün’ün semalarını renkli ışıklarla süsleyenler, Gazze’nin kan kırmızısına boyanan gökyüzüne hiç mi bakmıyorlar? Devlet medyasında Ürdün’ün ekonomik başarılarını ballandıra ballandıra anlatanlar kimler? Ülke borç içinde, işsizlik almış başını gidiyor. Yeraltı kaynaklarını yabancılara satıyor, yolsuzluk yüzünden su bile bulamıyor. Bütün bunları da metamorfoz Yahudi varlığı ile ilişkileri normalleştirmek için bahane ediyorlar! O kimseler rejim ve adamları değil mi?
Gerçekte bağımsızlık fikri, tek bir dini, tek bir inancı ve aynı akide bağını paylaşan tek bir ümmeti parçalamak ve bölmek için ortaya atılmış sömürgeci bir çağrıdır. Bu ümmet, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de tesis ettiği ilk İslam devletinden 1924’te asrın mücrimi Mustafa Kemal’in eliyle yıkılışına dek tek bir siyasi sistem uygulaya gelmiştir. Hilafetin yıkılışının ardından sömürgeci kâfirler, İslam beldelerini parçalayıp elliyi aşkın cılız devletçiğe bölme fırsatı yakalamışlardır. Her biri çatışmaya gebe suni sınırlarla çevrili bu devletçiklere, kendilerinin yetiştirdiği, emirlerine amade ve makamlarını korumak için ulus-devlet dogmasını benimseyen idareciler yerleştirmişlerdir. Her birine, İslam devletinin şanlı tarihinde kopuk uydurma milli tarihler uydurmuşlardır.
Sözde bağımsızlık kutlamalarını organize eden ve halka dayatan aslında bizzat yönetimin kendisidir. Gazze’deki kardeşlerinin çaresizliğine öfkelenen halkı susturmak için gösterişli törenler düzenliyor, yapay bir tarih anlatısıyla, ümmete kendi döneminde asla yaşanmamış bir zafer bahşetmeye çalışıyor! bunu da, aslında gerçek dışı ve temelsiz düşüncelere dayanan, aşağı seviyeli bir vatanseverlik anlayışıyla yapıyor. Bu anlayışı, ümmetin doğal ve ideolojik bağı olan İslam kardeşliğinin yerine koymaya çalışıyor. Oysa ümmeti bir araya getiren inanç temelli bağı unutturmak için ortaya atılmış bu yapay milliyetçilik, ümmeti parçalamaktan başka işe yaramaz. Oysa yapılması gereken belli: Allah’ın kurallarına uyarak O’nun rızasını kazanmak, din kardeşlerimize sahip çıkmak, işgal altındaki yerleri kurtarmak ve sömürgecileri bölgemizden atmaktır. Sözde bağımsızlık kutlayanlar, gerçekte sınırların korunmasında ve Müslümanların birliğini engellemede çıkarı olanlardır. Onlar için, Yahudi varlığıyla ve Amerika’yla yaptıkları anlaşmalar, ezilen Müslümanlara yardım etmekten ve Allah’ın rızasını kazanmaktan daha önceliklidir.
Bu rejim, İslam’ı hem inanç hem yönetim biçimi olarak savunan herkesi tehdit ediyor, susturuyor, zindanlara atıyor! Allah’ın emirlerini hayata taşımak isteyenlerin sesini kesmek için “vatan sevgisi” maskesi takmış dalkavukları ekranlara taşıyor. Onlar zalimlerin dostudurlar. Allah’ın şu buyruğu tam da bunlar için geçerli!
رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا “Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar.” mı diyecekler?” [Ahzab 67] Bütün bu baskılar, ümmeti yıldırmak bir yana; azmini bileyecek, öfkesini büyütecektir! Ve bu ümmet, onu bu zillete mahkûm edenleri asla unutmayacaktır. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
مَا مِنِ امْرِئٍ يَخْذُلُ مُسْلِماً فِي مَوْطِنٍ يُنْتَهَكُ فِيهِ حُرْمَتُهُ، وَيُنْتَقَصُ فِيهِ عِرْضُهُ إِلا خَذَلَهُ اللهُ فِي مَوْطِنٍ يُحِبُّ فِيهِ نُصْرَتَهُ، وَمَا مِنِ امْرِئٍ يَنْصُرُ مُسْلِماً فِي مَوْطِنٍ يُنْتَقَصُ فِيهِ مِنْ عِرْضِهِ وَتُنْتَهَكُ فِيهِ حُرْمَتُهُ إِلا نَصَرَهُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ فِي مَوْطِنٍ يُحِبُّ فِيهِ نُصْرَتَهُ“Her kim bir Müslüman’ın saygınlığının kaybolacağı, onurunun zayıflayacağı bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini arzu ettiği yerde yalnız bırakır. Kim de bir Müslümana onurunun zayıflayacağı ve saygınlığının yitirileceği bir yerde yardım ederse, Allah da ona kendisine yardım edilmesini arzu ettiği bir yerde yardım eder.” Öyleyse, bu hadisin neresindesiniz bir bakın! Devletin, varsayımsal bir bağımsızlık anlatısını pekiştirmek için düzenlediği sembolik törenlere ayırdığı kaynaklar ile İslam kardeşlerinize gösterdiği kayıtsızlık arasındaki tezadı fark edin artık.
وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَاناً وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” [Ali İmran 103]
Müslümanlar Kurban Bayramı’nı çocukları ve eşleriyle kutlamaya hazırlanırken, Pakistan’ın nükleer ordusundaki ve ümmetin diğer tüm ordularındaki samimi askerlere ve subaylara bir çağrıda bulunuyor, onlara Mübarek Toprak Filistin ve Gazze’deki halklarını, kadınlarını, çocuklarını, yaşlılarını ve erkeklerini yüzüstü bıraktıklarını ve ellerinden geldiği halde onlara yardım etmediklerini hatırlatıyoruz.
Onlara Kudüs’ün düşüşünden (H.583/M.1187) sonra bir daha asla tebessüm etmeyen, üzüntüsünden ağır hastalığa yakalanan ve “İslam beldelerinin bir bir düştüğünü görmek beni ne kadar acıtıyor!” diyen gerçek bir askeri deha ve hakiki bir savaşçı olan Selahaddin Eyyubi’yi hatırlatıyoruz. Hatta Hıttin Savaşı’ndan sonra Kudüs’ü Haçlılardan geri aldıktan sonra bile şehre mahzun bir çehreyle girmiş, fethin verdiği sevinç bile onun içindeki elemi dindirememişti. Neden üzgün olduğu sorulduğunda ise “Bu şehirde böylesine büyük felaketler yaşanmışken nasıl sevinebilirim?! Müslümanların çektiği acılar yüreğimi dağlarken nasıl gülebilirim?! diye yanıt vermişti. Selahaddin için Kudüs’ün fethi, bir övünç vesilesi ve fahr kaynağı değil, Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken bir borçtu. Yegane amacı ümmetin mukaddesatını savunmaktı, zafer çığlıkları atmak değil!.
Selahaddin’in Kudüs’ün fethi öncesi ve sonrasındaki ruh hali işte böyleydi. Ne gariptir ki, Haçlıların Kudüs’te öldürdüğü 70 bin Müslüman, sadece son iki yılda Gazze ve Batı Şeria’da Siyonistlerce öldürülenlerin sayısına ya eşittir ya da daha azdır! Ey subaylar ve askerler! Şimdi kendinize bir sorun: Sizin haliniz, kendinize rehber edindiğiniz o büyük kumandanın haline benziyor mu? Yoksa sizler bayram tatilinde çocuklarınızı ziyaret etmeye, ailenizle bayram neşesi yaşamaya mı hazırlanıyorsunuz? Yoksa Gazze’de yaşanan ve hâlâ devam eden katliamların Lahor, Dakka veya Kahire’deki bir kesimhanenin günlük işleri kadar bile önemsiz olduğunu mu düşünüyorsunuz?!
Eğer kalbiniz gerçekten Selahaddin’in kalbiyle aynı duyguları taşıyorsa, nasıl tat alırsınız bir dostla kucaklaşmaktan ya da eşlerinizin yanında huzurla uyumaktan? Halbuki sizler, ilk kıblemiz ve üçüncü haremimiz için, Selahaddin’in yaptıklarının onda birinin onda birini bile yapmadınız. “Eğer ‘Biz kendimizi o büyük insanlarla nasıl bir tutarız?’ diyecek olursanız, bu durumda sizler de Müslümanlara hıyanet edip aleyhlerine tuzaklar kuran, Yahudilerin safına geçip onlara arka çıkan güruhtan mısınız? O vakit, Allah Teâlâ’nın buyurduğu üzere, ha Firavun’la ha Haman’la ha zalim Firavun’un askerlerinden ne farkınız kalır?
إِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِئِينَ “Doğrusu Firavun da, Haman da, askerleri de yanılıyorlardı.” [Kasas 8] Mahşer günü Cehennemde onlarla beraber haşrolunmaya gönlünüz razı gelir mi? Allah sizi böyle bir akıbetten muhafaza eylesin! Ey aziz kardeşlerim, sizler Selahaddin’in soyundansınız! O ne bir peygamberdi ne de bir kral… o da sizin gibi iman eden, sizin gibi Allah’a umut bağlayan bir insandı. Sakın ha, üç günlük aldatıcı bir dünya için ebedi hayatını satan o ödlek yöneticilerin vesveselerine itibar etmeyin.
Şehitlerinin acısıyla tutuşan ve onların intikamını almaya ant içen Müslümanların bu derin kederi, sadece ordudaki mücahitlerin değil, bütün bir ümmetin yüreğine işlemişti. Tarih kitapları, Endülüs’ün düşüşüne üzülen Kuzey Afrika ve Şam’daki Müslümanların günlerce kutlama yapmadığını, aylarca yas tuttuklarını yazmaktadır. Kudüs düştüğünde ve Mescid-i Aksa’da katliam yaşandığında, bütün İslam âlemini hüzün ve keder kaplamıştı, Müslümanlar ne düğün dernek kurmuşlar ne de bir şenlik yapmıştılar, hatta Osmanlı Halifeliği’nin Sultanları bile Avrupa’da bazı şehirleri kaybettiklerinde saraylardaki şenlikleri yasaklar ve resmi yas ilan ederlerdi. Yavuz Sultan Selim’in şöyle dediği aktarılır: “İslam toprakları tehdit altında olduğu sürece ne yemeğin tadı, ne uykuda huzur, ne de kalbin neşesi vardır.”
İşte bütün bu örnekler, toprakları alınan, kutsalları kirletilen, canlarına kıyılan Müslümanlar için yas tutmanın imanın bir parçası olduğunu kanıtlamaktadır. Geçmişteki âlimler ve sultanlar, bu tür musibet anlarında sevinmeyi Allah’a, Peygamberine ve müminlere ihanet kabul ederlerdi. Peki ya bugün, mahlûkatın en alçağı olan Yahudilerin işlediği cinayetler karşısında susanlar için ne demeli?! Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ne kadar da doğru söylemiştir:
مَنْ لَا يَهْتَمُّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ، وَمَنْ لَا يُصْبِحُ وَيُمْسِي نَاصِحاً لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ وَلِكِتَابِهِ وَلِإِمَامِهِ وَلِعَامَّةِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ“Müslümanların derdiyle dertlenmeyen, onlardan değildir. Kim de sabah akşam Allah’a, Rasûlü’ne, Kitabı’na, imamına (yöneticisine) ve tüm Müslümanlara nasihat etmezse, o da onlardan değildir.” [Taberani]
Korkak ve cani Yahudilerin hava saldırısında dokuz çocuğunu ve eşini kaybeden Alaa el-Neccar’ın yürek dağlayan öyküsü mutlaka ulaşmıştır size. O kalbinin dokuz parçasını toprağa verirken, siz nasıl olur da afiyetle yemek yiyebiliyor, başınızı yastığa koyabiliyorsunuz? Gazze’de onun gibi binlerce kadının, binlerce annenin son iki yıldır evlat acısıyla paramparça olduğunu bilmiyor musunuz? Halife Mu’tasım’ın, Ammuriye’den ‘yetiş ya Mu’tasım!’ diye feryat eden tek bir kadının feryadını duyması, koca bir orduyu harekete geçirmeye yetmişti. Sind’deki kadınların zalim kral Dâhir Şah’ın zulmüne karşı yardım çağrısında bulundukları haberi ulaşınca, Haccâc bin Yusuf, Muhammed bin Kâsım komutasında bir ordu gönderip o kralı öldürtmüş ve iffetli Müslüman kadınların intikamını almıştı. O halde, Allah aşkına söyleyin, Filistin’in o necip kadınlarından binlercesinin imdat çığlıkları göklere ulaştığı halde neden hala cevap vermiyorsunuz? Nasıl hala yemek yiyebiliyor, su içebiliyor, rahat uyuya biliyorsunuz?!
Peygamberimizin siyerinde ve Raşit Halifeler zamanında kadınların, eşlerini savaşa gitmeye teşvik etmek için ya da korkaklıklarına tepki göstermek amacıyla onlarla birlikte olmadıkları rivayet edilir. Tebük Seferi esnasında bazı kadınlar, kocalarının cihada çıkmakta gönülsüz davranmaları üzerine onlarla beraber olmayı reddetmişler, “Ya Allah yolunda cihada gidersin, ya da bana yaklaşamazsın” diyerek onları cihada teşvik etmiştiler. İçlerinden biri kocasına “Allah yolunda cihada çıkana kadar yatağıma adım atma.” demişti. Ömer-ül Faruk, cihattan kaçınanlara ceza verir, anaları, eşleri gazaya teşvik ederdi. Hatta bazı kadınlar o kadar ileri giderdi ki, kocalarına, ‘Eğer Allah yolunda savaşa gitmezsen, beni boşa!’ derlerdi. Ümmü Hakîm bint el-Haris’in, bir zamanlar İslam’ın en amansız düşmanlarından olup sonradan hidayete eren İkrime bin Ebî Cehil’i savaşa gitmesi için teşvik ettiği rivayet edilir. Sefere çıkana kadar Ümmü Hakîm’in yatağını ayırdığı, bunun üzerine İkrime’nin savaşa katıldığı ve Yermük’te şehit düştüğü anlatılır.
İslam ordularındaki subay ve askerlerin ihmali ve kayıtsızlığı, korkunç neticeler doğurur, vebali ağır olur. Güç ve kudret onlardadır; mazlumları savunmak, Müslümanların namusunu korumak onların asli vazifesidir. Onlar sıradan insanlar gibi değildir. Cihattan geri duranlar, erkekliklerini ve onurlarını kaybederler! Ömer RadıyAllahu Anh, cihattan geri kalanları alenen ayıplar ve “Şer’i bir özür olmadan cihadı terk edenin şahitliği kabul edilmez” derdi.
Size, ‘Çok geç olmadan hatalarınızı telafi edin’ demiyoruz, zira gerçekten artık çok geçtir! Bunun yerine ihmallerinizi telafi edin, Allah’tan af dileyin ve yola koyulun diyoruz! Hazırlıklı olun ya da olmayın, kardeşlerinize yardım edin! Raşidi Hilâfet Devleti’ni kurmak için çalışan Hizb-ut Tahrir’deki kardeşlerinize nusret verin! Zira Hilafet, Allah’ın indirdikleriyle hükmedecek, İslam beldelerini kurtarmak, Filistin, Keşmir, Burma Rohingya ve diğer ülkelerdeki mazlumlara yardım etmek için orduları harekete geçirecektir. Bu ülkelerdeki mazlumlar, sizin o hain, korkak komutanlarınızdan ve idarecilerinizden artık ümitlerini kesmişlerdir. Tek umutları artık sizsiniz. O halde Dr. Alaa en-Neccar’ın ve bu ümmetin diğer asil kadınlarının çağrısına icabet edecek misiniz? Muhammed Mustafa SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in havuzunun başında Selahaddin, Muhammed bin Kasım ve Halid bin Velid ile birlikte buluşacak mısınız? Yoksa zulme ortak olup Firavun’la, Hâmân’la ve onların gölgesindeki zararlı yöneticilerle birlikte cehennemdeki yerinizi alacak mısınız? Bu günler, aklı olan ve kalbinde zerre kadar iman bulunan herkesin, gerçekte neye layık olduğunu seçmesi için bir imtihan ve sınanma günleridir. Bilin ki, nihai kurtuluş takva sahiplerinindir.
وَسَارِعُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ“Rabbinizin mağfiretine ve Allah’tan korkanlar için hazırlanmış eni gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun.” [Ali İmran 133]
انفِرُوا خِفَافاً وَثِقَالاً وَجَاهِدُوا بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ“(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” [Tevbe 41]